Büyük şehirde beni sabit fikirler ısırdı... Canavar sürüsü halinde üzerime çullanan sabit fikirler... Biri bırakır, biri ısırır... Bir türlü ruhumun etlerini bu sabit fikir canavarlarının sivri dişlerinden kurtaramam... Çalıştığım dairenin yazı masasında kendimi işe vermeye çalışmamın da faydası yok... Yazdığım her cümlenin nokta yerinde, sıraladığım her rakam dizisinin toplam çizgisi altında aynı sabit fikir...
Biraralık zaman fikri beni çıldırtacaktı... Bir musikî cümlesi dinleyecek olsam, onun her ân uçup giderek yerini başka bir notaya bırakan akışı karşısında ahenk bütününü muhafaza edemez ve bütün sesleri tek bir 'gık' halinde, birbiriyle irtibatsız bir darbe olarak işitir oldum... Her ân yaşadığımız mazi, hâl ve istikbal temposu içinde, lâstik bir topa bindirilmiş, muvazenesini arayan bir kedi yavrusuna döndü ruhum... Öyle ya; her ân yokluğa karışan bir mazi şeridi; ve her an var olup peşinden yok, bir istikbal zinciri; ve bunların, üzerinde aktığı çark... İşte, yuvarlanan topun tepesinde, yani tek ân içinde muvazenesini aramaktaki kedi yavrusu!
Halbuki herkes, zamanın o lastik topu üzerinde ne kadar rahat ve muvazeneli!
Halimi, bana deli derler diye kimseye açmadım ve tabiî insan rolünü oynamaya gayret ettim... Sokağa çıktığım zaman, insanları, sinema filmi kareleri gibi, birer anlık hareketleri içinde görüyor, meselâ bir adım atışı, her lâhzaya düşen sayısız basamaklar halinde takip etmek zorunda kalıyordum... Benim lâhza sandığım zaman parçası içinde bile istikbal ve maziden büyük paylar vardı ve o lâhzayı ölçebilecek dünyada hiçbir alet ve ölçü mevcut değildi... Öyleyse bütün ömürleri tek lâhzadan ibaret, fakat bu lâhzaların mevhum bağlantısı içinde yaşadıklarını hayâl eden insanlar, o tek lâhzanın bile sınırlanmasından uzak bir hayat vehmi içindeydiler, yani hakikatte yaşamıyorlardı...
Hareket halinde ve yaşadıkları vehmi içinde gidip gelen, gülüp oynayan, konuşup halleşen ölüler...
Bu son fikir beni öylesine ısırdı ki, dairemde evrak getirip götüren hademeye, bağırıp çağıran müdür beye, homurdanıp söylenen iş takipçilerine, kefen yerine elbise veya mini etek giymiş ölüler diye bakmaya başladım...
Ölülerden en haşmetli biri de dairenin doktoruydu... Ona birtakım ruhî sıkıntılarım olduğunu söyleyince hemen meseleyi halletti:
- Çok çalışmaktan, dedi; küçük bir (sürmenaj) . Size 20 günlük bir rapor vereyim; sakin bir köye çekilip dinleniniz!
Köyde, canıma, hattâ derdime yakın bir arkadaş bulmayayım mı? Bu 'Hâfız' diye lâkaplandırdıkları, üstübaşı dökülen, harikulâde berrak yüzlü ve derin gözlü bir adamdı... Ona 7 yaşında Kur'ânı hıfzettirmişler, 10 yılda öğrenilecek şeyleri ruhuna yığmışlar, muvazenesini bozmuşlardı... Şimdi, elinde bir ibrik, abdest alabilmek için, evlerin kapısını çalarak, sarnıçlarında yağmur suyu olup olmadığını soruyor, başka sulara güvenemiyor, yağmur yağınca da bayram ediyor, eline kap-kacak ne geçerse yağmur suyu ile dolduruyordu... İşi gücü de, sabahtan akşama, bazen de geceden sabaha kadar mezarlıkta oturmak... Köylü onu, ilişilmez bir meczup tanıyor, her türlü nazını çekiyor, fakat o, köylüleri sevmiyordu... Nasıl olmuş, ne olmuştu bilmiyorum ama, benden hoşlandığını seziyordum...
- Bırak şu ölüleri, diyordu bana; gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım!
Yoksa bu adam, ruhumdaki akrebi görecek kadar keskin gözlü bir ermiş miydi? Bazen öyle lâflar ediyordu ki, hiçbir okumuş, onun seviyesine varamazdı...
Mezarlıktayız...
Uzun zaman tek lâf etmeden oturduk... Hâfız, güneş altında berrak bir su gibi, yosunlu dibi görünen gözlerini bana dikmiş...
- Beynini tırmalayan fikirlere aldırma, dedi; onlar, gelip geçici gölgeler... Her şey gölge...
- Gölge mi dedin?
Mezarlığın önünde alabildiğine bir düzlük... Hâfız başını o tarafa çevirdi...
- Korkma! Senin zaman dediğin de bir gölge... Solucan gibi kısalıp uzayan bir gölge... Sen de bir gölgesin! Gözüne görünen, kulağına çarpan, kalbine düşen ne varsa hep gölge... Peki, nerede bu gölgelerin sahibi? Gölge var, kendisi yok, olur mu?
- Hâfız, sus, aklımı berhava edeceksin!
- Gölgelerle uğraşma; sahibine dön! Seninki hastalık değil, O'ndan gelen işaretin alâmeti... Seni O çağırıyor; O'na git! Ha köy, ha şehir, ha ev, ha sokak... O'na dön!
- Erzurum ve Muş’ta meydana gelen depremde 15 kişi öldü, 25 kişi yaralandı, 2.380 ev yıkıldı...
7.3.1966
- Pakistan'da seçimleri Zülfikar Ali Butto kazandı...
7.3.1977
- ABD uzay aracı Voyager I, Jüpiter ve Uranüs'ün Satürn gibi halkalara sahip olduğunu keşfetti... Voyager I, Jüpiter'in halkalı resimlerini dünyaya gönderdi...
7.3.1979
- Zonguldak Ereğli Kömür İşletmeleri'nin Kandilli üretim havzasındaki Armutçuk Ocağı'nda meydana gelen patlamada 102 kişi öldü, 86 kişi yaralandı...
7.3.1983
- KKTC bayrağı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi tarafından onaylandı...
7.3.1984
- Kamuoyunda 'faturalı yaşam' olarak bilinen 'ücretlilere vergi iadesi' hakkındaki yasanın kapsamı bakanlar kurulu tarafından genişletildi... Fazla mesai, prim ve transfer ücretleri de yasa kapsamına alındı...
7.3.1984
...
'My Bloody Valentine' (2009)
Patrick Lussier
...
- Beşiktaş Jimnastik Kulübü kuruldu...
4.3.1903
- Frank Sinatra'nın ilk albümü The Voice Of Frank Sinatra, Columbia Records tarafından yayımlandı...
4.3.1946
- BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs'a uluslararası güç gönderme kararı aldı...
4.3.1964
- Bir Kanada yolcu uçağı Tokyo'ya inişi sırasında infilak etti: 64 kişi öldü...
4.3.1966
-Fransız denizaltısı 'Eurydice' infilak etti...
4.3.1970
- Güney ve doğu Avrupa'da deprem: 1.500 den fazla ölü var...
4.3.1977
- İspanya'dan engizisyon baskısı nedeniyle kaçarak Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan yahudiler, Türkiye'ye gelişlerinin 500. yılını kutladılar...
4.3.1992
- Hale-Bopp kuyruklu yıldızı güneşin tam üzerinden geçti...
4.3.1997
...
- İngiliz havayollarına ait Boeing 707 tipi bir yolcu uçağı Fuji dağında düştü: 124 kişi öldü...
3.3.1966
- Zonguldak'ta Kozlu grizu faciasında 127 kişi öldü...
- Norma Jean Mortenson legally changes her name to Marilyn Monroe...
- The International Air Transport Association finalizes a draft of the Radiotelephony spelling alphabet for the International Civil Aviation Organization...
- The Broadway musical 'My Fair Lady' opens in New York City...
- Pakistan becomes the first Islamic republic, and a national holiday is observed in the country including the former East Pakistan state...
- The hard disk drive is invented by an IBM team led by Reynold B. Johnson...
- Television broadcasting commences in Australia...
- The RAF retires its last Lancaster bomber...
- Fidel Castro and Che Guevara depart from Tuxpan, Veracruz, Mexico, enroute to Santiago de Cuba aboard the yacht Granma with 82 men...
- The Game of the Century: 13-year-old Bobby Fischer beats GM Donald Byrne in the NY Rosenwald chess tournament...
- MGM's screen classic, The Wizard of Oz, is shown on television for the first time by CBS, as the final installment of their Ford Star Jubilee...
İşe önce FBI, sonra da CIA el attı, 'çok gizli' koduyla...
ACB koduyla iletilen bilgi şu: Daha önce hiç bilinmeyen bir virüs tespit edildi...
Virüsün kaynağı bilinmemekle beraber, ilk önce bir çocukta tespit edildi... Şu an Latin Amerika'da hızla yayılmakta olduğu, bir kasabanın ise karantina altına alındığı ve bu karantinanın da dünya kamuoyundan gizlendiği istihbaratı alındı...
Bu tehlikeli virüsün etkisi şu: İnsanın bağışıklık sistemini hızla yok etmektedir... Bir anda insanın suretini kömüre çevirerek, adeta mumyaya çevirdiği gözlendi...
Haziran-Temmuz aylarında, eğer önü alınmazsa, tüm dünyaya yayılacağı rapor edildi...
Bu virüs Cleveland'da özel olarak üretildi... ABD tarafından da biyolojik silah listesine eklenmesinin öngörüldüğü ancak şu an kontrolden çıktığı belirtiliyor...
Bu tehlikeli virüs JÜPİTER Hastalığı olarak kodlandığı da gelen bilgiler arasında...
Peki bu hastalığa neden Jüpiter Hastalığı denildi?
Jüpiter'i inceleyen NASA'daki bilim adamları, Jüpiter'deki kızıl halkalardan birinin yok olduğunu tespit ettiler...
Bu virüsün de, insanı sanki hiç yaşamamış gibi genlerini sildiğini, bu sebeple bu hastalığa JÜPİTER Hastalığı denildiği söylenmektedir...
...
Bu sene kene vakalarında değişik bir kene cinsi veya ölümcül bir böcek ile karşılaşacağız...
Bu kene türü diğerlerine göre daha tehlikeli olarak görülmektedir...
...
Cleveland, ABD'nin kuzeydoğusunda, orta batı bölgesindeki Ohio eyaletinde bulunuyor... Şehir, Büyük Göller bölgesinde, Cuyahoga Nehri'nin Erie Gölü'ne döküldüğü yerde, 200 yıl önce kurulmuş... Şehrin 1850'lerden sonra, özellikle 1900'lü yıllarda gelişmesinde nehir ve göl taşımacılığı, petrol, demir-çelik, madencilik, otomotiv, inşaat gibi sanayiler önemli bir rol oynamış... Bu gelişimde John Rockefeller'ın dünyanın ilk petrol devi Standart Oil şirketini Cleveland'da kurmasının da büyük bir payı var... Cleveland 1980'e kadar, ABD'nin üçüncü büyük şirketler merkezi konumundaydı... Ohio başta havacılık olmak üzere, teknolojik yeniliklerin geliştirildiği bir eyalet olarak tanınıyor... NASA'nın sekiz araştırma merkezinden Lewis Research Center, Cleveland' da... Yine bir kamu ve özel sektör işbirliği girişimi olan Ohio havacılık ve Uzay Enstitüsü Cleveland' da konuşlanmış... ABD Hava Kuvvetlerinin en büyük araştırma-geliştirme laboratuarı ise Dayton'daki Dwight-Patterson Hava Üssü'nde bulunuyor... Uçak motorları üreten General Electric, Pratt and Whitney, Hughes gibi dünyaca tanınmış dev şirketler, Goodrich lastik fabrikası, uçak fren sistemleri ve elektronik hedef belirleme sistemlerini üreten tesisler de Ohio eyaleti içindeler...
...
In 2000, an atmospheric feature formed in the southern hemisphere that is similar in appearance to the Great Red Spot, but smaller in size... This was created when several smaller, white oval-shaped storms merged to form a single feature... These three smaller white ovals were first observed in 1938... The merged feature was named Oval BA, and has been nicknamed Red Spot Junior... It has since increased in intensity and changed color from white to red...
...
Jüpiter'in alışıldık görüntüsü olan kuzey ve güney yarıkürelerinden geçen kuşaklardan biri, gezegenden gelen son fotoğraflara göre yerinde yok...
Güney Ekvator Kuşağı olarak bilinen halkanın ortadan kaybolmasıyla gezegenin yüzeyi alışılmadık şekilde boş görünüyor...
Geçtiğimiz yılın sonunda Güneş'in arkasında kalmasıyla Dünya'dan gözlenemeyen Jüpiter, üç ay sonra tekrar Dünya'nın görüş alanına girdiğinde kuşak ortadan kaybolmuştu...
Astro_Bob olarak da bilinen amatör astronom ve gazeteci 'Bob King', bu garip olayı ilk fark eden kişi oldu...
- Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı GDO Yönetmeliği'nin genel hükümleri arasında yeralan 'İnsan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç genleri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasaya sunulması yasaktır.' hükmünü, düzenlemeden sessiz sedasız bir şekilde çıkarttı ve bu değişiklik Resmi Gazete'de yayınlandı... Bu değişikliğin sizce ne gibi sonuçları olabilir?
- GDO dediğimiz şey, bir organizmanın genlerinden, değiştirmek istediğimiz bir başka organizmaya gen nakli demek... Bu transfer türleri içerisinde en çok tartışılan meselelerden biri de antibiyotiklere direnç transferidir... Dünyanın en tartışmalı meselelerinden biridir... Avrupa ilaç idaresinin yaptığı açıklamalar var bu konuda... Bitkilerin ve hayvanların antibiyotiğe dirençli hale getirilmiş olması demek, insanlar ve hayvanlar hastalandığı zaman antibiyotiklerin fayda etmeyeceği anlamına geliyor... Yani savunma sistemleri zayıflatılıyor ve dışarıdan müdahaleler faydasız hale getiriliyor...
- Yani bu antibiyotiğe dirençli genlerin mikrop ve virüslerde ortaya çıkması mümkün mü?
- Tabii ki... Zaten Avrupa'nın en çok uyardığı alan burası... Bu durumda tüm canlıların bedenleri savunmasız hale getiriliyor... O zaman daha güçlü antibiyotik tüketimi zuhur edecek... Antibiyotiklerin sayısı dünyada belli... İnsanların vücudları antibiyotiklere dirençli hale gelirse, hastalığa karşı koruyucu antibiyotik şansını yitiriyor...
Esas soru şu: Tarım ve köy işleri bakanlığı bu yönetmeliği neden kaldırma ihtiyacı hissetti? Hangi talep bunun kaldırılmasına sebep oldu? Neden aşama aşama sürekli geri adım atılıyor... Gözden kaçırarak yapılıyor... Yeni çıkan kanunun yürürlüğe girmesi için 5 ay var... Yeni kanuna göre yeni düzenlemeler yapmak yerine sürekli farklı adımlar atılıyor...
Biliyorsunuz şu an üzerinde çalışılan etiket tebliğ taslağı var... Bu taslakta GDO ile ilgili hiçbir düzenleme yok... Bu düzenlemeyle o taslağın yönetmeliğe uyumlu hale getirilmesi söz konusu... Kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya çalışılıyor... Planlı bir eylem...
...
- Birçok insanın kafasında bilim kavramı ilerleme, medeniyet, refah, iyilik, güzellik kavramları ile bir arada düşünülüyor... Günümüzde bilimin insanlığın ortak faydası için yapıldığını söyleyebilir miyiz?
- İbn-i Sina diyor ki; ‘Tıbb insanlara meslek olduktan sonra ilim olmaktan çıkmıştır.’ Ah keşke bu sorunuza ‘evet’ demek mümkün olsaydı... Ne yazık ki bilim ticari bir meta halini almıştır...
- Şu anda bilim kimin için yapılıyor? Daha doğrusu şöyle soralım; ticari bir meta haline gelmiş olan bilimin patronu kim?
- Bilim büyük oranda insanlığın ortak faydasını artık kale almıyor... Günümüzde bilim, küresel güçlerin hedeflerine ulaşmalarını sağlamayı amaçlıyor... Bilimin patronu dediniz, bu çok doğru çünkü günümüzde bilimin patronu Bilderberg’in kurucusu Rothschild ve Rockefeller aileleridir... Bilim onların belirlediği hedefe koşan bir ‘Truva atı’ konumuna getirilmiş durumda...
- Şu sıralar çok tartışılan ve sizin de 'Deccal Tabakta' kitabınızda konu edindiğiniz bilimin nispeten yeni bir dalına geçelim... Biyoteknoloji, canlılar üzerinde uygulanan teknoloji anlamına geliyor olsa gerek... Canlı ve teknoloji kelimelerini zihnimizde yan yana koymak çok güç... Canlılar üzerinde nasıl bir teknoloji uygulanıyor?
- Evet, aynen öyle... Canlı organizmaların yapısını geliştirme adı altında tahrif ve tahrip etme teknolojisi... Kimi çevreler hemen bundan bilim karşıtı bir çıkarımda bulunabilirler... Bu onların kötü niyetinden değil gerçeği görememelerinden kaynaklanıyor... Çoğunlukla önümüze konulan bir oyuncakla oynamaktan gerçeği göremiyoruz... Bu da malum çevrelerin bir planı...
- Klonlama, hibrit tohum, GDO, kalıtım mühendisliği, genetik mühendisliği, bu terimler ne anlama geliyor, okuyucularımız için biraz açabilir misiniz?
- Bu terimler aslında birbirini tamamlayan kavramlar veya teknolojiler... Canlıların yaşamı için en vazgeçilmezlerin başında yer alan tohumun insanlığın ortak mülkiyetinden küresel birkaç gücün nihayetinde de biraz önce zikrettiğimiz iki ailenin mülkü haline getirilmesinin ilk adımı hibrit tohum teknolojisidir... Aşı yöntemi ile karıştırılan bu yöntem bir aşılama ve geliştirme değildir... Mülkiyet değişimi için uydurulan kocaman bir yalan ve palavradır... Genetik müdahale tür içi gibi sunulsa da tohumun kısırlaştırılması, tarım kimyasallarına bağımlı hale getirilmesi ve tohum mülkiyetinin el değiştirmesi nedeniyle GDO’dan daha çok üzerinde durulmayı hak eden bir konudur ve GDO’nun birinci safhasıdır... GDO’lu tohum ise hibrit tohumun ikinci adımı; tümüyle türler arası transferlerle felaketin kendisi... Hibrit tohum felaketin birinci, GDO ikinci, nano gıda ise üçüncü adımı... Bu safhalarda artık gıda sandığımız hiçbir şey gerçek değil... Bir otomobil gibi petrol tüketen insan ve hayvanlar haline getirilme süreci... Yani yok oluşa son hızla ilerleme... Klonlama ise bir canlının fotokopisini çekme hadisesidir... Fotokopi ne kadar gerçekse klonlanmış canlı da aslına oranla o kadar gerçek... Klonlama bugünkü bilgiler ışığında hiçbir zaman sürdürülebilir bir teknoloji olarak durmuyor... Ayrıca, sanıldığının aksine klonlananın tıpkısı değil sadece fizyolojik benzerliği olan farklı bir ruh taşıyan bir canlı...
Kalıtım mühendisliği ise canlı organizmalar üzerinde bilim ve teknoloji adına uygulanan bu yeni sürece verilen yeni maske isim... Özetle kalıtım mühendisliği insan, hayvan ve bitkilere zulmeden ve her gün onların bedduasının alınmasına neden olan zulüm sistemidir... Genetik mühendisliği isminin yeni versiyonudur aynı zamanda... Bu çevreler bir yandan da yeni terimler üretirler ki, zaten kafası karışmış olan insanları biraz daha oyalasınlar...
- Hibrit tohum nasıl elde ediliyor? GDO tohumun hibrit tohumdan farkı nedir?
- Hibrit tohuma kısır tohum veya ebter tohum da deniyor... Hibrit tohumlar normal tohumların genlerinin değiştirilmesi ile elde ediliyorlar... Tabiî tohumlar ilaç, gübre veya hormon gibi herhangi bir tarım kimyasalına ihtiyaç duymadan yeşeriyor, verim veriyor ve elde edilen üründen tohumluk ayrılabiliyor... Anadolu’nun bazı köylerinde tabiî tohumlar halen bulunabiliyor...
Hibritte ise tohum kısır olmasa bile yeşermesi, verim vermesi, belirli ölçülerde olması hatta çiftçinin istediği takvimde hasat edilebilmesi için her biri birbirinden tehlikeli tarım kimyasallarına ihtiyaç duyuluyor... Hibrit tohumlar tür içinden (domatesten domatese gibi) laboratuar ortamında gen aktarımı ile yapılan, çalışmayı yapan şirketin mülkü haline getirilen, vitamin ve besin fakiri olmakla beraber zehir deposu ürünlerdir... GDO ise bunun tür dışı (bakteriden mısıra gibi) gen transferi içeren bir adım ilerisidir... Birbirlerinden farkları versiyonlarıdır...
- Hibrit ve GDO’nun ülkemizdeki durumu nedir? Yasal mı, ekilip biçiliyor mu, yeniyor mu, ticareti yapılıyor mu? Bütün bunlar olurken vatandaşın haberi oluyor mu?
- Dünyanın ilk hibrit tohum ekimini yapan üç ülkesinden biri Türkiye’dir... Diğerleri ise Pakistan ve Hindistan... 1940’lardan bu yana hibrit tohumlar bu ülkede ekildiği gibi devletin desteklediği bir illet durumundadır... Tohumların ezici bir kısmı hibrit tohum halini almıştır... Tohumculuk yasası ile hibritleştirme resmi devlet politikası haline gelmiştir...
GDO ise hibrite göre daha yeni bir durumdur... Ancak devletin resmi belgeleri ve ağızları son günlerde aksini iddia etseler de Türkiye halen GDO’lu ürün ekimi yapmakta ve GDO’lu ürün ithal etmektedir... Tarım Bakanı’nın da ifade ettiği gibi, mademki dünyadaki mısır, soya, kanola ve pamuğun yüzde 100’e yakın kısmı GDO’lu; o halde bu ülkedeki hemen her üründe kullanılan soya lesitini, soya unu, soya yağı, kanola yağı, pamuk yağı, pamuk ürünleri, mısır yağı, mısır şurubu/glikozu, mısır yağı nasıl olurda GDO’suz olabilir? Kimse kimseyi kandırmasın, bu ülke GDO konusunda yol geçen hanı idi... Yeni durumda hiçbir şey değişmeyecek; bu kez sözde Kurul’un onayıyla GDO’nun cenneti olacak... Kamu erki ve siyasetçiler için bunun itirafı zor ama en yalın haliyle gerçek bu...
Tüketicilerin ezici bir kısmı bütün bunlardan habersiz... Haberdar olanlar ise tıpkı tiryakilerin alışkanlıklarını bırakma konusundaki iradesizliği ve duyarsızlıkları gibi alışkanlık ve bağımlılıklarını terk etmekte zorlanıyorlar... Ya atın ölümü arpadan olsun, ya da herkes yiyor bir şey olmuyor gibi bir düşünce var... Elbette herkes böyle düşünmüyor... Bazı çevreler sağlığı önceleyerek, bazı çevreler siyasi sonuçlarını düşünerek, az sayıdaki dindar çevre ise sağlık ve siyasi sorunlara ilaveten ‘haramdır' fetvaları nedeniyle GDO’lu ürünlerden sakınmaya çalışıyor...
- Amerikalıların yüzde 60’ı hiç GDO’lu besin tüketmediğini sanıyor... Oysa ABD’de hemen herkes, her gün GDO’lu besin tüketiyor... Özellikle market yiyeceklerinin içindeki GDO mısır, soya, kanola, pirinç türevleri ile... Bunu bilmiyorlar çünkü market yiyeceklerinin etiketinde GDO’lu olduğu yazmıyor... Biz de Amerikalılar gibi, farkında olmadan GDO yiyor olabilir miyiz?
- ABD, ‘Tüketici istiyor diye ürün etiketine GDO’ludur diye yazacak lüksümüz yok’ diyen adamlarca yönetilen bir ülke... ABD’de GDO’lu ürün tüketmemiş olanlar sadece dünyanın kaymağını yiyen Bilderberg taifesi ve efradıdır... Onun dışında herkes tıpkı Türkiye’deki herkes gibi mutlaka GDO’lu bir ürün tüketmiştir ve tüketmeye de devam ediyor...
- Biyoteknoloji sadece tohumlarla alakalı olmasa gerek... Bitkilerin, hayvanların bedduasını alıyoruz demiştiniz... Başka hangi canlılar bu zulme uğratılıyor?
- Uğramayan canlı türü var mı? Tarım kimyasalları nedeniyle her yıl binlerce canlı türü yok oluyor... Bitkiler de yok oluyor, hayvanlar da... İnsanlarda ise bu teknolojinin getirdiği kısırlaştırma ile ‘istenmeyen ırklar’ olarak tanımlanan bazı ırkların ortadan kaldırılması amaçlanıyor... Özellikle de kısırlaştırıldığı için çocuk sahibi olamayan milyonlarca ailenin geleceği karartılıyor...
- “Ne yersen, osun” diye bir söz vardır... Kısır tohum yiyince kısır, yamyam tavuk ve yamyam sığır yiyince yamyam oluyor muyuz dersiniz? Deli dana hastalığı sığırları yamyamlığa zorlama yüzünden, yemlerine türdeşlerinin kanları, kemikleri katıldığı için patlak vermişti... Ya da, bağışıklık sistemi zayıflatılmış buğdaydan yapılan bir ekmeği yediğimizde bizim de bağışıklık sistemimiz çöküyor mu? Çocuklarımız bundan mı hep soluk benizli, hep hasta?
- Zaten en önemli hedeflerden biri savunma sistemi çökertilmiş, hastalıklı insanlar oluşturmak... Sağlığı ile uğraşmaktan bilimle, düşünceyle, iktisatla, siyasetle ve gelecekle ilgilenmeyen toplumlar oluşturmak... Bunun en kolay yolu sürekli hasta bir toplum meydana getirmekten geçiyor... Her gün hasta, her gün hastane koridorları ve odalarında çürütülen bir ömür ve ilaç maymununa dönüştürülmüş bir insanlık...
- GDO yasası ile sadece Tarım Bakanlığımız ilgileniyor... Konunun çok farklı boyutları olduğundan birçok bakanlığın bu kritik dönemde söz sahibi olması gerektiğini söylemiştiniz... Bu bakanlıklar hangileri? Neden sadece Tarım Bakanlığı konusuymuş gibi davranılıyor?
- Dünyada GDO meselesi genellikle Tarım Bakanlarının meselesi değil... Bu sadece bizde böyle... GDO ve tarım kimyasalları sorunu çevre, sağlık, ticaret, tüketici, bilim, eğitim, tarım ve gıda bakanlıklarının sorunu... Hatta hatta Milli Güvenlik Kurulları ile dini otoritelerin sorunu... Bizde ise sanki bu sorun sadece gıdayı ilgilendiren bir meseleymiş gibi sadece tarım kısmı konuşuluyor... Dini çevreler suskun... Sıkıştıklarında açlık palavrası ve ‘zaruret hali’ gibi bir kılıfla işin içinden sıyrılıyorlar... Milli Güvenlik Kurulu ‘iç düşman’ saplantısı yüzünden ömründe tarımı hiç dert edinip gündemine almamış ki GDO ile ilgilensin... Sağlık Bakanlığı aşı ve ilaç pazarlamacısı gibi çalışmaktan bu meselelerle ilgilenmiyor... İlaç ve kozmetik ürünlerindeki GDO ve kimyasal madde sorunu bu ülkenin en önemli sağlık sorunu olduğu halde Sağlık Bakanlarının ağzından bu konularla ilgili tek cümle sadır olmamıştır... Çevre ve diğer bakanlıkların da konu hakkında zerre bilgisi yokmuş gibi duruyor... Acı ama gerçek bu...
- Avrupa gündemine GDO bizdekinden önce girdi... Avrupalı tüketiciler, çiftçiler senelerdir istemediklerini söylüyor; ABD ve Dünya Ticaret Örgütü’nün dayatmalarına karşı mücadele veriyorlar... 2008 yılında Vatikan bu konuda önemli bir adım atarak “genetik mühendisliğinin” ve “insanlar üzerinde deney yapmanın” günah olduğunu açıkladı... Bu çok önemli bir haber... Bizim din adamlarımızın neden bu konuda sesi çıkmıyor? “Dilsiz şeytan” durumuna düşülmüyor mu biraz?
- Bizim dini çevreler konu hakkında ilgisiz dolayısıyla da bilgisiz... Kitap çalışması yaparken bu konuda küçük çaplı birkaç kitap ve makale dışında hiçbir veriye ulaşmak mümkün olamadı... Bizimkiler hâlâ ibadet şekillerini tartışıyor... Hâlâ Cuma Hutbeleri’nde Ortam Haftası, Cumhuriyet’in Fazileti, Yerli Malı Haftası, içini bir türlü dolduramadıkları ‘güzel ahlak’ gibi çağın sorunları dışında gündemlerle meşguller... Müslüman çevreler hâlâ sakal şekli, örtünme biçimi, kendi cemaatinin üstünlüğü gibi şekilci ve abes işlerle ilgileniyorlar... Ve mütefekkirliği hak edemeyen entelleri ise hâlâ gündelik sohbetlerinde Marks bunu dedi Weber bunu dedi ile meşgul olmaktan paradigma geliştiremiyorlar... Mesela onlar Henry Kissinger’i sadece 'Diplomasi' kitabının yazarı sanıyorlar... Mesela Ahmet Davutoğlu’na Türkiye’nin Kissinger’i diyerek hakaret ettiklerinin, hatta aşağıladıklarının farkında bile değiller... Kendileri gündem yaratmak yerine önlerine konulmuş sanal gündemlere yönelik okumalar yapıyorlar ve onu tartışıyorlar... Bu çevreler kendi sorularını sormak yerine Batılıların sorduğu sorulara cevap üretmekle meşguller... Ürettikleri cevaplar da bir türlü sorunun cevabı olamıyor...
Kur’an’ın hükümleri ve mânâsı konusunda uzman fıkıh ve tefsir alimlerinin GDO tartışmalarında sesi çıkmayınca meydan ehil olmayan kişilere kaldı... Örneğin İstanbul Ticaret Odası’nın 3 Şubat 2010’da düzenlediği GDO seminerinde biyoteknoloji uzmanı Prof. Selim Çetiner ve Başbakan Başmüşaviri Dr. Yıldırım M. Ramazanoğlu Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri kendilerine göre yorumlayarak GDO’nun dini açıdan sakıncasız olduğunu iddia ettiler... Bunun ardından, dinimiz konusunda cahil olmayı seçen ve bir ayetten mana çıkartacak kıvama gelebilmek için 15 farklı bilim dalında uzman olmak gerektiğini bilmeyen entelektüellerimiz bu iddiayı doğru kabul ederek “Her İşe Dini Karıştırmasak Çok İyi Olacak” ve “Fetva Verildi, GDO’lu Ürünleri Yiyebilirsiniz” başlıklı yazılar yazdılar... Dini açıdan GDO’yu nasıl değerlendirebiliriz? (Nisa Suresi 118. ayette şöyle buyruluyor: Allah o şeytana lânet etti ve o da, “Andolsun ki senin kullarından elbette belirli bir pay alacağım” dedi. “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür.)
İTO’nun zikrettiğiniz GDO yanlısı panelini baştan sona takip etme ve kaydetme imkânım oldu... Konuşulanları biliyorum... Bu konuda çıkan haber ve yorumların önemli bir kısmını da takip etme imkânım oldu... Bahse konu ‘Deccal Tabakta’ isimli kitabımızda da konuya bir miktar değindim... Selim Çetiner’in GDO konusunda söyleyeceği bilgilerin bizim açımızdan hiçbir kıymeti harbiyesi yok... Kendisi GDO yandaşı ve karşıtları küçümsüyor... Başbakanlık adına konuşan Başbakan Başdanışmanının konuşmaları ise adeta şok ediciydi... GDO’nun fıtratı bozması nedeniyle Müslüman çevrelerin GDO’ya karşı çıkmak için Kur’an-ı Kerim âyetlerinden örnekler vermeleri sıkça yaşadığımız bir durumken Kur’an-ı Kerim ayetlerinin GDO taraftarlığına alet edilmesine ilk kez rastladık... Bu tahrip ve tahribe, yani fıtratın bozulmasına siyasi çevrelerin âyetle karşılık üretmeleri yakışıksız olmakla birlikte Milliyet Gazetesi’nde çıkan eleştirileri hak edecek türdendi de... Kur’an’ın GDO’yu desteklediğini söylemek şayet saflık değilse iyi niyetle bağdaşmaz... Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslam Konferansı Teşkilatı’nın GDO konusunda ‘haram’ yahut olumsuz düşünceleri ortadayken başbakanı temsil eden birinin böyle bir konuşma yapması ciddi soru işaretleri doğurur...
- Ekini, nesli mahvediyor ama gene de din adamlarımızın sesi çıkmıyor; çok ilginç... GİMDES, GDO’lu ürünlere helal sertifikası vermeyeceğini, bu gıdaların haram olduğunu açıkladı, değil mi?
- Zikre konu dernek bu konuda ne dedi bilmiyorum... Fakat bildiğim GDO’lu olduğunu bildiğimiz endüstriyel tavuğa ‘helal sertifika’ vermeleridir... Şahsen ben helâl sertifikası taşısalar da bu tavukları yemiyorum ve yemem... Kitapta nedenlerini de izah etmeye gayret ettik... Ekinin tahribi konusundaki sorun birçok çevrenin Kur’an-ı Kerim’i sözlük yardımı ile çözülen bir mesai metnine indirgemiş olmasıdır... Orada geçen kelimenin terkibi, gramer yapısı, ıstılah manası, etimolojik, linguistik durumu gibi birçok neden ile Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek sürecek olan kalıcılığı ve evrenselliğine göre anlamlandırılması gerekirken Elmalılı merhumun meâlinin başına gelenlerin bile durum hakkında yeterli bilgi verdiğini düşünüyorum...
- Kitabınızda şunu söylüyorsunuz: Hastalık yapan tohumu üreten şirketle, hastalanınca içilen ilacı üreten şirket aynı... Dahası, GDO ve hibrit tohumun her türlü kimyasal tarım ilacını üreten şirket de aynı... Bu bir komplo mu?
- Kimileri bu tür bilgilendirmeleri ‘komplo teorisi’ olarak yaftalarlar... Bu gerçeği görememenin, görmek istememenin göstergesidir... Olup biten komplo teorisi değil insanlığa yapılan komplodur... Belirttiğiniz gibi petrolü kontrol eden de, tohumun genetiğini değiştirip mülkiyetine geçiren de, tarım kimyasallarını üreten de, hastalık üretip hastalık satan da, ürettiği yapay hastalıklara aşı ve ilaç üreten de, finansı kontrol eden de, tarım makinelerini üreten de aynı şirketler... Şirket tarımı ya da endüstriyel tarım tümüyle bir planın ürünüdür... Bu plan insanlığın çıkarına değil küresel şirketlerin çıkarına bir durum...
- Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın isminden “köyişlerini”ni çıkartmak istiyorlar... Hibrit tohum ve GDO çiftçimiz için ne anlama geliyor? Yerli tohum türlerimiz ve yerli hayvan ırklarımızdan sonra köylülerimiz de kıyıma mı uğratılmak isteniyor?
- Çok haklısınız... Adeta bakanlık köyden utanıyor ve köyişlerini kullanmıyor... Zaten köy ve köylü kimsenin umurunda değil... Terk edilmişlik ve çaresizlik bir kader gibi sunuluyor... Hâlbuki gerçek hayat köyde... Son 50 yılda tüm köyleri boşaltıp şehrin varoşlarına taşıdılar... Köyde bağda bahçede çalışan insan şehirde ne olsa yaparım diye işe çıktı... Yapacak bir şey bulamayınca ne olsa yerim demeye başladı... Ne köye dönecek yüzü ve gücü var ne de şehirde kahvehaneye gitmekten başka yapacak bir işi... Mesela Doğu ve Güneydoğu hayvancılıkla geçinirdi... Politikasızlık ya da dayatılan çıkarcı politikalar veya başkaca sorunlar nedeniyle köylüyü şehre taşıdıkları için süt ve besi hayvancılığı ciddi kriz yaşıyor... Son et fiyatı sorunu da büyük oranda bu nedenledir...
- Bizi Anadolu’nun binlerce yıllık hazinesi, yerli tohumlarımız, yerli hayvan ırklarımız kurtaracak diyorsunuz... Bu konuda neler yapabiliriz?
- Yapacak çok şeyimiz var... Ekemiyorsak bile özellikle dağ köylerinde hâlâ bulabileceğimiz tabiî tohum türleri var... Bunları alıp keten bezlerde ve uygun ortamlarda saklayabiliriz... Ama doğru olan saklamak değil... Bağınız bahçeniz yoksa bile balkonunuzda çatınızda terasınızda bunları çoğaltabilirsiniz... Süs bitkisi ekeceğinize birkaç domates, biber, fasulye yetiştirebilirsiniz... Bu kadarcık bile tavırdır... Bu kadarcıkla bile mesaj verebiliriz...
- Kuş gribi, domuz gribi, öldürücü kene biyoteknoloji ürünü biyolojik silahlar diyorsunuz... Eskiden keneler böyle değildi; başka bir canlı türü haline geldiler... Aslında, görünüşte keneye benzeyen ama dünyada daha önce görülmemiş yeni bir canlı ile karşı karşıyayız ve bu yeni şeye kene demek de doğru olmasa gerek?
- Bir yanılsama var... Kene sandığınız kene değil... Karpuz sandığınız karpuz değil... Hastalıklar hastalık değil... Yani gıda niyetine tükettiğiniz şeyler karnınızı doyuruyor ama gerçekte gıda değiller... Geçtiğimiz yıl Gazze’nin üstüne yağdırılan misket bombaları ve biyolojik silah her gün yediğimiz gıdalarla midemize dolduruluyor... Damarlarımızda dolaşıyor...
- İsrail bizimle arıcılık konusunda ortaklık yapmak istiyor... Daha önce de Güneydoğu’daki mayınlı arazilerimizi ekip biçmek istemişlerdi... MOSSAD ajanlarının Karadeniz yaylalarında sırt çantalı turist kılığında bitki ve hayvan korsanlığı yaptıklarına dair haberler okuduk... Nedir bu İsraillilerin Anadolu toprağına, bitkisine, arısına sevdası?
- Bir İsrailli bir yere gidiyorsa mutlaka ajanlık yapıyordur... Bu hem inançlarının gereğidir hem de bunu bir vatandaşlık ödevi olarak görür... Karadeniz’in köylerinde ve dağında dolaşan bir İsrailli ya başka bir amaçla oradadır ya da genetik ava çıkmıştır... Geçtiğimiz yıllarda Akdeniz Üniversitesi ile yaptıkları işbirliğinde hibrit ve GDO’lu olmayan tabiî tohum getiren öğrencilere notebook verme kampanyası başlatmaları da bunun en büyük delili sayılabilir... Amaçları, hâlâ bozulmamış bir tohum varsa onu ele geçirmek, değiştirmek ve mülkiyetlerine geçirmek... Ya da adına “işbirliği” veya “destek” gibi kılıflar koyarak onun o bölgede yetişmesini engelleyecek projeler geliştirmek... Buradaki sorun İsraillilerde değil buna izin veren Türkiye’dedir... Bir Türkiyeli, İsrail’de elini kolunu sallayarak dere tepe dolaşabilir mi? Bu kişi Türkiye vatandaşı bir Yahudi olsa bile mümkün değil... Ama bir İsrailli bu ülkede her delikte elini kolunu sallayarak dolaşır, istediğini yapar...
- Bazı insanların istediklerini yapmaları dediniz... Arılar da keneler gibi genetik müdahaleye maruz kalırsa diye düşününce insanın tüyleri ürperiyor... Nahl Suresi 68. ayette şöyle buyruluyor: Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” En-Nahl Arapça’da bal arısı demek, yani bal arısı, adına sure inecek kadar değerli bir canlı... Arılar mucizevi bir biçimde bütün yabani bitkilerimizin polenleyicisi olma görevini sürdürüyor ve en şifalı gıdamızı da mucizevi bir biçimde üretiyorlar... Arılarımızla ilgili nasıl bir planları olabilir? Görünüşte arıya benzeyen ama polenleme görevini yerine getiremeyen, şifalı bal yapamayan yeni yaratıklar oluşturmayı mı planlıyorlar? Bunun etkisi ne olur?
- Yaşamımızdan arıları çektiğimiz zaman, bitkisel dölleme sona erer... Dölleme sona ererse yaşam sona erer... Zaten arzulanan da bu... Balın şifalı olması onları rahatsız eden bir durum... Şifalı ne varsa yok edilmeli ki şifayı her biri zehir olan ilaçlarda arayalım... Bal gibi bir nimet onlar açısından böcek kadar değer ifade etmeyen insanların hak ettiği şeylerden değil... Bu planların sahipleri kendi korunaklı alanlarında kendilerine yetecek kadar bal ve tabiî gıdaları üretip tüketiyorlar... Bu güçler iyiyle, tabiîyle, fıtratla savaşmak ve bunları yok etmek istiyorlar... Bu açık bir Rab’lik iddiasıdır... Bu güçlerin açık ve gizli inançlarına göre kendileri dışındaki tüm insanlar onlar için hizmete memur edilmiş kölelerdir... İyi sadece onların hakkıdır... Diğerleri ise köleleştirilmesi ve onlara hizmet etmesi gereken insanlardır... Bunlara komplo diyenler bu gerçekleri aslında bilen insanlar... Ancak ya fotoğrafı bir araya getiremiyorlar ya da getirdikleri zaman kurulu düzenleri gerçeği görmelerine engel oluyor...
- Ankara’da bir tohum gen bankası kuruldu... Prof. Dr. Tayfun Özkaya genetik kaynaklarımızın yağmaya açılması şeklinde yorumlamıştı... Bu banka aslında ne anlama geliyor?
- Bu bir trajedidir... Tohumun yeri tohum bankası değil topraktır... Bir taraftan hibrit tohumu destekleyeceksiniz, diğer taraftan GDO’yu yasal zemine taşıyacaksınız... İyi GDO kötü GDO diye bir yanılsamayla meşruiyet kazandıracaksınız, sonra da tohumu bankalarda saklayacaksınız... Hasta can çekişirken ilacı hastaya vermek yerine ecza dolabından saklamakla tohumu bankalarda saklamak arasında hiçbir fark yok... Bu banka üzüntü verici... D8 ülkelerine ait olan bu deponun finansmanının Batılı örgütlerce karşılanması ve GDO’cuların memnuniyetle desteklemiş olmaları bile manidar değil mi?
- Bu şeytani tohumlardan, şeytani planlardan kaçmanın yolu nedir? Kitabınızda “Organik tarım gerçekten organik mi? ” diye soruyorsunuz... Gözü kapalı, gönül rahatlığıyla yiyebileceğimiz ürünler olduklarını zannediyorduk biz...
- Öncelikle kurtulmayı istemek gerekiyor... Sonra tüketime arz edilen ürünleri tüketmekten vazgeçerek tabiî ürünleri talep etmeliyiz... Özellikle organik ve doğal ürünler demiyorum... Tabiî ürünlerle organik ürünler aynı şeyler değildir... Organik denilen ürünlerin tohumları hibrit olabildiği gibi kimyasalları da barındırabilir... Tabiî tohumlar ise ekim ve sulamanın ötesinde hiçbir insani müdahale içermeyen ürünlerdir... Bunları elde edebilmek için toplumsal talep geliştirmek; bunun için de örgütlenmek ve bireysel mücadele başlatmak gerekiyor... Bu mücadeleyi başlatanların söylem ve eylemlerinin de örtüşmesi şart...
- Son 10 yıldır “makineden çıkmışçasına aynı” kayısı, elma, kiraz görüyoruz her yerde... Meyve ağaçlarımıza ne oldu da böyle tornadan çıkmış gibi birbirlerine benzemeye başladılar, kokuları gitti, tatları gitti?
- İşte bu masum gösterilen hibrit tohumların ve tarım kimyasallarının sonucudur... Böyle olması arzulanıyordu ve oldu... Endüstriyel üretimde ürün tabiatın ve fıtratın öngördüğü zamanda olgunlaşmamalı... O üreticinin belirlediği günde olgunlaşmalı, onun öngördüğü büyüklükte olmalı ki zahmetsizce ambalajlayabilsinler... Amaç nitelik değil nicelik... Bir üretici için bir tarım ürününün bir plastik eşya üretmekten öte bir anlamı yok...
- Hem kendimizi, hem toprağımızı GDO’dan koruyalım... Bir de işin gen kaynaklarımızı koruma kısmı var... Ülkemiz birçok canlının gen kaynağı durumunda... Biyolojik korsanların bu hazineyi elimizden gasp etmelerini ve patentleyerek mülk edinmelerini önlemek için neler yapmalıyız?
- Türkiye’nin meseleyi bir milli güvenlik ve gelecek sorunu olarak görmesi gerekiyor... Tohum kanunları ortadan kaldırılmalıdır... Şirketlerin tohumları tescil etmesine engel olunmalı... Tohumda bir mülkiyet söz konusu olacak ise bu devletin kendisi olmalıdır... Bunu yapabilmek için Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü ile imzaladığı tüm sözleşme ve protokolleri gözden geçirmek zorundadır... Biyolojik kaynak haritası çıkarılmalıdır... Bazı ürünler ticari olmadığı gerekçesi ile ekilmiyorsa daha fazla destek sunulmalı ya da devletin kendisi ekmelidir... Çiftçilerin ve köylülerin tohuma kolay erişmesi için devletin kendisi tabiî tohum üretim çiftlikleri kurmalı ve bunları ya maliyetine ya da destek amaçlı olarak ekim karşılığında çiftçiye hibe etmelidir... Gen kaynakları bankalarda tohum saklayarak değil, tohumu toprakla buluşturup yeşerterek geliştirilir... Hibritin yanında hangi oranda ve hangi şekilde GDO içerirse içersin GDO içeren tohum, mamul ve katkı maddesinin ülkeye girişine, ekilmesine, tüketilmesine ve ihracatına izin verilmemelidir... Bunun için ağır cezai müeyyideler koyulmalıdır... Bunu devlet yapmazsa Müslümanlar bence zekâtlarını bu alanda kullanarak fıtratın korunmasını sağlayabilirler... Bunun için örgütler kurabilirler... Tohumları geliştirip ekmeleri kaydıyla ücretsiz ya da sembolik bedellerle köylüye, çiftçiye verebilirler... İnsanlığa yapılabilecek daha büyük bir iyilik bilmiyorum... Evren bize çocuklarımıza ve torunlarımıza sapasağlam teslim edilmek üzere emanet edildi... Bir Müslüman ve bir insan emin olmak zorunda... Peygamberin (s.a.v.) herkesçe kabul edilen en önemli özelliği ‘emin’ olma sıfatıdır... Peygambere tâbi olmak onun gibi olmakla mümkün olur... O halde emanete sahip çıkmak her Müslüman için kanaatimce farzdır... Farzın gereğini yapmayan hesabını nasıl vereceğini düşünmek zorundadır... Gelecek nesillerin haklarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi buna izin vermeye de bizim hakkımız yok...
- Meclis GDO’yu oylayacak ama bu konuda ne kadar bilgi sahibi oldukları şüpheli. Ne yapabiliriz GDO’dan korunmak isteyen insanlar olarak?
- Çok şey yapabiliriz... İktidar ve muhalefet milletvekillerine bu yasaya oy vermemeleri için hergün e-posta gönderebilir, cep telefonlarına mesaj gönderebilir, ziyaret ederek veya telefonla arayarak oy vermemelerini sağlayabiliriz... Siyasi partilere ve siyasi iktidara çağrı yaparak, mektup yazarak tepki gösterebiliriz... Bu alanda çalışan derneklere üye olabilir, onlara katkı sunabiliriz... Kısaca yapacak çok şeyimiz var... Hâlâ fırsat kaçmış değil...
'Thirteen' (2003)
Catherine Hardwicke
'The Uninvited' (2009)
Charles Guard
Thomas Guard
Kılıç Ali (1889 - 1971)
...
Igor Stravinsky (1882 - 1971) 'Renard the Fox'
Rachel Weisz (7.3.1971
Béla Lugosi (1882 - 16.8.1956)
...
GÖLGELER
Büyük şehirde beni sabit fikirler ısırdı... Canavar sürüsü halinde üzerime çullanan sabit fikirler... Biri bırakır, biri ısırır... Bir türlü ruhumun etlerini bu sabit fikir canavarlarının sivri dişlerinden kurtaramam... Çalıştığım dairenin yazı masasında kendimi işe vermeye çalışmamın da faydası yok... Yazdığım her cümlenin nokta yerinde, sıraladığım her rakam dizisinin toplam çizgisi altında aynı sabit fikir...
Biraralık zaman fikri beni çıldırtacaktı... Bir musikî cümlesi dinleyecek olsam, onun her ân uçup giderek yerini başka bir notaya bırakan akışı karşısında ahenk bütününü muhafaza edemez ve bütün sesleri tek bir 'gık' halinde, birbiriyle irtibatsız bir darbe olarak işitir oldum... Her ân yaşadığımız mazi, hâl ve istikbal temposu içinde, lâstik bir topa bindirilmiş, muvazenesini arayan bir kedi yavrusuna döndü ruhum... Öyle ya; her ân yokluğa karışan bir mazi şeridi; ve her an var olup peşinden yok, bir istikbal zinciri; ve bunların, üzerinde aktığı çark... İşte, yuvarlanan topun tepesinde, yani tek ân içinde muvazenesini aramaktaki kedi yavrusu!
Halbuki herkes, zamanın o lastik topu üzerinde ne kadar rahat ve muvazeneli!
Halimi, bana deli derler diye kimseye açmadım ve tabiî insan rolünü oynamaya gayret ettim... Sokağa çıktığım zaman, insanları, sinema filmi kareleri gibi, birer anlık hareketleri içinde görüyor, meselâ bir adım atışı, her lâhzaya düşen sayısız basamaklar halinde takip etmek zorunda kalıyordum... Benim lâhza sandığım zaman parçası içinde bile istikbal ve maziden büyük paylar vardı ve o lâhzayı ölçebilecek dünyada hiçbir alet ve ölçü mevcut değildi... Öyleyse bütün ömürleri tek lâhzadan ibaret, fakat bu lâhzaların mevhum bağlantısı içinde yaşadıklarını hayâl eden insanlar, o tek lâhzanın bile sınırlanmasından uzak bir hayat vehmi içindeydiler, yani hakikatte yaşamıyorlardı...
Hareket halinde ve yaşadıkları vehmi içinde gidip gelen, gülüp oynayan, konuşup halleşen ölüler...
Bu son fikir beni öylesine ısırdı ki, dairemde evrak getirip götüren hademeye, bağırıp çağıran müdür beye, homurdanıp söylenen iş takipçilerine, kefen yerine elbise veya mini etek giymiş ölüler diye bakmaya başladım...
Ölülerden en haşmetli biri de dairenin doktoruydu... Ona birtakım ruhî sıkıntılarım olduğunu söyleyince hemen meseleyi halletti:
- Çok çalışmaktan, dedi; küçük bir (sürmenaj) . Size 20 günlük bir rapor vereyim; sakin bir köye çekilip dinleniniz!
Köyde, canıma, hattâ derdime yakın bir arkadaş bulmayayım mı? Bu 'Hâfız' diye lâkaplandırdıkları, üstübaşı dökülen, harikulâde berrak yüzlü ve derin gözlü bir adamdı... Ona 7 yaşında Kur'ânı hıfzettirmişler, 10 yılda öğrenilecek şeyleri ruhuna yığmışlar, muvazenesini bozmuşlardı... Şimdi, elinde bir ibrik, abdest alabilmek için, evlerin kapısını çalarak, sarnıçlarında yağmur suyu olup olmadığını soruyor, başka sulara güvenemiyor, yağmur yağınca da bayram ediyor, eline kap-kacak ne geçerse yağmur suyu ile dolduruyordu... İşi gücü de, sabahtan akşama, bazen de geceden sabaha kadar mezarlıkta oturmak... Köylü onu, ilişilmez bir meczup tanıyor, her türlü nazını çekiyor, fakat o, köylüleri sevmiyordu... Nasıl olmuş, ne olmuştu bilmiyorum ama, benden hoşlandığını seziyordum...
- Bırak şu ölüleri, diyordu bana; gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım!
Yoksa bu adam, ruhumdaki akrebi görecek kadar keskin gözlü bir ermiş miydi? Bazen öyle lâflar ediyordu ki, hiçbir okumuş, onun seviyesine varamazdı...
Mezarlıktayız...
Uzun zaman tek lâf etmeden oturduk... Hâfız, güneş altında berrak bir su gibi, yosunlu dibi görünen gözlerini bana dikmiş...
- Beynini tırmalayan fikirlere aldırma, dedi; onlar, gelip geçici gölgeler... Her şey gölge...
- Gölge mi dedin?
Mezarlığın önünde alabildiğine bir düzlük... Hâfız başını o tarafa çevirdi...
- Korkma! Senin zaman dediğin de bir gölge... Solucan gibi kısalıp uzayan bir gölge... Sen de bir gölgesin! Gözüne görünen, kulağına çarpan, kalbine düşen ne varsa hep gölge... Peki, nerede bu gölgelerin sahibi? Gölge var, kendisi yok, olur mu?
- Hâfız, sus, aklımı berhava edeceksin!
- Gölgelerle uğraşma; sahibine dön! Seninki hastalık değil, O'ndan gelen işaretin alâmeti... Seni O çağırıyor; O'na git! Ha köy, ha şehir, ha ev, ha sokak... O'na dön!
Köyden şimşek hızıyla kaçtım...
Hâfız beni kurtarmıştı... O'na dönememiştim ama, dönülecek yönü görmüştüm...
(Şubat 1971)
Edward Burne-Jones - 'The Passing of Venus' (1875)
'Picnic at Hanging Rock' (1975)
Peter Weir
'Le monde du silence' (1956)
Jacques-Yves Cousteau
Louis Malle
Cradle of Filth - Mr. Crowley... (Nymphetamine)
...
- Erzurum ve Muş’ta meydana gelen depremde 15 kişi öldü, 25 kişi yaralandı, 2.380 ev yıkıldı...
7.3.1966
- Pakistan'da seçimleri Zülfikar Ali Butto kazandı...
7.3.1977
- ABD uzay aracı Voyager I, Jüpiter ve Uranüs'ün Satürn gibi halkalara sahip olduğunu keşfetti... Voyager I, Jüpiter'in halkalı resimlerini dünyaya gönderdi...
7.3.1979
- Zonguldak Ereğli Kömür İşletmeleri'nin Kandilli üretim havzasındaki Armutçuk Ocağı'nda meydana gelen patlamada 102 kişi öldü, 86 kişi yaralandı...
7.3.1983
- KKTC bayrağı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi tarafından onaylandı...
7.3.1984
- Kamuoyunda 'faturalı yaşam' olarak bilinen 'ücretlilere vergi iadesi' hakkındaki yasanın kapsamı bakanlar kurulu tarafından genişletildi... Fazla mesai, prim ve transfer ücretleri de yasa kapsamına alındı...
7.3.1984
...
'My Bloody Valentine' (2009)
Patrick Lussier
...
- Beşiktaş Jimnastik Kulübü kuruldu...
4.3.1903
- Frank Sinatra'nın ilk albümü The Voice Of Frank Sinatra, Columbia Records tarafından yayımlandı...
4.3.1946
- BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs'a uluslararası güç gönderme kararı aldı...
4.3.1964
- Bir Kanada yolcu uçağı Tokyo'ya inişi sırasında infilak etti: 64 kişi öldü...
4.3.1966
-Fransız denizaltısı 'Eurydice' infilak etti...
4.3.1970
- Güney ve doğu Avrupa'da deprem: 1.500 den fazla ölü var...
4.3.1977
- İspanya'dan engizisyon baskısı nedeniyle kaçarak Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan yahudiler, Türkiye'ye gelişlerinin 500. yılını kutladılar...
4.3.1992
- Hale-Bopp kuyruklu yıldızı güneşin tam üzerinden geçti...
4.3.1997
...
- İngiliz havayollarına ait Boeing 707 tipi bir yolcu uçağı Fuji dağında düştü: 124 kişi öldü...
3.3.1966
- Zonguldak'ta Kozlu grizu faciasında 127 kişi öldü...
3.3.1992
...
...
'Ascenseur pour l'échafaud - İdam Sehpası' (1958)
Louis Malle
'The Bride Wore Black' (1968)
François Truffaut
'The Serpent's Egg' (1977)
Ingmar Bergman
'Kill Bill'
Quentin Tarantino
...
Edward Burne-Jones - 'The Sirens' (1875)
...
- Baghdad falls to the Mongols, and the Abbasid Caliphate is destroyed...
10.2.1258
- Alanson Crane yangın söndürücüsünün patentini aldı...
10.2.1863
- II. Abdülhamid tahttan indirildi...
10.2.1909
- The IBM supercomputer Deep Blue defeats Garry Kasparov for the first time...
10.2.1996
...
Aaron Hill (1685 – 1750)
Francesco Hayez (1791 – 1882) 'Jacob and Esau' (1844)
Bertolt Brecht (1898 – 1956)
Chick Webb (1905 - 1939)
Laura Dern (1967 -
...
Nergisî - Münşeât...
'The Letters of T. E. Lawrence' (1938)
Tzvi AVNI
'Five Variations to Mr. K' (1983) for Percussionist and tape
...
- Norma Jean Mortenson legally changes her name to Marilyn Monroe...
- The International Air Transport Association finalizes a draft of the Radiotelephony spelling alphabet for the International Civil Aviation Organization...
- The Broadway musical 'My Fair Lady' opens in New York City...
- Pakistan becomes the first Islamic republic, and a national holiday is observed in the country including the former East Pakistan state...
- The hard disk drive is invented by an IBM team led by Reynold B. Johnson...
- Television broadcasting commences in Australia...
- The RAF retires its last Lancaster bomber...
- Fidel Castro and Che Guevara depart from Tuxpan, Veracruz, Mexico, enroute to Santiago de Cuba aboard the yacht Granma with 82 men...
- The Game of the Century: 13-year-old Bobby Fischer beats GM Donald Byrne in the NY Rosenwald chess tournament...
- MGM's screen classic, The Wizard of Oz, is shown on television for the first time by CBS, as the final installment of their Ford Star Jubilee...
...
Byrds - Turn! Turn! Turn! (1966)
...
İşe önce FBI, sonra da CIA el attı, 'çok gizli' koduyla...
ACB koduyla iletilen bilgi şu: Daha önce hiç bilinmeyen bir virüs tespit edildi...
Virüsün kaynağı bilinmemekle beraber, ilk önce bir çocukta tespit edildi... Şu an Latin Amerika'da hızla yayılmakta olduğu, bir kasabanın ise karantina altına alındığı ve bu karantinanın da dünya kamuoyundan gizlendiği istihbaratı alındı...
Bu tehlikeli virüsün etkisi şu: İnsanın bağışıklık sistemini hızla yok etmektedir... Bir anda insanın suretini kömüre çevirerek, adeta mumyaya çevirdiği gözlendi...
Haziran-Temmuz aylarında, eğer önü alınmazsa, tüm dünyaya yayılacağı rapor edildi...
Bu virüs Cleveland'da özel olarak üretildi... ABD tarafından da biyolojik silah listesine eklenmesinin öngörüldüğü ancak şu an kontrolden çıktığı belirtiliyor...
Bu tehlikeli virüs JÜPİTER Hastalığı olarak kodlandığı da gelen bilgiler arasında...
Peki bu hastalığa neden Jüpiter Hastalığı denildi?
Jüpiter'i inceleyen NASA'daki bilim adamları, Jüpiter'deki kızıl halkalardan birinin yok olduğunu tespit ettiler...
Bu virüsün de, insanı sanki hiç yaşamamış gibi genlerini sildiğini, bu sebeple bu hastalığa JÜPİTER Hastalığı denildiği söylenmektedir...
...
Bu sene kene vakalarında değişik bir kene cinsi veya ölümcül bir böcek ile karşılaşacağız...
Bu kene türü diğerlerine göre daha tehlikeli olarak görülmektedir...
...
Cleveland, ABD'nin kuzeydoğusunda, orta batı bölgesindeki Ohio eyaletinde bulunuyor... Şehir, Büyük Göller bölgesinde, Cuyahoga Nehri'nin Erie Gölü'ne döküldüğü yerde, 200 yıl önce kurulmuş... Şehrin 1850'lerden sonra, özellikle 1900'lü yıllarda gelişmesinde nehir ve göl taşımacılığı, petrol, demir-çelik, madencilik, otomotiv, inşaat gibi sanayiler önemli bir rol oynamış... Bu gelişimde John Rockefeller'ın dünyanın ilk petrol devi Standart Oil şirketini Cleveland'da kurmasının da büyük bir payı var... Cleveland 1980'e kadar, ABD'nin üçüncü büyük şirketler merkezi konumundaydı... Ohio başta havacılık olmak üzere, teknolojik yeniliklerin geliştirildiği bir eyalet olarak tanınıyor... NASA'nın sekiz araştırma merkezinden Lewis Research Center, Cleveland' da... Yine bir kamu ve özel sektör işbirliği girişimi olan Ohio havacılık ve Uzay Enstitüsü Cleveland' da konuşlanmış... ABD Hava Kuvvetlerinin en büyük araştırma-geliştirme laboratuarı ise Dayton'daki Dwight-Patterson Hava Üssü'nde bulunuyor... Uçak motorları üreten General Electric, Pratt and Whitney, Hughes gibi dünyaca tanınmış dev şirketler, Goodrich lastik fabrikası, uçak fren sistemleri ve elektronik hedef belirleme sistemlerini üreten tesisler de Ohio eyaleti içindeler...
...
In 2000, an atmospheric feature formed in the southern hemisphere that is similar in appearance to the Great Red Spot, but smaller in size... This was created when several smaller, white oval-shaped storms merged to form a single feature... These three smaller white ovals were first observed in 1938... The merged feature was named Oval BA, and has been nicknamed Red Spot Junior... It has since increased in intensity and changed color from white to red...
...
Jüpiter'in alışıldık görüntüsü olan kuzey ve güney yarıkürelerinden geçen kuşaklardan biri, gezegenden gelen son fotoğraflara göre yerinde yok...
Güney Ekvator Kuşağı olarak bilinen halkanın ortadan kaybolmasıyla gezegenin yüzeyi alışılmadık şekilde boş görünüyor...
Geçtiğimiz yılın sonunda Güneş'in arkasında kalmasıyla Dünya'dan gözlenemeyen Jüpiter, üç ay sonra tekrar Dünya'nın görüş alanına girdiğinde kuşak ortadan kaybolmuştu...
Astro_Bob olarak da bilinen amatör astronom ve gazeteci 'Bob King', bu garip olayı ilk fark eden kişi oldu...
...
'The Black Sleep' (1956)
Reginald Le Borg
Aaron Copland - Billy the Kid... (1938)
Thomas Arne (12.3.1710 - 1778) - The Masque of Alfred...
Kuzgun Acar - Kafkas Tebeşir Dairesi için Masklar...
...
- Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı GDO Yönetmeliği'nin genel hükümleri arasında yeralan 'İnsan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç genleri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasaya sunulması yasaktır.' hükmünü, düzenlemeden sessiz sedasız bir şekilde çıkarttı ve bu değişiklik Resmi Gazete'de yayınlandı... Bu değişikliğin sizce ne gibi sonuçları olabilir?
- GDO dediğimiz şey, bir organizmanın genlerinden, değiştirmek istediğimiz bir başka organizmaya gen nakli demek... Bu transfer türleri içerisinde en çok tartışılan meselelerden biri de antibiyotiklere direnç transferidir... Dünyanın en tartışmalı meselelerinden biridir... Avrupa ilaç idaresinin yaptığı açıklamalar var bu konuda... Bitkilerin ve hayvanların antibiyotiğe dirençli hale getirilmiş olması demek, insanlar ve hayvanlar hastalandığı zaman antibiyotiklerin fayda etmeyeceği anlamına geliyor... Yani savunma sistemleri zayıflatılıyor ve dışarıdan müdahaleler faydasız hale getiriliyor...
- Yani bu antibiyotiğe dirençli genlerin mikrop ve virüslerde ortaya çıkması mümkün mü?
- Tabii ki... Zaten Avrupa'nın en çok uyardığı alan burası... Bu durumda tüm canlıların bedenleri savunmasız hale getiriliyor... O zaman daha güçlü antibiyotik tüketimi zuhur edecek... Antibiyotiklerin sayısı dünyada belli... İnsanların vücudları antibiyotiklere dirençli hale gelirse, hastalığa karşı koruyucu antibiyotik şansını yitiriyor...
Esas soru şu: Tarım ve köy işleri bakanlığı bu yönetmeliği neden kaldırma ihtiyacı hissetti? Hangi talep bunun kaldırılmasına sebep oldu? Neden aşama aşama sürekli geri adım atılıyor... Gözden kaçırarak yapılıyor... Yeni çıkan kanunun yürürlüğe girmesi için 5 ay var... Yeni kanuna göre yeni düzenlemeler yapmak yerine sürekli farklı adımlar atılıyor...
Biliyorsunuz şu an üzerinde çalışılan etiket tebliğ taslağı var... Bu taslakta GDO ile ilgili hiçbir düzenleme yok... Bu düzenlemeyle o taslağın yönetmeliğe uyumlu hale getirilmesi söz konusu... Kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya çalışılıyor... Planlı bir eylem...
...
- Birçok insanın kafasında bilim kavramı ilerleme, medeniyet, refah, iyilik, güzellik kavramları ile bir arada düşünülüyor... Günümüzde bilimin insanlığın ortak faydası için yapıldığını söyleyebilir miyiz?
- İbn-i Sina diyor ki; ‘Tıbb insanlara meslek olduktan sonra ilim olmaktan çıkmıştır.’ Ah keşke bu sorunuza ‘evet’ demek mümkün olsaydı... Ne yazık ki bilim ticari bir meta halini almıştır...
- Şu anda bilim kimin için yapılıyor? Daha doğrusu şöyle soralım; ticari bir meta haline gelmiş olan bilimin patronu kim?
- Bilim büyük oranda insanlığın ortak faydasını artık kale almıyor... Günümüzde bilim, küresel güçlerin hedeflerine ulaşmalarını sağlamayı amaçlıyor... Bilimin patronu dediniz, bu çok doğru çünkü günümüzde bilimin patronu Bilderberg’in kurucusu Rothschild ve Rockefeller aileleridir... Bilim onların belirlediği hedefe koşan bir ‘Truva atı’ konumuna getirilmiş durumda...
- Şu sıralar çok tartışılan ve sizin de 'Deccal Tabakta' kitabınızda konu edindiğiniz bilimin nispeten yeni bir dalına geçelim... Biyoteknoloji, canlılar üzerinde uygulanan teknoloji anlamına geliyor olsa gerek... Canlı ve teknoloji kelimelerini zihnimizde yan yana koymak çok güç... Canlılar üzerinde nasıl bir teknoloji uygulanıyor?
- Evet, aynen öyle... Canlı organizmaların yapısını geliştirme adı altında tahrif ve tahrip etme teknolojisi... Kimi çevreler hemen bundan bilim karşıtı bir çıkarımda bulunabilirler... Bu onların kötü niyetinden değil gerçeği görememelerinden kaynaklanıyor... Çoğunlukla önümüze konulan bir oyuncakla oynamaktan gerçeği göremiyoruz... Bu da malum çevrelerin bir planı...
- Klonlama, hibrit tohum, GDO, kalıtım mühendisliği, genetik mühendisliği, bu terimler ne anlama geliyor, okuyucularımız için biraz açabilir misiniz?
- Bu terimler aslında birbirini tamamlayan kavramlar veya teknolojiler... Canlıların yaşamı için en vazgeçilmezlerin başında yer alan tohumun insanlığın ortak mülkiyetinden küresel birkaç gücün nihayetinde de biraz önce zikrettiğimiz iki ailenin mülkü haline getirilmesinin ilk adımı hibrit tohum teknolojisidir... Aşı yöntemi ile karıştırılan bu yöntem bir aşılama ve geliştirme değildir... Mülkiyet değişimi için uydurulan kocaman bir yalan ve palavradır... Genetik müdahale tür içi gibi sunulsa da tohumun kısırlaştırılması, tarım kimyasallarına bağımlı hale getirilmesi ve tohum mülkiyetinin el değiştirmesi nedeniyle GDO’dan daha çok üzerinde durulmayı hak eden bir konudur ve GDO’nun birinci safhasıdır... GDO’lu tohum ise hibrit tohumun ikinci adımı; tümüyle türler arası transferlerle felaketin kendisi... Hibrit tohum felaketin birinci, GDO ikinci, nano gıda ise üçüncü adımı... Bu safhalarda artık gıda sandığımız hiçbir şey gerçek değil... Bir otomobil gibi petrol tüketen insan ve hayvanlar haline getirilme süreci... Yani yok oluşa son hızla ilerleme...
Klonlama ise bir canlının fotokopisini çekme hadisesidir... Fotokopi ne kadar gerçekse klonlanmış canlı da aslına oranla o kadar gerçek... Klonlama bugünkü bilgiler ışığında hiçbir zaman sürdürülebilir bir teknoloji olarak durmuyor... Ayrıca, sanıldığının aksine klonlananın tıpkısı değil sadece fizyolojik benzerliği olan farklı bir ruh taşıyan bir canlı...
Kalıtım mühendisliği ise canlı organizmalar üzerinde bilim ve teknoloji adına uygulanan bu yeni sürece verilen yeni maske isim... Özetle kalıtım mühendisliği insan, hayvan ve bitkilere zulmeden ve her gün onların bedduasının alınmasına neden olan zulüm sistemidir... Genetik mühendisliği isminin yeni versiyonudur aynı zamanda... Bu çevreler bir yandan da yeni terimler üretirler ki, zaten kafası karışmış olan insanları biraz daha oyalasınlar...
- Hibrit tohum nasıl elde ediliyor? GDO tohumun hibrit tohumdan farkı nedir?
- Hibrit tohuma kısır tohum veya ebter tohum da deniyor... Hibrit tohumlar normal tohumların genlerinin değiştirilmesi ile elde ediliyorlar... Tabiî tohumlar ilaç, gübre veya hormon gibi herhangi bir tarım kimyasalına ihtiyaç duymadan yeşeriyor, verim veriyor ve elde edilen üründen tohumluk ayrılabiliyor... Anadolu’nun bazı köylerinde tabiî tohumlar halen bulunabiliyor...
Hibritte ise tohum kısır olmasa bile yeşermesi, verim vermesi, belirli ölçülerde olması hatta çiftçinin istediği takvimde hasat edilebilmesi için her biri birbirinden tehlikeli tarım kimyasallarına ihtiyaç duyuluyor... Hibrit tohumlar tür içinden (domatesten domatese gibi) laboratuar ortamında gen aktarımı ile yapılan, çalışmayı yapan şirketin mülkü haline getirilen, vitamin ve besin fakiri olmakla beraber zehir deposu ürünlerdir... GDO ise bunun tür dışı (bakteriden mısıra gibi) gen transferi içeren bir adım ilerisidir... Birbirlerinden farkları versiyonlarıdır...
- Hibrit ve GDO’nun ülkemizdeki durumu nedir? Yasal mı, ekilip biçiliyor mu, yeniyor mu, ticareti yapılıyor mu? Bütün bunlar olurken vatandaşın haberi oluyor mu?
- Dünyanın ilk hibrit tohum ekimini yapan üç ülkesinden biri Türkiye’dir... Diğerleri ise Pakistan ve Hindistan... 1940’lardan bu yana hibrit tohumlar bu ülkede ekildiği gibi devletin desteklediği bir illet durumundadır... Tohumların ezici bir kısmı hibrit tohum halini almıştır... Tohumculuk yasası ile hibritleştirme resmi devlet politikası haline gelmiştir...
GDO ise hibrite göre daha yeni bir durumdur... Ancak devletin resmi belgeleri ve ağızları son günlerde aksini iddia etseler de Türkiye halen GDO’lu ürün ekimi yapmakta ve GDO’lu ürün ithal etmektedir... Tarım Bakanı’nın da ifade ettiği gibi, mademki dünyadaki mısır, soya, kanola ve pamuğun yüzde 100’e yakın kısmı GDO’lu; o halde bu ülkedeki hemen her üründe kullanılan soya lesitini, soya unu, soya yağı, kanola yağı, pamuk yağı, pamuk ürünleri, mısır yağı, mısır şurubu/glikozu, mısır yağı nasıl olurda GDO’suz olabilir? Kimse kimseyi kandırmasın, bu ülke GDO konusunda yol geçen hanı idi... Yeni durumda hiçbir şey değişmeyecek; bu kez sözde Kurul’un onayıyla GDO’nun cenneti olacak... Kamu erki ve siyasetçiler için bunun itirafı zor ama en yalın haliyle gerçek bu...
Tüketicilerin ezici bir kısmı bütün bunlardan habersiz... Haberdar olanlar ise tıpkı tiryakilerin alışkanlıklarını bırakma konusundaki iradesizliği ve duyarsızlıkları gibi alışkanlık ve bağımlılıklarını terk etmekte zorlanıyorlar... Ya atın ölümü arpadan olsun, ya da herkes yiyor bir şey olmuyor gibi bir düşünce var... Elbette herkes böyle düşünmüyor... Bazı çevreler sağlığı önceleyerek, bazı çevreler siyasi sonuçlarını düşünerek, az sayıdaki dindar çevre ise sağlık ve siyasi sorunlara ilaveten ‘haramdır' fetvaları nedeniyle GDO’lu ürünlerden sakınmaya çalışıyor...
- Amerikalıların yüzde 60’ı hiç GDO’lu besin tüketmediğini sanıyor... Oysa ABD’de hemen herkes, her gün GDO’lu besin tüketiyor... Özellikle market yiyeceklerinin içindeki GDO mısır, soya, kanola, pirinç türevleri ile... Bunu bilmiyorlar çünkü market yiyeceklerinin etiketinde GDO’lu olduğu yazmıyor... Biz de Amerikalılar gibi, farkında olmadan GDO yiyor olabilir miyiz?
- ABD, ‘Tüketici istiyor diye ürün etiketine GDO’ludur diye yazacak lüksümüz yok’ diyen adamlarca yönetilen bir ülke... ABD’de GDO’lu ürün tüketmemiş olanlar sadece dünyanın kaymağını yiyen Bilderberg taifesi ve efradıdır... Onun dışında herkes tıpkı Türkiye’deki herkes gibi mutlaka GDO’lu bir ürün tüketmiştir ve tüketmeye de devam ediyor...
- Biyoteknoloji sadece tohumlarla alakalı olmasa gerek... Bitkilerin, hayvanların bedduasını alıyoruz demiştiniz... Başka hangi canlılar bu zulme uğratılıyor?
- Uğramayan canlı türü var mı? Tarım kimyasalları nedeniyle her yıl binlerce canlı türü yok oluyor... Bitkiler de yok oluyor, hayvanlar da... İnsanlarda ise bu teknolojinin getirdiği kısırlaştırma ile ‘istenmeyen ırklar’ olarak tanımlanan bazı ırkların ortadan kaldırılması amaçlanıyor... Özellikle de kısırlaştırıldığı için çocuk sahibi olamayan milyonlarca ailenin geleceği karartılıyor...
- “Ne yersen, osun” diye bir söz vardır... Kısır tohum yiyince kısır, yamyam tavuk ve yamyam sığır yiyince yamyam oluyor muyuz dersiniz? Deli dana hastalığı sığırları yamyamlığa zorlama yüzünden, yemlerine türdeşlerinin kanları, kemikleri katıldığı için patlak vermişti... Ya da, bağışıklık sistemi zayıflatılmış buğdaydan yapılan bir ekmeği yediğimizde bizim de bağışıklık sistemimiz çöküyor mu? Çocuklarımız bundan mı hep soluk benizli, hep hasta?
- Zaten en önemli hedeflerden biri savunma sistemi çökertilmiş, hastalıklı insanlar oluşturmak... Sağlığı ile uğraşmaktan bilimle, düşünceyle, iktisatla, siyasetle ve gelecekle ilgilenmeyen toplumlar oluşturmak... Bunun en kolay yolu sürekli hasta bir toplum meydana getirmekten geçiyor... Her gün hasta, her gün hastane koridorları ve odalarında çürütülen bir ömür ve ilaç maymununa dönüştürülmüş bir insanlık...
- GDO yasası ile sadece Tarım Bakanlığımız ilgileniyor... Konunun çok farklı boyutları olduğundan birçok bakanlığın bu kritik dönemde söz sahibi olması gerektiğini söylemiştiniz... Bu bakanlıklar hangileri? Neden sadece Tarım Bakanlığı konusuymuş gibi davranılıyor?
- Dünyada GDO meselesi genellikle Tarım Bakanlarının meselesi değil... Bu sadece bizde böyle... GDO ve tarım kimyasalları sorunu çevre, sağlık, ticaret, tüketici, bilim, eğitim, tarım ve gıda bakanlıklarının sorunu... Hatta hatta Milli Güvenlik Kurulları ile dini otoritelerin sorunu... Bizde ise sanki bu sorun sadece gıdayı ilgilendiren bir meseleymiş gibi sadece tarım kısmı konuşuluyor... Dini çevreler suskun... Sıkıştıklarında açlık palavrası ve ‘zaruret hali’ gibi bir kılıfla işin içinden sıyrılıyorlar... Milli Güvenlik Kurulu ‘iç düşman’ saplantısı yüzünden ömründe tarımı hiç dert edinip gündemine almamış ki GDO ile ilgilensin... Sağlık Bakanlığı aşı ve ilaç pazarlamacısı gibi çalışmaktan bu meselelerle ilgilenmiyor... İlaç ve kozmetik ürünlerindeki GDO ve kimyasal madde sorunu bu ülkenin en önemli sağlık sorunu olduğu halde Sağlık Bakanlarının ağzından bu konularla ilgili tek cümle sadır olmamıştır... Çevre ve diğer bakanlıkların da konu hakkında zerre bilgisi yokmuş gibi duruyor... Acı ama gerçek bu...
- Avrupa gündemine GDO bizdekinden önce girdi... Avrupalı tüketiciler, çiftçiler senelerdir istemediklerini söylüyor; ABD ve Dünya Ticaret Örgütü’nün dayatmalarına karşı mücadele veriyorlar... 2008 yılında Vatikan bu konuda önemli bir adım atarak “genetik mühendisliğinin” ve “insanlar üzerinde deney yapmanın” günah olduğunu açıkladı... Bu çok önemli bir haber... Bizim din adamlarımızın neden bu konuda sesi çıkmıyor? “Dilsiz şeytan” durumuna düşülmüyor mu biraz?
- Bizim dini çevreler konu hakkında ilgisiz dolayısıyla da bilgisiz... Kitap çalışması yaparken bu konuda küçük çaplı birkaç kitap ve makale dışında hiçbir veriye ulaşmak mümkün olamadı... Bizimkiler hâlâ ibadet şekillerini tartışıyor... Hâlâ Cuma Hutbeleri’nde Ortam Haftası, Cumhuriyet’in Fazileti, Yerli Malı Haftası, içini bir türlü dolduramadıkları ‘güzel ahlak’ gibi çağın sorunları dışında gündemlerle meşguller... Müslüman çevreler hâlâ sakal şekli, örtünme biçimi, kendi cemaatinin üstünlüğü gibi şekilci ve abes işlerle ilgileniyorlar... Ve mütefekkirliği hak edemeyen entelleri ise hâlâ gündelik sohbetlerinde Marks bunu dedi Weber bunu dedi ile meşgul olmaktan paradigma geliştiremiyorlar... Mesela onlar Henry Kissinger’i sadece 'Diplomasi' kitabının yazarı sanıyorlar... Mesela Ahmet Davutoğlu’na Türkiye’nin Kissinger’i diyerek hakaret ettiklerinin, hatta aşağıladıklarının farkında bile değiller... Kendileri gündem yaratmak yerine önlerine konulmuş sanal gündemlere yönelik okumalar yapıyorlar ve onu tartışıyorlar... Bu çevreler kendi sorularını sormak yerine Batılıların sorduğu sorulara cevap üretmekle meşguller... Ürettikleri cevaplar da bir türlü sorunun cevabı olamıyor...
Kur’an’ın hükümleri ve mânâsı konusunda uzman fıkıh ve tefsir alimlerinin GDO tartışmalarında sesi çıkmayınca meydan ehil olmayan kişilere kaldı... Örneğin İstanbul Ticaret Odası’nın 3 Şubat 2010’da düzenlediği GDO seminerinde biyoteknoloji uzmanı Prof. Selim Çetiner ve Başbakan Başmüşaviri Dr. Yıldırım M. Ramazanoğlu Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri kendilerine göre yorumlayarak GDO’nun dini açıdan sakıncasız olduğunu iddia ettiler... Bunun ardından, dinimiz konusunda cahil olmayı seçen ve bir ayetten mana çıkartacak kıvama gelebilmek için 15 farklı bilim dalında uzman olmak gerektiğini bilmeyen entelektüellerimiz bu iddiayı doğru kabul ederek “Her İşe Dini Karıştırmasak Çok İyi Olacak” ve “Fetva Verildi, GDO’lu Ürünleri Yiyebilirsiniz” başlıklı yazılar yazdılar... Dini açıdan GDO’yu nasıl değerlendirebiliriz? (Nisa Suresi 118. ayette şöyle buyruluyor: Allah o şeytana lânet etti ve o da, “Andolsun ki senin kullarından elbette belirli bir pay alacağım” dedi. “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür.)
İTO’nun zikrettiğiniz GDO yanlısı panelini baştan sona takip etme ve kaydetme imkânım oldu... Konuşulanları biliyorum... Bu konuda çıkan haber ve yorumların önemli bir kısmını da takip etme imkânım oldu... Bahse konu ‘Deccal Tabakta’ isimli kitabımızda da konuya bir miktar değindim... Selim Çetiner’in GDO konusunda söyleyeceği bilgilerin bizim açımızdan hiçbir kıymeti harbiyesi yok... Kendisi GDO yandaşı ve karşıtları küçümsüyor... Başbakanlık adına konuşan Başbakan Başdanışmanının konuşmaları ise adeta şok ediciydi... GDO’nun fıtratı bozması nedeniyle Müslüman çevrelerin GDO’ya karşı çıkmak için Kur’an-ı Kerim âyetlerinden örnekler vermeleri sıkça yaşadığımız bir durumken Kur’an-ı Kerim ayetlerinin GDO taraftarlığına alet edilmesine ilk kez rastladık... Bu tahrip ve tahribe, yani fıtratın bozulmasına siyasi çevrelerin âyetle karşılık üretmeleri yakışıksız olmakla birlikte Milliyet Gazetesi’nde çıkan eleştirileri hak edecek türdendi de... Kur’an’ın GDO’yu desteklediğini söylemek şayet saflık değilse iyi niyetle bağdaşmaz... Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslam Konferansı Teşkilatı’nın GDO konusunda ‘haram’ yahut olumsuz düşünceleri ortadayken başbakanı temsil eden birinin böyle bir konuşma yapması ciddi soru işaretleri doğurur...
- Ekini, nesli mahvediyor ama gene de din adamlarımızın sesi çıkmıyor; çok ilginç... GİMDES, GDO’lu ürünlere helal sertifikası vermeyeceğini, bu gıdaların haram olduğunu açıkladı, değil mi?
- Zikre konu dernek bu konuda ne dedi bilmiyorum... Fakat bildiğim GDO’lu olduğunu bildiğimiz endüstriyel tavuğa ‘helal sertifika’ vermeleridir... Şahsen ben helâl sertifikası taşısalar da bu tavukları yemiyorum ve yemem... Kitapta nedenlerini de izah etmeye gayret ettik... Ekinin tahribi konusundaki sorun birçok çevrenin Kur’an-ı Kerim’i sözlük yardımı ile çözülen bir mesai metnine indirgemiş olmasıdır... Orada geçen kelimenin terkibi, gramer yapısı, ıstılah manası, etimolojik, linguistik durumu gibi birçok neden ile Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek sürecek olan kalıcılığı ve evrenselliğine göre anlamlandırılması gerekirken Elmalılı merhumun meâlinin başına gelenlerin bile durum hakkında yeterli bilgi verdiğini düşünüyorum...
- Kitabınızda şunu söylüyorsunuz: Hastalık yapan tohumu üreten şirketle, hastalanınca içilen ilacı üreten şirket aynı... Dahası, GDO ve hibrit tohumun her türlü kimyasal tarım ilacını üreten şirket de aynı... Bu bir komplo mu?
- Kimileri bu tür bilgilendirmeleri ‘komplo teorisi’ olarak yaftalarlar... Bu gerçeği görememenin, görmek istememenin göstergesidir... Olup biten komplo teorisi değil insanlığa yapılan komplodur... Belirttiğiniz gibi petrolü kontrol eden de, tohumun genetiğini değiştirip mülkiyetine geçiren de, tarım kimyasallarını üreten de, hastalık üretip hastalık satan da, ürettiği yapay hastalıklara aşı ve ilaç üreten de, finansı kontrol eden de, tarım makinelerini üreten de aynı şirketler... Şirket tarımı ya da endüstriyel tarım tümüyle bir planın ürünüdür... Bu plan insanlığın çıkarına değil küresel şirketlerin çıkarına bir durum...
- Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın isminden “köyişlerini”ni çıkartmak istiyorlar... Hibrit tohum ve GDO çiftçimiz için ne anlama geliyor? Yerli tohum türlerimiz ve yerli hayvan ırklarımızdan sonra köylülerimiz de kıyıma mı uğratılmak isteniyor?
- Çok haklısınız... Adeta bakanlık köyden utanıyor ve köyişlerini kullanmıyor... Zaten köy ve köylü kimsenin umurunda değil... Terk edilmişlik ve çaresizlik bir kader gibi sunuluyor... Hâlbuki gerçek hayat köyde... Son 50 yılda tüm köyleri boşaltıp şehrin varoşlarına taşıdılar... Köyde bağda bahçede çalışan insan şehirde ne olsa yaparım diye işe çıktı... Yapacak bir şey bulamayınca ne olsa yerim demeye başladı... Ne köye dönecek yüzü ve gücü var ne de şehirde kahvehaneye gitmekten başka yapacak bir işi... Mesela Doğu ve Güneydoğu hayvancılıkla geçinirdi... Politikasızlık ya da dayatılan çıkarcı politikalar veya başkaca sorunlar nedeniyle köylüyü şehre taşıdıkları için süt ve besi hayvancılığı ciddi kriz yaşıyor... Son et fiyatı sorunu da büyük oranda bu nedenledir...
- Bizi Anadolu’nun binlerce yıllık hazinesi, yerli tohumlarımız, yerli hayvan ırklarımız kurtaracak diyorsunuz... Bu konuda neler yapabiliriz?
- Yapacak çok şeyimiz var... Ekemiyorsak bile özellikle dağ köylerinde hâlâ bulabileceğimiz tabiî tohum türleri var... Bunları alıp keten bezlerde ve uygun ortamlarda saklayabiliriz... Ama doğru olan saklamak değil... Bağınız bahçeniz yoksa bile balkonunuzda çatınızda terasınızda bunları çoğaltabilirsiniz... Süs bitkisi ekeceğinize birkaç domates, biber, fasulye yetiştirebilirsiniz... Bu kadarcık bile tavırdır... Bu kadarcıkla bile mesaj verebiliriz...
- Kuş gribi, domuz gribi, öldürücü kene biyoteknoloji ürünü biyolojik silahlar diyorsunuz... Eskiden keneler böyle değildi; başka bir canlı türü haline geldiler... Aslında, görünüşte keneye benzeyen ama dünyada daha önce görülmemiş yeni bir canlı ile karşı karşıyayız ve bu yeni şeye kene demek de doğru olmasa gerek?
- Bir yanılsama var... Kene sandığınız kene değil... Karpuz sandığınız karpuz değil... Hastalıklar hastalık değil... Yani gıda niyetine tükettiğiniz şeyler karnınızı doyuruyor ama gerçekte gıda değiller... Geçtiğimiz yıl Gazze’nin üstüne yağdırılan misket bombaları ve biyolojik silah her gün yediğimiz gıdalarla midemize dolduruluyor... Damarlarımızda dolaşıyor...
- İsrail bizimle arıcılık konusunda ortaklık yapmak istiyor... Daha önce de Güneydoğu’daki mayınlı arazilerimizi ekip biçmek istemişlerdi... MOSSAD ajanlarının Karadeniz yaylalarında sırt çantalı turist kılığında bitki ve hayvan korsanlığı yaptıklarına dair haberler okuduk... Nedir bu İsraillilerin Anadolu toprağına, bitkisine, arısına sevdası?
- Bir İsrailli bir yere gidiyorsa mutlaka ajanlık yapıyordur... Bu hem inançlarının gereğidir hem de bunu bir vatandaşlık ödevi olarak görür... Karadeniz’in köylerinde ve dağında dolaşan bir İsrailli ya başka bir amaçla oradadır ya da genetik ava çıkmıştır... Geçtiğimiz yıllarda Akdeniz Üniversitesi ile yaptıkları işbirliğinde hibrit ve GDO’lu olmayan tabiî tohum getiren öğrencilere notebook verme kampanyası başlatmaları da bunun en büyük delili sayılabilir... Amaçları, hâlâ bozulmamış bir tohum varsa onu ele geçirmek, değiştirmek ve mülkiyetlerine geçirmek... Ya da adına “işbirliği” veya “destek” gibi kılıflar koyarak onun o bölgede yetişmesini engelleyecek projeler geliştirmek... Buradaki sorun İsraillilerde değil buna izin veren Türkiye’dedir... Bir Türkiyeli, İsrail’de elini kolunu sallayarak dere tepe dolaşabilir mi? Bu kişi Türkiye vatandaşı bir Yahudi olsa bile mümkün değil... Ama bir İsrailli bu ülkede her delikte elini kolunu sallayarak dolaşır, istediğini yapar...
- Bazı insanların istediklerini yapmaları dediniz... Arılar da keneler gibi genetik müdahaleye maruz kalırsa diye düşününce insanın tüyleri ürperiyor... Nahl Suresi 68. ayette şöyle buyruluyor: Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” En-Nahl Arapça’da bal arısı demek, yani bal arısı, adına sure inecek kadar değerli bir canlı... Arılar mucizevi bir biçimde bütün yabani bitkilerimizin polenleyicisi olma görevini sürdürüyor ve en şifalı gıdamızı da mucizevi bir biçimde üretiyorlar... Arılarımızla ilgili nasıl bir planları olabilir? Görünüşte arıya benzeyen ama polenleme görevini yerine getiremeyen, şifalı bal yapamayan yeni yaratıklar oluşturmayı mı planlıyorlar? Bunun etkisi ne olur?
- Yaşamımızdan arıları çektiğimiz zaman, bitkisel dölleme sona erer... Dölleme sona ererse yaşam sona erer... Zaten arzulanan da bu... Balın şifalı olması onları rahatsız eden bir durum... Şifalı ne varsa yok edilmeli ki şifayı her biri zehir olan ilaçlarda arayalım... Bal gibi bir nimet onlar açısından böcek kadar değer ifade etmeyen insanların hak ettiği şeylerden değil... Bu planların sahipleri kendi korunaklı alanlarında kendilerine yetecek kadar bal ve tabiî gıdaları üretip tüketiyorlar... Bu güçler iyiyle, tabiîyle, fıtratla savaşmak ve bunları yok etmek istiyorlar... Bu açık bir Rab’lik iddiasıdır... Bu güçlerin açık ve gizli inançlarına göre kendileri dışındaki tüm insanlar onlar için hizmete memur edilmiş kölelerdir... İyi sadece onların hakkıdır... Diğerleri ise köleleştirilmesi ve onlara hizmet etmesi gereken insanlardır... Bunlara komplo diyenler bu gerçekleri aslında bilen insanlar... Ancak ya fotoğrafı bir araya getiremiyorlar ya da getirdikleri zaman kurulu düzenleri gerçeği görmelerine engel oluyor...
- Ankara’da bir tohum gen bankası kuruldu... Prof. Dr. Tayfun Özkaya genetik kaynaklarımızın yağmaya açılması şeklinde yorumlamıştı... Bu banka aslında ne anlama geliyor?
- Bu bir trajedidir... Tohumun yeri tohum bankası değil topraktır... Bir taraftan hibrit tohumu destekleyeceksiniz, diğer taraftan GDO’yu yasal zemine taşıyacaksınız... İyi GDO kötü GDO diye bir yanılsamayla meşruiyet kazandıracaksınız, sonra da tohumu bankalarda saklayacaksınız... Hasta can çekişirken ilacı hastaya vermek yerine ecza dolabından saklamakla tohumu bankalarda saklamak arasında hiçbir fark yok... Bu banka üzüntü verici... D8 ülkelerine ait olan bu deponun finansmanının Batılı örgütlerce karşılanması ve GDO’cuların memnuniyetle desteklemiş olmaları bile manidar değil mi?
- Bu şeytani tohumlardan, şeytani planlardan kaçmanın yolu nedir? Kitabınızda “Organik tarım gerçekten organik mi? ” diye soruyorsunuz... Gözü kapalı, gönül rahatlığıyla yiyebileceğimiz ürünler olduklarını zannediyorduk biz...
- Öncelikle kurtulmayı istemek gerekiyor... Sonra tüketime arz edilen ürünleri tüketmekten vazgeçerek tabiî ürünleri talep etmeliyiz... Özellikle organik ve doğal ürünler demiyorum... Tabiî ürünlerle organik ürünler aynı şeyler değildir... Organik denilen ürünlerin tohumları hibrit olabildiği gibi kimyasalları da barındırabilir... Tabiî tohumlar ise ekim ve sulamanın ötesinde hiçbir insani müdahale içermeyen ürünlerdir... Bunları elde edebilmek için toplumsal talep geliştirmek; bunun için de örgütlenmek ve bireysel mücadele başlatmak gerekiyor... Bu mücadeleyi başlatanların söylem ve eylemlerinin de örtüşmesi şart...
- Son 10 yıldır “makineden çıkmışçasına aynı” kayısı, elma, kiraz görüyoruz her yerde... Meyve ağaçlarımıza ne oldu da böyle tornadan çıkmış gibi birbirlerine benzemeye başladılar, kokuları gitti, tatları gitti?
- İşte bu masum gösterilen hibrit tohumların ve tarım kimyasallarının sonucudur... Böyle olması arzulanıyordu ve oldu... Endüstriyel üretimde ürün tabiatın ve fıtratın öngördüğü zamanda olgunlaşmamalı... O üreticinin belirlediği günde olgunlaşmalı, onun öngördüğü büyüklükte olmalı ki zahmetsizce ambalajlayabilsinler... Amaç nitelik değil nicelik... Bir üretici için bir tarım ürününün bir plastik eşya üretmekten öte bir anlamı yok...
- Hem kendimizi, hem toprağımızı GDO’dan koruyalım... Bir de işin gen kaynaklarımızı koruma kısmı var... Ülkemiz birçok canlının gen kaynağı durumunda... Biyolojik korsanların bu hazineyi elimizden gasp etmelerini ve patentleyerek mülk edinmelerini önlemek için neler yapmalıyız?
- Türkiye’nin meseleyi bir milli güvenlik ve gelecek sorunu olarak görmesi gerekiyor... Tohum kanunları ortadan kaldırılmalıdır... Şirketlerin tohumları tescil etmesine engel olunmalı... Tohumda bir mülkiyet söz konusu olacak ise bu devletin kendisi olmalıdır... Bunu yapabilmek için Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü ile imzaladığı tüm sözleşme ve protokolleri gözden geçirmek zorundadır... Biyolojik kaynak haritası çıkarılmalıdır... Bazı ürünler ticari olmadığı gerekçesi ile ekilmiyorsa daha fazla destek sunulmalı ya da devletin kendisi ekmelidir... Çiftçilerin ve köylülerin tohuma kolay erişmesi için devletin kendisi tabiî tohum üretim çiftlikleri kurmalı ve bunları ya maliyetine ya da destek amaçlı olarak ekim karşılığında çiftçiye hibe etmelidir... Gen kaynakları bankalarda tohum saklayarak değil, tohumu toprakla buluşturup yeşerterek geliştirilir... Hibritin yanında hangi oranda ve hangi şekilde GDO içerirse içersin GDO içeren tohum, mamul ve katkı maddesinin ülkeye girişine, ekilmesine, tüketilmesine ve ihracatına izin verilmemelidir... Bunun için ağır cezai müeyyideler koyulmalıdır... Bunu devlet yapmazsa Müslümanlar bence zekâtlarını bu alanda kullanarak fıtratın korunmasını sağlayabilirler... Bunun için örgütler kurabilirler... Tohumları geliştirip ekmeleri kaydıyla ücretsiz ya da sembolik bedellerle köylüye, çiftçiye verebilirler... İnsanlığa yapılabilecek daha büyük bir iyilik bilmiyorum... Evren bize çocuklarımıza ve torunlarımıza sapasağlam teslim edilmek üzere emanet edildi... Bir Müslüman ve bir insan emin olmak zorunda... Peygamberin (s.a.v.) herkesçe kabul edilen en önemli özelliği ‘emin’ olma sıfatıdır... Peygambere tâbi olmak onun gibi olmakla mümkün olur... O halde emanete sahip çıkmak her Müslüman için kanaatimce farzdır... Farzın gereğini yapmayan hesabını nasıl vereceğini düşünmek zorundadır... Gelecek nesillerin haklarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi buna izin vermeye de bizim hakkımız yok...
- Meclis GDO’yu oylayacak ama bu konuda ne kadar bilgi sahibi oldukları şüpheli. Ne yapabiliriz GDO’dan korunmak isteyen insanlar olarak?
- Çok şey yapabiliriz... İktidar ve muhalefet milletvekillerine bu yasaya oy vermemeleri için hergün e-posta gönderebilir, cep telefonlarına mesaj gönderebilir, ziyaret ederek veya telefonla arayarak oy vermemelerini sağlayabiliriz... Siyasi partilere ve siyasi iktidara çağrı yaparak, mektup yazarak tepki gösterebiliriz... Bu alanda çalışan derneklere üye olabilir, onlara katkı sunabiliriz... Kısaca yapacak çok şeyimiz var... Hâlâ fırsat kaçmış değil...
...
John Gay - The Beggar's Opera...
Rachel Roberts (4.3.1978
Mikalojus Konstantinas Ciurlionis (1875 - 1911) 'Sonata of the Pyramids' (1908)
- There is a bill wanting him to pay the bill...
- You said this one just now...
(Inland Empire)
Camille Claudel (1864 - 1943)
'Kavanozdaki Adam' (1987)
Mesut Uçakan