103]Ve bu saygın kişilerin bu som gerçeklikleri nedeniyledir ki, devrim koşulları, ortam işleklik sürekliliği; bunların, bu koşullar içinde, hani neredeyse bu alanda, tümden işlevsiz kalışlarını kendiliğinden ortaya koyuyordu. Bu nokta alan devinmesini hakkı ile başarır olan saygın kişiler; birçok alanda; sorunların ve atılımcı girişimlerin, engellenmesinin de, girişmelerin geciktirilmesinin de, nedeni olacaklardı. Kendi mazilerinin ve konum sal sıfat ve saygınlıklarının gereği bilerekten, bu kıymetler, böylesi üstesi olamayacakları olumsuzluklara dahil olmayı, kendilerinde, gizli ve açıktan, bir hak gibi görebiliyorlardı.
Barış ve huzurlu dönemlerin yöneticileri vardır. Bu da zorunlu bir kaidedir. Yöneticiler has bel olağan insanlardır. Ama zor ve çalkantılı günlerin ise liderleri vardır, lider bir nevi insanüstü olan insanlardır.
Liderlikte, genel ilkelerin yanında, özel edinilmiş, donanımsal kendinizi yetiştirmekten kaynaklı ideoloji sel şartları da, bu liderlerin kendi uhdesinde biriktirmiş olması gereklidir. Ki bunlar sizin politikalarınızı oluşturacak demektir. Diğer, sözde Atatürk olabileceklerin açık politikaları ve akıllarını yetirir oldukları politikaları, padişahlığın ve hilafetin selameti idi! Hatta mandayı, İngiliz mandasını savunacaklardı.
Peki, bu politika (yokluğu) onları lider yapar mıydı? Yoksa bu kişiler saltanatın ve hilafetin yanında olmakla; zorunlu olaraktan ve bekli de sadakatten dolayı bilmeden; zaten işgalci himaye sinde olan payitahta hizmetle, himayecilerin sadık bir bendesi mi olabilirlerdi? Şimdi halde siz cumhuriyetçi olmakla nasıl lider olamazsanız, o günlerde de payitahtı olanların asla lider olamayacağı açık değil mi?
..
88]Siyasetlerin toplumsal politikalar sunması yerine; halka: 'ne olursan ol, gel' politikasıyla, sosyal halkçı mantığın hoşgörü olan anlayışlarını, toplumsal mantık anlayışların yerine koyaraktan çağırışları yerlerini aldı! Bu mantık içinde, sosyal demokrat bir politikaya, bir kapitalist bir şeriyatçı; kendisi dışındakini batıl sayan anlayışlar, nasıl destek verecekti? Siz onların politik tercihlerini mi sağlayacaktınız, yoksa onlarla uyuşmaz olan sosyal adaletçi politikaları mı yerine getirecektiniz?
Halkın güvensizlik korkularından ve hassasiyetlerinden kısır siyasetler yapıldı! 'Bana çarşaflı oy verirse, istemem mi diyecektim? ' deme sığlığına düşüldü. Oysa oy veren kitle içinde sadece çarşaflı olan yoktu, katil, hırsız, üçkâğıtçı, hileci, madrabaz, hastalıklı, utanmaz, tecavüzcü vs.'lerden de olabilen her türden kümeleniş vardı. Bu sıfatlar da rozetle ödüllendirilecek miydi?
Bu kümelenişler hassasiyetlik olmamalıdır. Sadece yurttaştır oy kullanma ve kendi iredesi ile seçim tercihleri vardır, kuralına istinaden projelerinizi tanıtırsınız. Değilse onun oyunu reddetmeyeceğim diyerekten o tür suçların hırsızlığına, madrabazlığına, katil oluşuna, rozet takamazsınız. Size oy verecek çarşaflının sizin politikalarınızı benimsemişse zaten, çağdaşlığı da sindirmiş olmalıdır! Eğer seçilmenin mantığı çarşaflılığa övgü ise Bu türden dinci siyasetin sağda onlarca örnek asılları var iken, halk bu tür zavallı maneviyatçı (!) suret partilerle, niçin oy versindi ki?
Her demokratik, politik temsilcilikler, her kesim halkın ya da her türden sosyal öznelliklerin oyunu, kuşkusuz ki genel şekli ile alamazlar. Esasen de alınamayacaktır da. Durum bu iken her kesime özgü, dalkavukçu sosyal öznelci açılımları var edebilmek, bir parti için imkânsızdır. Böyle bir açılım, açılım ucubesini ortaya çıkarır. Her kesime açılabiliyorsanız, diğer yarışmacı politikalara gerek var mı, acaba? Ya da ileride, her hangi bir icraatınızda; sizin politik açılımınızı destekleyemeyecek teveccühlerin kösteği size çok olumsuz yansımaz mıydı? İşin bir de şu realitesi var. Kapitalizm uzlaşmaz zıtlıkları içerir. Bu yüzden her iki tarafı memnun eder bir temsililikte zordur.
..
89]Güncel olmaktan sapışın 3.nedeni de, ABD'inde ve Avrupa'daki güçler, kendi iç üretim dengelerini koruyup sürdürmek için, Sovyet'lerinin yayılmacılığını ve komünizmi; 'özgür dünyanın' düşmanı olaraktan görüyorlardı. Aynı şekilde Sovyet emperyalizmi de kapitalizmi ve onun temsilcisi olan karşısındakileri 'Özgür dünyanın' engelcisi bir düşman olaraktan görüyorlardı! Bu aslında sanki iki bloğun aralarında gizli bir paylaşımın ittifak eksenleşmesi idi. Gidiş onu gösteriyordu. Bizlerde istediğimiz taraftan olup kendimize göre 'Özgür dünya' hayalleri kuruyorduk!
1945'in savaş sonrası iki kutuplu paylaşım ve 'özgür Dünya' konjonktürselliği, artık tüm Dünya toplumlarınca tartışılan öğrenci ve işçi eylemlerinin çok hızlı bir başlatıcısı olmuştu. İki ittifak kendilerine uygun peykler oluşturuyordu. Yine de ağababalar bu oluşturulan ittifaklardan ve peyk avcılığından kendilerinin güvenliğini tehlikede görüyorlardı. ABD'leri Türkiye'ye el atarsa, Sovyetler bunu tehdit algılayıp, onlar da Küba'ya el atıyordu! Bu da blok ittifakının zaafı ve zorunlu bir kendi iç sürtünmesi idi. Böylesi bir tehdit algısıyla Sovyetler bize yöneldi.
Bunun üstüne Sovyetlerin bizden üs ve toprak talebi oluşunca, bizdeki telaş ve destek arayışlarına karşın kapitalist emperyalistler 1945'lerdeki günün yöneticilerin kulağına: 'komünizme karşı önleyici, en iyi panzehirin, İslam dini olduğu' söyleyiverecektiler! O zamanlar bizim 4 bölgemizde ağırlıklı olaraktan feodalizm egemendi. Feodalizm, bu tavsiyeye el ovuşturacaktı. Bu tavsiye, bizdeki politikaları; dine oturtmanın bahanesiydi. İktidara gelmenin de şahanesi olacaktı. Artık politika ve din sarmalına girmenin kolaycılığı ve uyuşturuculuğu; iktidar ve derebeci, kol kolalığı; ülkenin kuşatılması olacaktı.
Bu üç nedenin bileşkesi 1960'lara gelindiğinde bizi, uluslar arası işçi piyasasına girdirecek ve askeri güç ihracına sokacaktı. Hemde dünya güvenliği adına NATO kurulacaktı. Biz bu dönemden sonra Atatürkçülüğü, Natotürkçülük olarak anlayacaktık! Siyasi yapı, bahanesi ile birlikte bizi yapısalcı davrandırtmayıp adeta sürüklenen politikalar oluşturulacaktı. Aslında Nato bir birine güvanmeyen paktlardan, birinin; kendisini savunma tedbiriydi. Emperyalist çıkarlar uğruna, Dünya güvenliğini, bizatihi Natonun kendisi tehdit edilecekti. Bizim gelişmemiş ülke olmamıza rağmen, gelişmekte olan ülkeler arasında sayılmamızda işin, pohpohlanan gönül alıcılık cabasıydı.
..
103] Ve bu saygın kişilerin bu som gerçeklikleri nedeniyledir ki, devrim koşulları, ortam işleklik sürekliliği; bunların, bu koşullar içinde, hani neredeyse bu alanda, tümden işlevsiz kalışlarını kendiliğinden ortaya koyuyordu. Bu nokta alan devinmesini hakkı ile başarır olan saygın kişiler; birçok alanda; sorunların ve atılımcı girişimlerin, engellenmesinin de, girişmelerin geciktirilmesinin de, nedeni olacaklardı. Kendi mazilerinin ve konum sal sıfat ve saygınlıklarının gereği bilerekten, bu kıymetler, böylesi üstesi olamayacakları olumsuzluklara dahil olmayı, kendilerinde, gizli ve açıktan, bir hak gibi görebiliyorlardı.
Barış ve huzurlu dönemlerin yöneticileri vardır. Bu da zorunlu bir kaidedir. Yöneticiler has bel olağan insanlardır. Ama zor ve çalkantılı günlerin ise liderleri vardır, lider bir nevi insanüstü olan insanlardır.
Liderlikte, genel ilkelerin yanında, özel edinilmiş, donanımsal kendinizi yetiştirmekten kaynaklı ideoloji sel şartları da, bu liderlerin kendi uhdesinde biriktirmiş olması gereklidir. Ki bunlar sizin politikalarınızı oluşturacak demektir. Diğer, sözde Atatürk olabileceklerin açık politikaları ve akıllarını yetirir oldukları politikaları, padişahlığın ve hilafetin selameti idi! Hatta mandayı, İngiliz mandasını savunacaklardı.
Peki, bu politika (yokluğu) onları lider yapar mıydı? Yoksa bu kişiler saltanatın ve hilafetin yanında olmakla; zorunlu olaraktan ve bekli de sadakatten dolayı bilmeden; zaten işgalci himaye sinde olan payitahta hizmetle, himayecilerin sadık bir bendesi mi olabilirlerdi? Şimdi halde siz cumhuriyetçi olmakla nasıl lider olamazsanız, o günlerde de payitahtı olanların asla lider olamayacağı açık değil mi?
..
'Hayattan caymayı anlayabiliyorum, ama yazıdan caymayı anlayamıyorum.”
-Murathan Mungan
Yazının erişilmez ve uğrunda savaşılacak bir safiyeti olduğuna inandık hep. Başka türlü olsa yazamazdık. Kanımca yazıdan caymamak için en önemli neden budur. Belki de “sanattan caymamak” demek daha doğru olur, çünkü toplumsal ve kurumsal baskılardan kurtulmayı sağlayan; insanın kendisini özgürce ifade edebildiği tek alandır o.
”En baskıcı dönemlerde bile insan yalnızca toplumsal boyutuna indirgenemez” diyordu Adorno. Sanat, özellikle baskı altında iken gerçek bir kurtuluş arayışına; zaman geçtikçe de “plastik imaj çağı”ndan hızlı bir kaçış çabasına dönüşmekte. Günümüzde ise bu çabayı baltalayan tehlike oldukça büyük: Şöyle ki, sınır tanımaz kapitalizm küresel sermaye hareketlerini de denetleyerek ülkeleri hegemonyası altına alıp bundan yeni bir “kültür endüstrisi” ve “sürü psikolojisi” doğuruyor. İnsan ve metadan yola çıkarak yaygınlaştırılmış bir tüketici tipi yaratmayı amaçlıyor. Böylelikle pop-kültürün hileli pazarlıklarını kolayca oluşturuyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan bir biçimde kültür-sanat yozlaşmasından; sanat dünyasını salgın bir hastalık gibi saran 'aynılaştırma' girişimlerinden söz edilmeye başlandı. Çokuluslu şirketlerin dolaylı-dolaysız baskılarını incelemeyi şimdilik bir kenara bıraksak bile, “popüler marka – medya – politika” üçgeninde boğulmakta olan sanatçının bu üçlüyle yapacağı hesaplaşmayı gözden kaçırmamak gerekir. Kültür erozyonu ve yozlaşma konuşuluyorsa eğer, yeterince direnmediği takdirde yazarın da bu süreçte diğer sanatçılar gibi ötekileşmesi ve yalnızlığa itilmesi kaçınılmazdır. Yazara dayatılan bir tür 'kimliksizleştirme' operasyonudur bu. Ancak bireye ve onun yaratıcılığına bütünüyle hükmedilemediğini de görüyoruz. Dolayısıyla Adorno yerinde bir tespitte bulunuyor, çünkü sanat emekçisi karşımıza özgürlük duygusu - başkaldırı ve direniş‘in sesi olarak çıkıyor. Çözüm arayış mücadelesi daima sorun yaratan bir güce karşı verildiğine göre, güç orada durduğu sürece sanat da kendisini korumaya çabalayacak, düşünen bir varlık olan insana “insanı anlatan, insanı konuşan” olmayı sürdürecektir. Süreci iyi anlamak için eytişim (diyalektik) kurallarını anımsamak yeterlidir.
..
Cumhuriyet Haber Merkezi, 22.10.1999 - Bombalı saldırı sonucu yaşamını yitiren Cumhuriyet yazarı Ahmet Taner Kışlalı, son 20 yılda Cumhuriyet yazarlarına yönelen saldırılar zincirinin son halkası oldu. Cumhuriyet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Onat Kutlar gibi çok değerli yazarlarını yitirirken Server Tanilli saldırı sonucu sakat kaldı.
Bahriye Üçok, Muammer Ulusoy, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri çözülmeye başlandı...
2000 yılının ilk aylarında polisin yaptığı başarılı 'Umut' operasyonu sonucunda kaatil sanıkları yakalanarak adalete teslim edildi. 11.07.2000 tarihinde, İran tarafından yönetilip yönlendirilen Tevhid, Selam ve Kudüs Ordusu örgütlerinin elemanları olan sanıklar Necdet Yüksel, Ferhan Özmen, Hakkı Selçuk Şanlı, Yusuf Karakuş, Muzaffer Dağdeviren, Abdülhamit Çelik, Fatih Aydın, Hasan Kılıç, mehmet Şahin, Mehmet Ali tekin, Haluk Özçelik, Mehmet Kasap, Mehmet Gürova, Adil Aydın, Murat Nazlı, Arif Tarı ve Mahmut Koca yargılanmaya başlandılar.
Tütengil Hoca
..
SARIKAMIŞ DESTANI
Donmuş ak yüzünde
Biriken kan ve ter
Var mı yeryüzünde
Böyle kahraman, azimli asker
Ayaklar delik, deşik
..
Gözleri kapalı bronz büst, dinliyor sanki her şeyi.
Fabrika odasındaki akımların ışıltısı altında mutlu idi.
Death Mask, ölüm maskeydi, yaşam ise geçirgen,
mühendis misin, mucit mi yoksa bir bilim adamı mı.
Valsinde düşüncelerin, 22 saat histerik çalışmaların,
borçlu muydun bunu ölen akrabana, içe sindiremedin.
Marconi mi Edison mu, General Motors mu kıyı;
..
SARIKAMIŞ KAR ALTINDA
SARIKAMIS'I BILIR MISINIZ?
Muzaffer Tasyürek
Tarihimiz ihtisamli zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündügümüz kadar, yasadigimiz hezimetlerden de dersler çikarmak zorundayiz. Bunu yapmadigimiz sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamli olabilir?
..
Toplumlar, tarihte, ilk emek ürününü biriktirişle, yani toplum: insanın hüner yoğun, aletsel üretiminin ortaya koyduğu bir şekilleniştir. Akabinde bu hal, insanın emeğine sahip oluşunu doğurdu. Bu da, özelleşmeyi (özel mülkü) zorunlu kıldı. Yani toplum; insanın hüneri ile nesnelin yasallığını birleştirip, insanın soyut bilmesi ile pratik kılma yeteneğinin, sarmal üretim ilişkisidir.
Toplumsal yapı da, halksal yapıyı belirleyerek, halksal yapıyla dışsal, ama yan yana, birlik içinde hareketle, hemen organik ilişkiye girdi. Bu birlikte hareket, otoritenin sınırlıkları iledir. Otorite (anayasa-toplumsal mutabakat) , bir toplumsal düzenleniş, bir nesnel oluştur. Otorite yapılan ilke maddenin biri de, din ve devlet işinin ayrı ayrı gözetileceği gerçeğidir. Bu anlayış, dini işin, ait olduğu alana, yani halkın uhdesine bırakılmasıdır. Dinin toplumsal yapıya karışmayıp, toplumda ön görülmemesidir. Dinin toplumda etkin kılınmaması laikliğin otoriter tutumudur. Bireyler ve yöneticiler, kamuda, toplumda, işlerine dini kanaatlerini ve anlayışlarını karıştırmayacaklardı, o kadar. Halk içinde din anlayışlarını diledikleri gibi yaşayacaklardı. Toplum aklın işletileceği, akıl ilkelerinin geçerli olduğu (laik) alan olmuştu. Toplumsal yapıda din kuralının geçerli olması demek, sömürü düzeninin dinleşip, ilahi bir havaya sokulması demekti. Eylemleriyle güvenilir olamayan insanlar, dinsel görüntü ile bunu sağlayacaklardı!
Bu, toplumsal sözleşmenin (otoritenin) : bu kurucu iradenin; içinde halk da vardır. Halk süreçte gerektiğinde, bu otoritenin inşası için savaşım vermiştir. Bu nedenle halk iradesi, geçmiş aslilikle, şimdiye de şamil edilir. Bu halk iradesi otorite; üç erke güçler ayrılığı ile ilke olaraktan yetkilenme dağılımı yapılmıştır. Bu yetkileme, kaynağını anayasadan alır. Halk iradesi bu üç uygulamanın birlikte işleyişi ile soyut olarak gerçeklenir. Mevcut halk, cari otoritenin yetkilenesi ile parlamentoyu seçer, ya da parlamentoya seçilir. Halkın seçip seçilmesi, ne bir hak, ne de özgürlüktür. Yani her hangi bir yönetimi oluşturmak için ille de böyle bir yapılaşma şart değildir. Toplum bireylerinin kurumlarında bir yönetme ve görev dağılımı ile özel yönetilişe katılım vardır. Bu hak ve özgür oluşu sağlar. Esasen toplumun ilişkilenişinden tamamen habersiz olan geniş halk kitleleri vardır. Bunların yönetime aks eder oluşu tartışmalı olmalıdır. Halkın bu pragmatık yetkilenmesi bir zorunluluk ve bir bağımlılık değildir. Sadece yetkili kılınıştır.
Yönetim parçalı, bölüşürsel, sorumlulukların koordine denetilme sorumlulukları ile gerçekleşir. Bu da şöyledir: Yargı, yürütme, yasamadır. Realite ve teamül olaraktan basın halk koordine oluşumu ve etkilemesi, sivil toplum kuruluşları etkilemesidir. Paylaşımlı yönetsel yapı, asli unsurların, toplumu düzenlerken, toplumsal sözleşme denen yaptırımını otorite olarak belirledi. Böyle bir bölüşürlü yapıda halk o andalıkla zaten olamaz. Bu ehliyetin organizesidir. Halk burada sadece icrayı seçer. Kurumları çıkarsal olarak hayati bilen halk, buraların eylemlerine destek Ya da köstek olarak, kurumlar eli ile yönetimde soyut olarak kendini gösterir. Etkileri çok çabuktur ve koordineli olursa belirleyici olur. Yasalar dâhilinde.
..
KAVRAMLARIN KAYMASI ANLAMLARIN KAYBOLMASI
Kavramlar, bir toplumun yada medeniyetin kültür kodlarıdır.Bu kavramlarla ortak düşünce ve inancı paylaşır ortak hisler duyarlar.Bir medeniyeti yahut felsefeyi yozlaştırmanın en kolay yöntemi onun müntesiplerinin kavramsal hafızasını ifsat etmekten geçer. ‘hayvanlar koklaşa koklaşa,insanlar konuşa konuşa anlaşır.’atasözü sosyal barışın dil ve müşterek kavramlarla mümkün olduğunun bir ifadesi olsa gerektir.Bu aynı dili konuşan uluslar için böyle olunca dolayısı ile ortak kültür ve inanç sahibi farklı milletlerin kaynaşması ve anlaşabilmesi anlamında daha köklü ve uzun paylaşım gerektiren bir meseledir.Bu gün Avrupa toplumu bunun farkında olduğu için ortak dil ve kavram zemini oluşturmaya devam etmektedir, yine alfabeleri çok zor olan toplumlar bu kültür birliktelikleri ve kodlarını muhafaza için direnmektedirler.Kendi dilini kullanabilmek için uzun süren savaşlar veren toplumlar var olmuştur,yine bu gün batı toplumu dili kültürel ve ekonomik sömürünün aracı yapmaya devam etmektedir, İngilizce bunun en iyi örneğidir,yıllarca Fransızca ve Latince bu işlevi devam ettirmiştir ve henüz tıp dili Latince’dir.bir çok İslam ülkesinde maalesef eğitim ve ticaret dili bazılarında ise genel kullanım dili İngilizce ve diğer batı dilleridir. bu gün Müslüman ülkelerin caddelerini gezip ticarethanelerinin tabelalarına baktığımız zaman hep bu bahsettiğimiz batılı ülkelerin dillerinde isimler görürüz,Müslümanların konuşma dili de bilinçsiz kullanılan batılı sözcük ve kavramlarla doludur.
Bu girişten sonara bizim işleyeceğimiz esas konu İslam-i kavramlardaki kayma ve bunun neticesi olarak ta İslam-i algılama biçimimizdeki kargaşa olacaktır.Kuran korunmuş bir biçimde aramızda bulunduğu halde anlayışımız ve yaşantımızın Kuran ve Sünnetten fersah fersah uzakta olmasının ve de bölük pörçük oluşumuzun en bariz sebebi kavramlara yüklenilen manaların ifsat edilmesinden kaynaklanmaktadır.Bu bozulma ve kayma bazen siyasi bazen sosyal bazen da kültürel sebeplerle olmuştur.Siyasi olarak Emeviler veAbbasiler le başlayan baskıcı ve saltanatçı tarihi süreç hem bir çok kavramın asli hüviyetini kaybetmesine hem de olmayan bir çok yeni kavramın türemesine sebebiyet vermiştir.Fetihlerle beraber İslam’a yeni giren toplumların kendi kültürlerinden taşıdıkları kavramların zamanla İslam’a sokulması ve İslam’dan zannedilmesi siyasi baskılara verilen tepkiler v e yeni hizipleşmelerle de bir çok kavramın ya farklı anlamlara kayması yada bir takım yeni kavramların literatüre girmesi bir de felsefe ve yabancı kültür unsurlarının yoğun biçimde devlet ve saray eliyle tercüme ettirilmesi ve kültüre sokulması bu kültürler etkisiyle Kuran’ı ve Sünneti yorumlama çabaları bu kavram kargaşasını artıran sebeplerdir.Daha önceki ümmetlerinde dinlerinin temel mesajından sapmaları bu kavram yozlaşması sebebiyle olmuştur.Kuran İsrail oğullarından ve Yahudilerden bahsederken ‘onlar kelimelerin yerini değiştirdiler.’Bkz Nisa 46 Maide 13., ‘Dillerini eğip bükmek,yoluyla şuna helal buna haram demek suretiyle Allah’a iftira ederler.’Bkz Ali İmran78der Hıristiyanlar içinde ‘Dinde Ruhbaniyet ihdas ettiler Hadid 27…’….şeklinde ifadesini bulur.Kuran bütün bu ifade ve örneklerle Yahudi ve Hıristiyanların dinlerindeki yozlaşma ve sapmanın sebebini kavramsal kayma ve gerçek anlamlarından uzaklaşmaya bağlamaktadır.Allah yine Yahudileri uyararak peygambere’ Raina demeyin Unzurna deyin.’Bkz. Bakara 104diyerek kavramların yerinde ve iyi niyetle kullanılmasını emretmektedir.
H.z peygamberin vefatıyla –özelliklede mihne (fitne) döneminde-meydana çıkan siyasi çatışma ve çalkantılar neticesinde yönetimin saltanata dönüşmesi ile beraber bir çok temel kavramın asli hüviyetini ve kimliğini kaybetmesi ve bir çok yeni kavramın literatüre girmesi söz konusu olmuştur. Biz burada konuyla ilgili bazı temel kavramları örnek olarak paylaşmaya çalışacağız.Esasen bu konu çok geniş bir araştırma konusudur ve bu konularda parça parçada olsa bir takım çalışmalar yapılmıştır.Biz bu konuda konun bir boyutunu teşkil edecek bazı kavramları ortaya koymaya çalışalım.Mesele burada bahsedeceğimiz kavramlardan ibaret olmayıp bu kavramlar sadece örnek teşkil etmesi anlamında zikredilmiştir.
İman:Kavram olarak kelimey’i Tevhit ön şartıyla başlayan –ki diğer iman şartları bu kavramdan mülhem açılımlarıdır-ve ilk kelimesi nefiy ‘la’sı yani ret ve inkar olan bu kavramın tarihi süreç içerisinde inkar edilecekler bölümü yani sahte İlahlar ve ilahlaştırılanlar(Tağut- ki bu kavramda daha sonra anlamı daraltılıp sadece şeytan olarak anlaşılır olmuştur.) kısmı unutularak kelamik tartışmalar içerisinde kavramsal anlam kaymasına uğramış ve iman sadece kabul yani tasdik boyutuna indirgenmiştir tabi ki bu netice itibariyle imanı bozan durumların(şirk) kavram kapsamının dışında kalmasına sebebiyet vermiştir müstekbir ve Tağut yöneticiler ümmeti diledikleri gibi yönetmeyi becerebilmiştir artık bu zevatın ben Müslümanım demesi ümmet için iman tanımı içerisinde doğrulanabilir bir hal almıştır.O sebepledir ki İslam hukuku kamusal alana müdahil olmaz diyen Tauti rejim ve zevatı ümmet iman dairesinde değerlendirebilmektedir.Bu meseleye esasen sebebiyet veren islamın siyasi çalkantılar dönemlerindeki oluşan siyasi mezhep hizipleşmeleridir.sırf belli hizip tanımına girmemek adına yapılan bazı yanlışlardan biride Sünni kelam ekolünün Mutezile mezhebindeki Tevhit ilkesini görmezlikten gelmesi dolayısı ile sağlıklı bir iman tanımı oluşturamayışıdır.Bu anlamda Tevhit kavramı da Allah’ın zatı itibari ile birlenmesi olarak algılanmış sıfatları anlamsal olarak daraltıldığı için bu anlamdaki tevhit kavramı içi boş bırakılmıştır.Misalen Rab kavramı terbiye eden ve rızıklandıran olarak tercüme edilip yönetme yetkisi sadece kendisine ait olan yegane kanun koyucu anlamı geçilince tevhidin siyasal boyutu ortadan kaybolmuştur bu iktidarını hiç kimseyle paylaşmak istemeyen saltanat anlayışının İslam dünyasına hakim olmasını sağlamıştır..Bu konudaki örnekler için Mevdudi nin Kuranda Dört Terim kitabına bakmak yeterli olacaktır.
İbadet: Tazim,itaat,boyun eğme,emrine uyma,hükmünü kabullenme gibi anlamlarda Kuranda sıkça kullanılan bu kavram süreç içerisinde sadece şekli lüterallerden ibaret algılanmaya başlanmış dolayısı ile bir anlam kaymasına uğramıştır. Böyle olunca da kulluğun alanı daralmış ve Allah dışında farklı varlıklara yapılan tazimlerin şirk olduğu anlaşılmadığından iman ile şirk alanları birbirine karışmıştır.
..
Burada farklı bir şey denemeye çalıştım arkadaşlar. Aynı olayı hem Aşk hem Manık açısından yazmaya çalıştım. Aynı hikaye, iki şekilde yazıldı. Umarım beğenirsiniz.
AŞK
- “Güvenmiyorum, sana güvenmiyorum.” diye bağırdı genç kadın … Gözlerinden yaşlar süzülürken ve her an bir daha dönüşü olmamak üzere kapıya bir adım daha yaklaşırken, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Sen ve ben … biz … başaramadık … her şey bitti.”
- “ Ama neden? , Ne yaptım ben güvenini sarsacak? Ne yaptım? ” diye inledi adamın dingin sesi …
..
DİNİN DÜNYEVİLEŞTİRİLMESİ (SEKÜLARİZİM)
İslam’ın en temel umdesi olan Allah için (lillahi) ve Allah adına (fi sebilihi) iş yapma olgusu dünyevileşme süreciyle kaybetmekte olduğumuz iman’i değerlerimizdir.Salih amel olarak vasıf edilen ve sırf Allah rızası ve Allah adına yapılan her tür iş bu kapsama girer.Allah Resülü iman’ın şubelerini sayarken 72 şubeden bahsetmiş ve en yüksek şubeyi kelimeyi Tevhit en düşük şubeyi ise yoldan geçenlere eza veren bir taşı kaldırmak olarak sınıflandırmıştır.Burada dikkati çeken diğer bil ölçü Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek yine imani bir amel olarak zikredilir.Dolayısıyla bütün işlerde bun temel ölçü esastır.İslam bir işi besmele bilinci ile yapmak bunun zıddı olan dünyevileşme ise besmeleyi ortadan kaldırıp dünyayı ve menfaati onun yerine koymak esasına dayanır.Ameller tarih boyu bu iki niyet çerçevesinde gerçekleşip durmuştur.Besmeleyi kaldırmanın diğer bir ifadesi bu gün laiklik olarak ortaya konulmaktadır.Aşkının kamudan ve hukuktan dışlanması olarak algılayacağımız bu ideoloji dünyevileşme dolayısı ile besmeleyi(Allah adına iş yapma) dışlama faaliyetidir.
Son iki yüz yıldır bu dünyevileşme batı eksenli düşünme ve batının kör hayranlığı neticesinde İslam dünyasında da hakim ideoloji haline gelmiştir.Fakat bu sapmanın temeli kurumsal olarak Emevilere kadar dayanır.Bireysel olarak ise önceden abit bir sahabe olan Salebe örneğinde vücut bulan bu dünyevileşme daha sonra Emevilerle bir yönetim biçimi haline gelmiştir.Devleti ve yönetimi kutsallaştıran hatta Arap ırkını mitleştiren tavrın çözülüşü olarak başlayan dünyevileşme ve bu ifrat duruma karşı terfidin ifadesi olan saltanat zevk,sefa ve zülüm kurulan bir düzen Abbasilerle devam eden ve Allah adına işlenen zülümler,Allah’ın yer yüzündeki gölgesi olarak ünvanlandırılan sultanlar ve bunların güya Allah adına işlediği cürüm ve işkenceler ortaya koymaktadır ki bir işi Allah adına işleniyor diye lanse etmek o işin Allah’ın rızasın uygun olduğunu ispat etmek için yetmemektedir.Burada temel ölçü ‘emredildiğin gibi dost doğru ol.’emri ilahisidir.Bir iş hem Allah adına,hem Allah için hem de Allahın koyduğu temel ilkelere uygun olacak ki orada Salih amelden söz edilebilsin.Amel görünürde kurallara uygun da olsa Allah için değilse ondan Salih amel olarak söz edilemez.bu o işin iyi niyetle yapılsa bile temel kurallara uymaması durumunda da aynı sonucu doğurur.Yahudileşme de diyebileceğimiz bu felsefenin temel argümanı dini besmeleden uzaklaştırıp sırf zahiren hukuka uygunmuş gibi gösterme diğer bir ifade ile muhafazakarlık olgusudur.Politika ile (siyaset kastedilmiyor) hayatımıza ve inancımıza musallat olan –bazan devlet baskısını ve din dışı eğilimler bahane edilerek-muhafazakarlık ve ılımlı İslam söylem ve anlayışı bu dünyevileşme ve raydan çıkışı ifade eden ideolojik kavramlardır.Bu mantığa göre aslı yerine uygun benzerini ve ılımlısını (yılışığını) koyma –Yahudiler gibi Cumartesi balıkların önünü bentle kesip Pazar avlayarak avlanma yasağına uyduğunu zannetme-modern tabiriyle ortanın sağı,merkez sağ,muhafazakar milliyetçi,reel politik gibi tabirler bu dünyevileşmeyi ifade eden kavramlar olarak ortaya atılmakta,Allah katıksız (hanif) bir inanç ve nizam isterken değişik gerekçelerle bazen da kasten İslam ülkelerinde ortaya çıkan İslam Liberalizmi, İslam Sosyalizmi, yeşil Müslümanlık ve ılımlı İslam gibi nazariyeler hep bu dünyevileşme ve aşkını dışlama ve süte su katma hastalığının tezahürleridir.Bazen dünyevileşmeye güya masumane şu gerekçede mazeret olarak sunulabilmekte:İslam karşıtları onun gerçek hali ile yaşanmasına ve savunulmasına müsaade etmiyor o zaman menderes çizelim,saman altından su yürütelim,en azından bir kısmını sulandırıp seyreltelim,ehven,i şer olanı yahut maslahat olanı yaşayalım İslam siyasetini yaşamak mümkün değil,o zaman Müslümanlar olarak mevcut sistemi işletelim v.s gibi argümanlarla kitleyi sistemin içine çekmekte ve dünyevileştirmektedir.bu argümanların ne kadarı ne ölçüde doğrudur bu başlı başına geniş ve problemli bir konudur ama ümmeti taşıdığı nokta maalesef dünyevileşmedir. bu şekilde din karşıtlarının zorbalıkla ve baskıyla beceremediği şeyi Müslüman politikacı becermekte kendisiyle beraber Müslüman kitleyi dünyevileşmenin kucağına sunmaktadır.Bu bir nevi Müslüman siyasetçi eliyle seküler rejimin kutsanmasıdır.Büyük imamların hayatlarını incelediğimiz zaman onların Emevi ve Abbasi yönetimlerinde görev almaktan şiddetle kaçındıkları hatta teklif edilen büyük makamları işkence görmek bahasına reddettikleri hatta büyük imam Ebu Hanife ‘nin bu sebeple zindanda işkence altında şehit olduğu bilinen bir tarihi gerçek olup hep bu sistemi meşrulaştırma endişesinden kaynaklanmaktadır.
Dünyevileşmenin en temel karakteri beşeri ideoloji ve sistemlerle ilahi otoriteyi sentezleme çabasıdır bu çaba dinin beşer arzu ve isteklerine kurban edilmesi olarak ta algılanabilir.bunun ismi ister laiklik ister muhafazakarlık isterse de ılımlı İslam olsun netice hep aynı noktaya çıkmaktadır.Katıksız ve halis bir din yerine batıl elbisesi giydirilmiş hak kisvesidir bu.Oysa İlahi otorite dini Allaha tahsis etmeyi emretmektedir.Bu dinin en yetkili temsilcisi olan H.z. peygamberin örnek mücadelesi incelendiği zaman onun bu tip bir sentezi şiddetle reddettiği sağ eline güneş sol eline ay verilse de böyle bir uzlaşı ve tavize yanaşmadığını ve en son aşamada ‘sizin dininiz size benim dinim bana.’Bkz.Kafirun Süresi diyerek bu sentez ve uzlaşmanın mümkün olmayacağını ve de hak ile batılın asla bir noktada buluşup uzlaşamayacağını ortaya koymuştur.Her ne sebeple olursa Olsun bu böyledir.Peygambere dahi maslahat ve reel politik olarak böyle bir uzlaşı hakkı tanınmamıştır.kaldı ki diğer kulların bu konuda hiçbir yetki salahiyetleri yoktur.
Diğer bir dünyevileşme hastalığı beşeri felsefelerle İslam’ı yorumlama yanlışlığıdır.tarihte de sıkça rastlanan Hint ve İran mistizmi yada Bizans ve Yunan felsefesi yada diğer milletlerin efsaneleri ile İslam’ı yorumlama çabası hep aynı sonucu vermiş ve ortaya Kuran ve sünnetten uzak Allah’ın kabul etmeyeceği düşünce biçimleri çıkmıştır.Bu gün de Rasyonalizm,pozitivizm v.s gibi modern düşünce ekseninde Kuran ve sünneti anlama ve yorumlama çabası bu dünyevileşmenin ürünüdür.Bu dini kendi asli bağından ve otoritesinden koparıp dünyevileştirmedir.
Modernizm ve İslam moderniz mi olarak tabir olunan İslamı modern mantık ve bilimin ölçüleriyle yorulmama çabası da yine bir dünyevileştirme biçimidir.Mucizeleri dahi bilimsel kurallar çerçevesinde anlamaya çalışan bu zihniyet İslam ahkamını da tarihsel sayma yanılgısı içerisindedir.Oysa İslam genel hükümler ve kevni yasalar anlamında kıyamete kadarki son sözünü söylemiş ve defteri kapatmıştır.Modernizmin kaynağı olan felsefe ve bilim ise şüphe ve var sayım üzerine kurulu olup daha son sözünü söyleyememiş zandan ibarettir.o zaman zanni olanla ilahi olan mukayese edilemeyeceği gibi sentez de edilemez.hele de İslamı bu zann’i değerlerle yorumlamak başlı başına cürümdür.
..
KENDİ HİKÂYESİNE AĞLAMAK
1
Aslında belki de kendi hikâyelerimizi sevmiyoruz, kendi hikâyelerimize acıyoruz; kendi hikâyelerimizi sevilecek hale getirmek gerekiyor. Yaşadığımız dünyada biz ne doğduğumuz yeri ve ülkeyi, ne de koşullarımızı seçmedik. Devasa bir zindanda önümüze çıkan yolların çoğu aynı yere gidecekti. Önceden çizilmiş ama bizim göremediğimiz sınırları aşmamız olanaksızdı. Ortak noktalar diye sonuçta ne çıktı diğer insanlarla kişi arasında: daha çok kendi meslek ve iş dallarından, ekonomik düzeyi yakın olanlarla kurdu kişi, aşklarının çatısını, arkadaşlıklarını ve evliliğini. Herkes kendi yaşam oyununda figüran kalmanın acısını yaşadı. Bir dağ köyüne tayin ettikleri yeni öğretmen, orada daha önce alıştığı dünyanın dışına ayak uydurmaya çalışırken, hayat akmaya devam ediyordu. Aylar sonra yanına tayin edilen bayan meslektaşı, dağ başı yalnızlığına düşmüş bir yıldızdan başka ne olabilirdi. Hala kerpiç evlerin kuytuluğunda ömür yeşertip gençlik solduran bir hayat vardı burada. Bu hayatın türküsünden ağıdına kadar nüfuz edebilmek çok farklı bir donanım gerektiriyordu kuşkusuz. Orada geçen zamanda, akşamları iniveren karanlık yalnızlıklar ikisini birbirine itmesin de ne yapsındı. Başka bir seçenek çoğu kez olmaz. İstanbul’dan İstiklal Caddeli akşamlardan, Ankara’dan Yüksel Caddesini solumalardan, terkedilmişlik kokan ıssızlara düşenler, birbirine sarıla sarıla oralara alışır, karışır, dönüşür. Buna aşk derler. Eğer bu koşullarda karşılaşmasalardı asla birbirine âşık olmayacak iki insandılar. Ve yaşadıklarının aşk olmadığını anladıklarında aradan yıllar geçmiş, üç çocukları olmuş ve artık büyük kente tayin olabilmişlerdi. Geride çok bir dost da kalmazdı genelde. Bir zaman haberleşilir, giderek bağlar kopar: herkes farklı bir iklimde kendi serüvenini, kendi kuytusuna kanar gider. Hep geriye bakarak yaşamalarla dolu değil miyiz? Yanlış deyip bitirdiğimiz yerde, bir kolumuz mudur hayatımızdan kopup giden: yoksa hayatımızdan kopup giden yanlış yaşanarak harcanmış yıllarımız mıdır? Acısı geçmeyen bu mudur? Seçeneğimiz nereye kadardı ki biz yanlışı seçtik. Seçemeyip de ömür boyu,”kaçırdım” diye yakındıklarımız, bize ait miydi, yoksa sadece, kafamızda üreterek “bize aitleştirdiğimiz”,belki seçmiş olsak, kısa sürede kırılacak olan hayallerimiz miydi? Sonsuz gökte gidecek yeri olmayan kuşlar kadar özgürdük ve altta diken tarlaları vardı. Ne yaşasak, nereye konsak kanayacaktık belki de. Bu yüzden yaşadığımız hikâyeler, istediğimiz hikâyeler değildi, biz onlara ağlayıp kanamaktayız şimdi.
Seçmediğimiz hikâyelerdeki yaşamlara uyum sağlamak için biz değiştik. Bir insanı bir kutup ormanına bıraksan, ya oranın koşullarına uyum sağlamak için vücudu değişecek ya da ölecektir. İşte hikâyelerimiz de bizi değiştirdi. Ne fireler verdik kafalarımızdaki doğrulardan. Üstelik devran hızla yozluktan yana değişirken, hem bu değişim içinde doğru tavır alarak kendin kalabilmek, hem de dışlanmamak; ne çetin bir iş. Ama yok böyle bir şey. Böyle bir şey yapınca sürünün dışında kalırsın. Bu da demektir ki, geçerli değerleri reddet. Örneğin başkalarının ulaşabilmek için ömür harcadığı ne varsa reddet. O zaman yalnız kalacaksın. Yalnızlık ateşse, teneke erir; ama demir çelik kesilir. Aşkın da, zevklerin de, umutların, beklentilerin de farklılaşır, kendini seçmek zor iştir.
..
ümden bir kaç anı paylaşayım mı?
Ordinaryüs Profesör Reha Oğuz Türkkan'ın Mustafa Kemal Atatürk ile anısı...
Bozkurtvari Gözler Bir de Palabıyık Bir Şah
..
'Yönettikleri halkın menfaatlerini yeterince gözetmek, adalete uygun tutumlar takınmak, mülk ve memlekette sıhhatli bir hayatı gerçekleştirmek; bütün bunlarla ilgili gerekli tedbirleri sağlamca alabilmek için yönetimde terbiyeye oldukça önem verilmesi gerekmektedir' (s. 25) .
'Siyaset ve adaleti iyi olan başkanın başkanlığı devamlı olur. Bilinsin ki; terbiye, bir ülkenin idaresi hususunda devlet başkanında bulunması gereken dört özellikten biridir. Buna göre, terbiye, terbiyeye riayet olunmazsa politika ve idare çökme arızalan görülür' (s. 23) .
'İnsan vücudunun sıhhat ve sağlamlığı kan ve etin varlığı ile ayakta durduğu gibi olgunluğu da terbiye ile meydana gelir. Eğer terbiyeli bir kişiyi binlerce cahil ile karşı karşıya koyup tartsak yine de terbiyeli bir kişi bin cahilden üstün gelir' (s. 25) .
'Mirasın hayırlısı edep, dost ve arkadaşın hayırlısı güzel huy, kumandan ve yol göstericinin hayırlısı Allah'ın o kişiye iyilik yollarını açıp kötülük yollarını kapamakta yardımcı olması, ticaretin en faydalısı bütün gücüyle çalışmaktır. İnsan için akıldan çok mal, istişareden çok güvenilecek dal, bilgisizlikten daha şiddetli de fakirlik olamaz' (s. 26) .
..
Padişahlık devrini yaşamış modern bir ailenin 2 nci evladı olan Nüzhet bey; 28 Nisan 1926 tarihinde İstanbul’un Sultanahmet semtindeki Nahilbent sokağında dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet HAMDİ bey ve annesi Zeliha hanımdır.Babasının Emniyet Amiri olması nedeniyle küçük yaşlarda oradan oraya yapılan atamalarla ülkesini tanımaya başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden yeniden doğan genç Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte büyümüş ve yaşadığı yılların olaylarını bizlere bir Şair olarak aktarmıştır.
Seminur AZİZ ile 1948 yılında hayatını birleştirmiş. Seminur (Hayriye) hanımefendi kendisinin de uzaktan akrabasıdır.Bu evliliklerinden 1949 yılında oğlu Demir ve 1954 yılında ise kızı Filiz dünyaya gelmiştir.
O BİR GEZGİN:
İlköğrenimini Konya’da yaptığı için çocukluk yılları Mevlana diyarında geçmiştir.
..
………………..Bazılarına göre İstanbul dünyanın en güzel şehri. Bazılarına göre dünyanın en büyük köyü! Fakirlik ve zenginlik bu şehirde kapı komşu! Lüks villalar kalın ve yüksek duvarlarla ayrılmış, gecekondulardan. Bir tarafta açlık diğer tarafta zevki sefa! Barlar, Lüks restoranlar eğlence yerleri. Bir tarafta semt pazarlarında atılmış sebzelerden bir tas akşam yemeği çıkarmaya çalışan insancıklarımız. Çelişkiler şehri!
………………..Arzu, Harem’de otobüsten indi. Üsküdar’a yürüdü. Salacak’ta kız kulesinin önünde bir banka oturdu. Boğaz büyük bir nehir gibi akıyor, bazı yerlerde akıntı tersine dönüyor, girdaplar oluşturuyordu. Karşı tarafta hep kitaplarda gördüğü Topkapı Sarayı gözüküyor. Çok uzaklardan boğaz köprüsü sanki büyük bir halatla iki yakayı birleştirmişler gibi duruyordu. Simitçiden bir simit aldı. Arkadaşları İstanbul’un simidi bir başka olur diye söylemişlerdi. Evet, harika bir tadı vardı. Bir iki parçada martılara attı. O da ne? Etrafta ne kadar martı varsa hepsi toplandı. Memleketinde de martılar vardı ama hiç insana yaklaşmazlar dı. Nerdeyse elinden alacaklardı. İçinden bunlarda azının tadını biliyorlar diye geçirdi. Bir ara Kemal’i düşündü! Oda inmişimiydi? Acaba! Bir an önce yurda yerleşmeliydi. Bir taksi çevirdi eşyalarını yükledi. Taksici onu yurda getirdi. Kalacağı oda üç kişilikti diğer iki yatak ve dolap dolmuştu. Oda arkadaşları ile tanıştı. Ayşe Ankara’dan gelmişti. Seda İstanbul’uydu. Okul evine uzak olduğu için yurtta kalacaktı. Arzu arkadaşları ile hemen kaynaştı. İkisi de çok samimi ve sevecen insanlardı. İçinden bir derin nefes aldı. Çok garip insanlarla da karşılaşabilirdi. Kendini çok şanslı hissetti. Hemen Kemal’i aradı. O da yerleşmiş ti. Sonra annesini aradı onlarda merak etmişlerdi.
………………..Arzu üç yıl boyunca çok çalıştı hiç kafasını kaldırmadan sadece mesleğinde ilerlemek için elinden geleni yaptı. Bazen hafta sonları Seda’da kalmaya gidiyorlar. Sahilde dolaşıyorlar, bazen arkadaşlarının erkek arkadaşları da onlara eşlik ediyordu. Arzu o zaman Kemal’li düşünüyor. Keşke o da burada okusaydı böyle gezerdik diyordu! Ayşe Ankara ya döndüğü zamanlar Kemal’e uğruyor Arzu’dan da mektup götürüyor. Kemal den aldığı mektupları Arzuya götürüyordu.
………………..Yine bir hafta sonunu Seda’larda geçiriyorlardı. Eve geldiklerinde çok yakışıklı düzgün giyimli genç bir adamla karşılaştılar. Ömer, Seda’nın kuzeniydi. Sarışın mavi gözlü kalın dudaklı iri ve formda bir gençti. Çok yakışıklıydı. Ayşe onu görür görmez âşık olmuştu. Hatta onun için, çıktığı arkadaşını bile terk edecekti. Ama Ömer’in gözü Arzu’daydı. Ama Arzu bir defa bile Ömer’in gözüne bakmamıştı. Onun Kemal’i vardı biricik aşkı. Onu çok özlüyordu, okulun bir an önce bitmesini ve kavuşacakları günü iple çekiyordu. Az kalmıştı altı ay geçmek bilmese de geçiyordu işte.
………………..Seda’nın babası ve amcası ile birlikte tohum işinde çalışıyorlar. Alım satım ve ıslah çalışmaları yapıyorlardı. Ömer’de pazarlama satış işleriyle ilgileniyor. Türkiye’nin her yerine bazen yurt dışına iş seyahatleri yapıyordu. Çok sosyal bir insandı hoş sohbetti kendini dinletir, güzel espriler yapar herkesi kahkahalara boğardı. Kadınlarında dilinden anlar, onlara güzel sürprizler yapar. Kendine âşık ederdi ama bağımlı bir tip değil her gün farklı bir bayanla çıkardı. Daldan dala atlardı. Seda şimdiye kadar bir kadına bağlandığını görememişti. Ailesi de artık evlenmesi gerektiğini düşünüyordu çünkü otuz iki yaşını geçmişti artık. Ama onun hiç böyle bir niyeti yok gibiydi. Arzu onun için çok değişik gelmişti. Sakin sessiz çok güzel esmer bir bayandı. Oturmasını kalkmasını bilen. Her zamana uyum sağlayan aklı başında bir genç kızdı. Tanıştığı hiç bir kıza benzemiyordu. Onu bir kaç kez görmüştü ama Seda onları hiç tanıştırmamıştı.. Bu hafta sonu özeldi. Seda ya sormuş ve bir sevgilisi olduğunu öğrenmişti ama onun için önemli değildi bir sevgilinin varlığı, o her kadını etkileyebilir en zor kadınları bile baştan çıkarabilirdi. Seda ya ilk defa yalvarmıştı tanıştırması için. Seda da arkadaşını zor duruma sokmak istemiyordu ama ısrarlara dayanamamıştı.. Arkadaşını tanıyordu Arzu ona kesinlikle yüz vermeyecekti. Bundan adı gibi emindi. Nitekim de öyle olmuştu. Ömer avucunu yalamıştı! Arzu, Ömer’in bu ilgisini fark etmişti ama onun aşkını kimseye değişmezdi. Ömer bu yenilgiyi hazmedememişti. Nasıl oluyor da bir kız onun bu cazibesine karşılık vermiyordu. Ömer kendisini hiç böyle çaresiz hissetmemişti
………………..Ayşe, Ömer için çıldırıyordu ama Ömer hiç Ayşe ile ilgilenmiyordu. Ne vardı sanki Arzu da soğuk kız ne olacak, diye aklından geçiriyordu. Sonra da bu düşündüklerine içerliyor arkadaşına haksızlık ettiğini, düşünerek kendine kızıyordu. Kemal’li düşünüyor ne şanslı çocuk Arzu gibi bir sevgilisi var. Kendisi iki yıldır çıktığı sevgilisini Ömer’i görür görmez terk etmişti. Aslın da ortada da hiç bir şey yokken! Ama aşık değildi ki, Arzu gibi! Ömer, ona âşık olabilirdi bir kez yüzüne baksaydı!
………………..Artık sınavlar yaklaşmış Arzu üzerinde çalıştığı fasulye ile ilgili ıslah çalışmasının son aşamasına gelmişti. Seda babasının yardımı ile Arzu’ya tohum sağlıyor. O da verimi yüzde yüz artıran bir çalışma yapıyor. Elde edilen tohumlar ekilip deneniyordu. Serada elde edilen yeni tohumlar, Laboratuar ortamında genleri değiştiriliyor. Tekrar ekime gönderiliyordu. Muazzam sonuçlar elde edilmiş. Seda’nın babası Arzu’ya okuldan sonra kendileri ile çalışması için iş teklif etmişti. Çok iyi bir gelirle harika bir teklifti. Ama Arzu memleketine gidecek Kemal’le beraber kasabalarına yardım edeceklerdi. Biraz da Ömer yüzünden bu teklife sıcak bakmıyordu, Arzu! Sürekli çiçek yolluyor Seda aracılığı ile çıkma teklif ediyordu. Sıkılmıştı bu trafikten.
..
yaralıyım
her satır dokunur
bilincimin kıvrımlarına
birbir düşerken cepheler
canım acır
..
Kavaçi Gırbavitza mahallesi, ağaçlıklı ve açık yemyeşil;
Osmanlı hamamı içinde’n bir başka imparatorluk Pontus
Ve uzar böyle gider insanlık tarihi rus bebekleri –
Atom üstlerinden sanki farklı lezzetteki 6 kuarklara;
Yıldızlardan ama sümüklüböcek şeklendirilmiş
Galaksilere, ceviz gibi bağırsak ve beyin, sağanak …
İmparatorluklar taşıyan toprakların Trabzon’unda,
..