Şehir: Kur’an-ı Kerim, değişik ayetlerde kullanılan medine, beled ve karye terimleriyle bir yerleşim birimi olarak “şehir”e dikkatleri çekmiş, hatta yeminle söz etmeye değer bulmuştur. Şehir, insan eliyle kurulmuş bir eser, hayatı kuşatan bir mekân ve zamanlar ötesine uzanan bir oluşumdur. Bünyesinde taşıdığı sanatı, estetiği, tarihi ve diğer tüm unsurlarıyla insanın ve toplumun bir aynasıdır şehir. Denilebilir ki; insan küçük bir şehir, şehir büyük bir insandır. Şehir (Mısır) sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir: Ebû Hanife (ö. 150/767) 'ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri 'kalabalık şehir' niteliğindedir. Ebû Yusuf (ö. 182/798) , halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö. 189/805) , yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder. İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır. İmam Mâlik (ö. 179/795) 'e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez. Şehir: Sözcük anlamıyla, nüfusu 10.000'i aşan yerleşim birimlerine verilen isimdir. Arapçası Medine’dir. İnsanların oturduğu, birçok sokaklı ve birçok evli yerlerin en büyüğüdür. Türkiye de, insanların barındığı alanlar, barındırılan insan sayısına göre, köy kasaba ve şehir bölünmesine uğramıştır. Nüfusları 150 - 2.000 arasında olan yerlere köy denilmektedir. Nüfusları 2.000 25.000 arasında olanlara kasaba, 25.000 den fazla olanlara şehir adı verilmektedir.
Tarihte İlk Şehir Dünya da ilk şehir Mekke’dir. Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (a.s.) 'a kadar uzanır Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s) 'ın Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir. Onun, kırk defa Mekke'ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır. Hz. Âdem (a.s) tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü. Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı. Başka bir rivayete göre ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı. Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke'nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura) dır. Kur'an-ı Kerimdeki bu tür ifadeler, yukarıdaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.) 'den naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir: 'Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir' dedim. O, Mescid-i Haramdır' dedi. 'Sonra hangisidir' dedim. Mescid-i Aksa dır' dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu sorduğumda da; 'kırk yıl' dedi.' Mekke'nin önemi onun kalbi sayılan Kâ'be'den ileri geliyor Hz. Muhammed (s.a.) , Mekke'nin kendisini de neredeyse Kâ'be gibi tarih öncesine uzanan kutsal bir temele dayandırır, İbni Abbas'tan gelen bir rivayete göre Allah'ın Resulü (a.s) Mekke'nin fethi günü şöyle demiştir: 'Bu belde Allah'ın yeri ve göğü yarattığı zamandan beri kutsal kıldığı bir beldedir. Bu belde Allah'ın buyruğu ile kıyamete kadar haram (kutsal) dır. Bundan dolayı dikenleri koparılmaz, av hayvanları ürkütülmez.' Mekke'nin özel statüsü klasik hukuk kitaplarında uzun uzun anlatılır. Burası haram bir bölge kabul edildiği için, kan akıtılmaz, bozgunculuk çıkarılmaz, evleri satılmaz, suçlular buraya sığındıkları sürece korunur, Müslüman olmayanlar buraya giremez v.b.. İlk tarihçilerden İbn İshak, 'Mekke Allah'ın melekûtunun yeryüzündeki merkezi, başkentidir' der. Yakuti'nin verdiği bilgiye göre Mekke halk dilinde eski zamanlardan beri 'Arzın göbeği' olarak geçer. Mekke'nin İslâm kaynakları yanında antik Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinde de yüceltilmesi anlamlıdır. Hz. Davud (a.s) ’a indirilen Zebur’da şu kayıt vardır: 'Ne kutludur senin Evinin sakinleri ki daima sana hamdederler; ne kutludur o insan ki kuvveti sendendir. Evine giden yollara gönül veren adam Bekke vadisinden geçerken onu bıkar (işsiz) eder.' Sonradan Yahudiler, Mekke ve Kabe’yi semavi kitaplarda azizleştiren bu kelimeyi, Mekke şehriyle alakasız, mücerret gözyaşı manasına gelen bir mefhum diye tevile kalkıştılar. Bekke vadisi yani gözyaşı vadisi... Glaser, güney Arapçasından ayrı olarak Habeşçe'de de Mekke ile Mikrab kelimelerinin aynı anlamda kullanıldığını tespit eder. Milattan önceki tarihçilerin Mekke'den söz etmeleri daha şaşırtıcıdır. Batlamyus (İÖ 130) ondan Macoraba olarak söz eder; Romalı tarihçi Sesilis (İÖ 50) , Mekke'yi dünyanın en eski şehri olarak tanımlar. Dozy'e göre de Yunan coğrafyacılarının Macoroba dedikleri yer Mekke'nin kendisidir. Buna rağmen İslâm araştırmacıları muhtemelen Hz. İbrahim (a.s) 'den sonraki döneme ait olmak üzere Kâ'be'nin çevresinde kimlerin ilk evleri inşa edip orada yerleşik hayata geçtiklerini tespit etmek için özel çabalar harcamışlardır. Kimileri Kâ'be'nin çevresinde ilk evler ve dolayısıyla Mekke şehri Kusayy b. Kilab tarafından kurulduğunu söylerken kimileri Mekke'de kurulan ilk ev, Said veya Sa'd b. Amr'ın evidir, der. Buna göre Amr'ın evi, Kâ'be'ye çok yakın bir yerde kurulan ilk ev olma özelliğini de taşımış oluyor. Ezraki ve diğer kaynaklar, daha Hz. Âdem (a.s) zamanında insanların Kâ'be'den uzak yerlerde, dağ aralarında ve orman içlerinde yaşamayı tercih ettiklerini, inanışa göre Kâ'be'nin yakın çevresinde ev kurmayı sakıncalı bulduklarını zikrederler. Yine inanışa göre, Kâ'be'nin manevi konumu, onun mimari şeklinin de çevresinde ilk kurulan evlerin mimari tarzını doğrudan etkilemiştir. Buna göre, küp şeklinde inşa edilen Kâ'be'ye hürmeten ilk kurulan evlerin 1) Dairevi olmasına, 2) Kâ'be'den daha yüksek olmamasına, 3) Kâ'be'den belirli uzaklıkta yerlerde kurulmasına özel olarak dikkat edilmiştir. Hz. Âdem (a.s) 'den Hz. İbrahim (a.s) 'e kadar geçen uzun yüzyıllar boyunca Kâ'be'nin Arap Yarımadası göbeğinde tek başına bir yapı olarak kaldığını ve her zaman ziyaretine gelen insanların hep çadırlarda yaşadığını veya uzak dağlara, orman içlerine çekildiğini düşünmemizi gerektiren makul hiçbir neden yok. İlk insan kuşakları Kâ'be'ye hürmeten bu türden zahmetlere katlanmışsa bile pek erken sayılabilecek bir zamanda çevresinde evlerin kurulması ve merkezi önemine binaen kısa zamanda hatırı sayılır büyükçe bir şehir, yani Kadim Mekke'nin böylece ortaya çıkmıştır.
Kutsal (Mübarek) Şehirler İslam medeniyetinin üç kutsal (mübarek) şehirleri: 1-Mekke, 2-Kudüs, 3-Medine’dir. Hz. İbrahim (a.s) ’in Mekke’yi Kâbe inşa etmiş ve Mekke onunla simgelenmiştir. Hz. Davud (a.s) temelini atmış Hz. Süleyman (a.s) ’ın Kudüs’ü Beyt-i Makdis inşa etmiş ve onunla simgelenmiştir. Hz. Muhammed (a.s) Medine’yi ve Mescid-i Nebevi’yi inşa etmiş ve onunla simgelenmiştir.
İslam Medeniyetinin Merkezi Olan Şehirler İslam Medeniyeti, Asrı Saadette sosyal gelişimini tamamladıktan sonra, müthiş bir hızla bilim ve kültür alanında gelişmeye başlamış, bu baş döndürücü hızın sonunda dünyanın çeşitli yerlerinde, zamanın çok ilersinde olan medeniyetlerin oluşmasına imkân sağlamıştır. Hulefa-i Raşidinden sonra, Emevi ve Abbasilerle başlayan bu hızlı gelişim süreci, özellikle Ortadoğu’da kurulan diğer devletlerle devam etmiş, bu akımın son temsilcisi de birçok şehri imar eden üç kıtaya yayılmış Osmanlı devleti olmuştur. İslam Medeniyetinin beşiği olmuş, ilim ve kültür alanında emsallerine göre çok ileri gitmiş, gerek kültürel coğrafyasıyla, gerek mimari yapılarıyla, gerekse bilim üreten ve bilim adamı yetiştiren merkezleriyle haklı bir üne kavuşmuş 10 kültür şehri listeledik. Aşağıdaki listede yer alan şehirlerden bazısı günümüzde hala bir cazibe merkezi durumdayken bazısı ise ne yazık ki eski şaşalı ve görkemli halini özlemle alan birer antik kent artık. İşte medeniyetin merkezi olmuş 10 şehir: 1. Bağdat: En parlak dönemini Abbasiler zamanında yaşayan şehir islam dünyasının bilim ve kültür merkezliği görevini uzun süre yapmıştır. Bağdat onuncu yüzyıl ve sonrasında, 2.5 Milyon nüfusuyla dünyanın en büyük şehirleri arasındaydı aynı zamanda. Bilimsel ve kültürel hayatın yanında canlı bir ticaret hayatı da vardı bu şehirde. 1258 yılında Moğollar tarafından talan edildikten sonra şehir, önemini yitirdi ve bir daha toparlanamadı. 17yy.da Osmanlı eline geçen Bağdat, 1917’de İngiliz işgaline uğradı. Şuan Amerikan işgali altında, geçmişini özlemle anıyor.
2. İsfahan: İsfahan, nısfı cihan derlermiş bir zamanlar. Yani İsfahan dünyanın yarısıdır. Hatta oranın buna gücenir, külli cihan diye karşılık verirmiş. Yani dünyanın hepsidir. Bu söz belki bir mübalağadan ibaret ama şehrin zamanındaki heybetini, haşmetini, dünyadaki konumunu gayet iyi özetliyor. Şuan İran’ın bir eyaleti olan İsfahan, on birinci yüzyılda Selçuklu Devleti’ne başkentlik yaptığı sırada ilim ve kültür hareketleriyle, on yedinci yüzyılda Safevi’nin başkenti olduğu sürede de mimari faaliyetlerle ihya oldu ki şehrin mimari bir düzenlemeye gerçekten ihtiyacı vardı. On üçüncü yüzyılda Moğol istilasından o da nasibini almış yakılıp yıkılmıştı çünkü.
3. Buhara: Şuan Özbekistan sınırlar içinde kalan bu antik şehir, tarih boyunca İpek yoluna yakınlığı sebebiyle ticaretin başkentlerinden biri olmuştur. Şehrin İslamla şereflenmesiyle birlikte bilim yönünden de gelişmeye başladığı bilinmektedir. Toprağının bereketli olması nedeniyle çeşitli sulama teknikleri yine bu şehirde geliştirilmiştir. Şehir, altın çağını on birinci yüzyılda Karahanlıların egemenliği altında yaşamış, 1220 yılında Moğol İstilasından payına düşeni ne yazık ki o da almıştır. İmam Buhari ve İbni Sina gibi ünlü simalar bu şehrin topraklarından yetişmiştir.
4. Fustat: Tarihi, çok eski çağlara dayanan bu şehri bugün biz Kahire adıyla tanıyoruz. Şehir günümüzde Mısır devleti’nin başkenti olarak yaşamını sürdürmektedir. İslam tarihi boyunca sırasıyla; Tolunoğulları, Akşitler, Fatimiler, Eyyubiler, Kölemenler ve Memlüklere başkentlik yapmıştır. On altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin de bir eyaleti olmuştur. Bu kadar farklı medeniyete ev sahipliği yapmış şehir, aynı zamanda dünyanın yaşayan en eski ikinci üniversitesi el ezher’e de ev sahipliği yapmaktadır.
5. Semerkant: Dünyanın en eski şehirlerinden olan ve günümüzde Özbekistan’a bağlı bu şehir, Buhara ile birlikte İslam dünyasının Orta Asya’daki bilim, kültür ve medeniyet üssü olmuştur. İslam dünyasının ilk kâğıt fabrikası burada açılır. Samanoğulları döneminde parlak bir ticaret merkezi haline gelen şehri Moğol İstilası harap etmiştir. Fakat sonra Moğollara başkent olduğundan yeniden imar edilip eski haline kavuştu. Astronomi ilminin duayenlerinden Uluğ Bey’in memleketidir bu şehir ve bu bilim adamı adına bir rasathanesi mevcuttur.
6. Harran: Şuan Şanlıurfa ili sınırları içersinde yer alan Harran eskiden, büyük bir bilim ve kültür kentiydi. Birçok bilim adamı ve filozof burada doğdu veya yetişti. Özellikle Tıp ve astronomi biliminin gelişmesine ev sahipliği yaptı. Üstelik sadece müslüman değil Süryani ve yunan ilim asıllı ilim adamları da burada yetişiyordu. Harran yalnızca bir bilim merkezi değil, aynı zamanda ticaret, kültür ve bir inanç merkeziydi. Sekiz ve dokuzuncu yüzyılda altın çağını yaşadı. Emevilere başkent oldu. İslam’ın ilk üniversitesi de burada kurulmuştu. Şehir on birinci yüzyıldan itibaren önemi yitirdi.
7. Basra: Yedinci yüzyılda, Hz. Ömer (r.a) emriyle, Şattul Arap’da ordugâh olarak kurulan şehir, Abbasi hâkimiyeti altında entelektüel yönden büyük gelişme göstererek çok ünlü bilim ve din insanlarının yetişmesine sebep olmuştur. İbni Heysem, Cahiz gibi bilim adamları, İmam-ı Azam, Rabiatül Adeviyye ve Hasan el Basri gibi mutasavvıflar bu topraklarda yetişen ünlü simalardandır. İhvan-ı Safa cemiyeti de burada organize edilmiştir. Daha sonraları Selçukluların eline geçen şehir mimari yönden de zengin bir konuma sahip olmuştur. Osmanlı Devleti de on yedinci yüzyılda şehri egemenliği altına almıştır.
8. Kurtuba: Endülüs Emevi Devleti’nin ilim ve kültür merkezi olmuş şehir, Bugün Cordoba adıyla İspanya’da yer alır. Avrupa karanlık çağını yaşarken burada gelişmiş bir medeniyet vardı. Öyle ki bütün yollar tertemiz ve düzenli, geceleri sokak lambalarıyla ışıl ışıldı. Avrupa’ya felsefe bilimini tersten okutan İbn Rüşt, Tıbbi cerrahlık mesleğinin babası Zehravi Kurtuba diyince akla ilk gelen isimler. İmam Kurtubi’de burada doğmuştur. Dünyanın sayılı birkaç önemli eserinden, Endülüs ürünü Kurtuba Cami’si de bu şehirdedir.
9. İstanbul: Şairler, âlimler, bilginler, gezginler kenti İstanbul. 1453 yılında İslam Âleminin hizmetine geçmesiyle bilim ve kültür alanında müthiş bir sıçrama yaparak nice entelektüelin yetişmesine olanak sağlamıştır. Külliyeler, medreselerle donatılmış bu şehirden onlarca şair, edebiyatçı, ilim adamı, devlet yöneticisi çıkmıştır. Zamanın en büyük devleti Osmanlı’nın dört yüz elli yıl başkentliğini yapmış Şehir, güzelliği ve konumu ile tarih boyunca hep bir cazibe merkezi olmuştur.
10.Dımeşk: Ya da bugün daha çok bilinen adıyla Şam, şuan Suriye’nin başkenti konumundadır. Hz. Ömer (r.a) ’in döneminde Halid bin Velid (r.a) tarafından feth edilmeden önce bile dünyadaki üç beş ticaret merkezinden biri durumundaydı. Emeviler döneminde çok gelişerek altın çağını yaşamıştır. Yine aynı dönemde önemini yitirmeye başlamıştır. Sonra sırasıyla şehir, Abbasi ve Fatımilerin, Selçukların, Memlukların eline geçti. Bütün bu medeniyetler şehrin mimari yönden gelişmesini sağladı.
Osmanlı’nın İlk Şehir Osmangazi 1301 yılında yörenin en güçlü Köprühisar kalesini alamayınca ovanın tam ortasına bir şehir kurar ve bu şehre sayılacak kadar ona yakın, tarihi eserleri ve mimari dokusuyla Yenişehir adını verir. Bu şehir Osmanlı’nın kurduğu ilk şehir unvanıyla tarihteki yerini alır. Roma, Selçuklu, Bizanslılara ev sahipliği yapmış olan Yenişehir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş hutbesinin okunduğu ve devlet olduğunu ilan ettiği yer olan Kumluk Camisi, Sinanpaşa, Çınarlı, Semaki, Kurşunlu, Balibey, Ulu camileri, hanları, hamamları, medrese ve Şemaki Evi müzesiyle geçmişin önemli izlerini taşıyor. Osmanlılardan günümüze kadar gelen tarihimizin canlı tanıkları olan evlerin bir kısmı ise projelendirilerek restorasyon için koruma altına alınmış. İki katlı evler cumbaları, sürgülü pencereleri, kapıları ve kapı tokmakları, kiremitli çatıları, bahçeleri geçmişin zarif örnekleri ile karşılaşmanızı sağlıyor.
Türkiye de Şehir Türkiyede, nüfusu 50 - 100 bin arasında olan şehirler şunlardır: Sivas (93.849) , Erzurum (91.196) , Samsun (87.311) , Malatya (84.162) , Diyarbakır (80.645) , Adapazarı (73.705) İzmit (80.160) , Mersin (68.574) , İskenderun (62.342) , Balıkesir (61.012) , Elâzığ (60.438) , Urfa (59.910) , Manisa (59.223) , Maraş (54.646) , Zonguldak (54.026) , Trabzon (52,680) , Antalya (50,963) . Türkiye de nüfusu 100 binin üstünde olan şehirler şunlardır: İstanbul (1.719.922) , Ankara (646.151) , İzmir (370.923) , Adana (230.024) , Bursa (153.939) , Eskişehir (153.10) , Gaziantep (125.386) , Konya (122.704) , Kayseri (102.795) .
Salih ÖZBEY Karagüveç Köyü
Dipnot: 1- Mekke 2- Bekke 3- Ümmül- Kurâ 4- El Beled 5- El Beledül- Emin 6- El Belde 7- Harâmün Emin 8- Vâdi Ğayri Zer’in 9- Meâd 10- Karye 11- El Mescidül- Haram; (Beled, 1; Tin, 3) el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (t.y.) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire (t.y.) I, 81) . Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, III, 45, 46 Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122 İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 36-38. Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8. Taberî, Tarih, I, 123. Âl-i İmrân, 3/96 el-En'am, 6/92. Taberî, Tefsir, IV, 8-9 Buhârî, İlim, 37, Cenâiz, 76, Hac 43, Sayd, 8-10, Büyû', 28, Cizye, 22, Meğâzî, 51, 53; Tirmizî, Hac, 1, Diyât, 13. Farabi, es—Siyasetü'ı Medeniye ve Medinetü'l—Fadıla; Fuzuli, Matlau'l itikad; İbn Haldun, Mukaddime, Çev. S. Uludağ, İstanbul, 1983, 11, 809. Zebur, Mezmur: 84, Ayet:6. Ö. Rıza Doğrul, Asrı Saadet, 1973, istanbul, 1,114. İslâm Ansiklopedisi. Mekke Md., Ö. Rıza Doğrul, Age. 1,115. Tahir'ül Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, 1963, istanbul s.157. Ezraki, Kâ'be ve Mekke Tarihi, Çev. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul, 1980, İstanbul, s.22-23. İbn Haldun da ünlü Mukaddime 'de adlı kitabında medeniyete böyle bir tanım getirirler. Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Medeniyet, Mavera Dergisi: Haziran, 1986 Sayı: 114 — Temmuz, 1986 Sayı: 115. Buhârî, Büyu’, 53; Cihat, 71, 74; Müslim, Hac, 454; Nesâî, Mesâcid, 6
Salih ÖZBEY 1968… Yılında Adıyaman İli, Besni İlçesi, Karagüveç Köyünde doğdu. Halen TYB aktif üyesidir. 100 yakın eseri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: 1.KUR’AN-I KERİM (Kelime Kelime Meali) 2. Sebebi Nüzul ve Sebebi Vürud 3.Riyâzü’s-Sâlihîn (Kelime Kelime Tahlili ve İzahı) 4. Kırk ayet –Kırk Hadis 1 5. Evrenin Ruh Haritası (Akaid Kitabı) 6. İnsanlığın Ruh Haritası (Ahlak Kitabı) 7. Ruhların şifası (Esma’ül Hüsna) 8. Yaşamın Ruh Haritası (Fıkıh Kitabı) 9. Beşeriyetin Ruh Mimarları Aziz Peygamberler 10. Peygamberimizin Ruh Haritası (Hz. Peygamber(a.s) 'in Hayatı) 11. Çocukların Ruh Dünyası 12. Derslerin Ruhu (Tefsir Dersine Giriş 1) 13. Derslerin Ruhu (Tefsir İlmine Giriş 2) 14. Çağın Altın Ruhluları (Sahabe-i Kiramın Hayatı) 15. Her Adem Bir Alemdir -I- (Araştırma) 16. Her Adem Bir Alemdir -II- (Vecizeler) 17. Süleyman (a.s) ve Karıncalar (Öykü) 18.Hazine (Öykü) 19. Doğruların Babası (Öykü) 20. Eğitim - Öğretim (Öykü) 21. Rüya ile Diriliş (Öykü) 22. Hayal Umudun Kapısıdır (Öykü) 23. Medeniyetin Ortak Değerleri (Araştırma) 24. Acılar da Ağlarmıymış (Şiir) 25. Şerefin Hikmeti (Müslüman Kadın) 26. Aklın gücü (Öykü) 27.Üç Avcı ve Duaları (Öykü) 28. Namazın Hikmetleri (Araştırma) 29. Din Nasihattır (İbretli Sözler) 30.Namazın Dili (Araştırma) 31.Arapçanın Dili 32.Mekkede İlk İman Eden Sahabi Kadınlar 33.Kırk Ayet -Kırk Hadis 2) 34.Ebu Zer (Öykü) 35.Herşeyin Başı İlim İlmin Başı Sabır (Öykü) 36. Şeytan ile Bekçi (Öykü) 37. Seçme Kırk Hadis (Kelime Kelime) 38. Arapçanın Dili II 39. Mülteka (Kelime Kelime Tercümesi) 40. Define (Öykü) 41. Adabı Muaşeret 42. Kırk Hadis (Kelime Kelime) 43. Gençlere Kırk Hadis (Kelime Kelime) 44. Kur’an ile ilgili Kırk Hadis (Kelime Kelime) 45. Okyanus (Büyük Kamus) Mütercim Asım Efendi Tercümesi 46 MÜSNED Ebu Hanife Kelime Kelime İzahı 47. Gaziantep Külliyatı 48. Araban Külliyatı 49. Besni Külliyatı 50. İsahiye Külliyatı 51. Karkamış Külliyatı 52. Nizip Külliyatı 53. Nurdağı Külliyatı 54. Oğuzeli Külliyatı 55. Şahinbey Külliyatı 56. Şehitkamil Külliyatı 57. Yavuzeli Külliyatı 58. G.Antep Yöresel Yemekler Külliyatı 59. Gaziantep 7 Harikası 60. Gaziantep Kahramanları 61. Gaziantep Ünlü Şahsiyetleri vd… Devam Eden Çalışmalar: 1-AHLAK USULÜ 2-AİLE HUKUKU 3-FELSEFE (MANTIK) 4-FIKIH USULÜ 5-HADİS USULÜ 6-İBADETLER 7-İKTİSAT (EKONOMİ) 8-KELAM (AKAİD) USULÜ 9-KUR'AN-I KERİM (ÖĞRENME VE OKUMA METODU) 10-MİLLETLER HUKUKU 11-MUAMELAT HUKUKU 12-RÜYA İLMİ 13-TEFSİR USULÜ
Yüce Allah (cc) , Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor:
“Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa, doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.”[1]
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Bil ki Cenab-ı Hak, (bu ayet bir önceki ayetin devamı olarak inzal buyurmuştur) bir önceki âyette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazl-ı ilâhisini vaadettiğini bildirince, Rahman Allah`ın vaadini, şeytanın vaadine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye dikkat çekmiştir. Hikmet ve akıl, Rahman`ın vaadini tercih eder. Dünyevi lezzetleri elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın vaadini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır. [2]
Yine Hikmetin aracı akıldır. Kur’an-ı Kerim`de yer alan hükümleri, sırları bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırlarıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. Allah kime ilim, özellikle de Kur`an-ı Kerim`i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.[3]
İmamı Malik diyor ki:
“Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah`ın dininde fâkih olmaktır. Hikmet Allah`ın rahmetinden ve faziletinden kalplere sokulan bir emirdir.
Bunu açıklayan şudur:
Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasının dünya emrinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Allah`ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.”[4]
İbn Abbâs (r.a.) ’den rivâyete göre, Rasûlullah (a.s) şöyle buyurdu:
'Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.'[5]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Buhari bu hadisi üç yerde farklı Vürudu geçmektedir.
-Buhar, (İ`tîsâm 10) Bize İbnu Vehb, Yûnus`tan haber verdi ki, İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd haber verip şöyle dedi: Ben Muâviye İbn Ebî Sufyân (r.a) `dan işittim, o hutbe yapıyordu, şöyle dedi: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah Teâlâ her kimin hayrını irâde ederse, ona dîn hususunda (büyük bir) anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız aranızda taksim ediciyim. Veren ise Allah `tır. Bu ümmetin işi, kıyamet kopuncaya -yâhut: Allah`ın emri gelinceye- kadar hep hakk din üzerinde dosdoğru olmakta devam edecektir.'
-Buhari, (Farzu`l-Humus,7) Bize Şu`be, Süleyman ibn Mihrân`dan, Mansûr`dan ve Katâde`den tahdîs etti. Bu üçü de Salim ibn Ebi`l-Ca`d`dan işitmişlerdir. Câbir İbn Abdillah (r.a) : Bizim Ensâr`dan bir adamın bir oğlu doğdu. O kimse Oğluna Muhammed adını vermek istedi, demiştir. Şu`be: Mansûr hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî: Ben oğlumu boynum üzerinde taşıyıp onu Peygamber`e getirdim, dedi. Yine Şu`be: Süleyman el-A`meş hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî`nin (yânî Enes ibn Fudâle`nin) bir oğlu oldu. Onu Muhammed diye isimlemek istedi. Peygamber (a.s) : 'Benim ismimle isimleyiniz, fakat künyem ile künyelenmeyiniz. Çünkü ancak ben Kaastm, yâni taksim edici kılındım, (mirâs ve ganimet mallarını) aranızda ancak ben taksim ederim' buyurdu.
-Buhârî, (İlim, 13) İbn Şihâb dedi ki: Humeyd ibn Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Muâviye ibn Ebî Sufyân`dan hutbe yaparken işittim; şöyle diyordu: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren ise Allah`tır. Bu ümmet Allah`ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar Allah`ın dini üzerinde hep sebat edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.'[6]
Bu hadis üç hükmü şâmildir: Biri, dinde fakih olmanın üstünlüğü; ikincisi, hakikatte vericinin Allah`tan ibaret olduğu; üçüncüsü de, bu ümmetten bir kısmının ebediyyen hak din üzerinde baki olacağıdır. Hadîsin son fıkrası: 'Ümmetimden dâima hak üzere gâlib ve zahir, muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir taife hiç eksik olmayacaktır.'
Devamla der ki: 'Birincisi ilimle ilgili bölüme muvafıktır, ikincisi, sadakalarla ilgili kısma muvafıktır. Üçüncüsü, müçtehidin hiçbir vakit eksik olmayacağı hükmü mevcuttur.' [7]
'Ben yalnız taksim ediciyim.' Bunun manâsı şuraya varıyor: Bana vahyolunan din ilmini teblîğ ederken kimseyi tahsis edip de diğerlerinden gizlediğim yoktur. Allah tarafından bana ne bildirilmiş ise herkese eşitlik üzere tebliğ ediyorum. Ben ancak taksim ediciyim. Tebliğlerim herkese göre farksız olmakla beraber, bu tebliğler muhtelif derecelerde anlaşılıyor. Çünkü anlayışı veren Allah`tır. Allah`ın atası (vergisi) kullarına farklı derecelerde oluyor. Bunun izleri de benim tebliğimden sonra görülüyor. Herkes kısmetini benden alırsa da, veren Allah`tır; ben değilim.[8]
Kıyamete yakın geleceği belirtilen Allah`ın emrinden murat, kalbinde az da olsa iman bulunan herkesin ruhunu kabzedecek olan bir rüzgardır. Kıyamete yakın böyle bir rüzgarla mü`minler teslim-i ruh ettikten sonra geriye şerirler hayatta kalacak ve Kıyamet onların tepesine yıkılacak, Kıyametin korkunç hadisâtını ceza olarak onlar yaşayacaklardır.
Hadis, fıkıh ilminin sadece ezberlemekle olmayacağını, ilaveten Allah`ın lütfünün tecellisiyle olacağını ifade etmektedir. Bu da, her halde ilmin Allah rızası için talebi şartına bağlıdır. Geçmiş alimleri yalanlamak, dil uzatmak gayesiyle fıkıh öğrenmeye çalışanlara ilâhî rahmetin hiç bir zaman açılmayacağı söylenebilir, çünkü niyette ihlas mevcut değil.
Âlimlerimizin anladığına göre hadis, ihlasla tefakkuh edip Allah`ın rahmetine mazhar olacakların, bu ümmet-i merhumeden Kıyamete kadar eksik olmayacağını ifade etmektedir.
İbnu Hacer der ki: 'Bu hadisin ifade ettiği mefhum şudur: Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi olmayı) etmezse yani İslam`ın esaslarını ve bu esasların gerektirdiği teferruatı (furû`u) öğrenmezse hayırdan mahrum kalır.' Bu manâya delil olarak hadisin Ebu Ya`la`da gelen bir kısmında şu ziyadeyi kaydeder: 'Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi) etmezse Allah ona kıymet vermez.'
İbnu Hacer, hadisin sened yönüyle zayıf olduğunu, ancak manânın sahih bulunduğunu belirtir ve: Zira der, kim dinin meselelerini bilmezse ne fakih (bilgili) olur, ne de fıkıh tâlibi. Böylece 'Onun için hayır murat edilmemiştir' diye tarif etmek doğru olur. Bu durumda, alimlerin diğer insanlara karşı üstünlüğünün açık bir şekilde ifade edilmiş olduğu görülmektedir.[9]
ا ل ْ ي َ و ْ م َ ا َ ك ْ م َ ل ْ ت ُ ل َ ك ُ م ْ د ِ ي ن َ ك ُ م ْ و َ ا َ ت ْ م َ م ْ ت ُ ع َ ل َ ي ْ ك ُ م ْ ن ِ ع ْ م َ ت ِ ى و َ ر َ ض ِ ي ت ُ ل َ ك ُ م ُ ا ْ ل ا ِ س ْ ل ا َ م َ د ِ ي ن ً ا
“…Bugün size, dininizi kemale erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım ve size din olarak İslâm da, razı oldum….”
ا ل ْ ي َ و ْ م َ Bugün ا َ ك ْ م َ ل ْ ت ُ kemale erdirdim ل َ ك ُ م ْ size د ِ ي ن َ ك ُ م ْ dininizi و َ ا َ ت ْ م َ م ْ ت ُ tamamladım ع َ ل َ ي ْ ك ُ م ْ üzerinize ن ِ ع ْ م َ ت ِ ى nimetimi و َ ve ر َ ض ِ ي ت ُ razı oldum ل َ ك ُ م ُ size ا ْ ل ا ِ س ْ ل ا َ م َ İslâm da د ِ ي ن ً ا din olarak
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması Taberi, Suddî'den rivayette o şöyle demiştir: 'Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyet-i kerimesi Arafe günü nazil olmuştur. Bundan sonra helâl ve haram nâzil olmamış ve Hz. Peygamber o hacdan dönüşünde vefat etmiştir. Esma bint Umeys şöyle anlatıyor: O veda haccında Allah'ın Resûlü (a.s) ile birlikte haccettim. Biz yürürken ve Allah'ın Resûlü biniti üzerindeyken birden Cibril O'na tecelli etti ve biniti, Efendimiz (a.s) 'e inmekte olan Kur'ân'ın ağırlığına dayanamayarak çöktü. Ben Allah'ın Resûlü'ne geldim ve kendi üzerimdeki bir bürdeyi Efendimiz (a.s) 'in üzerine örttüm.
Esma bint Umeys'ten bu âyetin nüzul vakti olarak rivayet edilen bilgi Esma binti Yezîd'den Mâide Sûresi ile ilgili olarak rivayet edilmekte ve 'Adbâ adlı devesinin üzerinde iken nazil olduğu ve vahyin ağırlığından devenin bacaklarının neredeyse kırılacağı' ayrıntılarına da yer verilmektedir. Ancak burada Mâide Sûresi ile kastedilenin Mâide Sûresinden sadece bu âyetin olması da ihtimal dahilindedir ve esbâb-ı nüzule dair rivayetlerde bunun benzeri pek çoktur. İbn Abbâs (a.s) 'tan gelen bir rivayette de bu âyetin nazil olduğu gün pazartesi olarak gösterilip: 'Peygamberimiz (a.s) Pazartesi günü doğdu, hicrette Mekke'den Pazartesi günü çıktı, Medine'ye Pazartesi günü girdi ve Mâide Sûresinden 'Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyeti Pazartesi günü nazil oldu' denilmektedir.
Târik ibn Şihâb'dan rivayette o şöyle demiştir: Bir Yahudi Hz. Ömer'e: “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyet-i kerimesi nazil olduğu sırada: 'Biz Yahudiler topluluğu böyle bir âyetin indiği günü bilseydik o günü kendimize bayram edinirdik.' demişti. Hz. Ömer (r.a) : 'Bu âyetin nazil olduğu günü, nazil olduğu saati ve o nazil olduğu esnada Resûl-i Ekrem'in nerede olduğunu çok iyi biliyorum; Bu âyet-i kerime biz, Arafe günü Allah'ın Resûlü ile Arafat'ta iken O, vakfe yaparken nazil oldu.' dedi. Yine Hz. Ömer'den gelen başka bir rivayette onun: 'Arafatta bir cuma gecesi nazil oldu.' dediği nakledilmektedir.
Ashab-ı Âsâr (hadisciler) şöyle demişlerdir: 'Hz. Peygamber (a.s) bu âyetin nüzulünden sonra, ancak seksen bir veya seksen iki gün yaşadı ve İslâm dininin ahkâmında bu âyetten sonra kesinlikle ne bir ziyade, ne bir nesih, ne de bir değişiklik vaki olmamıştır. Böylece bu âyet, Hz. Peygamber (a.s) 'e, adetâ vefatının yaklaştığını haber verme gibi olmuştur ve bu bir gayptan haber vermedir. Bu da, bir mucizedir. Bunu te'kid eden bir konuda rivayet edilen şu husustur! Hz. Peygamber (a.s) bu âyeti ashaba okuduğu zaman, onlar, Hz. Ebû Bekir (r.a) hariç, son derece sevinmiş ve büyük bir sevinç göstermişlerdir. Hz. Ebû Bekir (r.a) ise ağlamış. Ona, niçin ağladığı sorutunca, 'Bu âyet, Resûlullah (a.s) 'ın vefatının yakın olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü kemâlden sonra zeval bulunur' demiştir. Binâenaleyh bu hâdise, bu âyet vesilesi ite, kendisinden başkasının vâkıf olmadığı bir sırra (manaya) vâkıf olduğu için, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) 'in ilminin mükemmelliğine bir delil olur.
Birisi şöyle diyebilir: Yüce Allah'ın: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim' buyruğu, dinin bir zamanlar kâmil olmadığının delilidir. Bu ise, daha önce vefat eden Muhacir, Ensar, Bedir ve Hudeybiye'de bulunmuş, Resûlullah (a.s) 'a biati de yapmış, Allah için canlarını feda etmiş kimselerin karşı karşıya kaldıkları büyük ve türlü mihnetlere rağmen, eksik bir din üzere ölmelerini; Resûlullah (a.s) 'ın da bu durumda insanları eksik bir dine davet etmesini gerektirir. Bilindiği gibi eksiklik de bir kusurdur. Allah'ın dini ise dosdoğru bir dindir. Nitekim yüce Allah: 'Dosdoğru bir dine...' diye buyurmaktadır.
Böyle bir şüpheye şu şekilde cevap verilebilir: Neye dayanarak bir eksikliğin bir kusur olduğunu söylüyorsunuz? Buna dair deliliniz nedir? Ayrıca şunlar da söylenir: Ayın eksik olması bir kusur mudur? Yolcunun namazının eksik olması o namaz için bir kusur mudur? Yüce Allah'ın: 'Uzun ömürlü birisinin ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmedi de ancak bir kitaptadır' buyruğunda işaret ettiği şekilde, dilediği ömrün eksikliği o ömür için bir kusur mudur? Alışılmıştan daha eksik olan ay hali günleri, hamilelik günlerinin eksik oluşu, hırsızlık, yangın veya sel baskını dolayısıyla sahibini fakir bırakmadığı takdirde malın eksikliği, acaba bir kusur mudur? O bakımdan, yüce Allah'ın ilminde bulunan dinin geri kalan bölümlerinin bildirilmesinden önce sert hükümler açısından dinin bölümlerindeki eksikliğe karşı gösterilen bu tepkir aslında böyle bir tepkiyi gerektiren herhangi bir kusur veya olumsuz bir yönden dolayı değildir.
Yüce Allah: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim' buyruğu ile şunu kastetmiştir. O, dinin rükünlerinden başka herhangi bir rüknün kalmamış olduğu, hacca da onları muvaffak kıldı ve haccettiler. Böylelikle bütün rükünlerini eda ve farzlarını yerine getirmek suretiyle dini onlar için tamamlamış oldu, Hz. Peygamber (a.s) de: 'İslam beş esas üzerine bina edilmiştir...' diye buyurmuştur. Bundan önce ise şehadet kelimesini getirmişler, namaz kılmışlar, zekât vermişler, oruç tutmuşlar, cihad etmişler, umre yapmışlardı, ama henüz haccetmemişler di. İşte o gün Peygamber (a.s) ile birlikte haccedince şanı Yüce Allah, onlar Arefe akşamı vakfe yerinde iken: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim…” buyruğunu indirdi. Bununla da dinini onlar için vaaz edişini tamamlamış olduğunu kastetmektedir. İşte bunda, Allah'a yapılan bütün itaatlerin bir din, iman ve İslâm olduğuna dair açık delil vardır.
Yukarıdaki ayeti kerime yüce İslam dininin kemale erdiğini artık önden ardında hiçbir eksikliğinin kalmadığını ve ilave de edilmeyeceğini göstermektedir. Aşağıdaki hadisi şerif ise bundan sonra dine önden ve ardından ek yapmak bidat olduğunu ve bu eklemeleri yapma cüretine girenlerin dalalette olacağını bize haber vermektedir.
Yüce Allah cümlemizi bidatlerden sakındırıp dalalete düşmekten muhafaza buyursun.
ق َ ا ل َ ر َ س ُ و ل ُ ا ل ل ّ ه ِ :ك ُ ل ّ َ ب ِ د ْ ع َ ة ٍ ض َ ل ا َ ل َ ة ٌ
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki:”Her bidat dalalettir.”
ق َ ا ل َ buyurdular ki ر َ س ُ و ل ُ Resulü (a.s) ا ل ل ّ ه ِ Allah:ك ُ ل ّ َ Her ب ِ د ْ ع َ ة ٍ bidat ض َ ل ا َ ل َ ة ٌ dalalettir
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması İrbâz İbnu Sâriye (r.a) dedi ki: 'Bir gün Resûlullah (a.s) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: 'Ey Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz? ' dedi. 'Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bidattır, her bidat de dalalettir, sapıklıktır.'
Hadis-i şerif İslam’ın büyük kaidelerinden biridir. Kaide şudur: Kitap ve sünnette bulunmayan ve müslümanların örfüne uymayan her şey merdud, yani batıldır.
Alimler, meseleye delil olarak da şu hadisi zikrederler: “Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevaplarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bidat icat ederek onunla amel edilmesine sebep olursa, o bidat ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.”
Bidat Nedir? Bedî, mübdî mânasına gelir. 'İbda' inşa etmek, yoktan var etmek manasınadır. Bunun zıddı ise, 'Bir örneğe bakarak yaratmaktır.' İşte bu sebepten ötürü insanlar daha önce olmayan bir şeyi söyleyen veya yapan kimseye 'mübtedî', bidatcı demişlerdir. Bidat: Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlardır. Hz. Peygamber (a.s) ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlardır.
Bidatı dar kapsamlı olarak anlayan başta İmam Malik olmak üzere, Aynî, Beyhakî, İbn Hacer el-Askalânî ve Heytemî, İmam Birgivî ve İbn Teymiyye gibi âlimler de şu tarifi getirirler: “Bidat, Resûlullah (a.s) ’dan sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan herşeydir.”
Bu ulemaya göre dinle ilgisi olmayan ve dinî özellik taşımayan yeni icatlar bidat sayılmaz. Bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bidat kavramının dışında değerlendirilir.
Bu görüşün delilleri de şu hadislerdir:
“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir.”
“Sonradan ihdas edilen herşey bidattır.”
“Her bidat dalalettir.”
“Din namına sonradan ortaya çıkarılan şeylerden sakının. Gerçekten sonradan ortaya çıkarılan herşey bid’attır ve her bid’at de sapıklıktır. Bu durumda sizin yapmanız gereken şey, benim sünnetime ve birer hidayet ve irşad rehberi olan halifelerimin sünnetlerine sarılmanızdır.”
Aynı görüşü benimseyen fıkıh usulü uzmanı eş-Şâtibî ise, bidatı ‘sonradan ortaya çıkan dinî görünümlü yol’ olarak tarif ettikten sonra, konuya şu şekilde bir açıklık getirir: “Bidatı dinî görünümlü bir yol olarak benimseyen kişilerin bu yola girmelerinin sebebi Allah’a daha çok kulluk etmektir. Bunun yanında, dinî görünümlü olmayan ve dinî telakki edilmeyen şeyler bidatten sayılmaz. Meselâ, bir kimsenin helâl olan bir şeyi kendisine yasaklaması bidat değildir, ancak bu yasaklamayı dindarlık düşüncesiyle yapması bidattır.” Şâtıbî’ye göre bidatı ‘hasene’ ve ‘seyyie’ olarak iki ayırmak doğru değildir.
Bidatı Hasene Kimi âlimlere göre bidat, Hz. Peygamber (a.s.) 'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler bidate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan yada emirlerinin bir gereği olan şey(ere bidat-i hasene (güzel bidat): muhâlif olanlara ise, bidat-i seyyie (kötü bidat) ismini vermişlerdir. Ayrıca bidat-i haseneyi kendi arasında, bidat-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır. Böylece bidat, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bidat kapsamında mütalaa edilmektedir.
Hz. Ömer (r.a) , Mescid-i Nebevi’de teravih namazını cemaatle kılanları görünce, “Bu ne güzel bir bidattır” diyerek teşvik etmiş ve bidat-ı haseneyi belirtmiştir. Sünnetin titizlikle korunmasını isteyen ve Hicrî 1000’inci yılda yaşayan İmam Rabbânî bidatlere karşı mücadele etmeyi dile getirirken şöyle der: “En bahtiyar odur ki, İslâmın ve Müslümanların garip düştüğü bir zamanda terk ve ihmal edilmiş sünnetlerden birisini ihya edip yaygın olan bidatlerden birisini yok edip kaldıran insandır. Şimdi öyle bir zaman ki, Resûl-i Ekrem (a.s) gönderileli bin seneyi geçmiştir, kıyamet alametleri de teker teker çıkmaya başlamıştır. Resûlullah (a.s) ’ın Saadet Asrından uzaklaştıkça sünnetler perdelenmiş, bidatler yalan illetinin yaygınlaşmasıyla çoğalmıştır. Şimdi öyle bir mücahide ihtiyaç vardır ki, sünnetleri ihya etsin, bidatleri kaldırsın. Çünkü bidatlerin revaç bulması dinin tahribine sebep olur.”
Sahabiler, Peygamber Efendimizin zamanında olmayan pek çok işler yapmışlar, onlara cevaz vererek kabulü hususunda icma etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an’ın bir mushaf halinde toplanması, Hz. Osman’ın zamanında nüshaların çoğaltılarak çeşitli bölgelere gönderilmesi en çok bilinen örneklerin başında gelir.
Daha sonraki dönemlerde nahiv, feraiz, hesap, tefsir, isnada dayalı söz ve hadis metinlerinin tamamının yazılmasına yönelik çalışmalar da bunun örneklerinden bir kaçıdır. Bunları bidat olarak isimlendirsek bile, kötü ve merdut oldukları söylenemez. Çünkü ilmin muhafazası, yayılması ve sonraki nesillere intikali bu sayede olmuştur.
Konuyu zamanımıza kadar getirmek, basın yayın organlarını, bunların basıldığı modern baskı tesislerini, diğer iletişim vasıtaları ile, askeri ve sivil alandaki bütün gelişmeleri bu tavır ve tarz içinde ele almak zorundayız. Bunların bulunduğu bu dünyaya ayak uydurmayanların yaşama şansı ve hayat hakkı da olmaz.
Aynı şekilde, evlerimizin yapı tarzından, içinde ihtiyaç duyduğumuz malzemeye varıncaya kadar bir çok eşya, zamana, mekâna ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s) buyurmuşlardır ki: “Peygamberlerinden sonra dinlerinde bidat uyduran her ümmet, sünnetten de o bidat kadar bir sünneti zayi etmiş olur.”
Görüldüğü üzere İmam Rabbânî, sünnete en ufak bir gölge düşürecek bidate müsamaha dahi göstermemekle birlikte Mektubat’ın bazı nüshalarının şerhinde sünnette aslı bulunanlara bidat ismini bulaştırmaz, onlar için ‘güzel âdet’ anlamında ‘sünnet-i hasene’ tabirini kullanır.
Adet ve Adablar Bidat Değildir Bediüzzaman Said Nursî, “Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bidat” (Sünnetin Dereceleri ve Bidat Hastalığının İlacı) adıyla müstakil olarak kaleme aldığı eserinde bidatı dar kapsamlı olarak tarif eden ulemanın görüşünü benimser ve, “Ahkâm-ı ubudiyette yeni icatlar bidattır,” “Şeriat ve sünnet tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs (eksik) görmek hissini veren bidaları icat etmek dalâlettir, ateştir” diyerek bidat mefhumunun sadece dinle, ibadetlerle ilgili meselelerde söz konusu olduğunu belirtir.
Ona göre, “Her bidat dalalettir ve her dalalet Cehennem ateşindedir” hadis-i şerifi ve “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim” âyet-i kerimesinin bildirdiği üzere, şeriatın kaideleri ve sünnetin düsturları tamamlandıktan ve kemâl noktasına erdikten sonra yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—eksik görmeye götüren bidatları icat etmek dalâlettir, ateştir.
Yine Bediüzzaman’a göre, ibadetlerle ilgili hüküm ve meselelerde yeni icatlar çıkarmak bidattır ve dince reddedilmiştir. Çünkü sünnetlerin bir kısmı ibadetlerle ilgilidir ve fıkıh kitaplarında açıklanmıştır, onları değiştirmek bidattır. Diğer kısmı ‘âdâb’ olarak bilinir ve bunlar siyer kitaplarında mevcuttur. Onlara aykırı hareket etmeye bidat denilmez; ancak nebevî edebe uyulmamış, onun nurundan ve hakikî edepten istifade edilmemiş olur. Bu kısım da örf ve âdât, fıtrî muamelelerde Resûl-i Ekrem (a.s) ’in tevatürle belirlenen hareketlerine uymaktır. Bunlar ise konuşmak, yemek içmek, yatıp kalkmak gibi görgü kurallarıyla alâkalı sünnetlerdir.
Bidat ve İctihad İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Azama “Teravih namazı için, Hz.Ömer (r.a) ’in yaptığı içtihadın hükmü nedir? ” diye sorduğunda İmam-ı Azam “Teravih namazı sünnet-i müekkeddedir. Bu sebeple kimse bidat diyemez. Hz.Peygamber (a.s) zamanında olan ve onun bizzat yaptığı işi, düzenli ve devamlı hale getirmiştir” cevabını verir. Hz.Peygamber (a.s) sahabe-i kirama imamlık yaparak teravihi cemaatle kıldırdığı sabittir. Dinimiz, ferdin ve toplumun yararına olan şeyleri yasaklamamıştır. Helalleri ve haramları açıklamış, icma, kıyas ve ictihadı serbest bırakarak, Kur’an ve Sünnet’in naslarına aykırı olmamak şartıyla, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek her konuya karar verme imkânı, yetki ve selâhiyetini alimlerle, onlara başvuracak yöneticilere bırakmıştır.
Bidat konusu, İslam alimlerinin her asırda ciddiyetle üzerinde durdukları bir konu olmuştur. İ’tisam denilen, Kur’an ve Sünnet’e bağlanma konusuyla bidat hep bir arada mütalaa edilegelmiştir. Çünkü buraya kadar söylediklerimizden de anlaşılacağı gibi, Kur’an ve Sünnet’in, devreden çıkarılması veya ihmal edilmesi, bidatları doğurur ve onların yetişip gelişmesine zemin hazırlar. O halde bidatlara engel olabilmenin yegâne yolu, Kur’an ve sünnet kültürünü yaygınlaştırmak, bunların hayat tarzı haline gelmesine zemin hazırlamaktır.
Din, Kur’an’a ve Allah Resulü’nün sünnetine uymak, ortaya çıkan problemlere Kur’an ve Sünnet’e uygun çareler bulmak ve insanları çözümsüzlüğe mahkum etmemek suretiyle hayatiyetini ve etkisini sürekli kılabilir. Özellikle hadiste geçen “dinde olmayan şey” ifadesi, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmayan icatların, yasaklanmış bidatlardan sayılmayacağına işaret kabul edilebilir. Çünkü bir çok yeni icat vardır ki, bunlar fıkhen zaruri ihtiyaçlardan bile sayılır olmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz 1) Bu hadis, İslam’ın en büyük temellerinden birini teşkil eder. Bu temel, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olarak sonradan ortaya çıkan her inanç, ibadet ve muamelatın kabul edilemez oluşudur. 2) Sonradan ortaya çıkan bir takım icadlar ve ihtiyaçlar, Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir ciheti olmadıkça, merdut olan bidatlar sınıfından sayılmaz. 3) Bidat, hasene (iyi) ve seyyie (kötü) olmak üzerre ikiye ayrılır. Kur’an, Sünnet, icmâ ve sahabe yoluna yoluna aykırı olmayanlar iyi, aksi olanlar kötü diye adlandırılır. 4) İslâm alimleri bidatları, vacib, mendup, mübah, haram ve mekruh olmak üzere beş kısımda ele almışlardır. Savaş aletleri icadı, zamanın şartlarına uygun kuvvet hazırlamak vaciptir. Üniversiteler, enstitüler kurmak, ilmi kitaplar hazırlayıp basmak, ilmi yaymak, insanlara öğretmek, okul binaları yapmak gibi şeyler mendup ve makbuldür. Helal olan şeyleri yeyip içmek mübahtır. Haram ve mekruh ise dinimizce tayin ve tespit edilmiştir. 5) Bidatı icad eden de, onun yolunda ve izinde giden de aynı şekilde günahkârdır. 6) Her toplumun kendine has adet ve adabları İslam din ile çelişmediği sürece bidat sayılamaz. Çünkü yüce dinimiz İslam, toplumları ayakta tutan örf ve adetlerle çatışmamıştır. 7) İçtihad kapısı kıyamete kadar açıktır. Yeter ki içtihada yetkili kimseler İslam ümmetinin önünü açacak müşküllerini halledecek ehil kimseler bulunsun.
İmam-ı Gazali (r.aleyh) ’in künyesi Ebu-Hamid Muhammed b. Muhammed’dir. Lakabı ise Hüccetü’l-İslam ve Zeynü’d-Din’dir.
İmam-ı Gazali, 1058 (h.450) senesinde İran’ın Tus şehrinde dünyaya geldi. Babası fakir bir kimse olmakla beraber, Gazali’nin ve kardeşinin iyi yetişmeleri için, ilim öğrenmelerine özen vermişti. Gazali, evvela Tus’ta daha sonra Cürcan’da okudu. Cürcan’da okuduğu dersleri not ettiği defterlerin, vatanına dönüşünde içinde bulunduğu kervanı soyan haydutlar tarafından gasp edilmesi hadisesi tarihte şöhret bulmuş olduğundan naklediyoruz:
İmam-ı Gazali, kervanı basan haydutların reisinden, defterlerini geri vermesini, zira bunların hiçbir işlerine yaramayacağını söylemişti. Haydutların reisi o defterlerde ne olduğunu sorduğunda; “onlara yazılı bilgileri edinmek için yurdumu terk ettim ve uzun müddet süren tahsilimin semeresini onlara yazdım” dedi. Haydutların reisi güldü ve: “Nasıl olur da ilim tahsil etmiş olduğunu ileri sürebilirsin? Baksana defterlerin elinden alınınca hiç ilmin kalmıyor” dedi. Defterleri ger verdirtti. Bu hadise İmam-ı Gazali üzerinde büyük bir tesir bıraktı ve memleketine dönüşünde ilk işi defterlerindeki notları hafızasına nakşetmek oldu. (1) (İhya-i Ulûm'id-Din, Mukaddime, Bedir yayınları, İstanbul,1992.)
İmam-ı Gazali’nin hayatını ve fikri mücadelelerini iyice kavrayabilmek için yaşadığı devri iyi bilmek gerekir. Bu bakımdan İslam aleminin ve dünyanın, Gazali’nin yaşadığı asırdaki durumunu kısaca tasvir ediyoruz.(2) (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay, s,109.)
O zamanda İslam aleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’da, Abbasi halifelerinin hakimiyetleri zayıflamaya yüz tutmuştu. Buna mukabil Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. Gazali, bu devletin büyük hükümdarları olan Tuğrul Bey’in, Alparslan’ın ve Melikşah’ın devirlerini idrak etmişti. Melilkşah’ın kıymetli veziri Nizamü’l-Mülk hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zaman dünyada mevcut en parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. Gazali 23 yaşında iken Şarkta esrarengiz bir adam belirmişti. Bu adam ismi etrafında hala bir esrar halesi bulunan Haşhaşin mezhebinin reisi Şeyhü’l-Cebel Hasan İbn Sabbah idi. Garplılarca daha ziyade rubaileriyle tanınan, İslam aleminde ise bir matematikçi olarak bilinen meşhur Ömer Hayyam dahi İmam-ı Gazali’nin muasırlarındandır. (3) (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s, 120.)
Mısır tahtında Şii, Fatımi hanedanı vardı. Avrupa’da ise Endülüs İslam devleti gerilemeye yüz tutmuş bir vaziyette idi. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk haçlı seferi Gazali zamanında yapılmıştı. 40 yaşında iken Antakya ve bir yıl sonra da Kudüs, haçlılar tarafından zapt edilmişti.(4) (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134.)
Siyasi bakımdan İslam alemindeki bu karışıklığı fikri bir hezeyan tamamlıyordu. İslamiyet’in birliğini doğrudan doğruya kuvvetle yıkamayan iç ve dış düşmanlar, zehirlerini halk arasında batıl fikirler yaymak suretiyle akıtıyorlardı. İslam’da düşünce ve iman birliği sarsılmıştı. Bir taraftan eski Yunan felsefesi ile İslam akidelerini telif etmek isteyen Felasife, diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in apaçık ayetlerini karanlık ve esrarlı tefsirlere mevzu yapan Batıniler ve her iki zümreye karşı ehl-i sünnet inanışlarının müdafaasını yüklenmiş olan kelam alimleri arasındaki mücadele bitip tükeneceğe benzemiyordu. (5) (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul 1987, s. 174.)
İmam-ı Gazali’nin hayatında ve eserlerinde, siyasi ve fikri panoramasını kısaca tanıttığımız bu devrin derin tesirleri vardır. Bu yöne daima göz önünde bulundurmak lazımdır.(6) (W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968, s, 108.)
İmam-ı Gazali, hicri 478 yılına kadar, yani yirmi sekiz yaşına gelinceye kadar, Tus, Cürgan ve Nişabur’da zahiri ilimleri, yani şeriat ilimlerini tahsil etti. Nişabur’da senelerce İmamü’l-harameyn Ebu’l-Meani’den ilim okudu. Hocasının sağlığında bir çok kitaplar yazdı.(7) (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev. H. Bekir Karlığa, İstanbul 1981, s, 14-16.)
478 yılında, Selçuklu devletinin padişahı, Melikşah’ın veziri Hace Nizamü’l-Mülk ile görüştü. Nizamü’l-Mülk ilim ve faziletine hayran oldu. Bu görüşme 484 yılına kadar devam etti. Bu sene içinde, Nizamü’l-Mülk’ün ricası üzerine, Bağdat’taki Nizamiye medresesinin müderrisi oldu. 488 yılına kadar orada alimlerin en yüksek makamında bulundu. El Munkizu mine’d-Dalal kitabını orada yazdı. (8) (Gazzlî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, İstanbul 1948, s, 8.) Bundan sonra, tedristen ve bu makamda bulunmaktan çekilip, başka bir hal aldı. Ruh aleminde büyük bir sarsıntı oldu. Zühtü yani dünyadan el çekme yolunu seçti. Bağdat’tan ayrıldı. (9) (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964, s, 51, 70.)
İmam-ı Gazali’nin hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu değişiklik, içinde gittikçe büyüyen ve manevi huzurunu kaçıran bir şüpheden ileri geliyordu. Dili tutulmuş, belagat ve fesahati yok olmuştu. Üstelik bedeni bakımdan da rahatsızlanmıştı. (10) (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s, 91.)
İmam-ı Gazali, Bağdat’tan ayrılıp Şam’a, Kudüs’e ve oradan Hicaz’a gitti. Hac dönüşü bir müddet İskenderiye’de kaldı. Ondan sonra Gaziantep’te uzlet hayatı yaşadı. Çetin riyazetler, zor mücahedeler yaptı. Bunların sonucu, bir başka Gazali olarak göründü. Gaziantep’te yaklaşık olarak on yıl kalır. Bu süre zarfında daha önce ihmal ettiği kalbindeki boşluğu doldurup keşfettiği gerçek hazineyle çağın “Hüccet-ül İslam” unvanını alır.
İmam-ı Gazali’nin Vefatı İmam-ı Gazali 1111 (h.505) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı Kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, imam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beyitler yazılıydı:
Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma, Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime: “Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten, Vallahi siz de kaçın buna ölüm demekten.” ....... Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim. Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim. ....... Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız. Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız. Son sözüm olsun, “Aleyküm selam” dostlar.
İmam-ı Gazali, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslam âlimidir. O kadar çok kitap yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevduât-ul-Ulum kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebu İshak Şirâzi’nin Hazâin adlı kitabında yazılıdır.
Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmam-ı Gazali’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesör, imam-ı Gazali kitaplarını okuyarak, İslam dinine aşık olmuşlar ve Gazali’nin kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.
İmam-ı Gazali vefatından sonra İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol felaketi esnasında yakıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazali sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.
İmam-ı Gazali ve Gaziantep O gün Halebin küçük bir Kasabası olan Ayintap İmam-ı Gazali’ye ev sahipliği yapmıştır. Antep kalesinin içinde küçük bir odası ve hemen yanında da bir mescid bulunmaktadır. Namaz vakitlerini küçük mescidinde cemaatle kılıp, daha sonra şu an (Gaziantep’in Şahinbey ilçesi Yazıcık Cabi Mah. Yazıcık Cad. İmamı Gazali sokağın) da Gazeli kasteline gidip uzlete çekilmiş. Burası halen Gaziantep halkı tarafında özellikle Cuma günleri ziyaret edilmektedir. (11) 12-Necmeddin Şahiner, Gaziantep Kalesi, Gaziantep 2007, s,117-118.)
300 sene önce ayrı ayrı zamanlarda iki defa Gazianteplilerin konuğu olan büyük gezgin Evliya Çelebi şöyle der: “Kale kapısı mabeyninde (girişinde) İmam-ı Gazali makamı bulunmaktadır. Nice eserleri vardır. Kendisi İmam-ı Ekberdir. Ama mezhep kurmasına Hz. Peygamber (a.s) müsaade vermemiştir. Kendisi Şafi mezhebini taklit etmiştir. Cümle Antep halkının dürüst ve büyüklerinden tevatürle meşhurdur ki, İmam-ı Gazali Antep kalesinde makamı bulunmaktadır.”(12) (Daha geniş bilgi için bkz: Evliya Çelebi Seyatnamesi, c,9/ s,143; İslam Ansiklopedisi, M.E.B Yayınları, Ayintap maddesi.)
Araştırmacı yazar N.Şahiner; konumuzla ilgili şöyle der: “Yüzyıllar boyunca Gaziantep Kalesi’nin batısında sokaktan geçen bazı kimseler önce duraklar, saygı ile toplanır. Sonra elleri göklere açılır. Dudakları fatiha suresinin ayetleri mırıldanır. Çünkü beş on metre ötedeki toprak ve taş yığını üzerinde yükselen heybetli burçlardan birinin dibinde halkın İmamı gazali veya sadece Gazali dedikleri bir erenin makamı bulunmaktadır.(13) (Necmeddin Şahiner, a,g,e, s,117-118.)
İmam-ı Gazali’nin kale burçlarının birinin içinde, kapıya inen yolun hemen başladığı yerdeki makamından başka Yazıcık’da bir sokak da adını taşır. Burada kırk basım merdivenle inilir, Hamam gazel denilen bir havuz vardır. Buna eskiler Aynul Gazali derlerdi. Rivayete göre Gazali, Hamam Gazel’e inerken abdestini alır kastelin solundaki küçük odasında çileye girermiş.”(14) (Evliya Çelebi a,g,e, c,9/ s,143.)
Yazıcık Mahallesi Gazali sokak yaşlıların: “Eskiden Gaziantepliler, baharın ilk günlerinde esnafça toplanıp kaleye çıkar İmam-ı Gazali makamını ziyaret ederlerdi, kurban keser, sanata yeni başlayıp peştamal kuşananların ilk işi Gazali’yi ziyaret etmekti.”
“Vaktiyle Hac mevsiminde Gaziantep’ten geçen İranlılar İmam-ı Gazali makamını ziyaret eder, birkaç gün kalırlardı.”
“İmam Gazali, Hamam Gazel içindeki kayadan oyma mescitle kalede (takriben on yıl) misafir kalmış. Ayrıldıktan sonra oturduğu bu yerler mutlu birer ziyaret mahalli olmuştur.”(15) (Cemil Cahit Güzelbey, Gaziantep Evliyaları, Gazali Maddesi.)
Araştırmamızı son olarak N. Şahiner’in şu sözleriyle noktalayalım: “Büyük İslam alimi iplikçi oğlu Muhammed Gazali, bir ara kendini tasavvufa verir. Profesör olduğu Bağdat Medresesi’ni bırakarak Şam’a gelir. Burada yıllarca oturur. Bu tarihlerde Gaziantep Orta şarka (orta doğuda) küçük Şam adıyla ün salmıştır. Havası, suyu, bağları, bahçeleri dillere destandır. İmam-ı Gazali Şam’daki oturuşu sırasında Küçük Şam’ı da ziyaret etmiş, Hamam Gazel ve kaledeki makamı, bu misafirliğin bir hatırası olarak kalmıştır.”(15) (Necmeddin Şahiner, a,g,e, s,117-118.)
Bu makalede, İslam aleminin yüz akı olan İmam-ı Gazali (Rahmetullahi Aleyh) ’i, yeniden Türkiye ve Gaziantep için bir medarı iftihar olarak hatıralarını canlandırmak ve küllenmiş tarihin enkazı altında bize ait olan altından daha kıymetli hazinemizi keşfedip insanlık alemiyle paylaşmaktır. Dilerim, bu çağrımız yetkililerin kulaklarını çınlatır.
Araştırmacı Salih ÖZBEY Mayıs 2007/ Gaziantep
İstifade Edilen Eserler
1-İhya-i Ulûm'id-Din, Mukaddime, Bedir yayınları, İstanbul,1992. 2-De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay. 3-Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967. 4-Gazâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr. Süleyman Dünya, Kahire,1960. 5-Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul 1987. 6-W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968. 7-Gazâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev. H. Bekir Karlığa, İstanbul 1981. 8-Gazalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, İstanbul 1948. 9-İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964. 10-Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989. 11-Evliya Çelebi Seyatnamesi C,9/S,143. 12-Necmeddin Şahiner, Gaziantep Kalesi, Gaziantep 2007. 13-İslam Ansiklopedisi, M.E.B. Ayintap maddesi. 14-Cemil Cahit Güzelbey, Gaziantep Evliyaları.
ŞEHİR
Şehir:
Kur’an-ı Kerim, değişik ayetlerde kullanılan medine, beled ve karye terimleriyle bir yerleşim birimi olarak “şehir”e dikkatleri çekmiş, hatta yeminle söz etmeye değer bulmuştur.
Şehir, insan eliyle kurulmuş bir eser, hayatı kuşatan bir mekân ve zamanlar ötesine uzanan bir oluşumdur. Bünyesinde taşıdığı sanatı, estetiği, tarihi ve diğer tüm unsurlarıyla insanın ve toplumun bir aynasıdır şehir. Denilebilir ki; insan küçük bir şehir, şehir büyük bir insandır.
Şehir (Mısır) sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir:
Ebû Hanife (ö. 150/767) 'ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri 'kalabalık şehir' niteliğindedir. Ebû Yusuf (ö. 182/798) , halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö. 189/805) , yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder.
İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır.
İmam Mâlik (ö. 179/795) 'e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez.
Şehir: Sözcük anlamıyla, nüfusu 10.000'i aşan yerleşim birimlerine verilen isimdir. Arapçası Medine’dir.
İnsanların oturduğu, birçok sokaklı ve birçok evli yerlerin en büyüğüdür. Türkiye de, insanların barındığı alanlar, barındırılan insan sayısına göre, köy kasaba ve şehir bölünmesine uğramıştır. Nüfusları 150 - 2.000 arasında olan yerlere köy denilmektedir. Nüfusları 2.000 25.000 arasında olanlara kasaba, 25.000 den fazla olanlara şehir adı verilmektedir.
Tarihte İlk Şehir
Dünya da ilk şehir Mekke’dir. Mekke'nin ortaya çıkışı Hz. Adem (a.s.) 'a kadar uzanır Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde Mekke'de Beytullah'ın bulunduğu bu günkü yerde bir mabet inşa etmekle görevlendirilmişti. Tarihçiler, Adem (a.s) 'ın Hindistan tarafından yeryüzüne indiğini kabul etmişlerdir. Onun, kırk defa Mekke'ye giderek haccettiği kabul edilirse bu durum bizi Mekke vadisinin ilk insanla birlikte, seçilerek kutsal kılındığı sonucuna ulaştırır.
Hz. Âdem (a.s) tarafından inşa edilen Beytullah, Nuh (a.s.) zamanına kadar varlığını sürdürdü. Tevhidden yüz çevirip putperest bir hayat yaşamaya başlayan Nuh kavmi, tufanla helâk edilince, Beytullah yeryüzünden kaldırılmıştı. Başka bir rivayete göre ise, Beytullah'ın bulunduğu noktaya, Cennetten bir yakut indirilmiş, Tufan esnasında bu yakut göğe kaldırılmıştı.
Bu rivayetler çerçevesinde düşünüldüğünde Mekke'nin insanlık tarihinin başlangıcı ile birlikte, bir yerleşim yeri olma özelliği göstermeye başladığı anlaşılır. Ayetlerde zikredildiği gibi Beytullah, insanların ibadet etmesi için yeryüzünde inşa edilen ilk yapı ve Mekke, şehirlerin anası (Ümmü'l-Kura) dır. Kur'an-ı Kerimdeki bu tür ifadeler, yukarıdaki nakilleri doğrular niteliktedir. Ancak Taberi'nin Ebu Zer (r.a.) 'den naklettiği bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir: 'Ya Resulallah! Yeryüzünde ilk mescit hangisidir' dedim. O, Mescid-i Haramdır' dedi.
'Sonra hangisidir' dedim. Mescid-i Aksa dır' dedi. Aralarında kaç yıl olduğunu sorduğumda da; 'kırk yıl' dedi.'
Mekke'nin önemi onun kalbi sayılan Kâ'be'den ileri geliyor Hz. Muhammed (s.a.) , Mekke'nin kendisini de neredeyse Kâ'be gibi tarih öncesine uzanan kutsal bir temele dayandırır, İbni Abbas'tan gelen bir rivayete göre Allah'ın Resulü (a.s) Mekke'nin fethi günü şöyle demiştir:
'Bu belde Allah'ın yeri ve göğü yarattığı zamandan beri kutsal kıldığı bir beldedir. Bu belde Allah'ın buyruğu ile kıyamete kadar haram (kutsal) dır. Bundan dolayı dikenleri koparılmaz, av hayvanları ürkütülmez.' Mekke'nin özel statüsü klasik hukuk kitaplarında uzun uzun anlatılır. Burası haram bir bölge kabul edildiği için, kan akıtılmaz, bozgunculuk çıkarılmaz, evleri satılmaz, suçlular buraya sığındıkları sürece korunur, Müslüman olmayanlar buraya giremez v.b..
İlk tarihçilerden İbn İshak, 'Mekke Allah'ın melekûtunun yeryüzündeki merkezi, başkentidir' der. Yakuti'nin verdiği bilgiye göre Mekke halk dilinde eski zamanlardan beri 'Arzın göbeği' olarak geçer.
Mekke'nin İslâm kaynakları yanında antik Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinde de yüceltilmesi anlamlıdır. Hz. Davud (a.s) ’a indirilen Zebur’da şu kayıt vardır: 'Ne kutludur senin Evinin sakinleri ki daima sana hamdederler; ne kutludur o insan ki kuvveti sendendir. Evine giden yollara gönül veren adam Bekke vadisinden geçerken onu bıkar (işsiz) eder.' Sonradan Yahudiler, Mekke ve Kabe’yi semavi kitaplarda azizleştiren bu kelimeyi, Mekke şehriyle alakasız, mücerret gözyaşı manasına gelen bir mefhum diye tevile kalkıştılar. Bekke vadisi yani gözyaşı vadisi...
Glaser, güney Arapçasından ayrı olarak Habeşçe'de de Mekke ile Mikrab kelimelerinin aynı anlamda kullanıldığını tespit eder. Milattan önceki tarihçilerin Mekke'den söz etmeleri daha şaşırtıcıdır. Batlamyus (İÖ 130) ondan Macoraba olarak söz eder; Romalı tarihçi Sesilis (İÖ 50) , Mekke'yi dünyanın en eski şehri olarak tanımlar. Dozy'e göre de Yunan coğrafyacılarının Macoroba dedikleri yer Mekke'nin kendisidir.
Buna rağmen İslâm araştırmacıları muhtemelen Hz. İbrahim (a.s) 'den sonraki döneme ait olmak üzere Kâ'be'nin çevresinde kimlerin ilk evleri inşa edip orada yerleşik hayata geçtiklerini tespit etmek için özel çabalar harcamışlardır. Kimileri Kâ'be'nin çevresinde ilk evler ve dolayısıyla Mekke şehri Kusayy b. Kilab tarafından kurulduğunu söylerken kimileri Mekke'de kurulan ilk ev, Said veya Sa'd b. Amr'ın evidir, der. Buna göre Amr'ın evi, Kâ'be'ye çok yakın bir yerde kurulan ilk ev olma özelliğini de taşımış oluyor.
Ezraki ve diğer kaynaklar, daha Hz. Âdem (a.s) zamanında insanların Kâ'be'den uzak yerlerde, dağ aralarında ve orman içlerinde yaşamayı tercih ettiklerini, inanışa göre Kâ'be'nin yakın çevresinde ev kurmayı sakıncalı bulduklarını zikrederler. Yine inanışa göre, Kâ'be'nin manevi konumu, onun mimari şeklinin de çevresinde ilk kurulan evlerin mimari tarzını doğrudan etkilemiştir. Buna göre, küp şeklinde inşa edilen Kâ'be'ye hürmeten ilk kurulan evlerin
1) Dairevi olmasına,
2) Kâ'be'den daha yüksek olmamasına,
3) Kâ'be'den belirli uzaklıkta yerlerde kurulmasına özel olarak dikkat edilmiştir.
Hz. Âdem (a.s) 'den Hz. İbrahim (a.s) 'e kadar geçen uzun yüzyıllar boyunca Kâ'be'nin Arap Yarımadası göbeğinde tek başına bir yapı olarak kaldığını ve her zaman ziyaretine gelen insanların hep çadırlarda yaşadığını veya uzak dağlara, orman içlerine çekildiğini düşünmemizi gerektiren makul hiçbir neden yok. İlk insan kuşakları Kâ'be'ye hürmeten bu türden zahmetlere katlanmışsa bile pek erken sayılabilecek bir zamanda çevresinde evlerin kurulması ve merkezi önemine binaen kısa zamanda hatırı sayılır büyükçe bir şehir, yani Kadim Mekke'nin böylece ortaya çıkmıştır.
Kutsal (Mübarek) Şehirler
İslam medeniyetinin üç kutsal (mübarek) şehirleri:
1-Mekke,
2-Kudüs,
3-Medine’dir.
Hz. İbrahim (a.s) ’in Mekke’yi Kâbe inşa etmiş ve Mekke onunla simgelenmiştir.
Hz. Davud (a.s) temelini atmış Hz. Süleyman (a.s) ’ın Kudüs’ü Beyt-i Makdis inşa etmiş ve onunla simgelenmiştir.
Hz. Muhammed (a.s) Medine’yi ve Mescid-i Nebevi’yi inşa etmiş ve onunla simgelenmiştir.
İslam Medeniyetinin Merkezi Olan Şehirler
İslam Medeniyeti, Asrı Saadette sosyal gelişimini tamamladıktan sonra, müthiş bir hızla bilim ve kültür alanında gelişmeye başlamış, bu baş döndürücü hızın sonunda dünyanın çeşitli yerlerinde, zamanın çok ilersinde olan medeniyetlerin oluşmasına imkân sağlamıştır.
Hulefa-i Raşidinden sonra, Emevi ve Abbasilerle başlayan bu hızlı gelişim süreci, özellikle Ortadoğu’da kurulan diğer devletlerle devam etmiş, bu akımın son temsilcisi de birçok şehri imar eden üç kıtaya yayılmış Osmanlı devleti olmuştur.
İslam Medeniyetinin beşiği olmuş, ilim ve kültür alanında emsallerine göre çok ileri gitmiş, gerek kültürel coğrafyasıyla, gerek mimari yapılarıyla, gerekse bilim üreten ve bilim adamı yetiştiren merkezleriyle haklı bir üne kavuşmuş 10 kültür şehri listeledik.
Aşağıdaki listede yer alan şehirlerden bazısı günümüzde hala bir cazibe merkezi durumdayken bazısı ise ne yazık ki eski şaşalı ve görkemli halini özlemle alan birer antik kent artık.
İşte medeniyetin merkezi olmuş 10 şehir:
1. Bağdat:
En parlak dönemini Abbasiler zamanında yaşayan şehir islam dünyasının bilim ve kültür merkezliği görevini uzun süre yapmıştır. Bağdat onuncu yüzyıl ve sonrasında, 2.5 Milyon nüfusuyla dünyanın en büyük şehirleri arasındaydı aynı zamanda. Bilimsel ve kültürel hayatın yanında canlı bir ticaret hayatı da vardı bu şehirde. 1258 yılında Moğollar tarafından talan edildikten sonra şehir, önemini yitirdi ve bir daha toparlanamadı. 17yy.da Osmanlı eline geçen Bağdat, 1917’de İngiliz işgaline uğradı. Şuan Amerikan işgali altında, geçmişini özlemle anıyor.
2. İsfahan:
İsfahan, nısfı cihan derlermiş bir zamanlar. Yani İsfahan dünyanın yarısıdır. Hatta oranın buna gücenir, külli cihan diye karşılık verirmiş. Yani dünyanın hepsidir. Bu söz belki bir mübalağadan ibaret ama şehrin zamanındaki heybetini, haşmetini, dünyadaki konumunu gayet iyi özetliyor. Şuan İran’ın bir eyaleti olan İsfahan, on birinci yüzyılda Selçuklu Devleti’ne başkentlik yaptığı sırada ilim ve kültür hareketleriyle, on yedinci yüzyılda Safevi’nin başkenti olduğu sürede de mimari faaliyetlerle ihya oldu ki şehrin mimari bir düzenlemeye gerçekten ihtiyacı vardı. On üçüncü yüzyılda Moğol istilasından o da nasibini almış yakılıp yıkılmıştı çünkü.
3. Buhara:
Şuan Özbekistan sınırlar içinde kalan bu antik şehir, tarih boyunca İpek yoluna yakınlığı sebebiyle ticaretin başkentlerinden biri olmuştur. Şehrin İslamla şereflenmesiyle birlikte bilim yönünden de gelişmeye başladığı bilinmektedir. Toprağının bereketli olması nedeniyle çeşitli sulama teknikleri yine bu şehirde geliştirilmiştir. Şehir, altın çağını on birinci yüzyılda Karahanlıların egemenliği altında yaşamış, 1220 yılında Moğol İstilasından payına düşeni ne yazık ki o da almıştır. İmam Buhari ve İbni Sina gibi ünlü simalar bu şehrin topraklarından yetişmiştir.
4. Fustat:
Tarihi, çok eski çağlara dayanan bu şehri bugün biz Kahire adıyla tanıyoruz. Şehir günümüzde Mısır devleti’nin başkenti olarak yaşamını sürdürmektedir. İslam tarihi boyunca sırasıyla; Tolunoğulları, Akşitler, Fatimiler, Eyyubiler, Kölemenler ve Memlüklere başkentlik yapmıştır. On altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin de bir eyaleti olmuştur. Bu kadar farklı medeniyete ev sahipliği yapmış şehir, aynı zamanda dünyanın yaşayan en eski ikinci üniversitesi el ezher’e de ev sahipliği yapmaktadır.
5. Semerkant:
Dünyanın en eski şehirlerinden olan ve günümüzde Özbekistan’a bağlı bu şehir, Buhara ile birlikte İslam dünyasının Orta Asya’daki bilim, kültür ve medeniyet üssü olmuştur. İslam dünyasının ilk kâğıt fabrikası burada açılır. Samanoğulları döneminde parlak bir ticaret merkezi haline gelen şehri Moğol İstilası harap etmiştir. Fakat sonra Moğollara başkent olduğundan yeniden imar edilip eski haline kavuştu. Astronomi ilminin duayenlerinden Uluğ Bey’in memleketidir bu şehir ve bu bilim adamı adına bir rasathanesi mevcuttur.
6. Harran:
Şuan Şanlıurfa ili sınırları içersinde yer alan Harran eskiden, büyük bir bilim ve kültür kentiydi. Birçok bilim adamı ve filozof burada doğdu veya yetişti. Özellikle Tıp ve astronomi biliminin gelişmesine ev sahipliği yaptı. Üstelik sadece müslüman değil Süryani ve yunan ilim asıllı ilim adamları da burada yetişiyordu. Harran yalnızca bir bilim merkezi değil, aynı zamanda ticaret, kültür ve bir inanç merkeziydi. Sekiz ve dokuzuncu yüzyılda altın çağını yaşadı. Emevilere başkent oldu. İslam’ın ilk üniversitesi de burada kurulmuştu. Şehir on birinci yüzyıldan itibaren önemi yitirdi.
7. Basra:
Yedinci yüzyılda, Hz. Ömer (r.a) emriyle, Şattul Arap’da ordugâh olarak kurulan şehir, Abbasi hâkimiyeti altında entelektüel yönden büyük gelişme göstererek çok ünlü bilim ve din insanlarının yetişmesine sebep olmuştur. İbni Heysem, Cahiz gibi bilim adamları, İmam-ı Azam, Rabiatül Adeviyye ve Hasan el Basri gibi mutasavvıflar bu topraklarda yetişen ünlü simalardandır. İhvan-ı Safa cemiyeti de burada organize edilmiştir. Daha sonraları Selçukluların eline geçen şehir mimari yönden de zengin bir konuma sahip olmuştur. Osmanlı Devleti de on yedinci yüzyılda şehri egemenliği altına almıştır.
8. Kurtuba:
Endülüs Emevi Devleti’nin ilim ve kültür merkezi olmuş şehir, Bugün Cordoba adıyla İspanya’da yer alır. Avrupa karanlık çağını yaşarken burada gelişmiş bir medeniyet vardı. Öyle ki bütün yollar tertemiz ve düzenli, geceleri sokak lambalarıyla ışıl ışıldı. Avrupa’ya felsefe bilimini tersten okutan İbn Rüşt, Tıbbi cerrahlık mesleğinin babası Zehravi Kurtuba diyince akla ilk gelen isimler. İmam Kurtubi’de burada doğmuştur. Dünyanın sayılı birkaç önemli eserinden, Endülüs ürünü Kurtuba Cami’si de bu şehirdedir.
9. İstanbul:
Şairler, âlimler, bilginler, gezginler kenti İstanbul. 1453 yılında İslam Âleminin hizmetine geçmesiyle bilim ve kültür alanında müthiş bir sıçrama yaparak nice entelektüelin yetişmesine olanak sağlamıştır. Külliyeler, medreselerle donatılmış bu şehirden onlarca şair, edebiyatçı, ilim adamı, devlet yöneticisi çıkmıştır. Zamanın en büyük devleti Osmanlı’nın dört yüz elli yıl başkentliğini yapmış Şehir, güzelliği ve konumu ile tarih boyunca hep bir cazibe merkezi olmuştur.
10.Dımeşk:
Ya da bugün daha çok bilinen adıyla Şam, şuan Suriye’nin başkenti konumundadır. Hz. Ömer (r.a) ’in döneminde Halid bin Velid (r.a) tarafından feth edilmeden önce bile dünyadaki üç beş ticaret merkezinden biri durumundaydı. Emeviler döneminde çok gelişerek altın çağını yaşamıştır. Yine aynı dönemde önemini yitirmeye başlamıştır. Sonra sırasıyla şehir, Abbasi ve Fatımilerin, Selçukların, Memlukların eline geçti. Bütün bu medeniyetler şehrin mimari yönden gelişmesini sağladı.
Osmanlı’nın İlk Şehir
Osmangazi 1301 yılında yörenin en güçlü Köprühisar kalesini alamayınca ovanın tam ortasına bir şehir kurar ve bu şehre sayılacak kadar ona yakın, tarihi eserleri ve mimari dokusuyla Yenişehir adını verir. Bu şehir Osmanlı’nın kurduğu ilk şehir unvanıyla tarihteki yerini alır.
Roma, Selçuklu, Bizanslılara ev sahipliği yapmış olan Yenişehir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş hutbesinin okunduğu ve devlet olduğunu ilan ettiği yer olan Kumluk Camisi, Sinanpaşa, Çınarlı, Semaki, Kurşunlu, Balibey, Ulu camileri, hanları, hamamları, medrese ve Şemaki Evi müzesiyle geçmişin önemli izlerini taşıyor. Osmanlılardan günümüze kadar gelen tarihimizin canlı tanıkları olan evlerin bir kısmı ise projelendirilerek restorasyon için koruma altına alınmış. İki katlı evler cumbaları, sürgülü pencereleri, kapıları ve kapı tokmakları, kiremitli çatıları, bahçeleri geçmişin zarif örnekleri ile karşılaşmanızı sağlıyor.
Türkiye de Şehir
Türkiyede, nüfusu 50 - 100 bin arasında olan şehirler şunlardır:
Sivas (93.849) , Erzurum (91.196) , Samsun (87.311) , Malatya (84.162) , Diyarbakır (80.645) , Adapazarı (73.705) İzmit (80.160) , Mersin (68.574) , İskenderun (62.342) , Balıkesir (61.012) , Elâzığ (60.438) , Urfa (59.910) , Manisa (59.223) , Maraş (54.646) , Zonguldak (54.026) , Trabzon (52,680) , Antalya (50,963) . Türkiye de nüfusu 100 binin üstünde olan şehirler şunlardır:
İstanbul (1.719.922) , Ankara (646.151) , İzmir (370.923) , Adana (230.024) , Bursa (153.939) , Eskişehir (153.10) , Gaziantep (125.386) , Konya (122.704) , Kayseri (102.795) .
Salih ÖZBEY
Karagüveç Köyü
Dipnot:
1- Mekke 2- Bekke 3- Ümmül- Kurâ 4- El Beled 5- El Beledül- Emin 6- El Belde 7- Harâmün Emin 8- Vâdi Ğayri Zer’in 9- Meâd 10- Karye 11- El Mescidül- Haram; (Beled, 1; Tin, 3)
el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (t.y.) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire (t.y.) I, 81) .
Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, III, 45, 46
Taberi, Tarih, Beyrut 1967, I, 122
İbnü'l-Esir et-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 36-38.
Taberî, Tefsir, Mısır 1968 IV, 8.
Taberî, Tarih, I, 123.
Âl-i İmrân, 3/96
el-En'am, 6/92.
Taberî, Tefsir, IV, 8-9
Buhârî, İlim, 37, Cenâiz, 76, Hac 43, Sayd, 8-10, Büyû', 28, Cizye, 22, Meğâzî, 51, 53; Tirmizî, Hac, 1, Diyât, 13.
Farabi, es—Siyasetü'ı Medeniye ve Medinetü'l—Fadıla; Fuzuli, Matlau'l itikad; İbn Haldun, Mukaddime, Çev. S. Uludağ, İstanbul, 1983, 11, 809.
Zebur, Mezmur: 84, Ayet:6.
Ö. Rıza Doğrul, Asrı Saadet, 1973, istanbul, 1,114.
İslâm Ansiklopedisi. Mekke Md., Ö. Rıza Doğrul, Age. 1,115.
Tahir'ül Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, 1963, istanbul s.157.
Ezraki, Kâ'be ve Mekke Tarihi, Çev. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul, 1980, İstanbul, s.22-23.
İbn Haldun da ünlü Mukaddime 'de adlı kitabında medeniyete böyle bir tanım getirirler. Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Medeniyet, Mavera Dergisi: Haziran, 1986 Sayı: 114 — Temmuz, 1986 Sayı: 115.
Buhârî, Büyu’, 53; Cihat, 71, 74; Müslim, Hac, 454; Nesâî, Mesâcid, 6
Salih ÖZBEY
1968… Yılında Adıyaman İli, Besni İlçesi, Karagüveç Köyünde doğdu. Halen TYB aktif üyesidir. 100 yakın eseri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1.KUR’AN-I KERİM (Kelime Kelime Meali) 2. Sebebi Nüzul ve Sebebi Vürud 3.Riyâzü’s-Sâlihîn (Kelime Kelime Tahlili ve İzahı) 4. Kırk ayet –Kırk Hadis 1 5. Evrenin Ruh Haritası (Akaid Kitabı) 6. İnsanlığın Ruh Haritası (Ahlak Kitabı) 7. Ruhların şifası (Esma’ül Hüsna) 8. Yaşamın Ruh Haritası (Fıkıh Kitabı) 9. Beşeriyetin Ruh Mimarları Aziz Peygamberler 10. Peygamberimizin Ruh Haritası (Hz. Peygamber(a.s) 'in Hayatı) 11. Çocukların Ruh Dünyası 12. Derslerin Ruhu (Tefsir Dersine Giriş 1) 13. Derslerin Ruhu (Tefsir İlmine Giriş 2) 14. Çağın Altın Ruhluları (Sahabe-i Kiramın Hayatı) 15. Her Adem Bir Alemdir -I- (Araştırma) 16. Her Adem Bir Alemdir -II- (Vecizeler) 17. Süleyman (a.s) ve Karıncalar (Öykü) 18.Hazine (Öykü) 19. Doğruların Babası (Öykü) 20. Eğitim - Öğretim (Öykü) 21. Rüya ile Diriliş (Öykü) 22. Hayal Umudun Kapısıdır (Öykü) 23. Medeniyetin Ortak Değerleri (Araştırma) 24. Acılar da Ağlarmıymış (Şiir) 25. Şerefin Hikmeti (Müslüman Kadın) 26. Aklın gücü (Öykü) 27.Üç Avcı ve Duaları (Öykü) 28. Namazın Hikmetleri (Araştırma) 29. Din Nasihattır (İbretli Sözler) 30.Namazın Dili (Araştırma) 31.Arapçanın Dili 32.Mekkede İlk İman Eden Sahabi Kadınlar 33.Kırk Ayet -Kırk Hadis 2) 34.Ebu Zer (Öykü) 35.Herşeyin Başı İlim İlmin Başı Sabır (Öykü) 36. Şeytan ile Bekçi (Öykü) 37. Seçme Kırk Hadis (Kelime Kelime) 38. Arapçanın Dili II 39. Mülteka (Kelime Kelime Tercümesi) 40. Define (Öykü) 41. Adabı Muaşeret 42. Kırk Hadis (Kelime Kelime) 43. Gençlere Kırk Hadis (Kelime Kelime) 44. Kur’an ile ilgili Kırk Hadis (Kelime Kelime) 45. Okyanus (Büyük Kamus) Mütercim Asım Efendi Tercümesi 46 MÜSNED Ebu Hanife Kelime Kelime İzahı 47. Gaziantep Külliyatı 48. Araban Külliyatı 49. Besni Külliyatı 50. İsahiye Külliyatı 51. Karkamış Külliyatı 52. Nizip Külliyatı 53. Nurdağı Külliyatı 54. Oğuzeli Külliyatı 55. Şahinbey Külliyatı 56. Şehitkamil Külliyatı 57. Yavuzeli Külliyatı 58. G.Antep Yöresel Yemekler Külliyatı 59. Gaziantep 7 Harikası 60. Gaziantep Kahramanları 61. Gaziantep Ünlü Şahsiyetleri vd…
Devam Eden Çalışmalar: 1-AHLAK USULÜ 2-AİLE HUKUKU 3-FELSEFE (MANTIK) 4-FIKIH USULÜ 5-HADİS USULÜ 6-İBADETLER 7-İKTİSAT (EKONOMİ) 8-KELAM (AKAİD) USULÜ 9-KUR'AN-I KERİM (ÖĞRENME VE OKUMA METODU) 10-MİLLETLER HUKUKU 11-MUAMELAT HUKUKU 12-RÜYA İLMİ 13-TEFSİR USULÜ
Allah Hikmeti Dilediğine Verir
Yüce Allah (cc) , Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor:
“Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa, doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.”[1]
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Bil ki Cenab-ı Hak, (bu ayet bir önceki ayetin devamı olarak inzal buyurmuştur) bir önceki âyette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazl-ı ilâhisini vaadettiğini bildirince, Rahman Allah`ın vaadini, şeytanın vaadine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye dikkat çekmiştir. Hikmet ve akıl, Rahman`ın vaadini tercih eder. Dünyevi lezzetleri elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın vaadini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır. [2]
Yine Hikmetin aracı akıldır. Kur’an-ı Kerim`de yer alan hükümleri, sırları bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırlarıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. Allah kime ilim, özellikle de Kur`an-ı Kerim`i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.[3]
İmamı Malik diyor ki:
“Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah`ın dininde fâkih olmaktır. Hikmet Allah`ın rahmetinden ve faziletinden kalplere sokulan bir emirdir.
Bunu açıklayan şudur:
Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasının dünya emrinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Allah`ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.”[4]
İbn Abbâs (r.a.) ’den rivâyete göre, Rasûlullah (a.s) şöyle buyurdu:
'Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.'[5]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Buhari bu hadisi üç yerde farklı Vürudu geçmektedir.
-Buhar, (İ`tîsâm 10) Bize İbnu Vehb, Yûnus`tan haber verdi ki, İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd haber verip şöyle dedi: Ben Muâviye İbn Ebî Sufyân (r.a) `dan işittim, o hutbe yapıyordu, şöyle dedi: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah Teâlâ her kimin hayrını irâde ederse, ona dîn hususunda (büyük bir) anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız aranızda taksim ediciyim. Veren ise Allah `tır. Bu ümmetin işi, kıyamet kopuncaya -yâhut: Allah`ın emri gelinceye- kadar hep hakk din üzerinde dosdoğru olmakta devam edecektir.'
-Buhari, (Farzu`l-Humus,7) Bize Şu`be, Süleyman ibn Mihrân`dan, Mansûr`dan ve Katâde`den tahdîs etti. Bu üçü de Salim ibn Ebi`l-Ca`d`dan işitmişlerdir. Câbir İbn Abdillah (r.a) : Bizim Ensâr`dan bir adamın bir oğlu doğdu. O kimse Oğluna Muhammed adını vermek istedi, demiştir. Şu`be: Mansûr hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî: Ben oğlumu boynum üzerinde taşıyıp onu Peygamber`e getirdim, dedi. Yine Şu`be: Süleyman el-A`meş hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî`nin (yânî Enes ibn Fudâle`nin) bir oğlu oldu. Onu Muhammed diye isimlemek istedi. Peygamber (a.s) : 'Benim ismimle isimleyiniz, fakat künyem ile künyelenmeyiniz. Çünkü ancak ben Kaastm, yâni taksim edici kılındım, (mirâs ve ganimet mallarını) aranızda ancak ben taksim ederim' buyurdu.
-Buhârî, (İlim, 13) İbn Şihâb dedi ki: Humeyd ibn Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Muâviye ibn Ebî Sufyân`dan hutbe yaparken işittim; şöyle diyordu: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren ise Allah`tır. Bu ümmet Allah`ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar Allah`ın dini üzerinde hep sebat edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.'[6]
Bu hadis üç hükmü şâmildir: Biri, dinde fakih olmanın üstünlüğü; ikincisi, hakikatte vericinin Allah`tan ibaret olduğu; üçüncüsü de, bu ümmetten bir kısmının ebediyyen hak din üzerinde baki olacağıdır. Hadîsin son fıkrası: 'Ümmetimden dâima hak üzere gâlib ve zahir, muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir taife hiç eksik olmayacaktır.'
Devamla der ki: 'Birincisi ilimle ilgili bölüme muvafıktır, ikincisi, sadakalarla ilgili kısma muvafıktır. Üçüncüsü, müçtehidin hiçbir vakit eksik olmayacağı hükmü mevcuttur.' [7]
'Ben yalnız taksim ediciyim.' Bunun manâsı şuraya varıyor: Bana vahyolunan din ilmini teblîğ ederken kimseyi tahsis edip de diğerlerinden gizlediğim yoktur. Allah tarafından bana ne bildirilmiş ise herkese eşitlik üzere tebliğ ediyorum. Ben ancak taksim ediciyim. Tebliğlerim herkese göre farksız olmakla beraber, bu tebliğler muhtelif derecelerde anlaşılıyor. Çünkü anlayışı veren Allah`tır. Allah`ın atası (vergisi) kullarına farklı derecelerde oluyor. Bunun izleri de benim tebliğimden sonra görülüyor. Herkes kısmetini benden alırsa da, veren Allah`tır; ben değilim.[8]
Kıyamete yakın geleceği belirtilen Allah`ın emrinden murat, kalbinde az da olsa iman bulunan herkesin ruhunu kabzedecek olan bir rüzgardır. Kıyamete yakın böyle bir rüzgarla mü`minler teslim-i ruh ettikten sonra geriye şerirler hayatta kalacak ve Kıyamet onların tepesine yıkılacak, Kıyametin korkunç hadisâtını ceza olarak onlar yaşayacaklardır.
Hadis, fıkıh ilminin sadece ezberlemekle olmayacağını, ilaveten Allah`ın lütfünün tecellisiyle olacağını ifade etmektedir. Bu da, her halde ilmin Allah rızası için talebi şartına bağlıdır. Geçmiş alimleri yalanlamak, dil uzatmak gayesiyle fıkıh öğrenmeye çalışanlara ilâhî rahmetin hiç bir zaman açılmayacağı söylenebilir, çünkü niyette ihlas mevcut değil.
Âlimlerimizin anladığına göre hadis, ihlasla tefakkuh edip Allah`ın rahmetine mazhar olacakların, bu ümmet-i merhumeden Kıyamete kadar eksik olmayacağını ifade etmektedir.
İbnu Hacer der ki: 'Bu hadisin ifade ettiği mefhum şudur: Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi olmayı) etmezse yani İslam`ın esaslarını ve bu esasların gerektirdiği teferruatı (furû`u) öğrenmezse hayırdan mahrum kalır.' Bu manâya delil olarak hadisin Ebu Ya`la`da gelen bir kısmında şu ziyadeyi kaydeder: 'Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi) etmezse Allah ona kıymet vermez.'
İbnu Hacer, hadisin sened yönüyle zayıf olduğunu, ancak manânın sahih bulunduğunu belirtir ve: Zira der, kim dinin meselelerini bilmezse ne fakih (bilgili) olur, ne de fıkıh tâlibi. Böylece 'Onun için hayır murat edilmemiştir' diye tarif etmek doğru olur. Bu durumda, alimlerin diğer insanlara karşı üstünlüğünün açık bir şekilde ifade edilmiş olduğu görülmektedir.[9]
Salih ÖZBEY
Karagüveç Köyü
Dipnot:
----------
[1] Bakara,2\269.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/516-518.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/62-63.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/267-276.
[5] Tirmizî, İlm 1; Darimi, Mukaddime,16
[6] Buhârî, Farzu`l-Humus 7, İlm 13, İ`tîsâm 10; Müslim, İmâret 98, (1038) , Zekât 98, 100, (1038)
[7] Müslim, Alâmetu`n-Nübüvve, 53.
[8] Tecrid Ter., I, 65-66.
[9] Kutub-i Site, İ.Canan, 11/491-493.
BİD’AT
ا ل ْ ي َ و ْ م َ ا َ ك ْ م َ ل ْ ت ُ ل َ ك ُ م ْ د ِ ي ن َ ك ُ م ْ و َ ا َ ت ْ م َ م ْ ت ُ ع َ ل َ ي ْ ك ُ م ْ ن ِ ع ْ م َ ت ِ ى و َ ر َ ض ِ ي ت ُ ل َ ك ُ م ُ ا ْ ل ا ِ س ْ ل ا َ م َ د ِ ي ن ً ا
“…Bugün size, dininizi kemale erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım ve size din olarak İslâm da, razı oldum….”
ا ل ْ ي َ و ْ م َ Bugün ا َ ك ْ م َ ل ْ ت ُ kemale erdirdim ل َ ك ُ م ْ size د ِ ي ن َ ك ُ م ْ dininizi و َ ا َ ت ْ م َ م ْ ت ُ tamamladım ع َ ل َ ي ْ ك ُ م ْ üzerinize ن ِ ع ْ م َ ت ِ ى nimetimi و َ ve ر َ ض ِ ي ت ُ razı oldum ل َ ك ُ م ُ size ا ْ ل ا ِ س ْ ل ا َ م َ İslâm da د ِ ي ن ً ا din olarak
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Taberi, Suddî'den rivayette o şöyle demiştir: 'Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyet-i kerimesi Arafe günü nazil olmuştur. Bundan sonra helâl ve haram nâzil olmamış ve Hz. Peygamber o hacdan dönüşünde vefat etmiştir. Esma bint Umeys şöyle anlatıyor: O veda haccında Allah'ın Resûlü (a.s) ile birlikte haccettim. Biz yürürken ve Allah'ın Resûlü biniti üzerindeyken birden Cibril O'na tecelli etti ve biniti, Efendimiz (a.s) 'e inmekte olan Kur'ân'ın ağırlığına dayanamayarak çöktü. Ben Allah'ın Resûlü'ne geldim ve kendi üzerimdeki bir bürdeyi Efendimiz (a.s) 'in üzerine örttüm.
Esma bint Umeys'ten bu âyetin nüzul vakti olarak rivayet edilen bilgi Esma binti Yezîd'den Mâide Sûresi ile ilgili olarak rivayet edilmekte ve 'Adbâ adlı devesinin üzerinde iken nazil olduğu ve vahyin ağırlığından devenin bacaklarının neredeyse kırılacağı' ayrıntılarına da yer verilmektedir. Ancak burada Mâide Sûresi ile kastedilenin Mâide Sûresinden sadece bu âyetin olması da ihtimal dahilindedir ve esbâb-ı nüzule dair rivayetlerde bunun benzeri pek çoktur. İbn Abbâs (a.s) 'tan gelen bir rivayette de bu âyetin nazil olduğu gün pazartesi olarak gösterilip: 'Peygamberimiz (a.s) Pazartesi günü doğdu, hicrette Mekke'den Pazartesi günü çıktı, Medine'ye Pazartesi günü girdi ve Mâide Sûresinden 'Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyeti Pazartesi günü nazil oldu' denilmektedir.
Târik ibn Şihâb'dan rivayette o şöyle demiştir: Bir Yahudi Hz. Ömer'e: “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'dan razı oldum.' âyet-i kerimesi nazil olduğu sırada: 'Biz Yahudiler topluluğu böyle bir âyetin indiği günü bilseydik o günü kendimize bayram edinirdik.' demişti. Hz. Ömer (r.a) : 'Bu âyetin nazil olduğu günü, nazil olduğu saati ve o nazil olduğu esnada Resûl-i Ekrem'in nerede olduğunu çok iyi biliyorum; Bu âyet-i kerime biz, Arafe günü Allah'ın Resûlü ile Arafat'ta iken O, vakfe yaparken nazil oldu.' dedi. Yine Hz. Ömer'den gelen başka bir rivayette onun: 'Arafatta bir cuma gecesi nazil oldu.' dediği nakledilmektedir.
Ashab-ı Âsâr (hadisciler) şöyle demişlerdir: 'Hz. Peygamber (a.s) bu âyetin nüzulünden sonra, ancak seksen bir veya seksen iki gün yaşadı ve İslâm dininin ahkâmında bu âyetten sonra kesinlikle ne bir ziyade, ne bir nesih, ne de bir değişiklik vaki olmamıştır. Böylece bu âyet, Hz. Peygamber (a.s) 'e, adetâ vefatının yaklaştığını haber verme gibi olmuştur ve bu bir gayptan haber vermedir. Bu da, bir mucizedir. Bunu te'kid eden bir konuda rivayet edilen şu husustur! Hz. Peygamber (a.s) bu âyeti ashaba okuduğu zaman, onlar, Hz. Ebû Bekir (r.a) hariç, son derece sevinmiş ve büyük bir sevinç göstermişlerdir. Hz. Ebû Bekir (r.a) ise ağlamış. Ona, niçin ağladığı sorutunca, 'Bu âyet, Resûlullah (a.s) 'ın vefatının yakın olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü kemâlden sonra zeval bulunur' demiştir. Binâenaleyh bu hâdise, bu âyet vesilesi ite, kendisinden başkasının vâkıf olmadığı bir sırra (manaya) vâkıf olduğu için, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) 'in ilminin mükemmelliğine bir delil olur.
Birisi şöyle diyebilir: Yüce Allah'ın: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim' buyruğu, dinin bir zamanlar kâmil olmadığının delilidir. Bu ise, daha önce vefat eden Muhacir, Ensar, Bedir ve Hudeybiye'de bulunmuş, Resûlullah (a.s) 'a biati de yapmış, Allah için canlarını feda etmiş kimselerin karşı karşıya kaldıkları büyük ve türlü mihnetlere rağmen, eksik bir din üzere ölmelerini; Resûlullah (a.s) 'ın da bu durumda insanları eksik bir dine davet etmesini gerektirir. Bilindiği gibi eksiklik de bir kusurdur. Allah'ın dini ise dosdoğru bir dindir. Nitekim yüce Allah: 'Dosdoğru bir dine...' diye buyurmaktadır.
Böyle bir şüpheye şu şekilde cevap verilebilir: Neye dayanarak bir eksikliğin bir kusur olduğunu söylüyorsunuz? Buna dair deliliniz nedir? Ayrıca şunlar da söylenir: Ayın eksik olması bir kusur mudur? Yolcunun namazının eksik olması o namaz için bir kusur mudur? Yüce Allah'ın: 'Uzun ömürlü birisinin ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmedi de ancak bir kitaptadır' buyruğunda işaret ettiği şekilde, dilediği ömrün eksikliği o ömür için bir kusur mudur? Alışılmıştan daha eksik olan ay hali günleri, hamilelik günlerinin eksik oluşu, hırsızlık, yangın veya sel baskını dolayısıyla sahibini fakir bırakmadığı takdirde malın eksikliği, acaba bir kusur mudur? O bakımdan, yüce Allah'ın ilminde bulunan dinin geri kalan bölümlerinin bildirilmesinden önce sert hükümler açısından dinin bölümlerindeki eksikliğe karşı gösterilen bu tepkir aslında böyle bir tepkiyi gerektiren herhangi bir kusur veya olumsuz bir yönden dolayı değildir.
Yüce Allah: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim' buyruğu ile şunu kastetmiştir. O, dinin rükünlerinden başka herhangi bir rüknün kalmamış olduğu, hacca da onları muvaffak kıldı ve haccettiler. Böylelikle bütün rükünlerini eda ve farzlarını yerine getirmek suretiyle dini onlar için tamamlamış oldu, Hz. Peygamber (a.s) de: 'İslam beş esas üzerine bina edilmiştir...' diye buyurmuştur. Bundan önce ise şehadet kelimesini getirmişler, namaz kılmışlar, zekât vermişler, oruç tutmuşlar, cihad etmişler, umre yapmışlardı, ama henüz haccetmemişler di. İşte o gün Peygamber (a.s) ile birlikte haccedince şanı Yüce Allah, onlar Arefe akşamı vakfe yerinde iken: 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim…” buyruğunu indirdi. Bununla da dinini onlar için vaaz edişini tamamlamış olduğunu kastetmektedir. İşte bunda, Allah'a yapılan bütün itaatlerin bir din, iman ve İslâm olduğuna dair açık delil vardır.
Yukarıdaki ayeti kerime yüce İslam dininin kemale erdiğini artık önden ardında hiçbir eksikliğinin kalmadığını ve ilave de edilmeyeceğini göstermektedir. Aşağıdaki hadisi şerif ise bundan sonra dine önden ve ardından ek yapmak bidat olduğunu ve bu eklemeleri yapma cüretine girenlerin dalalette olacağını bize haber vermektedir.
Yüce Allah cümlemizi bidatlerden sakındırıp dalalete düşmekten muhafaza buyursun.
ق َ ا ل َ ر َ س ُ و ل ُ ا ل ل ّ ه ِ :ك ُ ل ّ َ ب ِ د ْ ع َ ة ٍ ض َ ل ا َ ل َ ة ٌ
Allah Resulü (a.s) buyurdular ki:”Her bidat dalalettir.”
ق َ ا ل َ buyurdular ki ر َ س ُ و ل ُ Resulü (a.s) ا ل ل ّ ه ِ Allah:ك ُ ل ّ َ Her ب ِ د ْ ع َ ة ٍ bidat ض َ ل ا َ ل َ ة ٌ dalalettir
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
İrbâz İbnu Sâriye (r.a) dedi ki: 'Bir gün Resûlullah (a.s) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri:
'Ey Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz? ' dedi.
'Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bidattır, her bidat de dalalettir, sapıklıktır.'
Hadis-i şerif İslam’ın büyük kaidelerinden biridir. Kaide şudur: Kitap ve sünnette bulunmayan ve müslümanların örfüne uymayan her şey merdud, yani batıldır.
Alimler, meseleye delil olarak da şu hadisi zikrederler: “Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevaplarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bidat icat ederek onunla amel edilmesine sebep olursa, o bidat ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.”
Bidat Nedir?
Bedî, mübdî mânasına gelir. 'İbda' inşa etmek, yoktan var etmek manasınadır. Bunun zıddı ise, 'Bir örneğe bakarak yaratmaktır.' İşte bu sebepten ötürü insanlar daha önce olmayan bir şeyi söyleyen veya yapan kimseye 'mübtedî', bidatcı demişlerdir.
Bidat: Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlardır. Hz. Peygamber (a.s) ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlardır.
Bidatı dar kapsamlı olarak anlayan başta İmam Malik olmak üzere, Aynî, Beyhakî, İbn Hacer el-Askalânî ve Heytemî, İmam Birgivî ve İbn Teymiyye gibi âlimler de şu tarifi getirirler: “Bidat, Resûlullah (a.s) ’dan sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan herşeydir.”
Bu ulemaya göre dinle ilgisi olmayan ve dinî özellik taşımayan yeni icatlar bidat sayılmaz. Bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bidat kavramının dışında değerlendirilir.
Bu görüşün delilleri de şu hadislerdir:
“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir.”
“Sonradan ihdas edilen herşey bidattır.”
“Her bidat dalalettir.”
“Din namına sonradan ortaya çıkarılan şeylerden sakının. Gerçekten sonradan ortaya çıkarılan herşey bid’attır ve her bid’at de sapıklıktır. Bu durumda sizin yapmanız gereken şey, benim sünnetime ve birer hidayet ve irşad rehberi olan halifelerimin sünnetlerine sarılmanızdır.”
Aynı görüşü benimseyen fıkıh usulü uzmanı eş-Şâtibî ise, bidatı ‘sonradan ortaya çıkan dinî görünümlü yol’ olarak tarif ettikten sonra, konuya şu şekilde bir açıklık getirir:
“Bidatı dinî görünümlü bir yol olarak benimseyen kişilerin bu yola girmelerinin sebebi Allah’a daha çok kulluk etmektir. Bunun yanında, dinî görünümlü olmayan ve dinî telakki edilmeyen şeyler bidatten sayılmaz. Meselâ, bir kimsenin helâl olan bir şeyi kendisine yasaklaması bidat değildir, ancak bu yasaklamayı dindarlık düşüncesiyle yapması bidattır.”
Şâtıbî’ye göre bidatı ‘hasene’ ve ‘seyyie’ olarak iki ayırmak doğru değildir.
Bidatı Hasene
Kimi âlimlere göre bidat, Hz. Peygamber (a.s.) 'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu tarifi yapan âlimler bidate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan yada emirlerinin bir gereği olan şey(ere bidat-i hasene (güzel bidat): muhâlif olanlara ise, bidat-i seyyie (kötü bidat) ismini vermişlerdir. Ayrıca bidat-i haseneyi kendi arasında, bidat-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır. Böylece bidat, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bidat kapsamında mütalaa edilmektedir.
Hz. Ömer (r.a) , Mescid-i Nebevi’de teravih namazını cemaatle kılanları görünce, “Bu ne güzel bir bidattır” diyerek teşvik etmiş ve bidat-ı haseneyi belirtmiştir.
Sünnetin titizlikle korunmasını isteyen ve Hicrî 1000’inci yılda yaşayan İmam Rabbânî bidatlere karşı mücadele etmeyi dile getirirken şöyle der:
“En bahtiyar odur ki, İslâmın ve Müslümanların garip düştüğü bir zamanda terk ve ihmal edilmiş sünnetlerden birisini ihya edip yaygın olan bidatlerden birisini yok edip kaldıran insandır. Şimdi öyle bir zaman ki, Resûl-i Ekrem (a.s) gönderileli bin seneyi geçmiştir, kıyamet alametleri de teker teker çıkmaya başlamıştır. Resûlullah (a.s) ’ın Saadet Asrından uzaklaştıkça sünnetler perdelenmiş, bidatler yalan illetinin yaygınlaşmasıyla çoğalmıştır. Şimdi öyle bir mücahide ihtiyaç vardır ki, sünnetleri ihya etsin, bidatleri kaldırsın. Çünkü bidatlerin revaç bulması dinin tahribine sebep olur.”
Sahabiler, Peygamber Efendimizin zamanında olmayan pek çok işler yapmışlar, onlara cevaz vererek kabulü hususunda icma etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an’ın bir mushaf halinde toplanması, Hz. Osman’ın zamanında nüshaların çoğaltılarak çeşitli bölgelere gönderilmesi en çok bilinen örneklerin başında gelir.
Daha sonraki dönemlerde nahiv, feraiz, hesap, tefsir, isnada dayalı söz ve hadis metinlerinin tamamının yazılmasına yönelik çalışmalar da bunun örneklerinden bir kaçıdır. Bunları bidat olarak isimlendirsek bile, kötü ve merdut oldukları söylenemez. Çünkü ilmin muhafazası, yayılması ve sonraki nesillere intikali bu sayede olmuştur.
Konuyu zamanımıza kadar getirmek, basın yayın organlarını, bunların basıldığı modern baskı tesislerini, diğer iletişim vasıtaları ile, askeri ve sivil alandaki bütün gelişmeleri bu tavır ve tarz içinde ele almak zorundayız. Bunların bulunduğu bu dünyaya ayak uydurmayanların yaşama şansı ve hayat hakkı da olmaz.
Aynı şekilde, evlerimizin yapı tarzından, içinde ihtiyaç duyduğumuz malzemeye varıncaya kadar bir çok eşya, zamana, mekâna ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s) buyurmuşlardır ki: “Peygamberlerinden sonra dinlerinde bidat uyduran her ümmet, sünnetten de o bidat kadar bir sünneti zayi etmiş olur.”
Görüldüğü üzere İmam Rabbânî, sünnete en ufak bir gölge düşürecek bidate müsamaha dahi göstermemekle birlikte Mektubat’ın bazı nüshalarının şerhinde sünnette aslı bulunanlara bidat ismini bulaştırmaz, onlar için ‘güzel âdet’ anlamında ‘sünnet-i hasene’ tabirini kullanır.
Adet ve Adablar Bidat Değildir
Bediüzzaman Said Nursî, “Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bidat” (Sünnetin Dereceleri ve Bidat Hastalığının İlacı) adıyla müstakil olarak kaleme aldığı eserinde bidatı dar kapsamlı olarak tarif eden ulemanın görüşünü benimser ve, “Ahkâm-ı ubudiyette yeni icatlar bidattır,” “Şeriat ve sünnet tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs (eksik) görmek hissini veren bidaları icat etmek dalâlettir, ateştir” diyerek bidat mefhumunun sadece dinle, ibadetlerle ilgili meselelerde söz konusu olduğunu belirtir.
Ona göre, “Her bidat dalalettir ve her dalalet Cehennem ateşindedir” hadis-i şerifi ve “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim” âyet-i kerimesinin bildirdiği üzere, şeriatın kaideleri ve sünnetin düsturları tamamlandıktan ve kemâl noktasına erdikten sonra yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—eksik görmeye götüren bidatları icat etmek dalâlettir, ateştir.
Yine Bediüzzaman’a göre, ibadetlerle ilgili hüküm ve meselelerde yeni icatlar çıkarmak bidattır ve dince reddedilmiştir. Çünkü sünnetlerin bir kısmı ibadetlerle ilgilidir ve fıkıh kitaplarında açıklanmıştır, onları değiştirmek bidattır. Diğer kısmı ‘âdâb’ olarak bilinir ve bunlar siyer kitaplarında mevcuttur. Onlara aykırı hareket etmeye bidat denilmez; ancak nebevî edebe uyulmamış, onun nurundan ve hakikî edepten istifade edilmemiş olur. Bu kısım da örf ve âdât, fıtrî muamelelerde Resûl-i Ekrem (a.s) ’in tevatürle belirlenen hareketlerine uymaktır. Bunlar ise konuşmak, yemek içmek, yatıp kalkmak gibi görgü kurallarıyla alâkalı sünnetlerdir.
Bidat ve İctihad
İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Azama “Teravih namazı için, Hz.Ömer (r.a) ’in yaptığı içtihadın hükmü nedir? ” diye sorduğunda İmam-ı Azam “Teravih namazı sünnet-i müekkeddedir. Bu sebeple kimse bidat diyemez. Hz.Peygamber (a.s) zamanında olan ve onun bizzat yaptığı işi, düzenli ve devamlı hale getirmiştir” cevabını verir. Hz.Peygamber (a.s) sahabe-i kirama imamlık yaparak teravihi cemaatle kıldırdığı sabittir.
Dinimiz, ferdin ve toplumun yararına olan şeyleri yasaklamamıştır. Helalleri ve haramları açıklamış, icma, kıyas ve ictihadı serbest bırakarak, Kur’an ve Sünnet’in naslarına aykırı olmamak şartıyla, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek her konuya karar verme imkânı, yetki ve selâhiyetini alimlerle, onlara başvuracak yöneticilere bırakmıştır.
Bidat konusu, İslam alimlerinin her asırda ciddiyetle üzerinde durdukları bir konu olmuştur. İ’tisam denilen, Kur’an ve Sünnet’e bağlanma konusuyla bidat hep bir arada mütalaa edilegelmiştir. Çünkü buraya kadar söylediklerimizden de anlaşılacağı gibi, Kur’an ve Sünnet’in, devreden çıkarılması veya ihmal edilmesi, bidatları doğurur ve onların yetişip gelişmesine zemin hazırlar. O halde bidatlara engel olabilmenin yegâne yolu, Kur’an ve sünnet kültürünü yaygınlaştırmak, bunların hayat tarzı haline gelmesine zemin hazırlamaktır.
Din, Kur’an’a ve Allah Resulü’nün sünnetine uymak, ortaya çıkan problemlere Kur’an ve Sünnet’e uygun çareler bulmak ve insanları çözümsüzlüğe mahkum etmemek suretiyle hayatiyetini ve etkisini sürekli kılabilir. Özellikle hadiste geçen “dinde olmayan şey” ifadesi, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmayan icatların, yasaklanmış bidatlardan sayılmayacağına işaret kabul edilebilir. Çünkü bir çok yeni icat vardır ki, bunlar fıkhen zaruri ihtiyaçlardan bile sayılır olmuştur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1) Bu hadis, İslam’ın en büyük temellerinden birini teşkil eder. Bu temel, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olarak sonradan ortaya çıkan her inanç, ibadet ve muamelatın kabul edilemez oluşudur.
2) Sonradan ortaya çıkan bir takım icadlar ve ihtiyaçlar, Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir ciheti olmadıkça, merdut olan bidatlar sınıfından sayılmaz.
3) Bidat, hasene (iyi) ve seyyie (kötü) olmak üzerre ikiye ayrılır. Kur’an, Sünnet, icmâ ve sahabe yoluna yoluna aykırı olmayanlar iyi, aksi olanlar kötü diye adlandırılır.
4) İslâm alimleri bidatları, vacib, mendup, mübah, haram ve mekruh olmak üzere beş kısımda ele almışlardır. Savaş aletleri icadı, zamanın şartlarına uygun kuvvet hazırlamak vaciptir. Üniversiteler, enstitüler kurmak, ilmi kitaplar hazırlayıp basmak, ilmi yaymak, insanlara öğretmek, okul binaları yapmak gibi şeyler mendup ve makbuldür. Helal olan şeyleri yeyip içmek mübahtır. Haram ve mekruh ise dinimizce tayin ve tespit edilmiştir.
5) Bidatı icad eden de, onun yolunda ve izinde giden de aynı şekilde günahkârdır.
6) Her toplumun kendine has adet ve adabları İslam din ile çelişmediği sürece bidat sayılamaz. Çünkü yüce dinimiz İslam, toplumları ayakta tutan örf ve adetlerle çatışmamıştır.
7) İçtihad kapısı kıyamete kadar açıktır. Yeter ki içtihada yetkili kimseler İslam ümmetinin önünü açacak müşküllerini halledecek ehil kimseler bulunsun.
Aratırmacı
Salih ÖZBEY
Karagüveç Köyü
İmam-ı Gazali ve Gaziantep
İmam-ı Gazali (r.aleyh) ’in künyesi Ebu-Hamid Muhammed b. Muhammed’dir. Lakabı ise Hüccetü’l-İslam ve Zeynü’d-Din’dir.
İmam-ı Gazali, 1058 (h.450) senesinde İran’ın Tus şehrinde dünyaya geldi. Babası fakir bir kimse olmakla beraber, Gazali’nin ve kardeşinin iyi yetişmeleri için, ilim öğrenmelerine özen vermişti. Gazali, evvela Tus’ta daha sonra Cürcan’da okudu. Cürcan’da okuduğu dersleri not ettiği defterlerin, vatanına dönüşünde içinde bulunduğu kervanı soyan haydutlar tarafından gasp edilmesi hadisesi tarihte şöhret bulmuş olduğundan naklediyoruz:
İmam-ı Gazali, kervanı basan haydutların reisinden, defterlerini geri vermesini, zira bunların hiçbir işlerine yaramayacağını söylemişti. Haydutların reisi o defterlerde ne olduğunu sorduğunda; “onlara yazılı bilgileri edinmek için yurdumu terk ettim ve uzun müddet süren tahsilimin semeresini onlara yazdım” dedi. Haydutların reisi güldü ve: “Nasıl olur da ilim tahsil etmiş olduğunu ileri sürebilirsin? Baksana defterlerin elinden alınınca hiç ilmin kalmıyor” dedi. Defterleri ger verdirtti. Bu hadise İmam-ı Gazali üzerinde büyük bir tesir bıraktı ve memleketine dönüşünde ilk işi defterlerindeki notları hafızasına nakşetmek oldu. (1) (İhya-i Ulûm'id-Din, Mukaddime, Bedir yayınları, İstanbul,1992.)
İmam-ı Gazali’nin hayatını ve fikri mücadelelerini iyice kavrayabilmek için yaşadığı devri iyi bilmek gerekir. Bu bakımdan İslam aleminin ve dünyanın, Gazali’nin yaşadığı asırdaki durumunu kısaca tasvir ediyoruz.(2) (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay, s,109.)
O zamanda İslam aleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’da, Abbasi halifelerinin hakimiyetleri zayıflamaya yüz tutmuştu. Buna mukabil Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. Gazali, bu devletin büyük hükümdarları olan Tuğrul Bey’in, Alparslan’ın ve Melikşah’ın devirlerini idrak etmişti. Melilkşah’ın kıymetli veziri Nizamü’l-Mülk hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zaman dünyada mevcut en parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. Gazali 23 yaşında iken Şarkta esrarengiz bir adam belirmişti. Bu adam ismi etrafında hala bir esrar halesi bulunan Haşhaşin mezhebinin reisi Şeyhü’l-Cebel Hasan İbn Sabbah idi. Garplılarca daha ziyade rubaileriyle tanınan, İslam aleminde ise bir matematikçi olarak bilinen meşhur Ömer Hayyam dahi İmam-ı Gazali’nin muasırlarındandır. (3) (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s, 120.)
Mısır tahtında Şii, Fatımi hanedanı vardı. Avrupa’da ise Endülüs İslam devleti gerilemeye yüz tutmuş bir vaziyette idi. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk haçlı seferi Gazali zamanında yapılmıştı. 40 yaşında iken Antakya ve bir yıl sonra da Kudüs, haçlılar tarafından zapt edilmişti.(4) (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134.)
Siyasi bakımdan İslam alemindeki bu karışıklığı fikri bir hezeyan tamamlıyordu. İslamiyet’in birliğini doğrudan doğruya kuvvetle yıkamayan iç ve dış düşmanlar, zehirlerini halk arasında batıl fikirler yaymak suretiyle akıtıyorlardı. İslam’da düşünce ve iman birliği sarsılmıştı. Bir taraftan eski Yunan felsefesi ile İslam akidelerini telif etmek isteyen Felasife, diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in apaçık ayetlerini karanlık ve esrarlı tefsirlere mevzu yapan Batıniler ve her iki zümreye karşı ehl-i sünnet inanışlarının müdafaasını yüklenmiş olan kelam alimleri arasındaki mücadele bitip tükeneceğe benzemiyordu. (5) (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul 1987, s. 174.)
İmam-ı Gazali’nin hayatında ve eserlerinde, siyasi ve fikri panoramasını kısaca tanıttığımız bu devrin derin tesirleri vardır. Bu yöne daima göz önünde bulundurmak lazımdır.(6) (W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968, s, 108.)
İmam-ı Gazali, hicri 478 yılına kadar, yani yirmi sekiz yaşına gelinceye kadar, Tus, Cürgan ve Nişabur’da zahiri ilimleri, yani şeriat ilimlerini tahsil etti. Nişabur’da senelerce İmamü’l-harameyn Ebu’l-Meani’den ilim okudu. Hocasının sağlığında bir çok kitaplar yazdı.(7) (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev. H. Bekir Karlığa, İstanbul 1981, s, 14-16.)
478 yılında, Selçuklu devletinin padişahı, Melikşah’ın veziri Hace Nizamü’l-Mülk ile görüştü. Nizamü’l-Mülk ilim ve faziletine hayran oldu. Bu görüşme 484 yılına kadar devam etti. Bu sene içinde, Nizamü’l-Mülk’ün ricası üzerine, Bağdat’taki Nizamiye medresesinin müderrisi oldu. 488 yılına kadar orada alimlerin en yüksek makamında bulundu. El Munkizu mine’d-Dalal kitabını orada yazdı. (8) (Gazzlî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, İstanbul 1948, s, 8.) Bundan sonra, tedristen ve bu makamda bulunmaktan çekilip, başka bir hal aldı. Ruh aleminde büyük bir sarsıntı oldu. Zühtü yani dünyadan el çekme yolunu seçti. Bağdat’tan ayrıldı. (9) (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964, s, 51, 70.)
İmam-ı Gazali’nin hayatında bir dönüm noktası teşkil eden bu değişiklik, içinde gittikçe büyüyen ve manevi huzurunu kaçıran bir şüpheden ileri geliyordu. Dili tutulmuş, belagat ve fesahati yok olmuştu. Üstelik bedeni bakımdan da rahatsızlanmıştı. (10) (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s, 91.)
İmam-ı Gazali, Bağdat’tan ayrılıp Şam’a, Kudüs’e ve oradan Hicaz’a gitti. Hac dönüşü bir müddet İskenderiye’de kaldı. Ondan sonra Gaziantep’te uzlet hayatı yaşadı. Çetin riyazetler, zor mücahedeler yaptı. Bunların sonucu, bir başka Gazali olarak göründü. Gaziantep’te yaklaşık olarak on yıl kalır. Bu süre zarfında daha önce ihmal ettiği kalbindeki boşluğu doldurup keşfettiği gerçek hazineyle çağın “Hüccet-ül İslam” unvanını alır.
İmam-ı Gazali’nin Vefatı
İmam-ı Gazali 1111 (h.505) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı Kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, imam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beyitler yazılıydı:
Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallahi siz de kaçın buna ölüm demekten.”
.......
Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.
.......
Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.
Son sözüm olsun, “Aleyküm selam” dostlar.
İmam-ı Gazali, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslam âlimidir. O kadar çok kitap yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevduât-ul-Ulum kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebu İshak Şirâzi’nin Hazâin adlı kitabında yazılıdır.
Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmam-ı Gazali’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesör, imam-ı Gazali kitaplarını okuyarak, İslam dinine aşık olmuşlar ve Gazali’nin kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.
İmam-ı Gazali vefatından sonra İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol felaketi esnasında yakıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazali sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.
İmam-ı Gazali’nin Eserlerinden Bazıları Şunlardır
İhyâu-Ulumiddin,
Kimyâ-ı Seâdet,
Cevahir-ül-Kur’ân,
Kavâid-ül-Akâid,
Kitab-ül-İktisâd fil İtikad,
İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelam,
Mizân-ül-Amel,
Dürret-ül-Fahire,
Eyyüh-el-Veled,
Kıstâs ül-Müstekim,
Tehâfet-ül-Felâsife,
Mekâsıd-ül-Felâsife,
El-Munkızu Aniddalâl,
El-Mustasfa
El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnif fit-Tesavvuf.
İmam-ı Gazali ve Gaziantep
O gün Halebin küçük bir Kasabası olan Ayintap İmam-ı Gazali’ye ev sahipliği yapmıştır. Antep kalesinin içinde küçük bir odası ve hemen yanında da bir mescid bulunmaktadır. Namaz vakitlerini küçük mescidinde cemaatle kılıp, daha sonra şu an (Gaziantep’in Şahinbey ilçesi Yazıcık Cabi Mah. Yazıcık Cad. İmamı Gazali sokağın) da Gazeli kasteline gidip uzlete çekilmiş. Burası halen Gaziantep halkı tarafında özellikle Cuma günleri ziyaret edilmektedir. (11) 12-Necmeddin Şahiner, Gaziantep Kalesi, Gaziantep 2007, s,117-118.)
300 sene önce ayrı ayrı zamanlarda iki defa Gazianteplilerin konuğu olan büyük gezgin Evliya Çelebi şöyle der:
“Kale kapısı mabeyninde (girişinde) İmam-ı Gazali makamı bulunmaktadır. Nice eserleri vardır. Kendisi İmam-ı Ekberdir. Ama mezhep kurmasına Hz. Peygamber (a.s) müsaade vermemiştir. Kendisi Şafi mezhebini taklit etmiştir. Cümle Antep halkının dürüst ve büyüklerinden tevatürle meşhurdur ki, İmam-ı Gazali Antep kalesinde makamı bulunmaktadır.”(12) (Daha geniş bilgi için bkz: Evliya Çelebi Seyatnamesi, c,9/ s,143; İslam Ansiklopedisi, M.E.B Yayınları, Ayintap maddesi.)
Araştırmacı yazar N.Şahiner; konumuzla ilgili şöyle der:
“Yüzyıllar boyunca Gaziantep Kalesi’nin batısında sokaktan geçen bazı kimseler önce duraklar, saygı ile toplanır. Sonra elleri göklere açılır. Dudakları fatiha suresinin ayetleri mırıldanır. Çünkü beş on metre ötedeki toprak ve taş yığını üzerinde yükselen heybetli burçlardan birinin dibinde halkın İmamı gazali veya sadece Gazali dedikleri bir erenin makamı bulunmaktadır.(13) (Necmeddin Şahiner, a,g,e, s,117-118.)
İmam-ı Gazali’nin kale burçlarının birinin içinde, kapıya inen yolun hemen başladığı yerdeki makamından başka Yazıcık’da bir sokak da adını taşır. Burada kırk basım merdivenle inilir, Hamam gazel denilen bir havuz vardır. Buna eskiler Aynul Gazali derlerdi. Rivayete göre Gazali, Hamam Gazel’e inerken abdestini alır kastelin solundaki küçük odasında çileye girermiş.”(14) (Evliya Çelebi a,g,e, c,9/ s,143.)
Yazıcık Mahallesi Gazali sokak yaşlıların:
“Eskiden Gaziantepliler, baharın ilk günlerinde esnafça toplanıp kaleye çıkar İmam-ı Gazali makamını ziyaret ederlerdi, kurban keser, sanata yeni başlayıp peştamal kuşananların ilk işi Gazali’yi ziyaret etmekti.”
“Vaktiyle Hac mevsiminde Gaziantep’ten geçen İranlılar İmam-ı Gazali makamını ziyaret eder, birkaç gün kalırlardı.”
“İmam Gazali, Hamam Gazel içindeki kayadan oyma mescitle kalede (takriben on yıl) misafir kalmış. Ayrıldıktan sonra oturduğu bu yerler mutlu birer ziyaret mahalli olmuştur.”(15) (Cemil Cahit Güzelbey, Gaziantep Evliyaları, Gazali Maddesi.)
Araştırmamızı son olarak N. Şahiner’in şu sözleriyle noktalayalım:
“Büyük İslam alimi iplikçi oğlu Muhammed Gazali, bir ara kendini tasavvufa verir. Profesör olduğu Bağdat Medresesi’ni bırakarak Şam’a gelir. Burada yıllarca oturur. Bu tarihlerde Gaziantep Orta şarka (orta doğuda) küçük Şam adıyla ün salmıştır. Havası, suyu, bağları, bahçeleri dillere destandır. İmam-ı Gazali Şam’daki oturuşu sırasında Küçük Şam’ı da ziyaret etmiş, Hamam Gazel ve kaledeki makamı, bu misafirliğin bir hatırası olarak kalmıştır.”(15) (Necmeddin Şahiner, a,g,e, s,117-118.)
Bu makalede, İslam aleminin yüz akı olan İmam-ı Gazali (Rahmetullahi Aleyh) ’i, yeniden Türkiye ve Gaziantep için bir medarı iftihar olarak hatıralarını canlandırmak ve küllenmiş tarihin enkazı altında bize ait olan altından daha kıymetli hazinemizi keşfedip insanlık alemiyle paylaşmaktır.
Dilerim, bu çağrımız yetkililerin kulaklarını çınlatır.
Araştırmacı
Salih ÖZBEY
Mayıs 2007/ Gaziantep
İstifade Edilen Eserler
1-İhya-i Ulûm'id-Din, Mukaddime, Bedir yayınları, İstanbul,1992.
2-De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay.
3-Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967.
4-Gazâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr. Süleyman Dünya, Kahire,1960.
5-Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul 1987.
6-W. Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968.
7-Gazâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev. H. Bekir Karlığa, İstanbul 1981.
8-Gazalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, İstanbul 1948.
9-İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964.
10-Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989.
11-Evliya Çelebi Seyatnamesi C,9/S,143.
12-Necmeddin Şahiner, Gaziantep Kalesi, Gaziantep 2007.
13-İslam Ansiklopedisi, M.E.B. Ayintap maddesi.
14-Cemil Cahit Güzelbey, Gaziantep Evliyaları.