“Sesinin Gittiği Yer”
Bir şehrin ortasında, geceye yaslanmış bir yalnızlık vardı,
kaldırımları üşüten bir rüzgâr,
duvarlara omzunu dayayıp susan bir adam…
Adı kimden gizli kalırdı ki?
O adam sendin, Ahmet…
Sürgün sevdasıyla, yasaklı bir türkünün gölgesinde
kırılmış bir bağlamanın tellerine dokunur gibi
kendi kalbine dokuna dokuna yürüyen bir yolcu…
Derler ki, bazı insanlar sesle değil,
sustuğu yerden konuşur.
Sen sustuğunda bile bir meydan kurulurmuş içimizde,
bir tarafımız isyan, bir tarafımız kavuşma,
bir tarafımız “başım gözüm üstüne” der,
öteki tarafımız “yüreğim daralıyor be usta” diye inlerdi.
Düşündüm de, senin sesin
bir kuşun göç yolunu bildiği gibi biliyordu
insanın eve dönüş yolunu…
Bir yarayı nereye götürsen peşinden gelir ya,
sen yarayı taşıyan değil, yarayı bağıra bağıra iyileştiren adamdın.
Bir türkü ne kadar ağır olabilir diye soranlara
“bir insan kadar” dedin aslında,
bir insanın içi kadar karanlık,
bir insanın sabrı kadar geniş,
bir insanın gözyaşı kadar tuzlu…
Sen gittikten sonra
aynı kaldı mı bu şehir?
Elbette kalmadı…
Kaldırım taşları bile azaldı sanki,
oturup içine dertlenen adamların sayısı arttı.
Gece çökerken bir tuhaf sessizlik iner oldu üzerimize,
çünkü fark ettik ki
bizden biri değil,
erdemle yürüyen bir koca yürek eksilmiş dünyadan.
Sürgün dedikleri şey neydi ki Ahmet?
Sınırı çizilmiş bir kader mi,
yeryüzünün çıkmaz sokağı mı,
yoksa insanın kendi ülkesine sığamayıp
kalbine saklanması mı?
Sen bir ülkeye değil, bir şarkıya sığdın hep.
Ve o şarkı büyüdü büyüdü…
Koca bir halkı, koca bir ömrü, koca bir hasreti tuttu içinde.
Paris bir sabah seni alıp götürdüğünde,
biz o gün öğrendik
bir kalp kırılınca bazen bütün bir ülke susarmış.
Bir ağırlık çöktü üzerimize,
yağmur damlaları bile yavaşladı,
sanki “Ahmet bugün çok uzaklara gidiyor” der gibi.
O günden beri rüzgârın yönü sensiz biraz eksik,
gecenin karası biraz daha koyu,
dünyanın gürültüsü biraz daha boş.
Ama bak…
Sen ölmedin Ahmet.
Bir adam ölür mü bir halkın içinden?
Ölüm insanın bedenine gelir,
ama senin bedeninden önce sözlerin yola çıkmıştı çoktan…
“Kaç bin yıllık rüya bu?” dedin,
biz o rüyanın içinde hâlâ uyanmayı bekliyoruz.
“Üşüyorum” dedin,
biz bir soba kurduk içimize,
ateşini senin türkülerinden aldık.
“Beni bulsan dar ağacında,” dedin,
biz seni hep bir sokağın köşesinde bulduk,
bir çocuğun gözünde,
bir annenin yorgun sesinde,
bir işçinin terinde…
Senin adın bir şarkının adı değil artık,
bir yolun adı…
Haksızlığa karşı durmanın,
sevdaya omuz vermenin,
yüreği açık gezmenin adı.
Şimdi sana
uzun, ağır ve içimizi burkan bir selam gönderiyoruz Ahmet:
Bir dağ başından savrulan rüzgârın selamı,
bir gecekondu penceresinden sızan ışığın selamı,
bir mahallenin ekmek kokusunun,
bir annenin dualarının,
bir çocuğun utangaç gülüşünün selamı…
Sana bir şey daha söylemek isterdim:
Sen gittiğinden beri bu ülke biraz yorgun,
biraz suskun…
Ama korkma usta,
biz türküyü taşımayı öğrendik.
Senin sesin,
bir halkın kalbinde yankılanan en doğru yerini buldu.
Artık hiçbir yerde sürgün değilsin…
Artık her yerde eve dönüyorsun.
Huzurla uyu Ahmet.
Sesinin gittiği yerden
biz hâlâ duyuyoruz seni.
Hüseyin Erdinç (Ahmet Kaya’ya ithafen)
Hüseyin ErdincKayıt Tarihi : 16.11.2025 23:50:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!