Yatmadan önce odamdan çıkıp periler âlemindeki malikânemin tamamını keşfetmek istedim... Uzun bir koridoru izleyerek yürümeye başladım; koridor uykum gelmediği takdirde bana sunabileceği şeylerin hepsini sırayla önüme serdi: bir köşe koltuğu, bir epinet, bir konsolun üzerinde, sineraryalarla dolu mavi bir çini vazo ve eski bir çerçeve içinde, pudralı saçlarına mavi çiçekler serpiştirilmiş, elinde bir demet karanfil tutan, bir eski zaman hanımefendisinin hayaleti... Koridorun sonuna geldiğimde, hiçbir kapının açılmadığı kör duvara safça, 'Şimdi geri dönmen gerekiyor, ama gördüğün gibi, burası senin evin sayılır', derken, yumuşak halı da ondan geri kalmamak için atılıyor, gece uyuyamazsam pekala yalınayak gelebileceğimi, ayrıca kırlara bakan panjursuz pencerelerin de, bütün geceyi uykusuz geçireceklerini ve kimseyi uyandırmaktan korkmadan, istediğim saatte yanlarına gidebileceğimi söylediklerini ekliyordu... Bir örtünün arkasında, tek başına, küçücük bir büfeyi yakaladım; duvar engelini aşamamış, kaçamayıp süklüm püklüm oraya saklanmıştı; ay ışığıyla mavileşmiş yuvarlak penceresinden korkuyla bana bakıyordu... Yattım, ama pufla örtünün, küçük sütunların, ufak şöminenin varlığı, dikkatimi Paris'te gelmediği bir dereceyi yükselterek, tahayyüllerimin olağan seyrine dalmamı engelledi... Uykuyu sarmalayan, etkileyen, değiştiren, hatıralarımızın şu veya bu dizisiyle aynı düzleme getiren de, bu özel dikkat hali olduğundan, o ilk gece rüyalarımı dolduran görüntüler, uykumun genellikle yararlandığı hafızadan tamamen farklı bir hafızadan alınmaydı... Uyurken her zamanki hafızama sürüklenmeyi istediysem de, alışık olmadığım yatak, döndüğüm sırada pozisyonuma yöneltmek zorunda olduğum tatlı dikkat, rüyalarımın yeni seyrini doğrultmaya veya korumaya yetiyordu... Uyku da, dış dünyanın algılanışı gibidir... Alışkanlıklarımızdaki bir değişiklik onu şiirselleştirmeye yeter; soyunurken istemeden yatağın üstünde uyuyakalmamız, uykunun boyutlarının değişmesine ve güzelliğinin hissedilmesine yeter... Uyanır, saatin dördü gösterdiğini görürüz; sabahın dördüdür daha, ama biz bütün günün geçip gittiğini sanırız; bu birkaç dakikalık, peşinde koşmamış olduğumuz uyku, bize ilâhi bir yasa gereği gökten inmiş gibi, bir imparatorun altın topuzu kadar muazzam ve dopdolu gelir... Sabah, büyükbabamın hazır olduğunu ve Méséglise tarafına gitmek için beni beklediklerini düşünüp üzülürken, daha sonra her gün penceremin altından gececek olan bir alayın borazan sesiyle uyandım... Ama iki veya üç kere - bunu özellikle belirtiyorum; çünkü insanların hayatını iyi tasvir edebilmek için, bu hayatın içine gömüldüğü ve geceler boyunca, bir yarımadayı kuşatan deniz gibi onu saran uykuyla sarmalamak gerekir - araya giren uyku müziğin şokuna dayanacak kadar direnç gösterdi ve hiçbir şey duymadım... Bazı günler kısacık bir an direnci kırıldı; ama henüz uykunun kadife yumuşaklığı içinde olan bilincim, tıpkı önceden uyuşturulmuş, başta tamamen duyarsız olduğu yakma işlemini son anda, hafif bir ısınma olarak algılayan bir organ gibi, sadece kendisini belli belirsiz, taptaze bir sabah cıvıltısıyla okşayan fifrelerin sivri uçlarını hissediyordu tatlı tatlı; sessizliğin müziğe dönüştüğü bu kısa kesintiden sonra, daha süvarilerin geçişi tamamlanmadan, bilincim tekrar uykuya dönüyor, fışkıran, çınlayan buketin açılmış son çiçeklerini benden esirgiyordu... Bilincimin, bu fışkıran sapların okşadığı bölümü o kadar dar, uyku tarafından o kadar kandırılmıştı ki, daha sonra Saint-Loup müziği duyup duymadığımı sorduğunda, borazan sesinin, gün içinde, en ufak bir gürültünün ardından, kentin kaldırımlarından yükseldiğini işittiğim borazanlar kadar hayalî olmadığından emin olamıyordum... Belki de sesi, uyanma korkusuyla, veya aksine uyanmayıp geçit törenini görememe korkusuyla, rüyamda duymuştum sadece... Çünkü çoğunlukla, sesin beni uyandıracağını düşündüğüm anda, aksine uyumaya devam etmişsem, bir saat boyunca, bir yandan uyuklarken bir yandan uyandığımı zanneder, uykumun ekranında kendi kendime, uykunun görmemi engellediği, ama benim şahit olduğumu sandığım sahneleri, ince gölgeler halinde oynatırdım...
Gündüz yapmamız gereken bir şeyi, uykumuzun gelmesiyle birlikte, ancak rüyada, yani yönü uyku tarafından değiştirildikten sonra, uyanıkken izleyeceğimizden farklı bir yol izleyerek gerçekleştirdiğimiz olur gerçekten de... Aynı olay tersine döner ve başka şekilde sonuçlanır... Her şeye rağmen, uyurken içinde yaşadığımız dünya o kadar farklıdır ki, uyumakta güçlük çekenlerin her şeyden çok istediği, bizim dünyamızdan çıkmaktır... Saatler boyunca gözleri kapalı, umutsuzca, gözleri açık olsa düşünecekleri şeylere benzer düşünceleri evirip çevirdikten sonra, bir önceki dakikanın, mantık kurallarıyla ve şimdiki zamanın gerçekliğiyle kesin bir çelişki içindeki bir düşünme biçimiyle ağırlaşmış olduğunu farkettiklerinde, moralleri yükselir; bu kısa 'kayboluş', belki birazdan içinden geçip gerçeği algılamaktan kaçabilecekleri, gerçekten az çok uzakta, kendilerini az çok 'iyi' bir uykuya kavuşturabilecek bir mola verebilecekleri kapının açık olduğu anlamına gelir... Zaten sırtımızı gerçekliğe döndüğümüzde, ilk karanlık mağaralara vardığımızda büyük bir adım atmış oluruz; burada 'kendi kendine telkin'ler, cadılar gibi, kuruntu mahsulü hastalıkların veya şiddetlenen sinirsel hastalıkların cehennem kazanını kaynatmakta ve bilinçsiz uyku sırasında yükselen krizlerin, uykuyu noktalayacak bir güçle patlak vereceği saati kollamaktadırlar...
Oradan pek uzak olmayan özel bahçede, bilinmedik çiçekler gibi birbirinden çok farklı uykular boy atar: boruçiçeği, hintkeneviri, çeşitli eter türevleri uykusu, belladon, afyon, kediotu uykusu; kaderi belirlenmiş bir yabancının gelip onlara dokunduğu, açtığı ve uzun saatler boyunca, hayran ve şaşkın bir yürekle, kendilerine has rüyalarının rayihasını yaydığı güne kadar kapalı kalan çiçekler... Bahçenin sonundaki manastırın açık pencerelerinden, uykuya dalmadan önce öğrenilen ve ancak uyanıldığında bilinecek olan derslerin tekrarlandığı duyulur; öte yandan uyanmanın habercisi olan içimizdeki çalar saatin tiktakları yankılanır; kaygımız bu saati öyle iyi ayarlamıştır ki, hizmetkârımız saatin yedi olduğunu söylemek üzere geldiğinde, bizi hazır bulur... Rüyalara açılan, aşk üzüntülerinin unutuluşunun hiç durmadan mayalandığı ve arasıra, bulanık anılarla dolu bir kâbusla bölünen, bozulan sürecine vakit geçirmeden tekrar döndüğü bu odanın karanlık duvarlarında, uyandıktan sonra bile rüyaların hatıraları asılı kalır; ama öyle bir karanlığa gömülmüştür ki bu hatıralar, çoğu kez onları ancak öğleden sonranın ortasında, benzer bir düşüncenin ışınları rastlantıyla üzerlerine vurduğunda farkederiz; bunların bazıları, uyuduğumuz sırada uyumlu bir belirginliğe sahip oldukları halde, kısa sürede öyle bambaşka bir hale gelirler ki, onları tanıyamadığımızdan, hızla tekrar toprağa gömmekten başka bir şey yapamayız: fazlasıyla çabuk çürümüş bir ceset veya en usta tamircinin bile bir biçim veremeyeceği, bir şey çıkaramayacağı kadar zarar görmüş, neredeyse toza dönüşmüş bir eşya gibi...
Parmaklığın yanında yer alan taş ocağında, derin uykular, kafayı sert sıvalarla dolduran maddeleri bulurlar; öyle ki, uyuyan kişiyi uyandırabilmek için, kendi iradesi, altın parıltılı bir sabahta bile, genç bir Siegfried gibi vargücüyle balta sallamak zorundadır... Biraz ötede, hekimlerin aptalca, uykusuzluktan daha yorucu olduklarını iddia ettiği, oysa aksine, düşünen kişinin sürekli dikkatten kurtulmasına izin veren kâbuslar vardır; aslında ölmüş olan anne babamızın, yakında iyileşme umudunu dışlamayan, ağır bir kaza geçirdiği, uydurma albümleriyle kâbuslar... Annemizle babamız iyileşinceye kadar, onları küçük bir fare kafesinde tutarız; beyaz farelerden daha ufak, iri kırmızı beneklerle kaplıdırlar; her ikisi de, tepelerinde birer tüyle, bize Cicero'yu aratmayan nutuklar atarlar... Bu albümün yanında, uyanışın döner tekeri bulunur; onun yüzünden, birazdan, elli yıldır yıkık olan bir eve girmek zorunda olmanın sıkıntısını yaşarız bir an; uyku uzaklaştıkça, bu resim, birçok başkası tarafından silinir ve sonunda, ancak teker durduğunda ortaya çıkan ve açık gözlerimizle göreceğimiz resimle çakışan resme varırız...
Bazı günler hiçbir şey duymazdım; bir çukura düşer gibi içine düştüğümüz uykulardan birinde olurdum çünkü; böyle uykulardan çıkmak bizi mutlu eder; ağırlaşmış, yoğunlaşmış oluruz; Hercules'i besleyen su perilerine benzeyen, biz uyurken faaliyetleri artan çevik hayatî güçlerin bize getirdiği şeyleri sindirmeye çalışırız...
Buna kurşun gibi bir uyku denir; böyle bir uykudan uyandıktan sonra birkaç saniye boyunca, sanki kendimiz de bir kurşun adam gibiyizdir... Artık hiç kimse değilizdir... Öyleyse kayıp bir eşyayı arar gibi düşüncemizi, kişiliğimizi ararken nasıl olup da sonunda bir başkasını değil, kendi benliğimizi buluruz? Tekrar düşünmeye koyulduğumuzda, bizde cisimleşen kişilik, niçin öncekinden farklı bir kişilik değildir? Bu seçimi neyin zorunlu kıldığını, olabileceğimiz milyonlarca insan arasından, niçin tam da bir gün önce olduğumuz kişiyi bulduğumuzu anlayamayız... Gerçekten bir kesinti olduğunda (belki tam bir uyku uyunduğu, belki de rüyalar bizden tamamen farklı olduğu için) , bize yol gösteren nedir? Gerçek bir ölüm hali olmuştur; kalbin durduğu ve dilin ritmik gerilmelerinin bizi canlandırdığı zaman olduğu gibi... Şüphesiz, kendisini daha önce bir tek kere görmüş olsak bile, oda, daha eski anıların asılı olduğu hatıralar uyandırır bizde; ya da içimizde uyumakta olan bazı hatıraların bilincine varırız... Uyanıştaki diriliş - uyku denen sağaltıcı zihinsel bulanıklık nöbetinden sonra - temelde, unutulmuş bir ismi, bir dizeyi, bir nakaratı bulduğumuzda olan şeye benzer... Belki ölümden sonra ruhun dirilişi de bir hafıza olayı olarak düşünülebilir...
Elaine Paige - I Dreamed A Dream...
Dvorak - Romance in F minör, Op.11
Adagio in B minor for Keyboard, KV 540
'La Science des rêves' (2006)
Michel Gondry
...
Yatmadan önce odamdan çıkıp periler âlemindeki malikânemin tamamını keşfetmek istedim... Uzun bir koridoru izleyerek yürümeye başladım; koridor uykum gelmediği takdirde bana sunabileceği şeylerin hepsini sırayla önüme serdi: bir köşe koltuğu, bir epinet, bir konsolun üzerinde, sineraryalarla dolu mavi bir çini vazo ve eski bir çerçeve içinde, pudralı saçlarına mavi çiçekler serpiştirilmiş, elinde bir demet karanfil tutan, bir eski zaman hanımefendisinin hayaleti... Koridorun sonuna geldiğimde, hiçbir kapının açılmadığı kör duvara safça, 'Şimdi geri dönmen gerekiyor, ama gördüğün gibi, burası senin evin sayılır', derken, yumuşak halı da ondan geri kalmamak için atılıyor, gece uyuyamazsam pekala yalınayak gelebileceğimi, ayrıca kırlara bakan panjursuz pencerelerin de, bütün geceyi uykusuz geçireceklerini ve kimseyi uyandırmaktan korkmadan, istediğim saatte yanlarına gidebileceğimi söylediklerini ekliyordu... Bir örtünün arkasında, tek başına, küçücük bir büfeyi yakaladım; duvar engelini aşamamış, kaçamayıp süklüm püklüm oraya saklanmıştı; ay ışığıyla mavileşmiş yuvarlak penceresinden korkuyla bana bakıyordu... Yattım, ama pufla örtünün, küçük sütunların, ufak şöminenin varlığı, dikkatimi Paris'te gelmediği bir dereceyi yükselterek, tahayyüllerimin olağan seyrine dalmamı engelledi... Uykuyu sarmalayan, etkileyen, değiştiren, hatıralarımızın şu veya bu dizisiyle aynı düzleme getiren de, bu özel dikkat hali olduğundan, o ilk gece rüyalarımı dolduran görüntüler, uykumun genellikle yararlandığı hafızadan tamamen farklı bir hafızadan alınmaydı... Uyurken her zamanki hafızama sürüklenmeyi istediysem de, alışık olmadığım yatak, döndüğüm sırada pozisyonuma yöneltmek zorunda olduğum tatlı dikkat, rüyalarımın yeni seyrini doğrultmaya veya korumaya yetiyordu... Uyku da, dış dünyanın algılanışı gibidir... Alışkanlıklarımızdaki bir değişiklik onu şiirselleştirmeye yeter; soyunurken istemeden yatağın üstünde uyuyakalmamız, uykunun boyutlarının değişmesine ve güzelliğinin hissedilmesine yeter... Uyanır, saatin dördü gösterdiğini görürüz; sabahın dördüdür daha, ama biz bütün günün geçip gittiğini sanırız; bu birkaç dakikalık, peşinde koşmamış olduğumuz uyku, bize ilâhi bir yasa gereği gökten inmiş gibi, bir imparatorun altın topuzu kadar muazzam ve dopdolu gelir... Sabah, büyükbabamın hazır olduğunu ve Méséglise tarafına gitmek için beni beklediklerini düşünüp üzülürken, daha sonra her gün penceremin altından gececek olan bir alayın borazan sesiyle uyandım... Ama iki veya üç kere - bunu özellikle belirtiyorum; çünkü insanların hayatını iyi tasvir edebilmek için, bu hayatın içine gömüldüğü ve geceler boyunca, bir yarımadayı kuşatan deniz gibi onu saran uykuyla sarmalamak gerekir - araya giren uyku müziğin şokuna dayanacak kadar direnç gösterdi ve hiçbir şey duymadım... Bazı günler kısacık bir an direnci kırıldı; ama henüz uykunun kadife yumuşaklığı içinde olan bilincim, tıpkı önceden uyuşturulmuş, başta tamamen duyarsız olduğu yakma işlemini son anda, hafif bir ısınma olarak algılayan bir organ gibi, sadece kendisini belli belirsiz, taptaze bir sabah cıvıltısıyla okşayan fifrelerin sivri uçlarını hissediyordu tatlı tatlı; sessizliğin müziğe dönüştüğü bu kısa kesintiden sonra, daha süvarilerin geçişi tamamlanmadan, bilincim tekrar uykuya dönüyor, fışkıran, çınlayan buketin açılmış son çiçeklerini benden esirgiyordu... Bilincimin, bu fışkıran sapların okşadığı bölümü o kadar dar, uyku tarafından o kadar kandırılmıştı ki, daha sonra Saint-Loup müziği duyup duymadığımı sorduğunda, borazan sesinin, gün içinde, en ufak bir gürültünün ardından, kentin kaldırımlarından yükseldiğini işittiğim borazanlar kadar hayalî olmadığından emin olamıyordum... Belki de sesi, uyanma korkusuyla, veya aksine uyanmayıp geçit törenini görememe korkusuyla, rüyamda duymuştum sadece... Çünkü çoğunlukla, sesin beni uyandıracağını düşündüğüm anda, aksine uyumaya devam etmişsem, bir saat boyunca, bir yandan uyuklarken bir yandan uyandığımı zanneder, uykumun ekranında kendi kendime, uykunun görmemi engellediği, ama benim şahit olduğumu sandığım sahneleri, ince gölgeler halinde oynatırdım...
Gündüz yapmamız gereken bir şeyi, uykumuzun gelmesiyle birlikte, ancak rüyada, yani yönü uyku tarafından değiştirildikten sonra, uyanıkken izleyeceğimizden farklı bir yol izleyerek gerçekleştirdiğimiz olur gerçekten de... Aynı olay tersine döner ve başka şekilde sonuçlanır... Her şeye rağmen, uyurken içinde yaşadığımız dünya o kadar farklıdır ki, uyumakta güçlük çekenlerin her şeyden çok istediği, bizim dünyamızdan çıkmaktır... Saatler boyunca gözleri kapalı, umutsuzca, gözleri açık olsa düşünecekleri şeylere benzer düşünceleri evirip çevirdikten sonra, bir önceki dakikanın, mantık kurallarıyla ve şimdiki zamanın gerçekliğiyle kesin bir çelişki içindeki bir düşünme biçimiyle ağırlaşmış olduğunu farkettiklerinde, moralleri yükselir; bu kısa 'kayboluş', belki birazdan içinden geçip gerçeği algılamaktan kaçabilecekleri, gerçekten az çok uzakta, kendilerini az çok 'iyi' bir uykuya kavuşturabilecek bir mola verebilecekleri kapının açık olduğu anlamına gelir... Zaten sırtımızı gerçekliğe döndüğümüzde, ilk karanlık mağaralara vardığımızda büyük bir adım atmış oluruz; burada 'kendi kendine telkin'ler, cadılar gibi, kuruntu mahsulü hastalıkların veya şiddetlenen sinirsel hastalıkların cehennem kazanını kaynatmakta ve bilinçsiz uyku sırasında yükselen krizlerin, uykuyu noktalayacak bir güçle patlak vereceği saati kollamaktadırlar...
Oradan pek uzak olmayan özel bahçede, bilinmedik çiçekler gibi birbirinden çok farklı uykular boy atar: boruçiçeği, hintkeneviri, çeşitli eter türevleri uykusu, belladon, afyon, kediotu uykusu; kaderi belirlenmiş bir yabancının gelip onlara dokunduğu, açtığı ve uzun saatler boyunca, hayran ve şaşkın bir yürekle, kendilerine has rüyalarının rayihasını yaydığı güne kadar kapalı kalan çiçekler... Bahçenin sonundaki manastırın açık pencerelerinden, uykuya dalmadan önce öğrenilen ve ancak uyanıldığında bilinecek olan derslerin tekrarlandığı duyulur; öte yandan uyanmanın habercisi olan içimizdeki çalar saatin tiktakları yankılanır; kaygımız bu saati öyle iyi ayarlamıştır ki, hizmetkârımız saatin yedi olduğunu söylemek üzere geldiğinde, bizi hazır bulur... Rüyalara açılan, aşk üzüntülerinin unutuluşunun hiç durmadan mayalandığı ve arasıra, bulanık anılarla dolu bir kâbusla bölünen, bozulan sürecine vakit geçirmeden tekrar döndüğü bu odanın karanlık duvarlarında, uyandıktan sonra bile rüyaların hatıraları asılı kalır; ama öyle bir karanlığa gömülmüştür ki bu hatıralar, çoğu kez onları ancak öğleden sonranın ortasında, benzer bir düşüncenin ışınları rastlantıyla üzerlerine vurduğunda farkederiz; bunların bazıları, uyuduğumuz sırada uyumlu bir belirginliğe sahip oldukları halde, kısa sürede öyle bambaşka bir hale gelirler ki, onları tanıyamadığımızdan, hızla tekrar toprağa gömmekten başka bir şey yapamayız: fazlasıyla çabuk çürümüş bir ceset veya en usta tamircinin bile bir biçim veremeyeceği, bir şey çıkaramayacağı kadar zarar görmüş, neredeyse toza dönüşmüş bir eşya gibi...
Parmaklığın yanında yer alan taş ocağında, derin uykular, kafayı sert sıvalarla dolduran maddeleri bulurlar; öyle ki, uyuyan kişiyi uyandırabilmek için, kendi iradesi, altın parıltılı bir sabahta bile, genç bir Siegfried gibi vargücüyle balta sallamak zorundadır... Biraz ötede, hekimlerin aptalca, uykusuzluktan daha yorucu olduklarını iddia ettiği, oysa aksine, düşünen kişinin sürekli dikkatten kurtulmasına izin veren kâbuslar vardır; aslında ölmüş olan anne babamızın, yakında iyileşme umudunu dışlamayan, ağır bir kaza geçirdiği, uydurma albümleriyle kâbuslar... Annemizle babamız iyileşinceye kadar, onları küçük bir fare kafesinde tutarız; beyaz farelerden daha ufak, iri kırmızı beneklerle kaplıdırlar; her ikisi de, tepelerinde birer tüyle, bize Cicero'yu aratmayan nutuklar atarlar... Bu albümün yanında, uyanışın döner tekeri bulunur; onun yüzünden, birazdan, elli yıldır yıkık olan bir eve girmek zorunda olmanın sıkıntısını yaşarız bir an; uyku uzaklaştıkça, bu resim, birçok başkası tarafından silinir ve sonunda, ancak teker durduğunda ortaya çıkan ve açık gözlerimizle göreceğimiz resimle çakışan resme varırız...
Bazı günler hiçbir şey duymazdım; bir çukura düşer gibi içine düştüğümüz uykulardan birinde olurdum çünkü; böyle uykulardan çıkmak bizi mutlu eder; ağırlaşmış, yoğunlaşmış oluruz; Hercules'i besleyen su perilerine benzeyen, biz uyurken faaliyetleri artan çevik hayatî güçlerin bize getirdiği şeyleri sindirmeye çalışırız...
Buna kurşun gibi bir uyku denir; böyle bir uykudan uyandıktan sonra birkaç saniye boyunca, sanki kendimiz de bir kurşun adam gibiyizdir... Artık hiç kimse değilizdir... Öyleyse kayıp bir eşyayı arar gibi düşüncemizi, kişiliğimizi ararken nasıl olup da sonunda bir başkasını değil, kendi benliğimizi buluruz? Tekrar düşünmeye koyulduğumuzda, bizde cisimleşen kişilik, niçin öncekinden farklı bir kişilik değildir? Bu seçimi neyin zorunlu kıldığını, olabileceğimiz milyonlarca insan arasından, niçin tam da bir gün önce olduğumuz kişiyi bulduğumuzu anlayamayız... Gerçekten bir kesinti olduğunda (belki tam bir uyku uyunduğu, belki de rüyalar bizden tamamen farklı olduğu için) , bize yol gösteren nedir? Gerçek bir ölüm hali olmuştur; kalbin durduğu ve dilin ritmik gerilmelerinin bizi canlandırdığı zaman olduğu gibi... Şüphesiz, kendisini daha önce bir tek kere görmüş olsak bile, oda, daha eski anıların asılı olduğu hatıralar uyandırır bizde; ya da içimizde uyumakta olan bazı hatıraların bilincine varırız... Uyanıştaki diriliş - uyku denen sağaltıcı zihinsel bulanıklık nöbetinden sonra - temelde, unutulmuş bir ismi, bir dizeyi, bir nakaratı bulduğumuzda olan şeye benzer... Belki ölümden sonra ruhun dirilişi de bir hafıza olayı olarak düşünülebilir...
...
uyurken gezebilmek gezerken uyuyabilmek ne basitmiş yaaa bir zamanlarki halimi anımsayıverdim :)
Hem uyumaya devam edicen
hem de gezip dolasican
zor zanaat
Cansu
korkarım ben uyur gezerlerden alim allah........
e kitap indirilebilecek site
SİYASİLER..... BİR UYANSALAR GÖRECEKLER MİLLETİN HALİNİ! ! ! ! ! ! ! !
uyku esnasında gezinme hali..