ON KuRuŞ Şiiri - Osman Şener

Osman Şener
232

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

ON KuRuŞ

Sanki Cennetten kovulmuş bir küçücük Âdem’di o. Kolejlerde okuyan mutlu bir çocukken evden atılmış, daha olan biteni tam idrak edemeden, kendini hiç tanımadığı bu koca şehrin, sokaklarında buluvermişti. Şu hastalıklı ve cılız arkadaşı da olmasa, tümden yapayalnız kalacaktı sokaklarda.

Yağmur yağıyordu ince ince. Açtılar ve arkadaşı, kötü kötü öksürüyordu. Bunca evin içinde evsiz, bunca kalabalığın içinde yalnızdılar. Yüzü solgun, gözü yaşlı bir kadının hayali canlandıkça zihninde, bir kor düşüyordu içine. Cehennem ateşi gibi bir şey. “Annem! ” diye inliyordu içten içe. “Ah annem! ...”
O gece, arkadaşının öksürüğü, onu korkutacak kadar sıklaşıp uzayınca, içinde üç beş kişinin oturduğu o izbe kahvehaneye girdiler. Belki biraz oturmalarına, ısınmalarına izin verirlerdi.

İçeri girince bütün gözler üzerlerine çevrildi. İçerde, tezgâhını temizlemekle meşgul kahveci durdu, bir köşede aynı masada oturan dört genç adam birbirine manalı manalı baktı. Daha çocuk denecek yaşta ve perişan durumdaki bu iki gencin, gecenin bu saatinde kahvehanede, ne aradığını anlamaya çalışıyorlardı.

Elindeki siyah tesbihi fırıl fırıl döndürüp duran, ince bıyıklı, seyrek sakalı delikanlı masadan kalkıp, yanlarına yaklaştı:
—Merhaba gençler… Hayırdır? Gecenin bu saatinde? ! ...
Öylesine sorulmuş bir soruydu bu. Cevabını beklemeden, onlara sobanın yanında bir masa gösterdi:
-Oturun.. oturun…
O da yanlarına oturdu. Daha sonra diğer üç kişi de geldiler. İçilen sıcak çaylar, anlatılan dramatik hayat hikâyeleri, bu bıçkın gençlerin merhamet duygularını kabartmış olmalı ki hemen onlara yiyecek bir şeyler ayarladılar, sonra da kaldıkları otele götürdüler.

Otel sahibi bu dört kafadarın arkadaşı gibiydi. Otelde günübirlik değil, kiracı olarak kalıyorlardı. Aksatmadan kiralarını ödedikleri için, otel sahibinin güvenini kazanmışlardı. Öyle müşterisi çok, ahım şahım bir yer değildi bu otel. Tabiri caizse gariban yatağı bir yerdi.

Bir hafta boyunca otelde kaldılar. Yiyip içip, dinlendiler. Ancak, artık bu durumdan rahatsız olmaya, utanmaya başlamışlardı.

Bir akşam başbaşayken utana sıkıla açtı meseleyi:
-Serkan abi, bir şey diyecektim…
Serkan dalgın, gözünü boşluğa dikmiş vaziyette:
-Söyle koçum.
—Serkan abi… Ne iş yaptığınızı bilmiyorum.. ama ben de yardım etmek istiyorum. Sarı hasta ama ben çalışabilirim.
Serkan o seyrek sakallarını düşünceli düşünceli, hafif hafif bir süre kaşıdı. Yüzünde muzip bir ifade belirdi:
—Demek çalışmak istiyorsun ha! ...
Ciddileşti:
—Arkadaşlarla bir görüşeyim bakalım. Ben sana haber veririm tamam mı?
Bu sırada muhatabının omuzuna hafif hafif vuruyordu:
—Takma kafanı Hikmet’im! Hallederiz…

Aralarında konuşmuş olmalılar ki ertesi gün işe giderken, Hikmet’i de yanlarına alarak çıktılar.
*
Bekçi Sadık Efendi, emeklilik hayalleri kurarak dolaşıyordu Karaköy’de. Son günlerde artan yankesicilik olaylarının önüne geçmek için, alt geçit ve civarında vazifelendirmişti komiser onu.
İki kızını evlendirmiş, asteğmen olarak askerlik yapan oğlunun, dönmesini bekliyordu sabırsızlıkla. Onun da mürüvvetini gördükten sonra, Güller Hanımı da alıp, memlekete gidecekti. Eli ayağı tutuyordu çok şükür. Gençlik yıllarında bağla, bahçeyle çok uğraşmıştı. Toprağın cömertliğini bilirdi. O eski lezzetleri bilirdi. Burnunda tütüyordu köydeki bahçe. Büyük bir hasretle göğüs geçirdi. Şimdi bakımsızlıktan harab olmuş bağları hatırladıkça içi yandı. Yok, yok… Gidip bahçesini ekip biçecek, bir inek, birkaç tavuk belki birkaç kovan arı… Neden olmasın. Oyalanıp giderdi babadan kalma tek katlı o taş binada. Torunları için yaşardı.

Bunları düşünüp dururken, alt geçidin merdivenlerine yaklaşmıştı ki:
-On kuruş! … On kuruş! ... Diye etrafı inleten bir sesle irkildi. Aynı anda alt geçitte bir karmaşa, bir gürültü patırdı kopuverdi. “Hırsız var! ” Sesleri yükseldi.
Bekçi Sadık Efendi tecrübeliydi. “On kuruş… On kuruş…” diye bağıran çocuk belli ki erketeydi. Bağırıyor ama kaçmıyordu. Niye kaçmıyordu bir anlam veremedi. Ama yinede bileğinden yapıştı:
—Gel bakalım… On kuruş ha! On kuruş! … Ben sana gösteririm on kuruşu…
*
Komiser Mümtaz Bey, gözlüğünün üstünden, tam karakol kapısına bakan odasının açık olan kapısından, dışarı bir göz atınca gördü ki Bekçi Sadık Efendi çocuk mu, büyük mü kestiremediği birinin koluna yapışmış, sürüklercesine getiriyor. Arkasında da tıknaz, nefes nefese kalmış bir adam. Kapıdan girip kendi yanına doğru yaklaştılar:
—Hayırdır Sadık Efendi n’oldu yine? Bu çocuk da kim? Diye sordu. Sadık efendi nefes nefese;
—Sormayın komiserim… Bu çocuk, şu beyefendinin paralarını çalan yankesicilerin erketesi. Beni görünce “On kuruş… On kuruş…” diye bağırarak onların kaçmasına yardımcı oldu. On kuruş aralarında parola zahir.
Buarada, gözlerinin altı dikkat çekecek kadar torbalanmış ablak suratlı adama yer gösterdi:
—Buyur şöyle otur efendi. Komiserim müşkülünüzü halleder inşallah.
Komiser Mümtaz Bey ayağa kalkıp, kendisine tedirgin tedirgin bakan adama şöyle bir süzdü:
—Hoş geldiniz beyefendi… Geçmiş olsun.
Adam kan ter içinde, birazda heyecanlıydı:
—Hoş bulduk efendim… Teşekkür ederim. Bu çocuk değildi efendim… Bunu ben hiç görmedim. Benim paramı çalan uzun boylu, seyrek kısa sakallı bir gençti. Elini cebimden çıkarırken farkkettim ama kaçtı. Bu değildi…
Komiser:
—Biliyoruz efendim, biliyoruz… Afedersiniz kendimi tanıtmayı unuttum. Ben Komiser Mümtaz. Mümtaz Demir…
—Ben de İsmail Kara. Denizyollarından emekli.
Komiser, Sadık Efendiye döndü;
—Götür bu çocuğun ifadesini alsınlar. Bize de iki çay söyle.

Götürüp, bodrum katta tuvaletlerin yanında bir hücreye kapattılar Hikmeti. Bir köşede saçı sakalına karışmış, leş gibi kokan yaşlıca bir adam yatıyordu. Büyük bir ihtimalle sarhoştu ve sızıp kalmıştı. O da bir köşeye çömeldi. Başına gelenleri anlamaya çalıştı. “On kuruş! ” diye bağır demişti Serkan ama kaçmasını söylememişti. Aslında bu işteki tehlikeyi sezmişti ama ah o minnet duygusu yok mu? Bile bile kabul etmişti verilen vazifeyi.

Her gelen polise hayat hikayesini anlatmak zorunda kaldı o gün akşama kadar. Annesinin ölümünü, babasının evlenmesini, üvey annenin zulmünü, okuduğu koleji, evden kovuluşunu ve sonrasını…

Akşam oldu. Gece vazife yapacak polisler geldiler. Kendisini hücreye kapatan polis, yeni gelen kara kuru, gözleri fıldır fıldır dönen polise:
-Bu geceki misafirlerinden biri talebe! Bak bakalım iyi okuyor mu? İyi okuyamıyorsa sabaha kadar ona okumayı öğretirsin!
Ötekinin gözünde delice parıltılar uçuştu:
-Okuturum okuturum sen merak etme… Ben nelerini okuttum bu mektepte! ...

O gece polis neymiş, karakol neymiş, hırsızlığın sermayesi (!) neymiş öğrendi. Adı Talebe’ye çıkmıştı. Talebe gel, Talebe git, Talebe yat, Talebe kalk! …
Sabah işe gelen polisler onu hücresinden çıkarıp, yüzünü gözünü temizlettiler. Daha sonra yazılı ifadesini aldılar ve mahkemeye sevk ettiler. Tutuklandı.

Talebe olarak girdiği cezaevinden, yankesiciliği öğrenmiş bir delikanlı olarak tahliye oldu. Daha sonra defalarca girip çıktı. Zamanla pişti mesleğinde! İyice ustalaştı. Öyle ki artık, Talebe değil, Doktor namıyla biliniyordu.
Osman ŞENER

Osman Şener
Kayıt Tarihi : 27.12.2013 14:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Osman Şener