Oktay Purhan 1972 yılında Ardahan'da doğdu.İlk,orta ve lise eğitimini İstanbul'da tamamladı.Sakarya üniversitesi Bilgi Yönetimi mezunu olan şair evli ve bir çocuk babasıdır
Bulut gökyüzüne, hüzün kadının yüzüne oturduğunda nasıl bir fırtına kopacağını kestirmek zordur...
Seni seviyorum kadın..
Hergün biraz daha bittiğini bilsemde ömrümün...
Seni seviyorum...
Uzak diyarlara olan merakımı bağışla,
Bu sensiz kalma korkumun avuntusu kadın
Ben özlemeyi seviyorum
Beklemeyi
Umit etmeyi
Hayal kurmayı
Dalıp dalıp gitmeyi
İçip içip sarhoş olmayı
Ben kimim...
Varmı bir bilen
Kudretim ne, gücüm ne kadar
Af dileyene günah çıkartabilirmiyim
Kendi yüreğinde onları tekrar yıkayabilirmiyim
Yıkıp yıkıp yeniden yapma arzularına,
Bir savaşın tam ortasında kalmışım,
Tanklar geçmiş üzerimden,
Bombalar yağmış ardı ardına..
Ne şehir kalmış, ne şehir efsanesi.
...
Yorgunum
Öldüğüne bir türlü inanmak istemediğin sevgilini bekler gibi beklersin,
Kış mevsimin bahara dönmesini
Oysa ne baharlar geçmiştir
Ve artık bu son kıştır
Bahara hiç yolu olmayan
Ben seni sevdim,
Ki...
Duvarlarını yıkıp yasak şehirlerin,
Aykırı aykırı yürüdüm hayatın üzerine,
Yalnızlığımı sırtıma vurup
Anne kucağında olsan da gözlerin telaşlı bakıyor,
Bir nehir gibisin soğuk sular sende akıyor
Sen ey hayatın kandıkçısı çocuk
Bu hayat senden çok şey saklıyor
Sen petersburg, 17 Mayıs 2008
‘Ölmek için güzel bir gün‘ dedi ihtiyar…Sanki ölümle randevusu vardı.Sonra usulca oturduğu kanepeden kalkarak pencereye doğru yürümeye başladı. Elinde tuttuğu kırmızı şarap şişesini usulca havaya kaldırarak kırık bir tebessümle ‘elveda hayat, bu benim tercihim değildi..ki öyle olsaydı bile..Sanırım o vakit bu vakitti’ dedi…dışarıda yağan yağmura aldırmadan pencereyi açtı..yüzüne vuran yağmur tanelerini yudumlarcasına içine çekti…Toprağın kokusu ve yağmur tanelerinin yere düşerken çıkardığı o ahenkli ses, kararlı bir ordunun ayak sesleri gibiydi..Pencereyi öylece açık bırakarak kapıya doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı...Kırmızı şarap, şişeden ufak ufak yere süzülürken, ihtiyar şarap şişesindeki son yudumu da kafasına dikip boş şişeyi usulca yere bıraktı.. kapı eşiğine kadar geldiğinde arkasını dönerek yıllarını geçirdiği evine puslu bir bakış daha attı..derin bir iç çekerek tekrar kapıya yöneldi… o kararlı orduyu selamlarcasına kapı eşiğinde birkaç dakika öylece durduktan sonra bahçede ki görkemli çınar ağacına kadar yürüdü..sanki her şey onun için daha önceden hazırlanmıştı…Bir merasim gibiydi çınar ağacının önü..Kafasını kaldırıp daha önceden hazırladığı ilmiğe doğru mağrur bir bakış attı..İlmiğin altında ki sandalyeye çıkarken biraz zorlansa da bir iki denemeden sonra nihayet başarmıştı…Önünde duran ilmiği boynuna geçirip, açık olan pencereden evinin derinliklerine hüzünlü bir bakış bıraktıktan sonra, sehpasından bıraktı kendini boşluğa… hayatı selamlarcasına ve ölümü kucaklarcasına hiç titretmeden bedenini, teslim etti ruhunu yaşlı adam…
Evet…işte hayatın dramatik sonu..
Aslında beklenen o kadar bolluğa rağmen çok az şeylerle huzur bulan bedenlerimiz büyük bir depremin artçılarında kendini kaybederek yenilgilere kucak açıyor…Hayatı başkaları için yaşamak fedakarlık ödülü ile taçlandırılsa da sadece böyle yaşamak, hayalkırıklıklarının ve yıkımların da habercisi oluyor....İnsan ‘ne derlerin’ acı acı kıvranmaların ve kıvırmaların çemberinde boğulup gidiyor..Çok sevmek, çok bağlanmak, savunmasız bir bedeni ve benliği de beraberinde getiriyor..İnsan kendi ölümünden ne üzüntü duyabilir, nasıl bir yıkım yaşar ki..ölmek, ölen için olması gereken bir şeydir..o an ve ya başka bir an..bununla ilgili bir tarih veya plan da olmaz..o yüzden ölüm öleni bağlasa da asıl sorun kalanın üzerinde büyür…Leckter; Acı çeken her ruhun kendine ait bir bellek sarayı olmalı' diyor..evet aynen öyle..Montein de aynı yaklaşımla şöyle diyor; ..İnsanın kaçıp yalnız kalabileceği sadece kendine ait bir yeri olmalı....Zaman zaman gitmeli, kendisiyle başbaşa kalmalı ve yalnızken de kendine yetebilmeyi öğrenmeli...Çünkü bir gün herşeyini kaybettiğinde bu onun için bir felaket olmamalı...
17 Eylül 2008-09-17
Sen olmasaydın hiç böyle mi akardı nehirler…
Dağların umrunda olurdumuydu yeşile boyanmak,
Gece gündüzle yarışırmıydı….
Mahpustaki, kırk yılını bir umutla geçirebilirmiydi..
Sen olmasaydın hiç yemişler böyle tatlı olurmuydu,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!