Otobüste yalnız seyahat eden kadın yolcu olmanın avantajıyla iki koltuğa birden yayılma şansı bulduğum bir yolculuktu. Yastık şekline getirilmiş bir yelek uzatıldı birden. Baktım; muavin çocuk uzatıyordu. Gülümseyerek aldım.
Otobüsümüz kendiliğinden gidermiş edasında yol alırken pencereye başımı dayamış, tüm dikkatimi titreyen cama vermiştim. Gökyüzü, binbir çeşit rengi, içinde harmanlaya harmanlaya karanlığından soyunurken uyuyakaldığım için otobüsün mola verdiğini fark etmemişim. Açık kapıdan gelen soğuğa bakılırsa dışarısı oldukça serindi. Baktım, yelek bende kalmış. Aşağı indim ve üşürsün, diyerek yeleği kendisine uzattım. Olsun, dedi yalnızca.
“Olsun…”
Ne çok şeyi anlatıveren bir sözcük. İnsanların saatlerce konuşa konuşa birbirine meramını anlatamadıkları dünyada, tam tersinin hiç umulmayan bir anda yaşanabildiği gerçeği, nasıl da karşımıza çıkıveriyor. Kendimizi bu denli karmaşık hale getirmemize rağmen, ihtiyaçlarımız konusunda çok da çeşitlilik göstermiyoruz aslında. Özde, hepimiz üşüyor, acıkıyor, susuyor ve ilgiye ihtiyaç duyuyoruz.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim