Deli bir kurgunun son halkasıydı o. İçine sinmedimi, adını bile anmadan çekip giderdi. Hâlâ da öyle. Çeker ve gider! Hiç durmaz içini dökemediği, kendine yabancı yerlerde.
Farkına bile varmazsınız nasıl başladığını her şeyin. Sessizce girer kanınıza. Tatlı bir sarhoşluk kaplar dört yanınızı. Coşkusunu savurursunuz etrafınıza. Susturmayı denemezsiniz bile o avaz avaz şarkılarını söylerken içinizde. Hatta bazen siz de eşlik edersiniz ona. Büyüleyici sözlerin gücü esir alır sizi; bilemezsiniz, göremezsiniz.
Dingin suların hırçınlığına bulanır özünüz; kaptırıp kontrolü soluksuz koşarsınız. Amacınızın ne olduğundan da bihaber koşar, koşar, koşarsınız. Aklınıza bile gelmez durup bir iki dakika soluklanmak. İsteseniz de izin vermez ki. Çıldırasıya koşarsınız.
Elinize aldığınız fırçayla darbeleri savurmaya başlarsınız tuvalin üzerine. Dilediğiniz renkte boyarsınız resminizi. Ortaya çıkan tablo, hiç kimseyi olmasa da sizi oldukça memnun eder. Siz yapmışsınızdır her şeyden önce; o, sizin eserinizdir. Keyifle karşısına geçip, elinize aldığınız içeceğinizle –ki bu kırmızı veya beyaz bir şarap yahut da koyu bir kahve olabilir; tercih sizin- uzun uzun seyredersiniz. Öyle güzel hayallere dalarsınız ki karşısında, sizi oradan alıp gerçeğe döndürmek bir hayli zorlaşır. Eserinizin sarhoşluğuyla uçarcasına karışırsınız kalabalıkların arasına.
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla