Unutmak istiyordu her şeyi. Unutmanın, unutabilmiş olmanın getireceği bahar aydınlığı, yemyeşil kır manzarası ve bir ağaç gölgesinde kısık gözlerle ufukları seyre dalacağı huzur dolu vakti istiyordu. Yaşadıklarıyla, yani onu o yapan her şeyle olan çetin savaşı artık bitsin ve henüz yaşamadığı günlerin telaşesiyle boğuşmaya başlasın istiyordu. İstekleri esasen makul; pek çoklarının eriştiği- pek çoklarının erişmek için uğraştığı ve pek çoklarının ise erişmesi gerektiğini dahi bilmediği günlerdi… Unutmuş olmanın getireceği huzurlu günler.
Ne zamandı o vakit? Acaba hangi gün uyanacaktı uyuyabildiği bir gecenin sonunda, aydınlık bir sabaha? En son ne düşünecekti acaba, unutmadan hemen önce? Unuttuğunu ne zaman fark edecekti peki? Ne olacaktı yani; başının dayanılmaz ağrısı mı geçecekti, saçına düşen aklar yeniden siyaha mı dönecekti? Yıldızlar kendi aralarında anlaşıp gökteki en parlak yıldızı o’nun adını anmakla görevlendirmekten vaz mı geçeceklerdi? En parlak yıldız da mı susacaktı (üstelik) gece gündüz yanarken?
Bir anda mı gelecekti aklına; unuttuğu? Ne olacak, nasıl olacak ve ne zaman olacaktı?
Alışmak değildi istediği, alışmak; asla değildi! Alışamıyordu zira… Kabullenip havlu attığı her defada daha da büyük bir taarruzla saldırıyordu hatıraları. Alışmakla unutmak arasındaki kıldan ince-kılıçtan teskin ve fakat olabildiğine var olan farklılıklar acı veriyordu. Tam alıştım derken çıkagelen bir şiir mısrası, bir keman sesi, bir ay ışığı yahut bir gün doğumu her şeyi berbat etmekle kalmıyor, ruhunu alışmakla unutmak arasındaki o derin uçurumdan aşağı yuvarlıyordu. Bir kahve fincanında, bir şarap kadehinde yahut bir rakı bardağında hatıralarıyla rastlaşmaya alışmıştı lakin; her rast gelişte tekrar tekrar düşüyordu unutamamak cehenneminin kızgın ve öfkeli ateşine. Ne zaman dalmayacaktı gözleri ufuklara, bir gece yarısı karanlığında? Acaba kaçıncı kadehten sonra unutacaktı? Acaba kaçıncı kadehten sonra sızıp kalacak ve acaba o son rüyasında ne görecekti?
Nicedir gördüğü (rüya kadar saçma) rüyada hep ateşler içinde yanıyordu. Yanıyordu dediysem; yanan bedeni değildi… Ateşin bizzat kendisi olarak yanıyordu. Takvim ne zaman bilinmez ama sonbahar olsa gerek; kurumuş yapraklar, hafiften bulutlu bir gökyüzü ve ara sıra damlayan birkaç damla yağmur… Tam yağmur başladı diye sevinecekken bir anda elinde şemsiye beliriyor, yanmaya devam ediyordu. Ateşin bizzat kendisi, ateşin bizzat kendisini koruyordu; muhtaç olduğu yağmurdan… Yanıp kül olana kadar yanıyordu kendi kendine. Bir mum ışığı gibi hissediyordu kendini, mum ışığı kadar bile aydınlık olmayan bu rüyada. Yavaş yavaş eriyip gidiyordu… Bağırıp yardım istiyordu, imdat diyip aman dileniyordu ama sesi duyulmuyordu.
Tek kanadı kırık bir kuş gelip şemsiyenin altına sığınıyor; yağmurdan kaçarken (ne dolusu!) ateşe tutuluyor ve dertli dertli ötmeye başlıyordu…
Alışmıştı artık bu (rüya mı kâbus mu belli olmayan) rüyaya… Neredeyse her gece aynı yağmurla ıslanıp, aynı ateşle yanıyor ve -sanki yeryüzünde başka kuş kalmamış gibi, aynı kuş gelip o şemsiyenin altında aynı türküyü söylüyordu. Alışmıştı ama unutamamış olmanın verdiği hüzne de dayanacak gücü kalmamıştı.
Unutmak istiyordu her şeyi…
Benzemez kimse sana’nın en çok Müzeyyen Senar’a, Veda Busesi’nin en çok Muazzez Ersoy’a yakıştığından ona neydi? Yahut neden bir tek Müslüm Baba’ya yakışsındı ki “Unutamadım” derken, sarhoş gönlünde kırılan kadehlere isyan etmek. Unutulabilmeliydi her şey. İlk öğretmeninin adını, kekik kokusunu, aşkı ve hatta adını kendisinin; unutabilmeliydi insan.
Ateşi değil yalnızca, yağmuru da… Karanlığını değil gökyüzünün, aydınlığını da… Kâbusa alışmak değildi istediği; kâbusla birlikte ve belki ondan daha fazla rüyaları da unutmaktı! Acaba ne zaman son defa gelecekti Müslüm Baba; o şemsiyenin altına ve o ateşte yana yana “Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde” diye başlayacaktı şarkıya?
Ne olacak, nasıl olacaktı fakat elbet olacaktı… Bir akşamüzeri mi, bir sabah vakti mi… Bir kış gecesinde mi, bir Temmuz rehavetinde mi unutacaktı? Mevsimlerin, takvimlerin, günlerin ve saatlerin birbirinin aynısı olmaktan çıkıp, onun için bir anlam taşıyacakları vakit; acaba hangi vakitti?
Her şeyi unutmaktı isteği, her şeye alışmak değil. O’nun gürültüden uyuyamadığı gecelerde dışarıda hiç ses olmamasına alışmıştı ama gerçekten bir gürültü olup da uyuyamamasından daha fazla acı çekiyordu. En gürültülü anları, en yalnız vakitleriydi. En yalnız vakitlerinin en sessiz anları olmasını; uyuyabildiği bir gecenin ardından rüya görmeden uyanabilmiş olmayı, bir damla yağmurda ıslanabilmeyi, gökteki en parlak yıldızın sönmesini, bir gece yarısı karanlığında gözlerinin ufuklara dalıp gitmemesini… Unutmak istiyordu her şeyi…
…
Yerinden kalktı… Yarı açık penceresinin kenarına oturup bir sigara yaktı. Saat öğleden sonra üç civarı, hava tam bir Haziran güneşlisi ve günlerden Cumaydı. Gözlerini; karşısında boş duran bomboş duvara dikti ve duvarın griliğinde denizaşırı bir ufukta yağan yağmuru seyreder gibi kıstı. Elinde bir şemsiye belirdi ve ateşin bizzat kendisi, ateşin bizzat kendisini korudu muhtaç olduğu yağmurdan. Pencerenin önünde yemyeşil yapraklarıyla duran incir ağacına konan bir kuş, dertli dertli söylemeye başladı türküsünü. Radyoda Hüner Coşkuner çalıyordu ve en çok da ona yakışıyordu “Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin!” demek…
Çizgili Mavi
Kayıt Tarihi : 28.6.2024 16:24:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!