Senin de mi kirlenmiş bir yüzün vardı çocuk,
Mutluluğu unutmuş gözlerin, sevmeyi ertelemiş bir kalbin…
Hayatın acımasızlığıyla savrulup duran benliğin…
Bunların hiçbiri senin suçun değildi biliyorum.
İnsanlar, ah o senin çocukluğunu yaşamana izin vermeyen
Kalpsiz ve ruhsuz insanlar!
Not: Bu şiir bir ithaftır…
Varlığın büyük bir korkuyla işliyor ruhumda
Küçük bir ışıltıyla doluyorsun bu korkunun içinde
kaçamak bakışların hüzünbaz bir derinlik bırakıyor,
Karanlık sözcüklerle demlediğim içimdeki boşluğu
tam da seninle uzaklara sürümeye başlıyorken
bir yanılsama mıydı her şey?
Bir yanılsama mıydı içimdeki çocuksu uyanış?
Uğruna feda ettiğim tüm lanetli sözcükler,
Şimdi her zamankinden daha fazla üşüşüyor benliğime…
Hep sonraya bırakılmış bir aşkta
ayrılığı ölürcesine yaşarken
sevmeyi de ölesiye yaşadım.
Bu bitimsiz acıda hep sonrayı bekledim,
nasılsa bir gün şimdi’ye dönecekti zaman.
Acımasız sonralar, bekleyişleri çağırıp durdu.
Not: Bu yazı bir ithaftır…
Zaman akıp giderken bir gölge gibiyiz her birimiz, asla benzerini bulamayacak gölgeleriz belki de. Kim için ne için bu iç çekişler, bekleyişler, o masum gözlerdeki hüzünler? Ya bu okunaksız satırlar, daha öncekiler gibi istemeden kuytu bir köşeye fırlatılıp atılmayacak mı? Ya bu her seferinde kelimelerle kendimize çelme takmalarımız. Aslında ne yaptığını bilmeyen yolunu kaybetmiş göçebeleriz de bu yaşam sığınağında. Durmadan birini ya da bir şeyleri beklediğimiz bir yaşam sığınağı… Kim bilir, belki bir gören ya da bir duyan yoktur bizi. Ya da umut etmeye devam mı etmeli? Umut etmeye değer miyiz sence?
Her şey ödünç bir koşuşturmadan ibaret. Aldığımız nefes, bu kelimeler gibi ödünç değil miydi? Biz her şeyi boşuna mı harcadık bunca zaman? Olmayan bir sevgiyi mi aradık? Olmayan bir şey nasıl olur da içimizde yeşerirdi ki? Neyi yanlış yaptık öyleyse? Tüm zamanları sadece bizim mi sandık? Tüm zamanlar hangi sevgiyle sonsuzluğa ulaşırdı? Neyi, kimi seveceğimizi de mi bilemedik?
Yitip giderken zaman, kol kola yürüdüğüm ne varsa içimden söküp atmak istiyorum; bir bir uzaklaşmak köhneleşmiş geçmişten… Geçmiş, artık var olmayan bu zaman, neden bu denli hoyratça rüzgârını savurur ki dayanacak gücü kalmayan ruhuma? Geçmiş, neden sürüklenir içimde; yarım kalanlar uğruna mı, son bakışları silemediği için mi hafızasından, bitimsiz bir özlemi yeşerttiği için mi, yasakları sakladığı için mi? Dallarımda yaralı kuşlar, bir daha geri gelmeyecek zamanların yasını tutmakta. İçimde bir coşan bir durgunlaşan geçmiş, kayboluşum benim; suskunluğum, içime kaçışım, gözlerimi boşluğa salışım. Geçmiş, en acımasız gerçeğim benim.
Ama tüm gerçekleri değiştirme şansım hiçbir zaman olmayacak; gerçekler benimle yaşamıyorken. İnsan nereden bilebilir ki kendini kendine bir düşman kıldığını, durmadan bir yabancı gibi kendini gözlediğini? Nasıl görebilir hayatın karmaşasının kendi karmaşası olduğunu? Her şeyin ölümcül bir pamuk ipliğiyle birbirine dolandığını nerden bilebilir? Tüm çabaların hiçbir şeyi değiştirmediğini, hayatın devam ettiği gerçeğini hangi zavallı anlayışla ikna ettirebilir kendine? Her şey kadar düşünmenin, sorgulamanın en büyük aldatmaca olduğu hakikatini ne zaman kendine haykırmaya cesaret edebilir? Bir ahmak gibi yaşamak ne büyük mutluluk… Bir ahmak gibi yaşamak… düşünmekten, sorgulamaktan vazgeçmek özgür kılar mı acıya hapsolmuş ruhumu?
Duygusuz, sevgisiz, merhametsiz çırpınırken kalbim, tüm acılar yok olur mu? Duygusuz, sevgisiz olmayı acısızlığa tercih eder miydim ki? Sadece acılar biriktirdiğim benlik savaşımda kim yardımcı olabilir bana? Benliğimi yaralayanlara duacı mı olmalıyım, benliğimi yaralayan hayatın gerçeğine bir hayat mı borçluyum? Susup kaldığım gerçekler karşısında iç çekişlerden başka koskoca yalan bir ben… Kendi gerçeğim hayatın gerçeği olamaz.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!