Her şey, hem de her şey bambaşka olacaktı. Bunu hissediyor, içi içine sığmıyor, bir yandan da bu bambaşka güzelliğin içerisinde yer alacağı için özenle hazırlanıyordu. Saçı, kaşı, makyajı, hatta gözlerindeki ışımaları hakkında aynaların verdiği cevapla yetinmiyor, yeniden yeniden kendisine bakıyor, orasına burasına bir şeyler takıp takıştırıyor, sonra da tüm taktıklarını çıkarıyordu.
Nihayet Güneş’in Marmara sularını yataydan yalama saati yaklaşıyor, o doyumsuz kızıllığın biraz sonra tüm İstanbul’u büyüleyeceğini bilerek sarayından dışarı adımını atıyordu.
Kadıköy’e kadar sürdürülen sahil yolculuğunda kaldırımların süslü ağaçları, sadık birer uşak gibi saygı ile hafif hafif eğilip kendisini selamlıyor o da sihirli kamçının ufukta süzülüşünü izliyordu.
Her şey son derece güzel ve yerli yerindeydi. Ne fazla bir ses, ne eksik bir nefes var gibiydi.
Başı göğe değen hurmalar tam istenilen yerde yükselmişler, çiçekler tam istenilen renkte süslenmişler, fenerler asılmış, kandiller yakılmış, turnalar gagalarını aşk mektuplarına batırmışlardı...
Göz kapaklarını bir kez indirip kaldırarak yaz mevsiminin cıvıl cıvıl bir plajında, kumlarla oynaşan çocukların yanaklarından pembe gamzeler toplayabilir, bir başka baş devinimle kış mevsiminin savrula savrula inen lapa lapa kar taneciklerinden saçlarına gümüş yıldızcıklar takabilir, bir parmak şaklatması ile bahar çiçeklerinden katmerli taçlar üretebilir, istediğinde de sonbahar rüzgarının tarçın kokulu nefesinden kocaman bir kuru çınar yaprağının yelpazelenişini izleyebilirdi…O da bunların hepsinin tadını çıkarıyor, bir keyiften ötekine uçuşan bir salıncakta sallandırırcasına eteklerini uçuşturan lodosa öpücükler konduruyordu.
Bu tılsımlı iklimin verdiği mutlulukla, bambaşka bir güzelliğin yerleştiği elmacık kemiklerinin dikleştirip gerdiği yanakları, hiçbir pembeye bezemeyen pembeliğe ulaşmıştı ki rıhtımdaki sabitlenildiği yerde garip bir ritim tutturmuş, kendisini sabitleyen iplere kurdelelerle bağlanmış karanfil ve nergis demetlerine pes bir sesle şarkılar mırıldanan, göz kamaştırıcı sıcak renklerle bezeli, o koca yolcu balonun önüne gelmişti.
“İşte burası” dedi kendi kendine. “İşte buluşma mekanımız burası.” Balona doğru yöneldi.
Kelebekler …
Kelebekler….
Onlarca değil, binlerce, on binlerce ve rengarenk kelebekler… Coşkulu sürüler halinde iskeleye doğru açıla kapana dans ediyorlar, keskin bir dönüşle kocaman bir çember oluşturuyorlar, dev yolcu balonunu görünmez hale getiriyorlarken SARAYLI KIZ’ı çemberin tam merkezine alıyorlar, sihirli döngüyü sürdürerek sarhoş olmasını sağlıyorlardı. Öyle tatlı bir baş dönmesi yaşatıyorlardı ki buna sadece kelebek etkisi denebilirdi.
Gerilmiş ipeklerden yapılmış benekli kanatlar, Anadolu şehirlerinin davul zurnalı halaylarında zıplayan kızların kaftanlarındaki ışımalar gibi şavklar bıraka bıraka uzaklaşıp, taşıdıkları minik gövdelerini buluttan arabalarına bindirirlerken bütün İstanbul “Ben Sende Tutuklu Kaldım” diye bir şarkı dinliyordu. Altın boynuzlu İstanbul boğazının iki yakasında gel git yapan nostaljik vapurlardan birisinin içinde olduğunu anladığında şarkının son nakaratı herkesin çok sevdiği kadife sesli güzel sanatçının gırtlağında dönüyordu. Bu vapura nereden binmişti, kim iskeleyi uzatmış, hangi miço kendisine yardım etmişti? Vapur neden bomboştu? Kaptanı olmadan yolunu nasıl buluyor olabilirdi?
Bunları düşünmedi. Düşünmesine de gerek yoktu. İsimsiz vapur; boğazın sularına uzanmış, kendini beğenmiş, onurlu, gururlu, yüksek egolu, mermer bir Afrodit edası ile, ağır ağır yol almaya başladı. Aynı anda karşı kıyıdan da bir başka vapura ipek yolunun yılmaz yolcularından birisi binmişti. O da bindiği vapuru Afrodit’e benzetmiş ve bir an kendisini Afrodit’in memelerinin üstünde oturuyor sanmış, bu duygunun sarhoşluğu ile karşı kıyıdan kendisine doğru gelen diğer Afrodit’i ve boğazı mekan tutmuş öteki Afrodit’leri izlemeye koyulmuştu. Derin bir nefesle erguvan kokularını ciğerlerine doldurduğunda iki vapur arasına bir arabalı vapurun yanaştığını ve artık beklenen anın gelmiş olduğunu düşündü. Kalbi küt küt atıyorken “elbet bir gün öleceğim ama şimdi ölmemeliyim” dedi.
Güverteye çıktı…
Afroditler yelken sallamaya başladılar. Zamanlamasında hiç ama hiçbir hata olmuyor, her şey planladığı gibi oluyordu. Büyülü kırbaç tam istediği anda tüm vapurları yelkenliye dönüştürmeyi başarmıştı. Yelkenleri kanat gibi kullanan Afroditler, göz kırpıyor, gülücükler atıyor, olağanüstü bir cesarete ulaşması için gereken her türlü iltifatı yöneltiyor, çok yakışıklı olduğunu düşündürmeyi başarıyorlardı. Ve artık, evet ve artık nefesini boşaltması için kıpırdanmalıydı.
Kıpırdandı.
Kıpırdanışı denizin yüzeyinde dalgalar halinde yayıldı. Fars şairlerinin şiirlerinde “vuslat vuslat” diye inledikleri böyle bir şey olmalıydı.
“Canııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııım”
Bütün nefesini bu sesle boşalttığında Ayasofya’nın kubbesinden bir güvercin havalandı.
Karşıdan gelen vapurun güvertesindeki SARAYLI KIZ’ın yaşadıkları da anlatılır, anlaşılır cinsten şeyler değildi. o da Afrodit’leri görmüş, İstanbul boğazının tanrıçaların saçlarını dalga dalga okşayarak aşkla akışını hayranlıkla izlemiş, Afroditlerin kime el salladıklarını, kiminle çapkın çapkın göz kırpıştırdıklarını anlamaya çalışırken gökleri delen o haykırmayı duymuştu.
“Canıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııım”
Canı, cananı, son sevdiği, aşkı, dostu evet işte o “her şeyim, en güzel değerimsin” diye koruyup sakladığı candaşı haykırıyordu.
Refleksleri SARAYLI KIZ’ı anında harekete geçirdi ve bir karşı haykırışla kutsadı vuslatı...
“Candaşıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııım”
Bu iki sözcüğü taşıyan ses dalgaları, bulutların hemen altında birbirlerine çarpıp ufka şiirler yazan gürültüsüz şimşekçiklere dönüştüklerinde mevish boğazın akışkan sularına yıldızlar dökülmeye başladı. Rengarenk konfetiler yıldızlara eşlik ediyorken Ay Tam da o anda döktüğü kumların sancısını unutuyordu.
Denizde balıklar kaynaşıyor, çarpışmalarından yakamozlar oluşuyor, sular ışıltılı bir dans müziği eşliğinde çalkalanıyor, yunuslar derin bir dalışa geçip taklalar ata ata gökyüzüne yükseliyor, konfetiler ve yıldızlar ile beraber sulara yeniden düşüyorlar, su tanecikleri ışıklarla birleşip kristalize coşkularını SARAYLI KIZ’ın gerdanına bırakıyorlardı.
“Bütün bunları nasıl başarıyor? ” dediğinde yalnızlığını unutmuş kendi kendisi ile konuştuğunu algılayamamıştı.
Anında derin bir kuyudan yükselircesine yankılanan buğulu bir ses “periler” demiş ve aynı anda, SARAYLI KIZ’ın içinde bulunduğu vapur ve devasa yolcu balonunu taşıyan arabalı vapur ve de ipek yolu yolcusunu taşıyan öteki vapur, güzel boğazın tam ortasında birbirine dokunmuşlardı.
Bu dokunuşla Afroditler gitmiş, vapurlar erimiş, yelkenler bulutlara çekilmiş, Denizin ortasında bir dilim ekmek görünümünde, şeftali ağaçlarının şereflendirdiği bir ada yükselmiş. adanın içinde bu iki çarpanyer; tinsel, tensel, bedensel, zihinsel mutluluğun doruğunu hissetmek için yolcu balonunun sepetine yönelmişlerdi.
“Periler” diye tekrarladı SARAYLI KIZ. “Sahi ya bizim perilerimiz vardı.Ve bizim yedi-yirmidört diye adlandırdığımız zamanlarımız vardı…”
Devam edecekti ki dudakları öpücüklerle açılamayacak şekilde yapıştırıldı…
O gece tüm turnalar yazılmamış aşk mektupları için Marmara’ya inci taneli göz damlacıkları bırakıyor, İstanbul semalarında süzülen bir yolcu balonundan yedi renk karanfil yaprakları devrim şehitlerinin kutsal mabetlerine dökülüyor, kırmızı olanı ise saraylı bir kızın saçlarını süslüyordu…
Kayıt Tarihi : 1.1.2011 00:31:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Elbette bu Marmara ruyasını kimse görmedi. Yazar kabuslarını Akdenize gömmeye devem etmekte.
![Tamay Önal Polat](https://www.antoloji.com/i/siir/2011/01/01/ruyayi-goremiyorsan-yasamalisin-2.jpg)
tebrikler ve saygılar usta kaleme...
Belki de son mektubumdu….
Hani ay ışığına el sallardık aynı saatlerde, aynı dizileri izlerdik farklı kentlerde.Sonra da sabahı zor ederdik ya.KONUŞACAK NE ÇOK ŞEYİMİZ VARDI…
Kavgalarını özledim en çok.bir de arkası kesilmeyen sorularını…
Kızınca da, ne halin varsa gör demelerini…
Biliyor musun en çok neyi özledim?
Aslında sen de aynı şeyleri özlüyorsun hayır desen de…
Telefondaki ilk gülüşünü…. Tadı yüreğimde saklı, bana şiirler yazdıran…
Sonra bir türlü vedalaşamadığmız anlar…ve her telefon sesinde; inşallah arayan O’dur diye heyecanlandığım anları özledim..
Hatırlar mısın; KONUŞACAK NE ÇOK ŞEYİMİZ VARDI…
Mahşere kadar da o gülüşe şiirler yazacağım; beni dirilten gülüşe veda edemem ki…
..
.................
kutlarım sayın POLAT
TÜM YORUMLAR (3)