3 - Büyük Oyunlar, Amerika Sürgünü, Dönüş ve Berliner Ensemble'nin Kuruluşu (1938-1956)
Brecht'in Avrupa'daki son yılları, epik bir tiyatronun olanaklarını arttırmaya yönelik çabalarla geçer... Epik bir tiyatronun, sahnelemede geliştirilecek teknik yöntemlerin zenginleştirilmesi sorunu olduğu düşüncesinin dışına çıkar ve politik konjonktür ile doğrudan ilişkisi olmayan ama arayışlarının yolunu açan büyük oyunlarını yazmaya başlar... İlki, 'Galilei'nin Yaşamı'dır (1938) . Oyunda, Galilei bilimsel çalışmalarını devam ettirebilmek için taktik bir davranışta bulunan bir kahramandır... Brecht, Galilei'nin kahramanlığını epik bir tutum olarak niteler... Çünkü, duygusal bir karşı çıkışın yerini akıllı bir başkaldırı almıştır... Galilei çağdaşları tarafından korkak olarak nitelenir, ama yaşamayı seçmesi bile başlı başına devrimci bir tutumdur... 'Yaşayarak aslında ortaçağın kuyusunu kazar.'
Epik Tiyatro artık sadece anlatan veya sergileyen tiyatro değildir... Epik Tiyatro'nun sorumluluğu epik insanın oluşumuna katkıdır... Öyle bir oyun sergilemeli ki, 'tiyatro yine tiyatro' olsun insanlar eğlenmeye gelsin ama bu eğlence başlı başına bir öğrenme olsun... Mizaha başvurulduğunda, yabancılaştırma başlı başına bir eğlencedir... Çağın insanı da en çok bu eğlenceden yoksundur, tiyatroda estetik sorunu artık alternatif bir eğlence tarzının keşfedilmesidir... Böylece, yabancılaştırma yeniden tanımlanır: 'İnsanlara toplumsal ilişkilerin değişebilirliğini ima eden bir yaklaşımdır, oyunun yapısına nüfuz etmediğinde bütün çabalar boşunadır.'
Oyunun yapısına nasıl nüfuz eder? Konu ettiği öyküyü kendi şizofrenisi içinde kurgulayarak... Brecht, bunu kendi oyunlarında iki yoldan gerçekleştirir... Birincisi, merkeze alınan bir karakteri bölünmüşlük içinde sergileyerek: 'Puntilla ve Matti' (1941) , 'Sezuan'ın İyi İnsanı' (1941) . Sarhoşken pırlanta gibi bir insan olan Puntilla, ayıkken zalim bir toprak ağasıdır... 'Hangi durum onun için zararlı bir tutumdur', ya da 'Hangi yönü onun için hayırlıdır? ' yanıtı belirsiz bırakılır... Sarhoşken, iyilikseverdir... Yoksullara, acizlere yardım eder... Ne var ki, ayıkken de, dünyanın en kötü insanıdır... Çevresindekilere zarar verir, uşağını, işçilerini zalimâne çalıştırır... Brecht, öyle bir dünyayı ima eder ki, insani değerlerden yoksunluk bir girişimciliktir, ama insani değerlere bireysel bir dönüş, bir tür 'Johanna olma arzusu' bu girişimcilik karşısında alternatif değildir... Çünkü, iyilikte bulunulacak insanlar bu dünyaya muhalif değildir ve iyilikten yararlanma eğilimleri bir tür yağmalamadır... Aynı tema daha belirgin bir şekilde, Sezuan'ın İyi İnsanı'nda Shen Te'de de işlenir... İyi insan ile kötü ama 'tüccar' insan Shen Te'de bir bölünmüşlük içerir... Hiçbir zaman içiçe geçemeyen bu bölünmüşlük, Brecht'in yaşadığı çağı 'soyutlama yoluyla' bir eleştirisidir... Şizofreni, karşısına yine bir şizofreni çıkarılarak eleştirilir... Seyirci, olay hakkında nesnel yargıya varabilecek yaşadığı hayatın şizofrenisinden arındırılmış bir insan değil, kendi şizofrenisine tanık olan bir Puntilla veya Shen Te'dir... Artık yabancılaştırma olumsuzun olumsuzlanması olamaz, çünkü bir yanılsamayı da gereksinir... Bu yanılsama karakterin hangi yönüdür; Johanna'lığı mı, tüccarlığı mı? Yoksa, ikisi birden mi? Yanıtı oyun boyunca değişir...
Brecht'in yararlandığı ikinci yol, olayın kendisinin bir tür şizofreni içerdiği oyunlar kurgulamaktır: Cesaret Ana ve Çocukları (1939) , Simone Machard'ın Düşleri (1942) , Kafkas Tebeşir Dairesi (1944) .
Cesaret Ana ve Çocukları ise, bu dönemin en ustalıklı oyunlarındandır... Brecht, bu oyununda Otuzyıl Savaşları'nda seyyar tüccarlık yapan ve askerler tarafından Cesaret Ana lakabı takılan biri kız, üç çocuk sahibi bir kadının heyecan dolu maceralarından yararlanır... Anne'yi, çocuklarını ve öykünün arka planındaki Otuzyıl Savaşları'nı alır, kendi öyküsüne uyarlayarak, farklı bir tarihsel koşulda kendi döneminin bir modelini oluşturur... Küçük bir insanın savaştan kâr etme arzusu hikaye edilir... Cesaret Ana çocuklarını kaptırmadan savaştan payına düşeni ister... Ama çocuklarını teker teker yitirir... 'Felaketler hiçbir zaman öğretici olmamıştır ve küçük insanlar asla büyüklerin çorbasından içememiştir.' Bir savaştan çıkıp, koştura koştura diğerine giden cesaret anaların bir eleştirisidir bu oyun... Cesaret Ana yanılsama içinde davrandıkça, onun yanılsamasına tanık olan seyircinin farklı bir davranışı tasarlayabilmesi beklenir... Kaçınılmaz olarak, empatiden de yararlanılır... Çünkü, seyirci, oturduğu koltukta dahi aynı yanılsamayı paylaşmaktadır... Ancak, tanık olmanın verdiği konumsal farklılık sayesinde empatisi yer yer bir kızgınlığa, Cesaret Ana ile beraber davranmaya değil, ama onu yola getirmeye tahrik eden bir ortaklığa dönüşebilir... Tanık olmanın verdiği konumsal farklılık yine bir duygu ortaklığından yola çıkar, ancak etkileri farklılaşır, tiyatro yine bir tiyatrodur ama etkileri farklılaşır...
Artık Brecht, 'Özdeşleme yerine yabancılaştırma' sloganıyla açıklanamaz... Özdeşleşme yerini, oyundaki karakterlerin ve onları seyredenlerin 'İdeolojik ortaklığı'na bırakır... Yabancılaştırma ise, bu ortaklık içerisinden hareket eder ve ortaklardan birinin diğeri ile yüzleşmesine olanak vererek, karşısına şizofrenik bir suret çıkarmakla gerçekleşir, çözücü bir etki oluşturmaya çalışır...
Kafkas Tebeşir Dairesi'ne gelince Brecht oyunu Broadway canlılığı ile sergilenen ama Broadway karşıtı bir dramatürji anlayışı içeren bir oyun olarak niteler... Revülerden, müzikallerden, sitilizasyonlardan yararlanılabileceğini, zaten oyunun da bu havada yazıldığını, ancak asla bir Broadway prodüksiyonuna dönüşmemesi gerektiğini savunur... Kafkas Tebeşir Dairesi, Brecht'in en uzun oyunudur ve asıl öyküden bağımsız bir çok öyküyü içerir... Oyun, Cesaret Ana'dan ve diğer oyunlarından çok farklı bir yapı içerir... Yine farklı bir tarihsel dönemde model oluşturma çabası vardır... Ancak, bu model evrensel bir nitelik taşır; iyilik, dürüstlük, özveri, mülkiyet gibi 'insanlık değerlerinin', çok farklı karşılıklar bulabildiği bir 'masal'dan hareket ederek birliksiz, bütünlüksüz, episodik bir dünya sergilenir... Çelişkileriyle yaşayabilen ama bir katlanma veya ızdırap durumu yerine mücadeleyi kişilik edinen bir insan tipi ima edilir... Grusha, çocuğun hayatını kurtarma derdine düştükçe kendisininkini riske atar; üretkenliği onu kendi yıkımına sürükler... Adalet onda hem bir suçluyu, hem bir kurtarıcıyı görür... Fukaralığı çocuk için bir tehlikedir ve çocuk bu fukaralığı kışkırtır... Çocuk için zorunlu bir evlilik yapar ama bu evlilik sevgilisi için bir ihanet olabilir... Azdak, öyküyü dinleyenleri hayalkırıklığına sürüklemeyen bir karar verebilir... Yine de, kararı başkaları için bir hayalkırıklığıdır (yasal adalet, asil anne) . Azdak çocuğu yetiştiren anneyi gerçek anne ilân eder ama erdeminden degil... Çocuğun çıkarlarıyla, Grusha'nin çıkarları artık bir olduğu için... Mutlu son yoktur... Oyun, ön-oyunda ortaya atılan bir erdemin, tarihsel ve imgesel bir düzenleme (setting) içerisinde olabilirliğini (practicibility) hatta evrimini sergiler... Hiçbir şey kanıtlama derdinde değildir... Seyirciler öyküde geçen herhangi bir insan olabilirler... Bütünlüklü dünyaları, değerlerinin çelişik karşılıklar bulduğu episodik bir dünyada çözülmeye terkedilir... Artik, ne, 'epik tiyatro' tanımından bahsedilebilir, ne de, 'bilim çağı tiyatrosu' tanımından: Tiyatro, diyalektik olmak zorundadır...
Brecht, 1949'da Doğu Berlin'e yerleşir ve eşi Helena Weigel birlikte, sosyalist yönetimin finanse ettiği kendi tiyatrosunu açar: Berliner Ensemble. Açılış, 'Puntlla ve Matti' ile gerçekleşir... Berliner Ensemble, sırasıyla 'Ana', Shakespeare'den 'Coriloanus' (1951) , 'Kafkas Tebeşir Dairesi', 'Cesaret Ana' oyunlarını sergiler ve turnelere çıkar...
14 Ağustos 1956'da, hem iki yeni oyun projesi hem de İngiltere turnesi için 'Cesaret Ana' reprodüksiyonu üzerinde çalışırken, Brecht bir kalp krizi geçirir ve ölür... Ancak geriye koca bir miras bırakır; siyasal bir tiyatro...
Türk Edebiyatı'nda Batı anlamında tiyatronun ilk adımının Tanzimat Dönemi'nde atılmış olduğu bilinir... Fransız Tiyatrosu'nu örnek alan bu tiyatro, benzetmeci tiyatro anlayışının içinde kalan Dramatik Tiyatro'yu benimsiyordu...
Benzetmeci Tiyatronun bizdeki yüzelli yıllık geçmişi düşünüldüğünde, Brecht'in yapıtlarının çoğu çevrilmiş, sahnelenmiş olmasına karşın; O'nun tiyatrosunun benzetmecilik geleneğinden arınmış bir düşünce tiyatrosu olduğunun özümsendiği söylenemez...
Brecht'in oyunlarının dramatik bir anlayışla sahnelenmesi yapılan yanlışların başında gelir... Özellikle tek bir kişinin çevresinde odaklaşan oyunlarında bu durumla karşılaşılır... Sahnelenişte yapılan bir diğer yanlış, oyunun öğretici yanının aşırı derecede vurgulanmasıdır... 1960'larda Brecht tiyatro yaşamımıza girdiğinde, devrimci tiyatro anlayışı modaydı... Böyle olduğu için de oyunların öğretici işlevi üzerine önemle duruluyordu... Bu anlayış Brecht'i yer yer slogan tiyatrosuna dönüştüren oyunlar sergilenmesine neden oluyordu...
Brecht oyunlarının yanlış yorumlanmasında çevirilerin payından da söz etmek gerekir... Çevirilerde dikkati çeken hemen hemen tümünün aşırı bağımsız oluşudur... Bunun nedenleri üç noktada toplanabilir:
*Çevirilerde sahne dilinin göz önünde tutulması, başka bir deyişle Türkiye izleyicisinin kolay anlayacağı bir dilin benimsenmiş olması...
*Yazarların kendi dil ve anlatım biçimlerini zorlaması...
*Çevirilerin bir çoğunun aslından değil, İngilizce ya da Fransızca'dan yapılmış olması...
Brecht'in Yabancılaştırma Tiyatrosu; Vasıf Öngören ve Haldun Taner
1960'lardan bu yana yerli oyun yazarlarımızın da dramatik tiyatro anlayışının sınırlarını aşan yeni arayışlara yöneldiklerini görürüz... Bu bağlamda ülkemizde gösterilen ilk epik tiyatro denemeleri olarak Vasıf Öngören'in 'Asiye Nasıl Kurtulur? 'u ve Haldun Taner'in 'Keşanlı Ali Destanı' üzerinde durulabilir... Vasif Öngören'in oyununda kadının sömürülmesi sorunu koşullar geregi fahişe olan genç bir kızın yaşamından alınan kesitlerle irdelenir... Asiye'nin çocukluğu, öğrenciliği, fabrikadaki yaşamı, işten çıkarılışı, sokağa düşüş vb. olaylar bir zincirin halkaları gibi ufak ufak sahnelerle verilmiştir... Her sahne üzerinde ayrıntılı bir tartışmayı içeren ara sahnelerde anlatıcı olarak fuhuşla mücadele derneğinden bir kadının konuşmalarını izleriz... Kadının Asiye'yi kurtarmak için getirdiği her öneri bir sonraki sahnede denenir fakat hiç biri sonuç vermez... En sonunda Asiye de kurtuluşunun bedelini yeni Asiyeler yetiştirerek ödeyecektir... Oyunun geneline bakarsak Brecht'in etkisinin yoğunlukla görüldügü söylenilebilir... Bu etkiden temel iki nokta çevresinde söz edebiliriz;
*Olayın kurgusunda: Asiye'nin yaşamını anlatan tek tek sahneler tek başına düşünüldüğünde oyun için benzetmeci tiyatro geleneğini sürdürüyor denilebilir... Fakat anlatıcının devreye girdiği tartışma sahneleri oyunu dışardan değerlendiren bölümlerdir ve oyunu dramatik olmaktan uzaklaştırır...
*Dilin kullanımında: Brecht'in oyunlarında dil iletilmek istenen düşüncenin hizmetinde bir yabancılaştırma etkisi işlevi taşır... Vasıf Öngören'de bunun bütünüyle var olduğunu söyleyemeyiz... Tartışma sahneleri ve şarkılar oyuna bir eklenti gibi dursa da, bu bölümlerde dilin yukarıda anlatıldığı gibi kullanılabildiğini söyleyebiliriz...
Sonuçta, Vasıf Öngören'in Brecht'in tiyatrosuna özgü bazı biçimsel özellikleri aldığını fakat bunları benzetmeci tiyatro geleneğiyle bağdaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz...
Haldun Taner'e baktığımızda ise, O'nun benzetmeci tiyatro geleneğinden uzaklaşarak, bize özgü bir yabancılaştırma tiyatrosu kurmanın yollarını aradığını söyleyebiliriz...
Keşanlı Ali Destanı'nda Haldun Taner, geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yorumlama, biçimlendirme anlamında önemli bir adım atar... Taner, halk tiyatrosunun göstermeci özelliklerinden yararlanarak çok çarpıcı bir sorunu gündeme getirir: Otoriteye bağımlılık. Bir gecekondu ortamında kendilerine bir kahraman miti yaratmak isteyenler bizim halkımızı temsil eder... Oyundaki yan temalar, Yusuf ile Zilha'nın aşkı, gecekonduluyla zenginin karşılaştırılması, bürokrasi, rüşvet, dolandırıcılık üzerine kurulmuş çarpık bir politik çarkın gösterilmesidir...
Kişiler, oyunun başında kendilerini müzik eşliğinde tanıtırlar... Orta oyununda olduğu gibi, karikatürleştirilmiş, kurmaca figürlerdir... Halk tiyatrosuna özgü olan bu özellikler çağdaş tiyatroyu belirleyen türlü yabancılaştırma etkileriyle, örneğin bir sonraki sahnenin özetini veren ve yazarın bu sahneye ilişkin yorumunu içeren koro ve oyun oynama olgusunu vurgulayan bir dekorla bütünleştirilmiştir...
İlk yorumu: 1790, Frankfurt... Partisyonun üzerindeki tarihten, senfoninin 1788 yılının 25 Temmuz günü tamamlandığını anlıyoruz... Mozart, Viyana'nın sayfiyesi Währing'dedir, para sıkıntısı içindedir, altı aylık kızı birkaç hafta önce ölmüştür... Bütün bunların getirdiği bunalım, karamsarlık ve üzüntü, Sol minör Senfoni'ye yansımış, yapıtın bazı müzik uzmanlarınca trajik, Patetik ya da Romantik gibi adlarla tanımlanmasına yol açmıştır...
...
4. Bölüm oldukça çabuk (Allegro assai) tempoda, 4/4'lük ölçüde, Sol minör tonda senfoninin tüm karanlık güçlerini tutkuyla birleştiren bir tavırla başlar... Bu, aynı zamanda, huzursuz ana temanın ilk bölmesini Beethoven 5. Senfoni'sinin scherzo'sunda kullanmıştır... Müzik yazarı Otto Schumann bu bölümü 'sanki tüm şeytanlar serbest kalmış' diye tanımlar... Bu karışık ortamda ikinci tema yine donuk ve hüzünlü bir aydınlıkla doğarsa da, havayı sakinleştiremez... Yine güçlü (forte) olarak seslendirilen gelişimde de duyulan şeytanî ve enerjik gücün bitime kadar senfoniye egemenliği engellenemez...
kuşkularla yaşamayı kabulleniş sürecinde berdevâm eder vehmin saltanatı…
Vehim, davetsiz bir misafir gibi ansızın geliverir; gelir de hoş gelmez, eli de boş gelmez, varolmayan türlü kuşkuları getirip saplayıverir beynimize… beynimizin her kıvrımında dolaşmasına müsâde ettiğimiz vakit, fikrimizden geçenlere leke vuracak ve neticede bilinçlerimizi vehmin esaretinden arındıramadığımız sürece mağlûbiyet kaçınılmaz olacaktır… Zirâ, kuşkuların beynimize örümcek ağı kurmasına izin verdiğimiz ân vehmin hükmünden kurtulmak ne yazık ki imkânsız olacaktır…
İrâdeye iş düşüyor bu noktada… kuruntuları doğuran sebeplere karşı direnç göstererek, kalben vehme meyil vermeden kuşkuları ortadan kaldırmak, vehimden doğan saltanatı ‘hayır’ deyip reddetmekle darmadağın etmek, varolmayan düşünceleri (kuşkuları) bilinçlerimizden silerek zihnimizi vehmin tesirinden kurtarmak elimizde…
- Çeşitli frekans aralıkları var... Radyasyon etkisi olan Beta, Gama, Alfa ışınları... Aynı zamanda kanserojen...
- Frekans eksenine oturttuğun zaman 0 ile 300 GHertz arasında olanlar iyonize edici değildir... Burada 300'ün üzerinde olanlar iyonize edici, radyasyon, alfa, beta, gama ışımaları... Yani bunlar bizim için iyonize edici... Neden? Enerjisi çok yüksek! Ne yapıyor yüksek enerji? Vücuttaki SU molekülünü parçalıyor! Radikaller oluşturuyor ve dolayısiyle; oksijeni biz seviyoruz ya; oksijen o kadar sevilecek bir şey değil... Kanserojen etkisi var! O oksijenin radikali, hidrojen peroksit oluşmasına sebep oluyor, o radikal de nereye gitse herhangi bir hücredeki DNA'yı kırıyor...
decal: design that is printed on specially prepared paper to form a film that can be transferred to any surface... Such films are widely used for decorating and labeling any objects that cannot be run through a press...
Vehmin hükümran olduğu bireyler en çok zararı kendilerine verirler..kendileriyle yaşamak ne kadar da güçtür onlar için..etraflarına hep olumsuz ve negatif bir enerji yayarlar..tedavisi bireyde biter,oldukça uzun ve çetin bir yol bekler onları..imanı güçlendirmekle ve yatırımı pozitif düşünceye yapmakla iş kolaylaşır..
...
Samuel Coleridge-Taylor (1875 - 1912) 'The Black Mahler'
Antonio 'Casimir' Cartellieri (1772 - 1802)
Samuel Taylor Coleridge (1772 -1834)
...
Max Bruch - Kol Nidrei (1881)
...
George Berkeley (12.3.1685 - 1753)
Aaron Eckhart (12.3.1968 - 'Two-Face' 'Bill'
Dimitri Terzakis (12.3.1938 - 'Hermes'
M.K. (12.3.1881 - 1938)
Titus Welliver (12.3.1961 -
Rita Angus (12.3.1908 -1970) 'Self-portrait - 1966'
İdris I (12.3.1890 - 25.5.1983)
...
...
- Bill! Bill! Bill!
- M'lord!
- Yes... 'Tis Emilia... Let me the curtains draw...
(A Double Life)
Marc Chagall - Big Sun (1958)
'Touch of Evil' (1958)
Orson Welles
The Beatles - Doctor Robert...
Sunday 11th September 1966, Evening...
'Paul is Dead'
3 - Büyük Oyunlar, Amerika Sürgünü, Dönüş ve Berliner Ensemble'nin Kuruluşu (1938-1956)
Brecht'in Avrupa'daki son yılları, epik bir tiyatronun olanaklarını arttırmaya yönelik çabalarla geçer... Epik bir tiyatronun, sahnelemede geliştirilecek teknik yöntemlerin zenginleştirilmesi sorunu olduğu düşüncesinin dışına çıkar ve politik konjonktür ile doğrudan ilişkisi olmayan ama arayışlarının yolunu açan büyük oyunlarını yazmaya başlar... İlki, 'Galilei'nin Yaşamı'dır (1938) . Oyunda, Galilei bilimsel çalışmalarını devam ettirebilmek için taktik bir davranışta bulunan bir kahramandır... Brecht, Galilei'nin kahramanlığını epik bir tutum olarak niteler... Çünkü, duygusal bir karşı çıkışın yerini akıllı bir başkaldırı almıştır... Galilei çağdaşları tarafından korkak olarak nitelenir, ama yaşamayı seçmesi bile başlı başına devrimci bir tutumdur... 'Yaşayarak aslında ortaçağın kuyusunu kazar.'
Epik Tiyatro artık sadece anlatan veya sergileyen tiyatro değildir... Epik Tiyatro'nun sorumluluğu epik insanın oluşumuna katkıdır... Öyle bir oyun sergilemeli ki, 'tiyatro yine tiyatro' olsun insanlar eğlenmeye gelsin ama bu eğlence başlı başına bir öğrenme olsun... Mizaha başvurulduğunda, yabancılaştırma başlı başına bir eğlencedir... Çağın insanı da en çok bu eğlenceden yoksundur, tiyatroda estetik sorunu artık alternatif bir eğlence tarzının keşfedilmesidir... Böylece, yabancılaştırma yeniden tanımlanır: 'İnsanlara toplumsal ilişkilerin değişebilirliğini ima eden bir yaklaşımdır, oyunun yapısına nüfuz etmediğinde bütün çabalar boşunadır.'
Oyunun yapısına nasıl nüfuz eder? Konu ettiği öyküyü kendi şizofrenisi içinde kurgulayarak... Brecht, bunu kendi oyunlarında iki yoldan gerçekleştirir... Birincisi, merkeze alınan bir karakteri bölünmüşlük içinde sergileyerek: 'Puntilla ve Matti' (1941) , 'Sezuan'ın İyi İnsanı' (1941) . Sarhoşken pırlanta gibi bir insan olan Puntilla, ayıkken zalim bir toprak ağasıdır... 'Hangi durum onun için zararlı bir tutumdur', ya da 'Hangi yönü onun için hayırlıdır? ' yanıtı belirsiz bırakılır... Sarhoşken, iyilikseverdir... Yoksullara, acizlere yardım eder... Ne var ki, ayıkken de, dünyanın en kötü insanıdır... Çevresindekilere zarar verir, uşağını, işçilerini zalimâne çalıştırır... Brecht, öyle bir dünyayı ima eder ki, insani değerlerden yoksunluk bir girişimciliktir, ama insani değerlere bireysel bir dönüş, bir tür 'Johanna olma arzusu' bu girişimcilik karşısında alternatif değildir... Çünkü, iyilikte bulunulacak insanlar bu dünyaya muhalif değildir ve iyilikten yararlanma eğilimleri bir tür yağmalamadır... Aynı tema daha belirgin bir şekilde, Sezuan'ın İyi İnsanı'nda Shen Te'de de işlenir... İyi insan ile kötü ama 'tüccar' insan Shen Te'de bir bölünmüşlük içerir... Hiçbir zaman içiçe geçemeyen bu bölünmüşlük, Brecht'in yaşadığı çağı 'soyutlama yoluyla' bir eleştirisidir... Şizofreni, karşısına yine bir şizofreni çıkarılarak eleştirilir... Seyirci, olay hakkında nesnel yargıya varabilecek yaşadığı hayatın şizofrenisinden arındırılmış bir insan değil, kendi şizofrenisine tanık olan bir Puntilla veya Shen Te'dir... Artık yabancılaştırma olumsuzun olumsuzlanması olamaz, çünkü bir yanılsamayı da gereksinir... Bu yanılsama karakterin hangi yönüdür; Johanna'lığı mı, tüccarlığı mı? Yoksa, ikisi birden mi? Yanıtı oyun boyunca değişir...
Brecht'in yararlandığı ikinci yol, olayın kendisinin bir tür şizofreni içerdiği oyunlar kurgulamaktır: Cesaret Ana ve Çocukları (1939) , Simone Machard'ın Düşleri (1942) , Kafkas Tebeşir Dairesi (1944) .
Cesaret Ana ve Çocukları ise, bu dönemin en ustalıklı oyunlarındandır... Brecht, bu oyununda Otuzyıl Savaşları'nda seyyar tüccarlık yapan ve askerler tarafından Cesaret Ana lakabı takılan biri kız, üç çocuk sahibi bir kadının heyecan dolu maceralarından yararlanır... Anne'yi, çocuklarını ve öykünün arka planındaki Otuzyıl Savaşları'nı alır, kendi öyküsüne uyarlayarak, farklı bir tarihsel koşulda kendi döneminin bir modelini oluşturur... Küçük bir insanın savaştan kâr etme arzusu hikaye edilir... Cesaret Ana çocuklarını kaptırmadan savaştan payına düşeni ister... Ama çocuklarını teker teker yitirir... 'Felaketler hiçbir zaman öğretici olmamıştır ve küçük insanlar asla büyüklerin çorbasından içememiştir.' Bir savaştan çıkıp, koştura koştura diğerine giden cesaret anaların bir eleştirisidir bu oyun... Cesaret Ana yanılsama içinde davrandıkça, onun yanılsamasına tanık olan seyircinin farklı bir davranışı tasarlayabilmesi beklenir... Kaçınılmaz olarak, empatiden de yararlanılır... Çünkü, seyirci, oturduğu koltukta dahi aynı yanılsamayı paylaşmaktadır... Ancak, tanık olmanın verdiği konumsal farklılık sayesinde empatisi yer yer bir kızgınlığa, Cesaret Ana ile beraber davranmaya değil, ama onu yola getirmeye tahrik eden bir ortaklığa dönüşebilir... Tanık olmanın verdiği konumsal farklılık yine bir duygu ortaklığından yola çıkar, ancak etkileri farklılaşır, tiyatro yine bir tiyatrodur ama etkileri farklılaşır...
Artık Brecht, 'Özdeşleme yerine yabancılaştırma' sloganıyla açıklanamaz... Özdeşleşme yerini, oyundaki karakterlerin ve onları seyredenlerin 'İdeolojik ortaklığı'na bırakır... Yabancılaştırma ise, bu ortaklık içerisinden hareket eder ve ortaklardan birinin diğeri ile yüzleşmesine olanak vererek, karşısına şizofrenik bir suret çıkarmakla gerçekleşir, çözücü bir etki oluşturmaya çalışır...
Kafkas Tebeşir Dairesi'ne gelince Brecht oyunu Broadway canlılığı ile sergilenen ama Broadway karşıtı bir dramatürji anlayışı içeren bir oyun olarak niteler... Revülerden, müzikallerden, sitilizasyonlardan yararlanılabileceğini, zaten oyunun da bu havada yazıldığını, ancak asla bir Broadway prodüksiyonuna dönüşmemesi gerektiğini savunur... Kafkas Tebeşir Dairesi, Brecht'in en uzun oyunudur ve asıl öyküden bağımsız bir çok öyküyü içerir... Oyun, Cesaret Ana'dan ve diğer oyunlarından çok farklı bir yapı içerir... Yine farklı bir tarihsel dönemde model oluşturma çabası vardır... Ancak, bu model evrensel bir nitelik taşır; iyilik, dürüstlük, özveri, mülkiyet gibi 'insanlık değerlerinin', çok farklı karşılıklar bulabildiği bir 'masal'dan hareket ederek birliksiz, bütünlüksüz, episodik bir dünya sergilenir... Çelişkileriyle yaşayabilen ama bir katlanma veya ızdırap durumu yerine mücadeleyi kişilik edinen bir insan tipi ima edilir... Grusha, çocuğun hayatını kurtarma derdine düştükçe kendisininkini riske atar; üretkenliği onu kendi yıkımına sürükler... Adalet onda hem bir suçluyu, hem bir kurtarıcıyı görür... Fukaralığı çocuk için bir tehlikedir ve çocuk bu fukaralığı kışkırtır... Çocuk için zorunlu bir evlilik yapar ama bu evlilik sevgilisi için bir ihanet olabilir... Azdak, öyküyü dinleyenleri hayalkırıklığına sürüklemeyen bir karar verebilir... Yine de, kararı başkaları için bir hayalkırıklığıdır (yasal adalet, asil anne) . Azdak çocuğu yetiştiren anneyi gerçek anne ilân eder ama erdeminden degil... Çocuğun çıkarlarıyla, Grusha'nin çıkarları artık bir olduğu için... Mutlu son yoktur... Oyun, ön-oyunda ortaya atılan bir erdemin, tarihsel ve imgesel bir düzenleme (setting) içerisinde olabilirliğini (practicibility) hatta evrimini sergiler... Hiçbir şey kanıtlama derdinde değildir... Seyirciler öyküde geçen herhangi bir insan olabilirler... Bütünlüklü dünyaları, değerlerinin çelişik karşılıklar bulduğu episodik bir dünyada çözülmeye terkedilir... Artik, ne, 'epik tiyatro' tanımından bahsedilebilir, ne de, 'bilim çağı tiyatrosu' tanımından: Tiyatro, diyalektik olmak zorundadır...
Brecht, 1949'da Doğu Berlin'e yerleşir ve eşi Helena Weigel birlikte, sosyalist yönetimin finanse ettiği kendi tiyatrosunu açar: Berliner Ensemble. Açılış, 'Puntlla ve Matti' ile gerçekleşir... Berliner Ensemble, sırasıyla 'Ana', Shakespeare'den 'Coriloanus' (1951) , 'Kafkas Tebeşir Dairesi', 'Cesaret Ana' oyunlarını sergiler ve turnelere çıkar...
14 Ağustos 1956'da, hem iki yeni oyun projesi hem de İngiltere turnesi için 'Cesaret Ana' reprodüksiyonu üzerinde çalışırken, Brecht bir kalp krizi geçirir ve ölür... Ancak geriye koca bir miras bırakır; siyasal bir tiyatro...
Brecht'in Türk Tiyatrosu Üzerindeki Etkileri
Türk Edebiyatı'nda Batı anlamında tiyatronun ilk adımının Tanzimat Dönemi'nde atılmış olduğu bilinir... Fransız Tiyatrosu'nu örnek alan bu tiyatro, benzetmeci tiyatro anlayışının içinde kalan Dramatik Tiyatro'yu benimsiyordu...
Benzetmeci Tiyatronun bizdeki yüzelli yıllık geçmişi düşünüldüğünde, Brecht'in yapıtlarının çoğu çevrilmiş, sahnelenmiş olmasına karşın; O'nun tiyatrosunun benzetmecilik geleneğinden arınmış bir düşünce tiyatrosu olduğunun özümsendiği söylenemez...
Brecht'in oyunlarının dramatik bir anlayışla sahnelenmesi yapılan yanlışların başında gelir... Özellikle tek bir kişinin çevresinde odaklaşan oyunlarında bu durumla karşılaşılır... Sahnelenişte yapılan bir diğer yanlış, oyunun öğretici yanının aşırı derecede vurgulanmasıdır... 1960'larda Brecht tiyatro yaşamımıza girdiğinde, devrimci tiyatro anlayışı modaydı... Böyle olduğu için de oyunların öğretici işlevi üzerine önemle duruluyordu... Bu anlayış Brecht'i yer yer slogan tiyatrosuna dönüştüren oyunlar sergilenmesine neden oluyordu...
Brecht oyunlarının yanlış yorumlanmasında çevirilerin payından da söz etmek gerekir... Çevirilerde dikkati çeken hemen hemen tümünün aşırı bağımsız oluşudur... Bunun nedenleri üç noktada toplanabilir:
*Çevirilerde sahne dilinin göz önünde tutulması, başka bir deyişle Türkiye izleyicisinin kolay anlayacağı bir dilin benimsenmiş olması...
*Yazarların kendi dil ve anlatım biçimlerini zorlaması...
*Çevirilerin bir çoğunun aslından değil, İngilizce ya da Fransızca'dan yapılmış olması...
Brecht'in Yabancılaştırma Tiyatrosu; Vasıf Öngören ve Haldun Taner
1960'lardan bu yana yerli oyun yazarlarımızın da dramatik tiyatro anlayışının sınırlarını aşan yeni arayışlara yöneldiklerini görürüz... Bu bağlamda ülkemizde gösterilen ilk epik tiyatro denemeleri olarak Vasıf Öngören'in 'Asiye Nasıl Kurtulur? 'u ve Haldun Taner'in 'Keşanlı Ali Destanı' üzerinde durulabilir... Vasif Öngören'in oyununda kadının sömürülmesi sorunu koşullar geregi fahişe olan genç bir kızın yaşamından alınan kesitlerle irdelenir... Asiye'nin çocukluğu, öğrenciliği, fabrikadaki yaşamı, işten çıkarılışı, sokağa düşüş vb. olaylar bir zincirin halkaları gibi ufak ufak sahnelerle verilmiştir... Her sahne üzerinde ayrıntılı bir tartışmayı içeren ara sahnelerde anlatıcı olarak fuhuşla mücadele derneğinden bir kadının konuşmalarını izleriz... Kadının Asiye'yi kurtarmak için getirdiği her öneri bir sonraki sahnede denenir fakat hiç biri sonuç vermez... En sonunda Asiye de kurtuluşunun bedelini yeni Asiyeler yetiştirerek ödeyecektir... Oyunun geneline bakarsak Brecht'in etkisinin yoğunlukla görüldügü söylenilebilir... Bu etkiden temel iki nokta çevresinde söz edebiliriz;
*Olayın kurgusunda: Asiye'nin yaşamını anlatan tek tek sahneler tek başına düşünüldüğünde oyun için benzetmeci tiyatro geleneğini sürdürüyor denilebilir... Fakat anlatıcının devreye girdiği tartışma sahneleri oyunu dışardan değerlendiren bölümlerdir ve oyunu dramatik olmaktan uzaklaştırır...
*Dilin kullanımında: Brecht'in oyunlarında dil iletilmek istenen düşüncenin hizmetinde bir yabancılaştırma etkisi işlevi taşır... Vasıf Öngören'de bunun bütünüyle var olduğunu söyleyemeyiz... Tartışma sahneleri ve şarkılar oyuna bir eklenti gibi dursa da, bu bölümlerde dilin yukarıda anlatıldığı gibi kullanılabildiğini söyleyebiliriz...
Sonuçta, Vasıf Öngören'in Brecht'in tiyatrosuna özgü bazı biçimsel özellikleri aldığını fakat bunları benzetmeci tiyatro geleneğiyle bağdaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz...
Haldun Taner'e baktığımızda ise, O'nun benzetmeci tiyatro geleneğinden uzaklaşarak, bize özgü bir yabancılaştırma tiyatrosu kurmanın yollarını aradığını söyleyebiliriz...
Keşanlı Ali Destanı'nda Haldun Taner, geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yorumlama, biçimlendirme anlamında önemli bir adım atar... Taner, halk tiyatrosunun göstermeci özelliklerinden yararlanarak çok çarpıcı bir sorunu gündeme getirir: Otoriteye bağımlılık. Bir gecekondu ortamında kendilerine bir kahraman miti yaratmak isteyenler bizim halkımızı temsil eder... Oyundaki yan temalar, Yusuf ile Zilha'nın aşkı, gecekonduluyla zenginin karşılaştırılması, bürokrasi, rüşvet, dolandırıcılık üzerine kurulmuş çarpık bir politik çarkın gösterilmesidir...
Kişiler, oyunun başında kendilerini müzik eşliğinde tanıtırlar... Orta oyununda olduğu gibi, karikatürleştirilmiş, kurmaca figürlerdir... Halk tiyatrosuna özgü olan bu özellikler çağdaş tiyatroyu belirleyen türlü yabancılaştırma etkileriyle, örneğin bir sonraki sahnenin özetini veren ve yazarın bu sahneye ilişkin yorumunu içeren koro ve oyun oynama olgusunu vurgulayan bir dekorla bütünleştirilmiştir...
...
'Opening Night' (1977)
John Cassavetes
'Bill' (1981)
Anthony Page
'Living Hell - Organizm' (2008)
Richard Jefferies
Senfoni No.40
İlk yorumu: 1790, Frankfurt... Partisyonun üzerindeki tarihten, senfoninin 1788 yılının 25 Temmuz günü tamamlandığını anlıyoruz... Mozart, Viyana'nın sayfiyesi Währing'dedir, para sıkıntısı içindedir, altı aylık kızı birkaç hafta önce ölmüştür... Bütün bunların getirdiği bunalım, karamsarlık ve üzüntü, Sol minör Senfoni'ye yansımış, yapıtın bazı müzik uzmanlarınca trajik, Patetik ya da Romantik gibi adlarla tanımlanmasına yol açmıştır...
...
4. Bölüm oldukça çabuk (Allegro assai) tempoda, 4/4'lük ölçüde, Sol minör tonda senfoninin tüm karanlık güçlerini tutkuyla birleştiren bir tavırla başlar... Bu, aynı zamanda, huzursuz ana temanın ilk bölmesini Beethoven 5. Senfoni'sinin scherzo'sunda kullanmıştır... Müzik yazarı Otto Schumann bu bölümü 'sanki tüm şeytanlar serbest kalmış' diye tanımlar... Bu karışık ortamda ikinci tema yine donuk ve hüzünlü bir aydınlıkla doğarsa da, havayı sakinleştiremez... Yine güçlü (forte) olarak seslendirilen gelişimde de duyulan şeytanî ve enerjik gücün bitime kadar senfoniye egemenliği engellenemez...
'La grande illusion' (1937)
Jean Renoir
kuşkularla yaşamayı kabulleniş sürecinde berdevâm eder vehmin saltanatı…
Vehim, davetsiz bir misafir gibi ansızın geliverir; gelir de hoş gelmez, eli de boş gelmez, varolmayan türlü kuşkuları getirip saplayıverir beynimize… beynimizin her kıvrımında dolaşmasına müsâde ettiğimiz vakit, fikrimizden geçenlere leke vuracak ve neticede bilinçlerimizi vehmin esaretinden arındıramadığımız sürece mağlûbiyet kaçınılmaz olacaktır… Zirâ, kuşkuların beynimize örümcek ağı kurmasına izin verdiğimiz ân vehmin hükmünden kurtulmak ne yazık ki imkânsız olacaktır…
İrâdeye iş düşüyor bu noktada… kuruntuları doğuran sebeplere karşı direnç göstererek, kalben vehme meyil vermeden kuşkuları ortadan kaldırmak, vehimden doğan saltanatı ‘hayır’ deyip reddetmekle darmadağın etmek, varolmayan düşünceleri (kuşkuları) bilinçlerimizden silerek zihnimizi vehmin tesirinden kurtarmak elimizde…
Vesselâm…
bkz: irâde terbiyesi...
...
- Çeşitli frekans aralıkları var... Radyasyon etkisi olan Beta, Gama, Alfa ışınları... Aynı zamanda kanserojen...
- Frekans eksenine oturttuğun zaman 0 ile 300 GHertz arasında olanlar iyonize edici değildir... Burada 300'ün üzerinde olanlar iyonize edici, radyasyon, alfa, beta, gama ışımaları... Yani bunlar bizim için iyonize edici... Neden? Enerjisi çok yüksek! Ne yapıyor yüksek enerji? Vücuttaki SU molekülünü parçalıyor! Radikaller oluşturuyor ve dolayısiyle; oksijeni biz seviyoruz ya; oksijen o kadar sevilecek bir şey değil... Kanserojen etkisi var! O oksijenin radikali, hidrojen peroksit oluşmasına sebep oluyor, o radikal de nereye gitse herhangi bir hücredeki DNA'yı kırıyor...
...
Terry O'Quinn...
'The Life and Death of Colonel Blimp' (1943)
Michael Powell
Emeric Pressburger
'Miracolo a Milano' (1951)
Vittorio De Sica
'The Jazz Singer' (1927)
Alan Crosland
decal: design that is printed on specially prepared paper to form a film that can be transferred to any surface... Such films are widely used for decorating and labeling any objects that cannot be run through a press...
Vehmin hükümran olduğu bireyler en çok zararı kendilerine verirler..kendileriyle yaşamak ne kadar da güçtür onlar için..etraflarına hep olumsuz ve negatif bir enerji yayarlar..tedavisi bireyde biter,oldukça uzun ve çetin bir yol bekler onları..imanı güçlendirmekle ve yatırımı pozitif düşünceye yapmakla iş kolaylaşır..