“Uygarlık ve barbarlık kardeştir.” -Havel-Dünya sığmıyor insana Havel, yüzlerdeki, yüreklerdeki maske, parada kir, suda klor, havada nem, yüksek borsa, alçak basınç ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler./İnsan, sığmıyor insana Havel! /Ve her şey: Şey! Mesela o takvimler, o günler her biri şimdi kim bilir neredeler? Yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler; bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler. Bize kalan kurt kapanı sözleşmeler ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler.Oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır Havel? Biz bu kentlerde, bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile, şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır ve dışarıda üşüyen bir haziran; kalbimde yılların tufanından artık bir hazan. (Kalbimde hazan ve şairdir elbet sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)Dışarıda üşüyen bir Haziran. Kanımda nikotin cehennemi; Kısa kibrit, uzun duman:Yaan! Yine yaan… Yine yaaaan! Yan ki yangınlar bile yansın; haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...Bırak ağlasın, artık gündüzlerin ışığında aşk, gecelerin sularında yakamozlar yok ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara çamaşır ipleri; duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri! Dışarıda üşüyen bir Haziran. Dışarıda aşksız aşk, Aids, Hepatit b, dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller. Dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi; ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın: İnatla…İnatla gülümsemeyi; öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi... (Herkes fanusuna asmış kendini; bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)D ı ş a r ı d a ü ş ü y e n b i r H a z i r a n. D ı ş a r ı d a ö l d ü i n s a n. Ö l d ü i n s a n… H i ç b i r k i t a b a y a k ı ş m a d a n! Ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi; her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi…Bu yüzden her şey: Şey! Havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan; hepsi bu işte basit, olağan. Her şey şey’dir; inandıklarımızdır belki de yalan. Abarttığımızdır, kül’dür herkesin payına kalan...
Marilyn Monroe, ölümünün üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen hâlâ bir efsane. Gayri meşru olarak dünyaya gelen ve annesini tımarhanede yitiren Marilyn’nin, mutsuz bir çocukluk geçirdiği ve bakımevlerinde istenmeyen bir eşya gibi görülme duygusuyla yaşadıkça didiştiği bilinir. Rabia’yı ise, Diyarbakır’da bir aşiret reisi olan Hacı Hüseyin’in kızı olmasına rağmen, aile çevresi dışında kimseler tanımaz. Rabia, Marilyn’e kıyasla, ailesiyle birlikte mutlu bir çocukluk geçirmiş, beş kardeşin en güzeli ve en küçüğü olarak bir dediği iki edilmemiştir. Bu iki kadının Hollywood kökenlisi, gençlik yıllarından itibaren ünün doruğuna çıkmış, baş döndürücü bir popülerlik ve servet edinmiş, dilediği erkekle birlikte olup fırtınalı aşklar yaşamıştır. Rabia ise, ergenlik dönemine geldiğinde taliplerinden Sefer’e, o yılların törelerine uygun biçimde -başlıkla- gelin edilmiştir. Marilyn, üç kez evlenip onlarca erkekle flört ederken, Rabia ise eşi Sefer’e varlığını armağan edip, o günden itibaren yazgısına itaatle boyun eğmiştir. Daha sonra Rabia’nın kocası Sefer, bir ömrün yoksullukla geçmeyeceğine karar verip, birkaç yıl içinde Almanya’ dan zengin bir adam olarak döneceğine Rabia’yı ikna etmiş ve Almanya’da otomotiv sektöründe işçi olarak çalışmaya başladığında, Rabia ise kaynanası ve iki çocuğuyla acı dolu günleri, yılları saymaya koyulmuştur. Marilyn, geniş salonlarda onlarca erkeğin iltifatlarıyla şuh kahkahalar atarken, Rabia ise şirret bir kaynananın bekçiliğinde her gün ağlamayı yazgı bilmiştir. Rabia, evinin perdelerini açamaz, dış kapısının önünü bile -bir başka erkeğe bakmasın diye- süpüremez olmuştur.Kaynanası ve kayınları, Rabia, Sefer’i “namusuyla” (!) beklesin diye onu birkaç günde bir tokatlamayı da huy edinmişlerdir. Bütün gazeteler Marilyn’in bir “narsisist” olduğunu yazarken, Rabia’nın ise hiç seçmeden, hiç istemeden Diyarbakır’ın varoşlarında bir “mazoşist” olabildiğini kimseler bilmemiştir… Üç yıl sonra Almanya’dan döneceğine söz vererek giden sefer, her yıl sadece on beş ila yirmi gün tatile gelebilmiş ve Rabia’nın bütün sitemlerine rağmen “iki daire ve bir ekmek fırını parası biriktirmeden Diyarbakır’a dönemeyeceğini,” söyleyerek ona sadece “sabır” dilemiştir… Marilyn, fırtınalı yaşamından dolayı psikolojik tedavi görmeye başlarken, Rabia ise bir kaynana ve iki çocuğu ile dört duvar arasında silik ve dingin, bunaltıcı yıllar geçirmekten giderek psikolojik bir vaka haline gelmiştir. Onu tedavi eden de olmamış, aradan upuzun on yıl geçmiş ve Sefer, iki daire, bir de ekmek fırını parası biriktirip nihayet- Almanya’dan dönmüştür. Kaynanası ve kayınbiraderleri görevlerini yapıp (!) tam on yıl boyunca Rabia’nın yanına bir erkek sineği bile yaklaştırmayarak, onun bedenini Sefer adına bir yetkiyle korumuşlardır.Bedenini korumuşlardır ama, Rabia’nın ruhsal durumu yıllarca yaşadığı intihar boğuntularıyla artık paramparçadır… Marilyn, çevresinde şöhreti ve parası için dolaşan yüzlerce insandan hangisinin gerçek dost, hangisinin sevgili olduğunu kalabalığın kuşatmasında anlayamadığı için tedavi görürken, Rabia ise on yıl süren upuzun bir yalnızlıkta sadece Sefer’in adını sayıklamaktan bir şizofrendir artık… Marilyn, Saint Exupery, Dostoyevski, Miller okurken ve Miller’le flört ederken, ilkokul çıkışlı Rabia ise Sefer’i beklediği günlerdeki yalnızlıkta çocuklarının hikâye kitaplarını okumuş, radyo programları, haberlerden vb yerlerden Napolyon’un, Gorbaçov’un kim olduklarını öğrenmiştir. Diyarbakır’a yıllar sonra dönen Sefer, artık Rabia’yı tanıyamamaktadır; çünkü Rabia, her sabah Napolyon Bonapart’ın selamını Gorbaçov’a ulaştırmak üzere evden çıkmakta ve Sefer’in Almanya’dan getirdiği fötr şapkayı giyip, dudaklarının kıyısına bir sigara iliştirip düşsel olarak kurguladığı ordulara kendince komutlar vermektedir. Belki de kendini hep arzuladığı bir özgürlüğün kollarına böyle bırakmaktadır; artık şuursuzdur… Rabia’yı bir süre gözleyen Sefer, anasına, artık Rabia’nın kendisine kadınlık yapamaya cağını, bu yüzden yeni bir evlilik için genç ve güzel bir kadın bulmasını söyler. Başlık parası fazlasıyla ödenir ve kırk beş yaşındaki Sefer’e on yedi yaşlarında bir kız bulunur civar köylerden; incecik, gencecik bir kız. Rabia, artık otuz yedi yaşına gelmiş ve yıllarca evde oturmaktan hayli kilo almış bir delidir (!) Sefer, küçük bir oda tutar Rabia ve çocuklarına; kendisi de genç eşiyle yeni aldığı daireye çekilir. Rabia’yı bağlamak da bir çözüm getirmez ve kaldığı evin duvarları dışında ne varsa her şeyi paramparça ederek dışarı, sokaklara kaçar durur… Rabia, artık Diyarbakır’ın muhtelif semtlerinde kâh Napolyon’un askerlerine komutlar verirken, kâh yollarda, kaldırımlarda oturup bir başına ağlarken görülmektedir. Artık kocası Sefer’in hiçbir işine yaramayan Rabia’nın onuru ve delirmiş yalnızlığı ne kaynanasının ne kayınbiraderlerin umurunda değildir… Rabia, bir akşam Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde SSK hastanesi bitişiğindeki askeri karargâh civarında yürürken, nasılsa kırmızı şapkalı kızın büyükanne kılığına giren kurt tarafından yenmek üzere olduğunu düşler. Kırmızı şapkalı kızın kulübesi ise, askeri karargâhın içindeki karanlık alandadır. Rabia, arkasında yürüdüklerine inandığı Napolyon’un askerlerine komut verir ve kırmızı şapkalı kızı kurtarmak üzere tel örgülerle çevrili yasak alana girer… Nöbetçi askere, karargâha parolasız girmeye kalkan olursa ona vurması emredilmiştir. Asker uyarır, bağırır, ama kırmızı şapkalı kızı kurtarmaya giden Rabia, o an hiçbir şey duymaz… Nöbetçi askerin önce bir, ardından ik kurşun Rabia’nın bedenine isabet eder.Rabia, vurulup yere düşerken bile hâlâ Napolyon’un askerlerine komutlar vermektedir. Namlusundan dumanlar çıkan nöbetçi er, onun mırıldandıklarından hiçbir şey anlamaz.Askerin onun hakkında bildiği tek şey “dur” ihtarına uymadığıdır… Nöbetçi er, siyasal gerilimin alabildiğine boyutlandığı o günlerde olağanüstü hal bölgesi kapsamındaki Diyarbakır’daki kışla nöbetinde, aklınca kendisine verilen “emre itaat” etmiştir(!) Rabia, sonraki gün sahipsizler mezarlığına gömülür ve o yıl bazı insan hakları dernek ve kurumlarının yıllıklarının Güneydoğu’daki “yargısız infaz”lar listesinde adı geçer. Oysa ki ölümü değil, asıl Rabia’nın yaşamı bir yargısız infazdır… Bu iki efsane kadın, benim kalbimde yıllar yılı ev sahibi gibi oturup kalmışlardır ve daha kalmaktalardır.Çünkü Marilyn, biricik platonik aşkım, Rabia ise öz teyzemdi benim… Sevgili Marilyn, Cemal Süreya’nın dediği gibi, “şimdi cehennemde Nietzsche’nin metresi olmalıdır”; anamın kara gözlü bacısı Rabia ise, belki cennette bile hâlâ Sefer’i sayıklamaktadır.
Şimdi eşeğinden inip onlarca kanallı TV’nin başına oturak Kürt köylüsü oldukça şaşkın bir durumda. Hiçbir sosyal,kültürel gelişme kaydetmeden, daha köyünün yolu bile olmayan köylünün dağ başındaki yalnızlığı,örneğin Newyork’un arka sokaklarındaki fahişe pazarını görmeye hiçbir kültürel,sosyal hazırlığı yoktu doğrusu.Böyle olunca “kocam beni niçin Bobby gibi öpmüyor”diye kendini için için kemiren Kürt kadınları ve şalvarlarının üstüne “Dallas” yazan lakostlar giyen adamlar türüyor.
sen yokken ben hep sana vardım; sen varken yine ben sana var, sana yine yar! aşık kahramanı ve korkağııdır sevginin, bir gün daha üşürsem senden... rüzgarsa senden; yeter; sen sen de kal; sen senin olsun...
Hüznün saçağında üşüyen çocuk; zulmun güzelleştirdiği sevgili çocuk Halit Güngen'in ve bögede katledilen bütün gazetecilerin anısına...1994 çağdaş gazeteciler derneği (yılın gazetecisi ödülü) nü alan gazeteci...
bak,Palandöken dağlarında karlar erimiş teknelerde kol kola bahar sulara inmiş dağlar için,sular için bana bir gül ver avuttuğum düşler için bana bir gül ver...
yıllarım sırılsıklam yağmurlar giymiş günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş dağlar için, sular için bana bir gül ver avuttuğum düşler için bana bir gül ver
ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım sen kendinin ellerinden tut kendine benim için bir gül ver
Dünya sığmıyor insana Havel, yüzlerdeki, yüreklerdeki maske, parada kir, suda klor, havada nem, yüksek borsa, alçak basınç ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler.
/İnsan, sığmıyor insana Havel! /
Ve her şey: Şey! Mesela o takvimler, o günler her biri şimdi kim bilir neredeler? Yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler; bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler. Bize kalan kurt kapanı sözleşmeler ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler.
Oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır Havel?
Biz bu kentlerde, bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile, şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır ve dışarıda üşüyen bir haziran; kalbimde yılların tufanından artık bir hazan.
(Kalbimde hazan ve şairdir elbet sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)
Dışarıda üşüyen bir Haziran. Kanımda nikotin cehennemi; Kısa kibrit, uzun duman:Yaan! Yine yaan… Yine yaaaan! Yan ki yangınlar bile yansın; haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...
Bırak ağlasın, artık gündüzlerin ışığında aşk, gecelerin sularında yakamozlar yok ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara çamaşır ipleri; duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri!
Dışarıda üşüyen bir Haziran. Dışarıda aşksız aşk, Aids, Hepatit b, dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller. Dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi; ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın: İnatla…İnatla gülümsemeyi; öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi...
(Herkes fanusuna asmış kendini; bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)
D ı ş a r ı d a ü ş ü y e n b i r H a z i r a n. D ı ş a r ı d a ö l d ü i n s a n. Ö l d ü i n s a n… H i ç b i r k i t a b a y a k ı ş m a d a n!
Ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi; her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi…
Bu yüzden her şey: Şey! Havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan; hepsi bu işte basit, olağan. Her şey şey’dir; inandıklarımızdır belki de yalan. Abarttığımızdır, kül’dür herkesin payına kalan...
Bense gençliğimi pazarlıksız ve hızla geçtiğimden; bugünler saçlarımla birlikte şiir yazmayı da kısa kestiğimden, piç kalmış aşklarla avutup kendimi, bileklerimde bayat bir intiharın dikiş izleri, gelip geçmiş yılların diş izleri ömrümde, neşter ve gül’müş hayat. Gülüyor...Gülüyor...Gülüyormuşum...
hayatımın şiiri Teğet Herkes kırılamaz; bazen ipince bir dal olmak gerekir kırılmak için: Ama dünya kütüklerin… Ağlayamaz herkes; ağlayabilecek kadar büyümek gerekir: Dünya ise küçüklerin… Sevemez herkes; bir orman olmak gerekir sevmek için: Bak ki dünya çöllerin… Ve vâkur bir damla olmak dalga için. Katılmak okyanusa aşk için, isyan için!
... yalnızlığı sevişirken eksiltiyor,eskitiyor ve eskiyoruz seviştiğim gece emzirdiğim gecedir özümü katarım ona; geceyi kanatırım gece beni kanatır... geceyi kanatırız. gece bizi kanatır geceler insanlığımız insanlığımız yalnızlıktır 'Aşk Tek Kişiliktir'kitabından
bir uğultu ormanı işte akıp gittiğim,bana biraz su verin.her gece yatağını ıslatan ve matematik bilmeyen çocuklar gibi büyüdüğümü biliyorum.daha babalar eksik,çocuklar ıslak. esmerliklerini ve öpüşmelerini ak döşeklere taşıyor kadınlar; dua ediyor kimileri,tenlerinde lekeler. işte akşam ve kir aynı hızla büyüyor,eli kınında deliliğimin.bu gece bu kentte,bu kederle bana biraz su verin,yoksa yüzümüz paslanacak. .... yurtsuz şiirler kitabından.
'beni yalnızlığımda vurdular o gece kalbimi suyla oydular gece vakti öldüğümü bile söylemediler...'-A.Erhan- ben şu kısa boylu hayatta uzun boylu kederlerle acırım yorar şu telaş, şu karmaşa bir sığınak aranırken şu uğultuda bir aşk gelir bir yara bir yara...bir yara daha!
eski bir aşk yeni bir ayrılıktır her zaman bunu kuşlar sorar yıldızlar da anlatır kimse bilmez he canım bir yara bir ömrü hergün nasıl kanatır...
ben seni hep ayrılıkla anmışım titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını...hep adını yazmışım bir aşk gelmiş bir yara bir yara...bir yara daha!
eski bir aşk yeni bir ayrılıktır her zaman bunu kuşlar sorar yıldızlar da anlatır kimse bilmez he canım bir yara bir ömrü her gün nasıl kanatır...
"Yitirdim o aşkın kimliğini,
Hükümsüzdür..."
Büyük yanmış şair abimiz..
“Uygarlık ve barbarlık kardeştir.”
-Havel-Dünya sığmıyor insana Havel,
yüzlerdeki, yüreklerdeki maske,
parada kir, suda klor, havada nem,
yüksek borsa, alçak basınç
ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler./İnsan, sığmıyor insana Havel! /Ve her şey:
Şey!
Mesela o takvimler, o günler
her biri şimdi kim bilir neredeler?
Yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler;
bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler.
Bize kalan kurt kapanı sözleşmeler
ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler.Oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır Havel? Biz bu kentlerde,
bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile,
şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır
ve dışarıda üşüyen bir haziran;
kalbimde yılların tufanından artık bir hazan. (Kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Kanımda nikotin cehennemi;
Kısa kibrit, uzun duman:Yaan!
Yine yaan… Yine yaaaan!
Yan ki yangınlar bile yansın;
haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...Bırak ağlasın, artık gündüzlerin ışığında aşk,
gecelerin sularında yakamozlar yok
ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara
çamaşır ipleri;
duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri! Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Dışarıda aşksız aşk, Aids, Hepatit b,
dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller.
Dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi;
ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi
ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın:
İnatla…İnatla gülümsemeyi;
öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi... (Herkes fanusuna asmış kendini;
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)D ı ş a r ı d a ü ş ü y e n b i r H a z i r a n.
D ı ş a r ı d a ö l d ü i n s a n.
Ö l d ü i n s a n…
H i ç b i r k i t a b a y a k ı ş m a d a n! Ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi;
her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi…Bu yüzden her şey:
Şey!
Havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan;
hepsi bu işte basit, olağan.
Her şey şey’dir;
inandıklarımızdır belki de yalan.
Abarttığımızdır,
kül’dür herkesin payına kalan...
Y. O.
Marilyn ve Rabia
Marilyn Monroe, ölümünün üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen hâlâ bir efsane.
Gayri meşru olarak dünyaya gelen ve annesini tımarhanede yitiren Marilyn’nin, mutsuz bir çocukluk geçirdiği ve bakımevlerinde istenmeyen bir eşya gibi görülme duygusuyla yaşadıkça didiştiği bilinir.
Rabia’yı ise, Diyarbakır’da bir aşiret reisi olan Hacı Hüseyin’in kızı olmasına rağmen, aile çevresi dışında kimseler tanımaz.
Rabia, Marilyn’e kıyasla, ailesiyle birlikte mutlu bir çocukluk geçirmiş, beş kardeşin en güzeli ve en küçüğü olarak bir dediği iki edilmemiştir.
Bu iki kadının Hollywood kökenlisi, gençlik yıllarından itibaren ünün doruğuna çıkmış, baş döndürücü bir popülerlik ve servet edinmiş, dilediği erkekle birlikte olup fırtınalı aşklar yaşamıştır.
Rabia ise, ergenlik dönemine geldiğinde taliplerinden Sefer’e, o yılların törelerine uygun biçimde -başlıkla- gelin edilmiştir.
Marilyn, üç kez evlenip onlarca erkekle flört ederken, Rabia ise eşi Sefer’e varlığını armağan edip, o günden itibaren yazgısına itaatle boyun eğmiştir.
Daha sonra Rabia’nın kocası Sefer, bir ömrün yoksullukla geçmeyeceğine karar verip, birkaç yıl içinde Almanya’ dan zengin bir adam olarak döneceğine Rabia’yı ikna etmiş ve Almanya’da otomotiv sektöründe işçi olarak çalışmaya başladığında, Rabia ise kaynanası ve iki çocuğuyla acı dolu günleri, yılları saymaya koyulmuştur.
Marilyn, geniş salonlarda onlarca erkeğin iltifatlarıyla şuh kahkahalar atarken, Rabia ise şirret bir kaynananın bekçiliğinde her gün ağlamayı yazgı bilmiştir.
Rabia, evinin perdelerini açamaz, dış kapısının önünü bile -bir başka erkeğe bakmasın diye- süpüremez olmuştur.Kaynanası ve kayınları, Rabia, Sefer’i “namusuyla” (!) beklesin diye onu birkaç günde bir tokatlamayı da huy edinmişlerdir.
Bütün gazeteler Marilyn’in bir “narsisist” olduğunu yazarken, Rabia’nın ise hiç seçmeden, hiç istemeden Diyarbakır’ın varoşlarında bir “mazoşist” olabildiğini kimseler bilmemiştir…
Üç yıl sonra Almanya’dan döneceğine söz vererek giden sefer, her yıl sadece on beş ila yirmi gün tatile gelebilmiş ve Rabia’nın bütün sitemlerine rağmen “iki daire ve bir ekmek fırını parası biriktirmeden Diyarbakır’a dönemeyeceğini,” söyleyerek ona sadece “sabır” dilemiştir…
Marilyn, fırtınalı yaşamından dolayı psikolojik tedavi görmeye başlarken, Rabia ise bir kaynana ve iki çocuğu ile dört duvar arasında silik ve dingin, bunaltıcı yıllar geçirmekten giderek psikolojik bir vaka haline gelmiştir.
Onu tedavi eden de olmamış, aradan upuzun on yıl geçmiş ve Sefer, iki daire, bir de ekmek fırını parası biriktirip nihayet- Almanya’dan dönmüştür.
Kaynanası ve kayınbiraderleri görevlerini yapıp (!) tam on yıl boyunca Rabia’nın yanına bir erkek sineği bile yaklaştırmayarak, onun bedenini Sefer adına bir yetkiyle korumuşlardır.Bedenini korumuşlardır ama, Rabia’nın ruhsal durumu yıllarca yaşadığı intihar boğuntularıyla artık paramparçadır…
Marilyn, çevresinde şöhreti ve parası için dolaşan yüzlerce insandan hangisinin gerçek dost, hangisinin sevgili olduğunu kalabalığın kuşatmasında anlayamadığı için tedavi görürken, Rabia ise on yıl süren upuzun bir yalnızlıkta sadece Sefer’in adını sayıklamaktan bir şizofrendir artık…
Marilyn, Saint Exupery, Dostoyevski, Miller okurken ve Miller’le flört ederken, ilkokul çıkışlı Rabia ise Sefer’i beklediği günlerdeki yalnızlıkta çocuklarının hikâye kitaplarını okumuş, radyo programları, haberlerden vb yerlerden Napolyon’un, Gorbaçov’un kim olduklarını öğrenmiştir.
Diyarbakır’a yıllar sonra dönen Sefer, artık Rabia’yı tanıyamamaktadır; çünkü Rabia, her sabah Napolyon Bonapart’ın selamını Gorbaçov’a ulaştırmak üzere evden çıkmakta ve Sefer’in Almanya’dan getirdiği fötr şapkayı giyip, dudaklarının kıyısına bir sigara iliştirip düşsel olarak kurguladığı ordulara kendince komutlar vermektedir.
Belki de kendini hep arzuladığı bir özgürlüğün kollarına böyle bırakmaktadır; artık şuursuzdur…
Rabia’yı bir süre gözleyen Sefer, anasına, artık Rabia’nın kendisine kadınlık yapamaya cağını, bu yüzden yeni bir evlilik için genç ve güzel bir kadın bulmasını söyler. Başlık parası fazlasıyla ödenir ve kırk beş yaşındaki Sefer’e on yedi yaşlarında bir kız bulunur civar köylerden; incecik, gencecik bir kız.
Rabia, artık otuz yedi yaşına gelmiş ve yıllarca evde oturmaktan hayli kilo almış bir delidir (!) Sefer, küçük bir oda tutar Rabia ve çocuklarına; kendisi de genç eşiyle yeni aldığı daireye çekilir. Rabia’yı bağlamak da bir çözüm getirmez ve kaldığı evin duvarları dışında ne varsa her şeyi paramparça ederek dışarı, sokaklara kaçar durur…
Rabia, artık Diyarbakır’ın muhtelif semtlerinde kâh Napolyon’un askerlerine komutlar verirken, kâh yollarda, kaldırımlarda oturup bir başına ağlarken görülmektedir. Artık kocası Sefer’in hiçbir işine yaramayan Rabia’nın onuru ve delirmiş yalnızlığı ne kaynanasının ne kayınbiraderlerin umurunda değildir…
Rabia, bir akşam Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde SSK hastanesi bitişiğindeki askeri karargâh civarında yürürken, nasılsa kırmızı şapkalı kızın büyükanne kılığına giren kurt tarafından yenmek üzere olduğunu düşler. Kırmızı şapkalı kızın kulübesi ise, askeri karargâhın içindeki karanlık alandadır.
Rabia, arkasında yürüdüklerine inandığı Napolyon’un askerlerine komut verir ve kırmızı şapkalı kızı kurtarmak üzere tel örgülerle çevrili yasak alana girer…
Nöbetçi askere, karargâha parolasız girmeye kalkan olursa ona vurması emredilmiştir. Asker uyarır, bağırır, ama kırmızı şapkalı kızı kurtarmaya giden Rabia, o an hiçbir şey duymaz…
Nöbetçi askerin önce bir, ardından ik kurşun Rabia’nın bedenine isabet eder.Rabia, vurulup yere düşerken bile hâlâ Napolyon’un askerlerine komutlar vermektedir.
Namlusundan dumanlar çıkan nöbetçi er, onun mırıldandıklarından hiçbir şey anlamaz.Askerin onun hakkında bildiği tek şey “dur” ihtarına uymadığıdır…
Nöbetçi er, siyasal gerilimin alabildiğine boyutlandığı o günlerde olağanüstü hal bölgesi kapsamındaki Diyarbakır’daki kışla nöbetinde, aklınca kendisine verilen “emre itaat” etmiştir(!)
Rabia, sonraki gün sahipsizler mezarlığına gömülür ve o yıl bazı insan hakları dernek ve kurumlarının yıllıklarının Güneydoğu’daki “yargısız infaz”lar listesinde adı geçer.
Oysa ki ölümü değil, asıl Rabia’nın yaşamı bir yargısız infazdır…
Bu iki efsane kadın, benim kalbimde yıllar yılı ev sahibi gibi oturup kalmışlardır ve daha kalmaktalardır.Çünkü Marilyn, biricik platonik aşkım, Rabia ise öz teyzemdi benim…
Sevgili Marilyn, Cemal Süreya’nın dediği gibi, “şimdi cehennemde Nietzsche’nin metresi olmalıdır”; anamın kara gözlü bacısı Rabia ise, belki cennette bile hâlâ Sefer’i sayıklamaktadır.
Yılmaz Odabaşı
uğultuların artığıyız be çocuk
spermlerin, rahim kanlarının, eski dolunayların
kesilip yakılmış yapanıl ağaçların, susan dağların
aldatılmış avuntuların, kirli lavaboların, anlaşılır günahların
ezberlerin, "ilk"lerin, dinmeyen şehvetlerin
ve kimsesiz özlemlerin, tanıdık kederlerin, zalim yenilgilerin
Sonra geceydi ve yalnızdık, çoğalttık susuşları.
Yağmura yağdığımız geceye çarptık;
Geceye hiçbir şey olmadı,
ama biz paramparçaydık...
Yılmaz Odabaşı
Yasalara göre uzakta biri yok: BAĞIRSAM yasadışıdır sesim
Şimdi eşeğinden inip onlarca kanallı TV’nin başına oturak Kürt köylüsü oldukça şaşkın bir durumda. Hiçbir sosyal,kültürel gelişme kaydetmeden, daha köyünün yolu bile olmayan köylünün dağ başındaki yalnızlığı,örneğin Newyork’un arka sokaklarındaki fahişe pazarını görmeye hiçbir kültürel,sosyal hazırlığı yoktu doğrusu.Böyle olunca “kocam beni niçin Bobby gibi öpmüyor”diye kendini için için kemiren Kürt kadınları ve şalvarlarının üstüne “Dallas” yazan lakostlar giyen adamlar türüyor.
sen yokken ben hep sana vardım;
sen varken yine ben sana var,
sana yine yar!
aşık kahramanı ve korkağııdır sevginin,
bir gün daha üşürsem senden...
rüzgarsa senden;
yeter; sen sen de kal;
sen senin olsun...
Hüznün saçağında üşüyen çocuk; zulmun güzelleştirdiği sevgili çocuk Halit Güngen'in ve bögede katledilen bütün gazetecilerin anısına...1994 çağdaş gazeteciler derneği (yılın gazetecisi ödülü) nü alan gazeteci...
....
kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!
dışarıda üşüyen bir haziran
kanımda nikotin cehennemi
.....
yaan!
yine yaan! yine yaaaan!
yan ki yangınlar bile yansın
...
Yüreğimin ezigisi,eşşiz bir kalem....
Mısralarında kendimi buluyorum....
'Yine akşamdır,
Nutku tutulmuştur ufkumuzun.
Gece kâh ayaz kâh cehennemdir.
Kalmışız, gurbettir bu, demdir.
Ne arayan ne soran,
Uyku sarhoşluğudur camlara vuran...'
ferideye abanan aşık
KENDİNE BENİM İÇİN BİR GÜL VER
kendimin ellerinden tutunca
içimden nehirler gibi akmak geliyor
yollara çıkmak,yolculuklara bakmak geliyor
geberesiye içip salaş meyhanelerde
buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor
bak,Palandöken dağlarında karlar erimiş
teknelerde kol kola bahar sulara inmiş
dağlar için,sular için bana bir gül ver
avuttuğum düşler için bana bir gül ver...
yıllarım sırılsıklam yağmurlar giymiş
günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş
dağlar için, sular için bana bir gül ver
avuttuğum düşler için bana bir gül ver
ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım
sen kendinin ellerinden tut
kendine benim için bir gül ver
Yılmaz ODABAŞI
Dışarıda Üşüyen Haziran Kalbimde Hazan
“Uygarlık ve barbarlık kardeştir.”
-Havel-
Dünya sığmıyor insana Havel,
yüzlerdeki, yüreklerdeki maske,
parada kir, suda klor, havada nem,
yüksek borsa, alçak basınç
ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler.
/İnsan, sığmıyor insana Havel! /
Ve her şey:
Şey!
Mesela o takvimler, o günler
her biri şimdi kim bilir neredeler?
Yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler;
bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler.
Bize kalan kurt kapanı sözleşmeler
ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler.
Oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır Havel?
Biz bu kentlerde,
bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile,
şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır
ve dışarıda üşüyen bir haziran;
kalbimde yılların tufanından artık bir hazan.
(Kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)
Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Kanımda nikotin cehennemi;
Kısa kibrit, uzun duman:Yaan!
Yine yaan… Yine yaaaan!
Yan ki yangınlar bile yansın;
haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...
Bırak ağlasın, artık gündüzlerin ışığında aşk,
gecelerin sularında yakamozlar yok
ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara
çamaşır ipleri;
duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri!
Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Dışarıda aşksız aşk, Aids, Hepatit b,
dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller.
Dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi;
ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi
ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın:
İnatla…İnatla gülümsemeyi;
öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi...
(Herkes fanusuna asmış kendini;
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)
D ı ş a r ı d a ü ş ü y e n b i r H a z i r a n.
D ı ş a r ı d a ö l d ü i n s a n.
Ö l d ü i n s a n…
H i ç b i r k i t a b a y a k ı ş m a d a n!
Ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi;
her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi…
Bu yüzden her şey:
Şey!
Havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan;
hepsi bu işte basit, olağan.
Her şey şey’dir;
inandıklarımızdır belki de yalan.
Abarttığımızdır,
kül’dür herkesin payına kalan...
Yılmaz Odabaşı
artık sırrı dökülen aynalardan
herkes eskiyen kendini süpürmelidir...
....
bu yaşamak hiçbir aşka değmiyor!
bu yaşamak yaşamaya değmiyor!
Kirvem, buradan görünmüyor uzun koyaklar;
yine o dağların ardı yâr,
ama vuslat bir uzak diyar.
Dağlar dağıldı, kentler yenildi diyorlar!
Böyle geçip giderken uzun zamanlar,
kimleri unuttuk kimler kalanlar? ....
Bense gençliğimi pazarlıksız
ve hızla geçtiğimden;
bugünler saçlarımla birlikte şiir yazmayı da kısa
kestiğimden,
piç kalmış aşklarla avutup kendimi,
bileklerimde bayat bir intiharın dikiş izleri,
gelip geçmiş yılların diş izleri ömrümde,
neşter ve gül’müş hayat.
Gülüyor...Gülüyor...Gülüyormuşum...
hayatımın şiiri
Teğet
Herkes kırılamaz;
bazen ipince bir dal olmak gerekir
kırılmak için:
Ama dünya kütüklerin…
Ağlayamaz herkes;
ağlayabilecek kadar büyümek gerekir:
Dünya ise küçüklerin…
Sevemez herkes;
bir orman olmak gerekir sevmek için:
Bak ki dünya çöllerin…
Ve vâkur bir damla olmak
dalga için.
Katılmak okyanusa aşk için, isyan için!
Şiirinin zirvesi bence 'Yurtsuz Şiirler'dir...
üşüyen haziran, en sevdiğim şiiri.çok başarılı bulduğum şair.
...
yalnızlığı sevişirken eksiltiyor,eskitiyor
ve eskiyoruz
seviştiğim gece emzirdiğim gecedir
özümü katarım ona;
geceyi kanatırım
gece beni kanatır...
geceyi kanatırız.
gece bizi kanatır
geceler insanlığımız
insanlığımız yalnızlıktır
'Aşk Tek Kişiliktir'kitabından
kendimin ellerinden tutunca
içimden nehirler gibi akmak geliyor
yollara çıkıp
yolculuklara bakmak geliyor
sen kendi ellerinden tut
kendine benim için bir gül ver.....
biz bu kente sığdıkta
bu kentler bize sığmadı asya
bir uğultu ormanı işte akıp gittiğim,bana biraz su verin.her gece yatağını ıslatan ve matematik bilmeyen çocuklar gibi büyüdüğümü biliyorum.daha babalar eksik,çocuklar ıslak.
esmerliklerini ve öpüşmelerini ak döşeklere taşıyor kadınlar; dua ediyor kimileri,tenlerinde lekeler.
işte akşam ve kir aynı hızla büyüyor,eli kınında deliliğimin.bu gece bu kentte,bu kederle bana biraz su verin,yoksa yüzümüz paslanacak.
....
yurtsuz şiirler kitabından.
Abdülselam
Daha aşksız ve kitapsız
lisede
ipince
esmer yürekli bir oğlan
Bu yağmur nerden gelir:
Sular bulanır
Bu çığlık nasıl büyür:
Yürek daralır
Bu kavga ne de bıçkın
Meydan aranır
Aranır Abdülselam
Bilmez bir oğlan
Diyarbakır'ın göğsünde terli bir akşam
Daralan sokaklarda bir yaşamı çaldılar
Abdülselam kardeşimi arkasından vurdular
...
Koştum kan mevsimine erken sarıldım
Bir kanlı geçitte vuruldum kaldım
kimse bilmez
yıllar yılı hep aynı beyazla gezmek nedendi
olsun!
Yirmi yıl seni özleyerek yaşlanmak da güzeldi...
Çünkü sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda çok eski
çok eski bir şarkının adısın...
artık kim sana nasıl ulaşır
öyle bir serüven ki hayat sevgili küçük ırmak
karanlıkta polyannalar
ışıklarda palyaçolar oynaşır.
yılmaz odabaşı
bütün kanamalar umuttan.
herkese tavsiye ederim müthiş kitap
oysa ölünecek birşey yokmuş gidince sen,
yaşanacak birşey olmadığı kadar..............
Bir Aşk Yarası
'beni yalnızlığımda vurdular o gece
kalbimi suyla oydular gece vakti
öldüğümü bile söylemediler...'-A.Erhan-
ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım
yorar şu telaş, şu karmaşa
bir sığınak aranırken şu uğultuda
bir aşk gelir bir yara
bir yara...bir yara daha!
eski bir aşk
yeni bir ayrılıktır her zaman
bunu kuşlar sorar yıldızlar da anlatır
kimse bilmez he canım
bir yara bir ömrü hergün nasıl kanatır...
ben seni hep ayrılıkla anmışım
titreyen ellerimle günlerin buğusuna
adını...hep adını yazmışım
bir aşk gelmiş bir yara
bir yara...bir yara daha!
eski bir aşk
yeni bir ayrılıktır her zaman
bunu kuşlar sorar yıldızlar da anlatır
kimse bilmez he canım
bir yara bir ömrü her gün nasıl kanatır...