Ölümün Sözle İmtihanı Ve Hans Fallada

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Ölümün Sözle İmtihanı Ve Hans Fallada

Mor alaca saatlerde sıkıntılarını evlerine bir somun ekmek misali taşıyanları onlardan biri değilmişim gibi seyretmeyi severim. Bizim mahallenin cami avlusundaki ihtiyar çınarlarının altında oturup güzün yorgun kucağına bırakırım kendimi. Şadırvanın usul tıpırtısına pencerelerden birbirlerine seslenen kadınların tiz çığlıkları karışır. Bu koca dünyada sanki başka hiçbir şeyi yokmuş gibi plastik topunun peşinden sürüklenen çocuklara, kanatları düşünceleriyle ağırlaşmış güvercinlere, tembel kedilere eşlik etmek hep aynı bezginlikleri biriktiren ruhumu avutur bir süre.

Benim gibi milyarlarca insanın benzeri çaresizliklerin koynunda uykuya dalıp, ertesi günün şafağında birbirlerine hiç benzemeyen umutlarla uyanacağını hatırlamak sakinleştirir. Ama bugünlerde ne yana dönsem kendi yorgunluğumu gösteren aynada solgun yüzler görüyorum. Daha geçenlerde yaşama direnci öyle kolayına tükenmeyen bir arkadaşım, “Senin umudun var mı, benim yok artık” diyordu. “Neye dair” diye sormadım ona. O kesif umutsuzluk bir kez paslı demir yığını gibi üzerine çöktü mü ruhu her yanından kemirmeye başlar çünkü, biliyorum.

Peki, hepimizi içeriden çürüten bu yılgınlıkla nasıl başa çıkacağız? Zamanı ve mekânı gölgeleyen geniş hayaller ırmağında kendinden, dünyanın kirinden, tozundan, pasından arınarak belki. Elmas kırıntılarıyla bezenmiş siyah satenden bir kumaş misali tepemizde asılı duran gökyüzünü seyre daldığımızda, bir toz zerresi kadar küçük olduğumuz hâlde bu dünyayı değiştirebilecek gücümüzün olduğuna inanarak mı?

Böyle zamanlarda, evladını savaşta kaybetmiş bir annenin bir daha asla içtenlikle gülümseyemeyecek kederli yüzüne baktığınızda, sadece bu toprağın yanık türkülerini değil bütün savaşlarda kaybedilenler için yazılmış ağıtları işitirsiniz. Ben böyle zamanlarda yine sözün manasına inanarak acı tarihimizle, müphem geleceğimizle yüzleşebileceğimize inananlardanım. Kelimeler, dağların, meşe ormanlarının, yıkık mezarların, ayrılık acısı çekenlerin, kimsesiz şairlerin, savaş yarası hiç iyileşmeyen askerlerin, iri gece kelebeklerinin konduğu yalnız ölülerin üzerinde sessiz çağlayanlar gibi dolaşıp asırlar sonrasına nasıl kalıyor dersiniz?

İşte tam da hakikatin bu yüzünü hatırlayabilmek için okudum Hans Fallada’nın meşhur romanı Herkes Tek Başına Ölür’ünü. Sıradan bir başlığı böylesine cazip kılanın ne olduğunu düşünmüştüm hep, okuyunca anladım. İsimdeki vurgu sadece “tek başına ölmeye” değildi. “Sonlu” bir varlık olduğu bilinciyle yaşayan insanın ölüme kelimelerle “tek başına” direnişindeki soyluluğu gösteriyordu.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında Alman edebiyatının şöhretlilerini geride bırakarak ünlenen “küçük insanların yazarı” son romanının yayımlandığını görememiş ama ben okurken nedense kalacağına çok inanarak yazdığını düşündüm. 1947’den bu yana yapılan bütün baskılar eksikmiş. 2010’da bir rastlantı sonucu arşivlerde müsveddeleri bulununca eklenerek yeniden basımı yapılmış. Orijinalinden Türkçeye çevrilen yeni versiyonunu daha dün çekilmiş bir filmi izler gibi okudum.

Evet, roman Hitler rejimine karşı savaşanları, onları destekleyenleri ve ele verenleri anlatıyor çünkü yazar, herkesin birbirini düşman bellediği o dönemde yaşarken yazmıştı gördüklerini. Daha önce ve sonra da çok insan öldü, öldürüldü. Savaşlar hiç bitmedi, bitmeyecek. Bugün yaşasaydı yine tanık olduğu vahşeti sıradan insanların hayatıyla anlatmak isterdi muhtemelen.

Bu kitabı 1940-42 yılları arasında Berlinli bir karı-kocanın Gestapo dosyalarındaki bilgilere dayanarak yazmıştı. Aslında her dönemde savaşın, baskıcı rejimlerin, ölümü siyaset için kullanan yöneticilerin gaddarlığını “renklendirmeye” ihtiyaç duymadan anlatıyordu. Onca yıl sonra hâlâ milyonlarca insanın okumaktan sıkılmadığı bir kitap olmasını da buna borçlu galiba. Herhalde kimse Fallada’nın “yüksek edebiyat” kaygısıyla yazdığını düşünmüyordur, dürüst, basit anlatımı itibarıyla böyle bir muradı olduğunu sanmam. Ancak daha başka bir derdi var bence; “Tek başına” yaşamaya ve ölmeye mahkûm insanın büsbütün umutsuz, çaresiz olmadığını gerçek bir hikâyeyle aktararak insanlığa kıymetli bir miras bırakmak.

Anna ve Otto Quangel çiftinin tek çocuğu Nazi ordusunda askerdir. Savaşta ölür. Haberi aldığında kocasına bizim de her daim sıkça duyduğumuz o konuşmayı yapar anne: “Şimdi oturmuş bize yazıyorlar, örnek askermiş, kahramanca şehit olmuşmuş. Yalan, her şey yalan. Bütün bunlara, lanet olası savaşa siz neden oldunuz.” Sonra küçük kartlara dertlerine yazıp şehirde dağıtmaya karar verirler. İlk karta “Anne, Führer oğlumuzu öldürdü”diye yazarlar. İkinci cümleyi şöyle tasarlar Otto: “Anne, Führer senin de oğullarını öldürecek. Bu dünyadaki bütün evlere hüzün getirene kadar öldürmekten vazgeçmeyecek...”

Kartlara bu türden cümleler yazarak savaşı bitirebileceğini düşünmek her dönemin insanına biraz naif gelir. Milyonların okuduğu altı yüz sayfalık romanın gücü orada saklı değil zaten. Otto ve karısı tek başlarına dağıttıkları kartların istedikleri etkiyi yaratamayacağını biliyorlardır aslında. Buna rağmen işkenceyi, idamı göze alarak devam ederler. Sonlara doğru avukatın “neden” diye sorguladığı Otto, ona şöyle der: “Ve gün gelecek, belki siz de bu yaptıklarınız için başınızı yitireceksiniz, tıpkı benim gibi. Ancak aramızdaki fark şu olacak: Ben onurlu kaldığım için, siz de onurunuzu yitirmeyi göze aldığınız için.”

Akıl hastanesinde bile şifreli yazmaktan vazgeçmeyen, defalarca intihara teşebbüs eden Fallada, umudun, vicdanın sesini kelimelerle çoğaltabildiği, “ölümü ve hayatı” cesur bir hikâyeyle anlatabildiği için yaşıyor. Yaşayacak!

(Herkes Tek Başına Ölür, Hans Fallada, Everest Yayınları, Çev. Ahmed Arpad)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 14:55:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan