Son yıllarda ölüm korkusunu solladı :) Amerika'da yapılan ciddi çalışmaları sıkı sıkıya izleyen ülkemiz kadınları,yontulmuş fındık kadar kalmış burunlarıyla, şişirilip patates görünümlü dudaklarıyla akraba gibi birbirine benzeyedursun,kaçınılmaz sona engel olunamayacak başka başka 'dertlere' nasıl cevap bulunacağı tarafımdan merak konusudur.
Gençlere karşı cephe almakla izah edilebilir... ;) Bu korku öyle bir fobi haline gelir ki özellikle yaşlı bayanlarda her genç ve dinç bir 'genç kız' gördüklerinde titremeyle karışık 'içten içe haset ve kıskançlık yanı sıra 'hayranlık' ile ortaya çıkar. :) Buna kısaca 'çekememezlik' diyoruz halk dilinde sayın seyirciler... Tedavisi ise çok basit kafanızı çevirsinler ya da tatile gidip dinlensinler... Eee, bir de bunca lafın üstüne 'bir bardak soğuk su' içsinler... ;) Smileyyyyyyyyy!
Yavaş yavaş çizikler çoğalıyor ve buruşuyor yüzüm..yakalıyorum bazen aynada..mutlu oluyorum..korkmamak gerek öyle..tabi bana göre hava hoş öyle elden ayaktan düşen bir soydan gelmiyorum..ab-ı hayat efsaneleri vardır bizim diyarlarda dedelerimizin..
ölümle buluşmaya birebir tanık olmak demektir... bazıları bunu farkettikce daha çok korkar bazıları korkularını yenmeyi öğrenir...
kapı herkese açıktır... ölüm korkarak veya korkmadan illaki gelecek...
Ölüm Dörtlüğü ölüm her aklına geldiğinde, ah edip vah edip inleme bu halinle tanrıyı incitmiş olacaksın ecel kapını çaldığı zaman, evi telaşa verme o geldiği zaman sen GİTMİŞ olacaksın....
YAŞLANMA KORKUSU YADA ÖLÜM KORKUSU ÇEKELERE; . 'Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir. Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.' ..................................(Afrika Atasözü)
YAŞLANMA KORKUSU: Canlı olmanın bir bedelide yaşlanmadır, canlı olduğunu kabul eden insan, bunun bir bedeli olan yaşlanmayıda kabul edecektir, korkunun ecele yararı yoktur! ..
herşey bitmek için başlar. her bitiş yeni bier başlangıçtır. vaketi geldiğinde korku diye tabir edilen yaşlanmak başımıza gelecek ve öleceğiz...korkunun ecele faydası yok.
Daima öbürlerinden bir saat evvel başlayan cumartesi günleri, halam için, çok ağır geçtiği ve ayrıca Françoise'sız kalmak dolayısıyla pek de sıkıntılı olduğu halde, o, gene bu günü, zayıf ve meraka müptelâ vücudunun dayanabileceği bütün yeniliklerin ve eğlencelerin bir kaynağı gibi haftanın ta ilk gününden itibaren beklemeye başlardı... Bir insan, ne kadar takatsiz, ne kadar bezgin olursa olsun, gene hayatında büyük bir değişikliğin vukuunu ister; her gün geçip gidenlerden bambaşka bir saatin çalışmasına susamıştır... Bunu, kader ve tesadüflerden kendi enerjileriyle koparamayacak kadar iradesiz veya hiç yoktan icat edemeyecek kadar muhayyilesi kıt olanlar halam gibi, kendilerine tâbi bulunmayan hadiselerde, meselâ bir kazada, postacının getireceği bir mektupta ararlar, bu kaza kendilerini daha kötü bir hale düşürse, bu mektup onlara acı bir haber getirse dahi yeni bir şeyin heyecanını hissetmek pahasına gene razıdırlar... Uzun bir saâdetin, susmuş, kenara bırakılmış bir 'Harp' haline koyduğu gönlün telleri, bir gün gelir, (hattâ hoyrat da olsa, onu koparıp kırsa da) gene bir elin temasıyla ses çıkarabileceği ânın hasretini çekmeye başlar; kendi arzularına, kendi ıstıraplarına engelsiz bir tarzda teslim olmak hakkını nice zorluklarla almış bulunan irade, bir gün gelir, dizginlerini, kahırlı ve çetin de olsa, gene kendini râmeden hâdiselerin eline bırakmak ister... Hiç şüphesiz, halam, en ufak bir yorgunlukla hemen tükeniveren kudretlerini ancak uzun bir rahatlık devrinde, - o da damla damla - tekrar biriktirebildiği için, bu kudretlerin hazinesi yeniden doluncaya kadar aylar geçiyor ve nihayet, bu doluluk hasıl olunca da onu ne yapacağını nasıl kullanacağını, nereye sarf edeceğini bilemiyordu... O vakit, ben eminim ki, halam, - her gün büyük bir zevkle yediği patates püresini, arasıra, gene sütte ezilmiş başka bir patates yemeğiyle değiştirmeye niyet edişi gibi - hep birbirine benzeyen, fakat buna rağmen onu hiç bıktırmamış olan günlerinin kasvetli yığını altından âni bir aile faciasıyla sıyrılıp çıkacağı günü dört gözle bekleyebilirdi; ancak böyle tepeden inmelik getireceğini ummakta olduğu ve tek başına yapmaya bir türlü karar veremediği değişikliği âkıbet yapmak zorunda kalacaktı... Gerçi, o hepimizi candan severdi; bununla beraber, bizim arkamızdan ağlamakta bir nevi zevk duyacağına da emindim... Öyle tahmin ediyorum ki, meselâ, halam, zihninde şöyle bir facianın hayallerini de kurmuş olabilirdi: Bir gün, kendisini iyi hissettiği ve terlediği bir anda, evin içinde bir dehşetli yangın çıkıveriyor; bunun alevleri içinde hepimiz tutuşup kavrulup gidiyoruz; binanın son duvarları da yıkılmak üzeredir; yalnız halam, bir mucize kabilinden tam vaktinde yatağından fırlıyor; çok da yorulup telâşa düşmeden kendini kurtarabiliyor... Böyle bir felâketin sonunda, ikinci sahne şu suretle tecelli edebilirdi: Halam, bizim kaybımızın acısıyla döktüğü gözyaşlarının ve bütün köy nazarında, bu büyük yası, takatten düşmüş, ölüm derecesinde hasta, fakat, daima ayakta, daima metanet ve cesaretle taşıyan bir aile kahramanı mertebesine ermenin keskin lezzetini tadarak bir derin tevekkül devresine girmiş ve hiçbir tereddüde, hiçbir sinir buhranına kapılmaksızın, yazı geçirmek için yanı başında bir çağlayanın aktığı Mirougrain'deki güzel çiftliğine çekilmiştir... Fakat, sayısız iskambil falları esnasında, zihnini işgal eden böyle bir hâdise aslâ vukubulmadığı ve vukubulsa da, belki, ilk anda hakikatin hayalinden geçirdiği şekilde cereyan etmeyeceğini, belki ilk verilen haberin kendisine tahmininden fazla sarsacağını, belki bir takım akla gelmeyen teferruatla bu ölümlerin, bu felâketlerin mücerret ve mantıkî imkânlardan büsbütün aykırı birer korkunç mahiyet alacağını düşünerek hayatını tehlikesizce enteresan hale sokabilecek başka türlü hâdiseler icadına koyulurdu... Meselâ, arada bir, Françoise'ın hırsızlık ettiğine, kendisini aldatmak için bir takım hileler yaptığına ve onu nihayet çalarken yakaladığını hükmederdi... O vakit, - daima tek başına muhayyel bir oyuncuya karşı iskambil oynamaya ve bu oyuncu namına da hareket etmeye alıştığı için - böyle bir hâdise üzerine hem Françoise'ın şaşkın şaşkın özür dileyişlerini, hem de kendisinin ona karşı kızgın ve hareketli azarlarını kendi kendine söylemeye başlardı ve tam bu esnada içimizden biri halamın odasına girecek olsa, onu, kan ter içinde, gözlerinden ateş fışkırır ve takma saçı başından kaymış bir halde bulurdu... Halamın kendisiyle bu müthiş kavgalarını, bu ağır konuşmalarını, Françoise'ın belki de, yan odadan işittiği anlar olmuştur... Ne çare ki, halam, içinden geçen kuruntuları böylece açığa vurmasa onlar bir hayal halinde kalacak ve birer realite mertebesine eremeyecekti... Bazı defa, halama bu tek başına 'yatakta oynadığı tiyatro' da kâfi gelmiyor, bütün piyeslerini sahneye koymak arzusuna düşüyordu... İşte, o vakit, herhangi bir pazar günü, kapıları esrarlı bir surette kapatıyor, Eulalie ile başbaşa kalıyor ve ona Françoise'ın namusundan şüphe ettiğini, kendisine yol vermek niyetinde olduğunu söylüyor ve başka bir defa da Françoise'a Eulalie'nin sadakatsizliğinden şikâyet ederek ona karşı kapıyı kapamanın zamanı geldiğini haber veriyordu; birkaç gün sonra, bir evvelki sırdaşından bıkarak, ona hiyanet edenle bağdaşıyor, bu suretle, aynı piyesin her oynanışında aktörler muttasıl rol değiştirmiş oluyordu... Bir de Eulalie hakkındaki şüpheleri - Eulalie bizim evde oturmadığı için - esaslı bir sebebe dayanamayıp bir saman ateşi gibi çabucak sönüp gittiği halde, Françoise'a karşı beslemek istediği şüpheler bu neviden değildir; halam, gerçi, soğuk alırım korkusuyla, Françoise'a atfettiği bir suçun ispatını bulmak için onun arkasından ta mutfağa kadar inemezse bile onu her halde, daima aynı evde, yani daima elinin altında hissetmekte idi... Yavaş yavaş zihni yalnız, Françoise'ın her dakika istediğini keşfetmek kaygısıyla meşgul olmaya başlamıştı... Bu suretle onun, yüz çizgilerindeki en mânasız kıpırdanışlardan, birbirini tutmayan bazı sözlerinden ve gizler gibi göründüğü bazı arzularından bir takım hükümler çıkarır olmuştu... Arada bir, durup dururken, Françoise'ın benzini sarartan bir sözle, onun maskesini yüzünden çektim diye övünür; yani, zavallı kadının yüreğine bir hançer saplamak suretiyle zalimcesine eğlenirdi... Böyle bir hâdiseyi takip eden bir pazar günü, Eulalie'nin ağzından kaçan herhangi bir söz, halama, şüphelerinde ve zanlarında hakikaten ne kadar geri kaldığını ispat etmiş olur ve bu, halamın önünde yeni doğan bir fenne akıldan geçmeyen bir tetkik sahası açan ve o kıymet verdiren bazı keşifler gibi birdenbire genişleyen bir zan ve tahkik alanı açardı... Eulalie'nin ağzından çıkan söz, meselâ, şu tarzda bir şeydir: 'Şimdi Françoise'ın her halde haberi olmak lâzım gelir ki, siz, kendisine bir araba verdiniz! ' - 'Ne, ben ona bir araba mı vermişim? ' - 'A, bilmem; geçen gün, ben, onu Roussainville pazarına Artaban gibi debdebeyle bir faytona kurulmuş giderken görmüştüm de... Belki, bu arabayı Madam Octave ona vermiştir diye düşündüm...'
Bu suretle, halamla Françoise, avcı ile av gibi birbirlerinin hilelerini, tuzaklarını önlemek için adetâ yarışa girişirlerdi... Annem, Françoise'da, halama karşı tam mânasıyla bir kin uyandıracak diye korkardı; zira, halam onu gittikçe daha merhametsizce hırpalamaktaydı... Herhalde, Françoise, halamın en ufak hareketine, en ufak bir sözüne son derece büyük bir ehemmiyet vermeye başlamıştı; ona bir şey soracağı veya ondan birşey isteyeceği vakit sanki sözüne ne şekil vermek lâzım geldiğini kestiremiyormuş gibi uzun bir tereddüt devresi geçiriyordu ve âkıbet dileğini ifade ettikten sonra, şöyle yan gözle halama bakıyor, yaptığı mürâcaatın tesirini ve vereceği cevabın mahiyetini onun yüzünden anlamaya çabalıyordu... - Nasıl ki, artistin biri, XVII. asır hâtıratını okurken büyük Kral'a yakınlaşmak arzusuna düşerek kendisini çok eski bir familyanın şeceresinden inmiş farzedip de şimdiki Avrupa hükümdarlarından biriyle mektuplaşırken böyle bir iddiadan vazgeçerse - bunun tersine olarak, sırf işsizlikten doğma bir meraklılığa ve hırçınlığa körü körüne yakayı kaptırmış vilâyeti bir ihtiyar kadın da, aklından XIV. Louis'yi hiç geçirmemekle beraber, yataktan kalkmak, yemeğini yemek, istirahâta çekilmek gibi gündelik hayatının birer saray merasimi katılığını almış itiyatlarında, Saint-Simon'un Versailles'deki hayattan bahsederken kullandığı mekanik tâbirinin tam mukabilini bulur; bunun gibi halamın susuşları, keyifli görünüşleri veyahut gözlerinin tepeden bakışları da Françoise üzerinde tıpkı, Versailles'in bir bahçe yolunda, saray halkından biri veya büyük sinyorlardan bir zat tarafından kendisine bir istida takdim edildiği vakit Kral'ın takındığı tavırlar kadar derin ve heybetli bir tesir yapıyordu...
Yaşlanmaktan korkmayanlar öüyorda, yaşlanma korkusu çekenler ölmüyor mu? Sonuçta ölümden korksanızda, korkmasanızda, ölüm zamanı gelip sizi nasılsa bulacaksa, nasılki ölümden korkmaz yersizise, aynı şekilde korksanız[da kormasanızda yıllar aynı geçmesi gereken hızda geçiyor ve geçecek, yaşlanmak kaçınılmaz olacaktır. O zaman korkarak yaşamak niye?
................... Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünüyorsunuz; Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? ................... Cahit Sıtkı TARANCI
Yaşlanamama ihtimali daha korkunç oysa.. İkisindende korkmuyorum, gelsin hayat bildiği gibi..
Son yıllarda ölüm korkusunu solladı :) Amerika'da yapılan ciddi çalışmaları sıkı sıkıya izleyen ülkemiz kadınları,yontulmuş fındık kadar kalmış burunlarıyla, şişirilip patates görünümlü dudaklarıyla akraba gibi birbirine benzeyedursun,kaçınılmaz sona engel olunamayacak başka başka 'dertlere' nasıl cevap bulunacağı tarafımdan merak konusudur.
Gençlere karşı cephe almakla izah edilebilir... ;)
Bu korku öyle bir fobi haline gelir ki özellikle yaşlı bayanlarda her genç ve dinç bir 'genç kız' gördüklerinde titremeyle karışık 'içten içe haset ve kıskançlık yanı sıra 'hayranlık' ile ortaya çıkar. :)
Buna kısaca 'çekememezlik' diyoruz halk dilinde sayın seyirciler...
Tedavisi ise çok basit kafanızı çevirsinler ya da tatile gidip dinlensinler...
Eee, bir de bunca lafın üstüne 'bir bardak soğuk su' içsinler... ;)
Smileyyyyyyyyy!
Yavaş yavaş çizikler çoğalıyor ve buruşuyor yüzüm..yakalıyorum bazen aynada..mutlu oluyorum..korkmamak gerek öyle..tabi bana göre hava hoş öyle elden ayaktan düşen bir soydan gelmiyorum..ab-ı hayat efsaneleri vardır bizim diyarlarda dedelerimizin..
Ölümden korkan insan yaşlanmaktan korkar ve de korkunun ecele faydası yoktur. buyursun sefa gelsin!
ölümle buluşmaya birebir tanık olmak demektir...
bazıları bunu farkettikce daha çok korkar bazıları korkularını yenmeyi öğrenir...
kapı herkese açıktır... ölüm korkarak veya korkmadan illaki gelecek...
Ölüm Dörtlüğü
ölüm her aklına geldiğinde, ah edip vah edip inleme
bu halinle tanrıyı incitmiş olacaksın
ecel kapını çaldığı zaman, evi telaşa verme
o geldiği zaman sen GİTMİŞ olacaksın....
YAŞLANMA KORKUSU YADA ÖLÜM KORKUSU ÇEKELERE;
.
'Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.
Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.
Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.'
..................................(Afrika Atasözü)
Birikmeye başladığında, yaptığını bozmaya gücün olmadığını düşündüğün anda başlıyor... Erdemin arzuyu galebe çaldığı gün başlıyor ihtiyarlık.
zira yaşlılık ve ölüm hastalık değildir...
itina ilen...
her yaşanmış bir sene yeni tecrübedir. yaş günlerindede sona yaklaşmayı kutlarız... yaşlanma korkusu yaşlandıkca gelen birşeydir galiba
YAŞLANMA KORKUSU: Canlı olmanın bir bedelide yaşlanmadır, canlı olduğunu kabul eden insan, bunun bir bedeli olan yaşlanmayıda kabul edecektir, korkunun ecele yararı yoktur! ..
yaşamasını bilene her yaşın güzelliği ayrıdır korkum yok
O benden korksun :))
Ne yani
yaslanmadan
ölmeyi mi tercih ederdiniz?
40 yaşındaki erkek psikolojisi :)
...
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti
...
herşey bitmek için başlar.
her bitiş yeni bier başlangıçtır.
vaketi geldiğinde korku diye tabir edilen yaşlanmak başımıza gelecek ve öleceğiz...korkunun ecele faydası yok.
...
Daima öbürlerinden bir saat evvel başlayan cumartesi günleri, halam için, çok ağır geçtiği ve ayrıca Françoise'sız kalmak dolayısıyla pek de sıkıntılı olduğu halde, o, gene bu günü, zayıf ve meraka müptelâ vücudunun dayanabileceği bütün yeniliklerin ve eğlencelerin bir kaynağı gibi haftanın ta ilk gününden itibaren beklemeye başlardı... Bir insan, ne kadar takatsiz, ne kadar bezgin olursa olsun, gene hayatında büyük bir değişikliğin vukuunu ister; her gün geçip gidenlerden bambaşka bir saatin çalışmasına susamıştır... Bunu, kader ve tesadüflerden kendi enerjileriyle koparamayacak kadar iradesiz veya hiç yoktan icat edemeyecek kadar muhayyilesi kıt olanlar halam gibi, kendilerine tâbi bulunmayan hadiselerde, meselâ bir kazada, postacının getireceği bir mektupta ararlar, bu kaza kendilerini daha kötü bir hale düşürse, bu mektup onlara acı bir haber getirse dahi yeni bir şeyin heyecanını hissetmek pahasına gene razıdırlar... Uzun bir saâdetin, susmuş, kenara bırakılmış bir 'Harp' haline koyduğu gönlün telleri, bir gün gelir, (hattâ hoyrat da olsa, onu koparıp kırsa da) gene bir elin temasıyla ses çıkarabileceği ânın hasretini çekmeye başlar; kendi arzularına, kendi ıstıraplarına engelsiz bir tarzda teslim olmak hakkını nice zorluklarla almış bulunan irade, bir gün gelir, dizginlerini, kahırlı ve çetin de olsa, gene kendini râmeden hâdiselerin eline bırakmak ister... Hiç şüphesiz, halam, en ufak bir yorgunlukla hemen tükeniveren kudretlerini ancak uzun bir rahatlık devrinde, - o da damla damla - tekrar biriktirebildiği için, bu kudretlerin hazinesi yeniden doluncaya kadar aylar geçiyor ve nihayet, bu doluluk hasıl olunca da onu ne yapacağını nasıl kullanacağını, nereye sarf edeceğini bilemiyordu... O vakit, ben eminim ki, halam, - her gün büyük bir zevkle yediği patates püresini, arasıra, gene sütte ezilmiş başka bir patates yemeğiyle değiştirmeye niyet edişi gibi - hep birbirine benzeyen, fakat buna rağmen onu hiç bıktırmamış olan günlerinin kasvetli yığını altından âni bir aile faciasıyla sıyrılıp çıkacağı günü dört gözle bekleyebilirdi; ancak böyle tepeden inmelik getireceğini ummakta olduğu ve tek başına yapmaya bir türlü karar veremediği değişikliği âkıbet yapmak zorunda kalacaktı... Gerçi, o hepimizi candan severdi; bununla beraber, bizim arkamızdan ağlamakta bir nevi zevk duyacağına da emindim... Öyle tahmin ediyorum ki, meselâ, halam, zihninde şöyle bir facianın hayallerini de kurmuş olabilirdi: Bir gün, kendisini iyi hissettiği ve terlediği bir anda, evin içinde bir dehşetli yangın çıkıveriyor; bunun alevleri içinde hepimiz tutuşup kavrulup gidiyoruz; binanın son duvarları da yıkılmak üzeredir; yalnız halam, bir mucize kabilinden tam vaktinde yatağından fırlıyor; çok da yorulup telâşa düşmeden kendini kurtarabiliyor... Böyle bir felâketin sonunda, ikinci sahne şu suretle tecelli edebilirdi: Halam, bizim kaybımızın acısıyla döktüğü gözyaşlarının ve bütün köy nazarında, bu büyük yası, takatten düşmüş, ölüm derecesinde hasta, fakat, daima ayakta, daima metanet ve cesaretle taşıyan bir aile kahramanı mertebesine ermenin keskin lezzetini tadarak bir derin tevekkül devresine girmiş ve hiçbir tereddüde, hiçbir sinir buhranına kapılmaksızın, yazı geçirmek için yanı başında bir çağlayanın aktığı Mirougrain'deki güzel çiftliğine çekilmiştir... Fakat, sayısız iskambil falları esnasında, zihnini işgal eden böyle bir hâdise aslâ vukubulmadığı ve vukubulsa da, belki, ilk anda hakikatin hayalinden geçirdiği şekilde cereyan etmeyeceğini, belki ilk verilen haberin kendisine tahmininden fazla sarsacağını, belki bir takım akla gelmeyen teferruatla bu ölümlerin, bu felâketlerin mücerret ve mantıkî imkânlardan büsbütün aykırı birer korkunç mahiyet alacağını düşünerek hayatını tehlikesizce enteresan hale sokabilecek başka türlü hâdiseler icadına koyulurdu... Meselâ, arada bir, Françoise'ın hırsızlık ettiğine, kendisini aldatmak için bir takım hileler yaptığına ve onu nihayet çalarken yakaladığını hükmederdi... O vakit, - daima tek başına muhayyel bir oyuncuya karşı iskambil oynamaya ve bu oyuncu namına da hareket etmeye alıştığı için - böyle bir hâdise üzerine hem Françoise'ın şaşkın şaşkın özür dileyişlerini, hem de kendisinin ona karşı kızgın ve hareketli azarlarını kendi kendine söylemeye başlardı ve tam bu esnada içimizden biri halamın odasına girecek olsa, onu, kan ter içinde, gözlerinden ateş fışkırır ve takma saçı başından kaymış bir halde bulurdu... Halamın kendisiyle bu müthiş kavgalarını, bu ağır konuşmalarını, Françoise'ın belki de, yan odadan işittiği anlar olmuştur... Ne çare ki, halam, içinden geçen kuruntuları böylece açığa vurmasa onlar bir hayal halinde kalacak ve birer realite mertebesine eremeyecekti... Bazı defa, halama bu tek başına 'yatakta oynadığı tiyatro' da kâfi gelmiyor, bütün piyeslerini sahneye koymak arzusuna düşüyordu... İşte, o vakit, herhangi bir pazar günü, kapıları esrarlı bir surette kapatıyor, Eulalie ile başbaşa kalıyor ve ona Françoise'ın namusundan şüphe ettiğini, kendisine yol vermek niyetinde olduğunu söylüyor ve başka bir defa da Françoise'a Eulalie'nin sadakatsizliğinden şikâyet ederek ona karşı kapıyı kapamanın zamanı geldiğini haber veriyordu; birkaç gün sonra, bir evvelki sırdaşından bıkarak, ona hiyanet edenle bağdaşıyor, bu suretle, aynı piyesin her oynanışında aktörler muttasıl rol değiştirmiş oluyordu... Bir de Eulalie hakkındaki şüpheleri - Eulalie bizim evde oturmadığı için - esaslı bir sebebe dayanamayıp bir saman ateşi gibi çabucak sönüp gittiği halde, Françoise'a karşı beslemek istediği şüpheler bu neviden değildir; halam, gerçi, soğuk alırım korkusuyla, Françoise'a atfettiği bir suçun ispatını bulmak için onun arkasından ta mutfağa kadar inemezse bile onu her halde, daima aynı evde, yani daima elinin altında hissetmekte idi... Yavaş yavaş zihni yalnız, Françoise'ın her dakika istediğini keşfetmek kaygısıyla meşgul olmaya başlamıştı... Bu suretle onun, yüz çizgilerindeki en mânasız kıpırdanışlardan, birbirini tutmayan bazı sözlerinden ve gizler gibi göründüğü bazı arzularından bir takım hükümler çıkarır olmuştu... Arada bir, durup dururken, Françoise'ın benzini sarartan bir sözle, onun maskesini yüzünden çektim diye övünür; yani, zavallı kadının yüreğine bir hançer saplamak suretiyle zalimcesine eğlenirdi... Böyle bir hâdiseyi takip eden bir pazar günü, Eulalie'nin ağzından kaçan herhangi bir söz, halama, şüphelerinde ve zanlarında hakikaten ne kadar geri kaldığını ispat etmiş olur ve bu, halamın önünde yeni doğan bir fenne akıldan geçmeyen bir tetkik sahası açan ve o kıymet verdiren bazı keşifler gibi birdenbire genişleyen bir zan ve tahkik alanı açardı... Eulalie'nin ağzından çıkan söz, meselâ, şu tarzda bir şeydir: 'Şimdi Françoise'ın her halde haberi olmak lâzım gelir ki, siz, kendisine bir araba verdiniz! ' - 'Ne, ben ona bir araba mı vermişim? ' - 'A, bilmem; geçen gün, ben, onu Roussainville pazarına Artaban gibi debdebeyle bir faytona kurulmuş giderken görmüştüm de... Belki, bu arabayı Madam Octave ona vermiştir diye düşündüm...'
Bu suretle, halamla Françoise, avcı ile av gibi birbirlerinin hilelerini, tuzaklarını önlemek için adetâ yarışa girişirlerdi... Annem, Françoise'da, halama karşı tam mânasıyla bir kin uyandıracak diye korkardı; zira, halam onu gittikçe daha merhametsizce hırpalamaktaydı... Herhalde, Françoise, halamın en ufak hareketine, en ufak bir sözüne son derece büyük bir ehemmiyet vermeye başlamıştı; ona bir şey soracağı veya ondan birşey isteyeceği vakit sanki sözüne ne şekil vermek lâzım geldiğini kestiremiyormuş gibi uzun bir tereddüt devresi geçiriyordu ve âkıbet dileğini ifade ettikten sonra, şöyle yan gözle halama bakıyor, yaptığı mürâcaatın tesirini ve vereceği cevabın mahiyetini onun yüzünden anlamaya çabalıyordu... - Nasıl ki, artistin biri, XVII. asır hâtıratını okurken büyük Kral'a yakınlaşmak arzusuna düşerek kendisini çok eski bir familyanın şeceresinden inmiş farzedip de şimdiki Avrupa hükümdarlarından biriyle mektuplaşırken böyle bir iddiadan vazgeçerse - bunun tersine olarak, sırf işsizlikten doğma bir meraklılığa ve hırçınlığa körü körüne yakayı kaptırmış vilâyeti bir ihtiyar kadın da, aklından XIV. Louis'yi hiç geçirmemekle beraber, yataktan kalkmak, yemeğini yemek, istirahâta çekilmek gibi gündelik hayatının birer saray merasimi katılığını almış itiyatlarında, Saint-Simon'un Versailles'deki hayattan bahsederken kullandığı mekanik tâbirinin tam mukabilini bulur; bunun gibi halamın susuşları, keyifli görünüşleri veyahut gözlerinin tepeden bakışları da Françoise üzerinde tıpkı, Versailles'in bir bahçe yolunda, saray halkından biri veya büyük sinyorlardan bir zat tarafından kendisine bir istida takdim edildiği vakit Kral'ın takındığı tavırlar kadar derin ve heybetli bir tesir yapıyordu...
...
Yaşlanmaktan korkmayanlar öüyorda, yaşlanma korkusu çekenler ölmüyor mu?
Sonuçta ölümden korksanızda, korkmasanızda, ölüm zamanı gelip sizi nasılsa bulacaksa, nasılki ölümden korkmaz yersizise,
aynı şekilde korksanız[da kormasanızda yıllar aynı geçmesi gereken hızda geçiyor ve geçecek, yaşlanmak kaçınılmaz olacaktır.
O zaman korkarak yaşamak niye?
...................
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
...................
Cahit Sıtkı TARANCI