PTT nin 165. yılını kutladı postacı amcalarımız geçtiğimiz hafta..Yıllar öncesinden hatırladıklarım var; sokağın başında göründüklerinde koşup '' bizim eve mektup varmı? '' diye sorduğumuz yıllar...Her postacı ezbere bilirdi kimin nerede oturduğunu ve bütün aileyi..Bazen o çağırırdı '' al bu size '' diye uzatmak için o zarfı.Geçen zaman teknolojiyi geliştirdi,önce cep telefonuna alıştık,sonra internetten elektronik posta göndermeye.Ellerinde kocaman, bir yığın mektupla insanları sevindiren postacı amca 21.yüzyılda sevdiklerimizin ''satırlarıma başlamadan önce herkese selam eder....''diye başlayan mektupları yerine, kredi kartı ekstreleri ve bilumum farklı resmi evraklar iletir oldular bize.Oysaki ne güzeldi o yıllar, sokak başında güzel haberler beklediğimiz postacı amcanın varlığına inanmak, '' gurbetten mektup gelecek evden ayrılma '' diye ana babalarımızın bizi sıkı sıkı tembihlemesi..Velhasıl unuttuk mektuplaşmayı,zaman kalmadı yazmaya..Oysa ne güzeldir beyaz sayfadaki kara kalemle yazılan sevdiğiniz birinin sadece size anlatması içini ve açıp açıp tekrar okumak.Siz hiç mail box ınıza gelen bi elektronik postayı kokladınızmı,onun kokusu var diye? Mektuplar buram buram o kokardı, onun elleri değimişti en son o sayfaya..Ya asker ocağında herkesin ismi söylendiğinde, o hafta mektup alamayan bir askerin, adının okunmadığında neler hissettiğini bilirimisiniz? Peki sizin için yazılmış bir mektubu okurken ne hissediyorsunuz? İçiniz titremiyormu o satırları okurken? Ünlü bir düşünüre dünyanın en değerli şeyi nedir diye sormuşlar; kısa ve net vermiş cevabı; ZAMAN dır diye..Sizin için dünyadaki en değerli şey olan zamanını harcayan birinin satırları sizi mutlu etmiyormu? ediyor değilmi...E peki neden sizde birilerini mutlu etmiyorsunuz! Bakın geçmişte o kadar yaygınmışki mektuplaşmak; Portekiz'deki Aveiro ve ABD'deki Notre Dame üniversitelerinden araştırmacıların yürüttüğü çalışma, İngilizlerin Nature dergisinin son sayısında yayımlamış. Çalışmaya göre, 1809 ile 1882 yılları arasında yaşayan Darwin, hayatı boyunca 7 bin 591 mektup yazmış, 6 bin 530 mektup almış. 1879 ile 1955 yılları arasında yaşayan Einstein ise 14 bin 500'den fazla mektup yazıp, 16 bin 200 mektup almış.
Araştırmaya göre, her iki bilimadamı, gelen mektuplara 10 gün içinde cevap yazıyormuş.
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra eliniz kalem ve beyaz bir sayfa arıyorsa tutmayın kendinizi, bir yerlerde sizden gelecek tekbir satır söz,koku ve ten-izinizi bekleyen birileri mutlaka vardır değilmi..Hem postacı amca da özledi o günleri...
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...