Her insandaki şahsiyet; akliyet ve nefsiyetten meydana gelir. Kişinin şeklinin, cisminin, boyunun posunun şahsiyetle ilgisi yoktur. Bunların hepsi dış görünüşlerdir. Dış görünüşlerin insanın şahsiyetine etki ettiğini veya kişiliğini belirleyen faktörlerden olduğunu sanmak yüzeyselliktir. Çünkü insan, aklı ve davranışları ile ayırt edilir. Onun geri kalmışlığını veya kalkınmışlığını gösteren işte budur. İnsanın hayattaki davranışları mefhumlarına göredir. Dolayısıyla insanın davranışları ayrılmaz bir şekilde kesin bir bağ ile mefhumlarına bağlıdır.
Davranışlar; insanın içgüdü ve uzvi/organik ihtiyaçlarını doyurmak için yaptığı işlerdir. İnsan, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olarak kendisinde var olan meyillere/eğilimlere göre hareket eder. Bu nedenle insanın mefhumları ve eğilimleri şahsiyetinin temel direkleridir.
Öyleyse bu mefhumlar nelerdir, nelerden meydana gelir ve sonuçları nelerdir? Bu eğilimler nelerdir, eğilimleri ortaya çıkartan etkenler ve eğilimlerin etkileri nelerdir? gibi soruların açıklanmasına gerek vardır.
Mefhumlar, lafızların anlamları değil, fikirlerin anlamlarıdır. Zira lafız, bazen vakıası bulunan bazen de vakıası bulunmayan manalara delalet eder. Örnek olarak;
Bazı adamları güreşe kalkıştığında
Omuzlarını geniş vücutlarını iri görürsün.
Üzerine hak bir dava yüklediğinde
Omuzlarının çöktüğünü
Çarpışmayı terk ettiğini görürsün.
Bu mısraları söyleyen şairin yazdığı şiirin manasını anlamak için her ne kadar düşüncede derinleşmek ve aydın düşünmek gerekse de, şiirdeki bu mananın hissedilen bir vakıası vardır. Ancak bir de aşağıdaki şiirde ortaya konulan ifadelere bakalım.
Dediler ki; Savaşçı bir vuruşta
İki süvariyi mızrağa dizer de,
Savaş günü onu yüce görmez mi?
Ben de derim ki;
Eğer onun mızrağının uzunluğu bir mil olsa
Süvarilerden bir mil boyu ölü dizecektir.
Bu şiirde ortaya konulan mananın vakıası yoktur. Çünkü övülen savaşçı bir vuruşta iki süvariyi öldürmediği gibi bunu soran da olmadı. Üstelik bir mil uzunluğunda bir mızrak olmadığı gibi süvarileri dizmesi de mümkün değildir. Cümlelerle ortaya konulan bu manalar açıklanıp lafızları da yorumlanır.
Ortaya konulan fikrin manasına gelince: Kelimenin içerdiği anlamın vakıası varsa, yani doğrulanan ve hissedilen bir şey gibi zihin onu tasavvur edebiliyor ve his de onu algılayabiliyorsa, zihninde tasavvur eden ve doğrulayan kimsede bu anlam mefhum haline gelir. Kendisinin okuduğu veya bir başkası tarafından kendisine anlatılan cümledeki manayı anlasa dahi, anlamını zihninde tasavvur edemediği ve algılayamadığı sürece o mana onda mefhum haline gelmez. Bu nedenle kişi, ister okuyarak isterse duyarak algılasın, sözleri fikir olarak alması gerekir. Yani cümlenin anlamını, kendisinin olmasını istediği şekilde ya da cümlenin lafızlarıyla değil, cümlenin delalet ettiği anlamlara göre anlaması gerekir. Aynı zamanda bu anlamların birer mefhum haline gelebilmesi için, onların vakıasını zihninde canlandırabilecek şekilde kavramalıdır.
Mefhumlar; zihinde vakıası idrak edilebilen manalardır. Bu vakıa, ister dışarıda hissedilen bir vakıa olsun isterse hissedilen bir vakıaya dayalı olarak dışarıda var olduğu tam bir teslimiyetle kabul edilen bir vakıa olsun, zihinde idrak edilebiliyorsa bunlar birer mefhumdurlar. Bunların dışındaki cümlelerin ve kelimelerin anlamları mefhum olarak isimlendirilemez. Bunlar ancak soyut bilgilerdir.
Mefhumlar, ya vakıayı bilgilerle ya da bilgileri vakıayla ilişkilendirmekle oluşurlar. Bu oluşum, vakıa ve bilgileri birbiri ile ilişkilendirme anında, vakıa ve bilgilerin ölçüldüğü kaide veya kaidelere göre daha da netleşir. Yani vakıa ve bilgileri birbiriyle ilişkilendirme anındaki akletmesi, kavraması oranında billurlaşır. Böylece kişide, cümleleri ve lafızları anlayan, somut vakıasıyla manaları idrak eden ve bunlar hakkında hüküm veren akliyet /zihniyet meydana gelir.
Buna göre akliyet; bir şeyi akletme, idrak etme keyfiyetidir. Bir başka anlatımla akliyet; tek bir kaideye veya belirli kaidelere göre değerlendirilerek, vakıanın bilgilerle veya bilgilerin vakıayla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir.
İşte, bu nedenle İslami akliyet ile komünist akliyet, kapitalist akliyet, karışık akliyet ve düzenli akliyet arasında fark vardır.
Kişide var olan mefhumların neticeleri ile insan, idrak ettiği vakıaya yönelik davranışlarını, vakıaya yönelme veya ondan yüz çevirme şeklinde görülen eğilimini belirler ve eğilimlerini özel bir eğilim ve belirli bir zevk haline getirir.
Eğilimler; ihtiyaçlarını doyurmak istediği eşyalar hakkında insanda var olan mefhumlarla bağlantılı olarak, ihtiyaçlarını doyurmaya yönelten yönelticilerdir. İnsandaki meyiller, organik ihtiyaçları ve içgüdüleri doyurmayı gerektiren hayati güç tarafından ortaya çıkartılır. Bağlantı bu güç ile mefhumlar arasında olur.
Tek başına bu eğilimler yani hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olan yönelticiler insanın nefsiyetini oluşturur. O halde nefsiyet; içgüdüleri ve organik ihtiyaçları doyurma keyfiyetidir. Diğer bir ifade ile ihtiyaçları doyurmaya yönelten yönelticilerin mefhumlarla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir. Nefsiyet, hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olarak, eşya hakkında insanda var olan mefhumlarla, insanın içinde doğal olarak var olan yönelticiler arasındaki bağlantıdan meydana gelen zorunlu bir sentezdir.
İşte, bu akliyet ve nefsiyet ile şahsiyet oluşur. Akıl ya da idrak insanın fıtratında bulunmasına, her insanda kesin olarak var olmasına rağmen akliyet, ancak insanın fiili ile meydana gelir. Meyiller de insanla beraber yaratılmış olmasına ve her insanda kesinlikle bulunmasına rağmen nefsiyet de insanın fiili ile oluşturulur.
Ancak bilgiler ile vakıayı birbirine bağlama esnasında, bunları ölçmede kullanılacak kaide veya kaidelerin bulunması ile anlam netleşir ve mefhum haline gelir. Yöneltici etkenler ile mefhumlar arasında meydana gelen sentez, yönelticileri netleştirir ve meyil haline getirir.
İlişkilendirme anında insanın bilgileri ve vakıayı ölçmede kullandığı kaide veya kaideler nefsiyetin ve akliyetin oluşumunda yani belirli bir şahsiyetin oluşumunda en büyük etkendirler. Akliyetin oluşumunda kullanılan kaide ve kaideler, nefsiyetin oluşumunda kullanılan kaide veya kaidelerle aynı olmazsa insanda bulunan akliyet ve nefsiyet birbirinden farklı olur. Çünkü o zaman insan, eğilimlerini iç dünyasında var olan kaide veya kaidelere göre ölçer. Yönelticilerini akliyeti oluşturan mefhumların dışındaki mefhumlara bağlar. Bu durumda ise fikirleri ile eğilimleri başka başka, birbirine zıt, farklı olur. Böylece seçkin olmayan bir şahsiyete sahip olur. Çünkü kelimeleri ve cümleleri anlayışı, vakıayı idraki, eşyaya olan meylinden farklı bir şekilde meydana gelir.
Bu nedenle şahsiyetin tedavi edilebilmesi ve seçkin bir şahsiyetin oluşturulabilmesi, ancak insanın akliyeti ve nefsiyeti için aynı anda ancak tek bir kaidenin bulunması ile gerçekleşir. Yani bağlantı kurma esnasında bilgileri ve vakıayı değerlendirmede kullanılan kaidenin, yönelticilerle mefhumlar arasındaki sentezin sağlanmasında da aynen kullanılmasıyla tek kaide ve tek ölçü üzere seçkin bir şahsiyet oluşur.
Tüm Müslümanları Yeniden Râşidî Hilâfet'i Kurmaya Dâvet Eder
İslâm'dan biraz haberi olan herkes bilir ki Hilâfet, İslâm'ın en azîm farzıdır, hatta âlimler onu 'tâc-ul furûd' (farzların tâcı) ve 'umm-ul furûd' (farzların anası) olarak tanımlamışlardır. Çünkü İslâm, hayatın her anına ve alanına müdâhale eden, yönetime, ekonomiye, devletlerarası ilişkilere, toplumsal yaşama, savaşa, barışa, hukuka, kültüre ve somut hayatın parçası olan her meseleye ilişkin hükümler koyan ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan kapsamlı bir hayat nizâmıdır ve bu kapsamlı nizâm bir devlet sistemi olmadan yani Hilâfet olmadan yaşama geçirilemez.
Bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Nübüvvet ile şereflenmesinden bir süre sonra Medîne'de ilk İslâmî Devlet'ini kurarak İslâm Nizâmını fiilen hayata geçirmiştir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] kurduğu devletin, O'ndan sonraki yöneticilerinin yönetimde kendisine halef olmasından ötürü İslâm'ın bu yönetim sistemine Hilâfet adını vermiş, kendisinden sonraki ilk Hilâfet dönemini, bizâtihi 'Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet' olarak tanımlamıştır.
Râşidî Hilâfet sonrasında gelen Emevî, Abbâsî ve Osmanlı Hilâfet devletleri ise Kâfirlerin fikrî, siyâsî, kültürel, kimi zaman askerî ve benzeri saldırıları ve saptırmaları karşısında sarsılarak, kusurlar işleyerek, 'Râşidî' sıfatını kaybetmişlerse de; Hilâfet Devleti olarak kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü onlar bütün eksiklerine, kusurlarına ve zulümlerine rağmen, İslâm Nizâmı'nı uygulamayı sürdürmüşlerdir.
Her devletin bir eceli olduğu hakikatinin bir emâresi olarak Hilâfet Devleti, Hicrî 1342 yılının Recep ayının 28'inde Ankara'daki meşum millet meclisinde alınan despot kararla, devlet içinde devlet kuran bir avuç isyankâr zorba tarafından yıkılmış, böylece Müslümanlar devletsiz, lidersiz ve kalkansız kalmışlardır.
Devletsiz kalmışlardır, çünkü -Türkiye Cumhuriyeti dâhil- Hilâfet Devleti'nin enkâzı üstüne kurulmuş mevcut devletler Müslümanları temsil etmemekte, onların maslahatlarını gözetmemekte, dertlerine ortak ve derman olmamaktadır. Bilakis bütün bu devletler, öyle veya böyle, daima veya ara sıra, dolaylı veya dolaysız Sömürgeci Kâfirlerin hizmetindedirler.
Lidersiz kalmışlardır, çünkü Müslümanların, altmış küsur parçaya ayrılmış İslâm topraklarını birleştirecek hiçbir lideri yoktur.
Kalkansız kalmışlardır, çünkü Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Halifeyi (Hilâfet'i) Müslümanların 'kendisiyle korundukları ve ardında savaştıkları bir kalkan' olarak tanımlamıştır. Hilâfet'in yıkılmasıyla o kalkan parçalanmış, Müslümanların toprakları her zâlimin, her sömürgecinin, her işgâlcinin can yaka yaka, kan akıta akıta, namus çiğneye çiğneye, gözyaşı döktüre döktüre çöreklendikleri topraklar haline gelmiştir.
Dolayısıyla bugün bizim çağrıda bulunduğumuz Râşidî Hilâfet'in özel ve güçlü bir anlamı vardır ve bu anlam; -şer'î açıdan- herhangi bir Hilâfet'in veya İslâm Devleti'nin kurulmasını değil, bilakis Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulması gereğini ifade eder ki bu sahîh şer'î delîllere dayalı kapsamlı ve detaylı bir inceleme-araştırma sürecinin ardından ortaya çıkarılmış ve geniş biçimde yayınlarımızda açıklanmıştır.
Yine bu anlam; -siyâsî açıdan- İslâm'ın kapsamlı bir hayat nizâmı olmasının gereği olarak bir devlete muhtaç olması ve Müslümanların, canlarının, mallarının, ırzlarının, topraklarının ve daha önemlisi Râsullerinin, Kitâblarının ve Dînlerinin korunması, ayrıca Sömürgeci Kâfirlerin dayattıkları Demokratik-Laik Küfür sistemlerinin ortadan kaldırılması, tahakkümlerine, işgâllerine ve sömürülerine son verilerek topraklarımızdan nihâî olarak kovulması, onların ajanı ve uşağı olarak hizmet veren hâin yöneticilerin başımızdan atılması ve yerine bağımsız, muktedîr, güçlü ve büyük bir devlet kurulması açısından siyâsî aklın gereğini ifade eder ki İslâm Ümmeti, tüm bu sayılanları hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:
ك ُ ن ْ ت ُ م ْ خ َ ي ْ ر َ أ ُ م ّ َ ة ٍ أ ُ خ ْ ر ِ ج َ ت ْ ل ِ ل ن ّ َ ا س ِ ت َ أ ْ م ُ ر ُ و ن َ ب ِ ا ل ْ م َ ع ْ ر ُ و ف ِ و َ ت َ ن ْ ه َ و ْ ن َ ع َ ن ْ ا ل ْ م ُ ن ك َ ر ِ و َ ت ُ ؤ ْ م ِ ن ُ و ن َ ب ِ ا ل ل ّ َ ه ِ 'Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah'a iman edersiniz.' [Âl-i ‘İmrân 110]
Bununla birlikte Hilâfet'in kurulmasının hayal olduğunu, kurulsa bile 'büyük' devletlerin onu hemen darmadağın edip ortadan kaldıracağını söyleyenlerin varlığına şahit olmaktayız.
Bunu söyleyenlere ya da aklından geçirenlere deriz ki; Hilâfet'in kurulması asla bir hayal değildir. Bilakis Allah'ın izniyle fiilî bir hakikattir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şu an içerisinde bulunduğumuz 'zorba diktatörlük' döneminden sonra tekrar Râşidî Hilâfet'in kurulacağını çok açık ibarelerle müjdelemişken buna hayal demek neyi ifade eder?
Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:
ت َ ك ُ و ن ُ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ُ ف ِ ي ك ُ م ْ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ خ ِ ل َ ا ف َ ة ٌ ع َ ل َ ى م ِ ن ْ ه َ ا ج ِ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ِ ف َ ت َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ م ُ ل ْ ك ً ا ع َ ا ض ّ ً ا ف َ ي َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ي َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ م ُ ل ْ ك ً ا ج َ ب ْ ر ِ ي ّ َ ة ً ف َ ت َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ خ ِ ل َ ا ف َ ة ً ع َ ل َ ى م ِ ن ْ ه َ ا ج ِ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ِ ث ُ م ّ َ س َ ك َ ت َ 'Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır.' Sonra sükut etti. [Ahmed tahric etti]
'Büyük' devletlerin kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'ni anında yok edecekleri ise sömürgeci kâfirlerin temennisinden öte bir şey değildir. Zira o 'büyük' devletler, aveneleriyle birlikte Irak'ta ve Afganistan'da Müslüman fertlerin karşısında çaresiz kalıp rezil olmuşlarken; nasıl olacak da Râşidî Hilâfet'in başına üşüşüp onu darmadağın edeceklermiş? !
Bununla birlikte bir devletin gücünü ideolojik, stratejik, ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri konum oluşturmaktadır. Konunun uzmanları da kabul ederler ki ideolojik faktör temel unsurdur. Bu varsa diğer faktörler oluşturulabilir; fakat bu yoksa diğer faktörler değeri ne olursa olsun sonunda yok olmaya mahkûmdur.
Bu nedenle Amerika bu gün için güçlü bir ideolojiden mahrum olan Türkiye'den Mısır'dan Pakistan'dan, Endonozya'dan Suriye'den, Ürdün'den daha güçlüdür. Fakat kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'nden asla güçlü değildir. Çünkü İslâm, Kapitalizmden güçlüdür. Çünkü İslâm hak, Kapitalizm batıldır.
Hak ve hayır İslâm'da temsil edilmiştir. Bâtıl ve şer ise özellikle de Amerika liderliğindeki Kapitalizmde temsil edilmiştir. Hakka tabii olanların onu açıklama ve desteklemedeki mevcut yetersizliği hakkı bâtıl yapmaz; bâtıla tabii olanların kendi fasit anlayışlarını hak olarak sunmadaki becerileri de bâtılı hak yapmaz. Hak er ya da geç bâtıla üstün gelecektir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:
َ ق ُ ل ْ ج َ ا ء ا ل ْ ح َ ق ّ ُ و َ ز َ ه َ ق َ ا ل ْ ب َ ا ط ِ ل ُ إ ِ ن ّ َ ا ل ْ ب َ ا ط ِ ل َ ك َ ا ن َ ز َ ه ُ و ق ً ا De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur!
Ey Müslümanlar! Ey Güç Sahipleri!
Muhakkak ki Hilâfet, Allah'ın vaadidir ve Rasûlü'nün müjdesidir. Dünyanın ve Âhiretin izzeti, İslâm'ın bütünüyle uygulanması, korunması ve yayılması, tüm insanlığın azgın Kâfirlerden ve karanlık küfür nizâmlarından kurtarılmasının yolu ancak ve sadece odur. Aynı zamanda o, tüm cihandaki hayrın ve adaletin minaresidir.
Haydi! Ellerinizi ellerimizin üzerine koyun! Allah'ın vermenizi emrettiği nusreti verin bize! Bizimle irtibata geçin! Bizimle birlikte Râşidî Hilâfet'i kurmak için siz de çalışın!
ي َ ا أ َ ي ّ ُ ه َ ا ا ل ّ َ ذ ِ ي ن َ آ م َ ن ُ و ا ْ ا س ْ ت َ ج ِ ي ب ُ و ا ْ ل ِ ل ّ ه ِ و َ ل ِ ل ر ّ َ س ُ و ل ِ إ ِ ذ َ ا د َ ع َ ا ك ُ م ل ِ م َ ا ي ُ ح ْ ي ِ ي ك ُ م ْ و َ ا ع ْ ل َ م ُ و ا ْ أ َ ن ّ َ ا ل ل ّ ه َ ي َ ح ُ و ل ُ ب َ ي ْ ن َ ا ل ْ م َ ر ْ ء ِ و َ ق َ ل ْ ب ِ ه ِ و َ أ َ ن ّ َ ه ُ إ ِ ل َ ي ْ ه ِ ت ُ ح ْ ش َ ر ُ و ن َ 'Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız.' [el-Enfâl 24]
ŞAHSİYET
----------
Her insandaki şahsiyet; akliyet ve nefsiyetten meydana gelir. Kişinin şeklinin, cisminin, boyunun posunun şahsiyetle ilgisi yoktur. Bunların hepsi dış görünüşlerdir. Dış görünüşlerin insanın şahsiyetine etki ettiğini veya kişiliğini belirleyen faktörlerden olduğunu sanmak yüzeyselliktir. Çünkü insan, aklı ve davranışları ile ayırt edilir. Onun geri kalmışlığını veya kalkınmışlığını gösteren işte budur. İnsanın hayattaki davranışları mefhumlarına göredir. Dolayısıyla insanın davranışları ayrılmaz bir şekilde kesin bir bağ ile mefhumlarına bağlıdır.
Davranışlar; insanın içgüdü ve uzvi/organik ihtiyaçlarını doyurmak için yaptığı işlerdir. İnsan, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olarak kendisinde var olan meyillere/eğilimlere göre hareket eder. Bu nedenle insanın mefhumları ve eğilimleri şahsiyetinin temel direkleridir.
Öyleyse bu mefhumlar nelerdir, nelerden meydana gelir ve sonuçları nelerdir? Bu eğilimler nelerdir, eğilimleri ortaya çıkartan etkenler ve eğilimlerin etkileri nelerdir? gibi soruların açıklanmasına gerek vardır.
Mefhumlar, lafızların anlamları değil, fikirlerin anlamlarıdır. Zira lafız, bazen vakıası bulunan bazen de vakıası bulunmayan manalara delalet eder. Örnek olarak;
Bazı adamları güreşe kalkıştığında
Omuzlarını geniş vücutlarını iri görürsün.
Üzerine hak bir dava yüklediğinde
Omuzlarının çöktüğünü
Çarpışmayı terk ettiğini görürsün.
Bu mısraları söyleyen şairin yazdığı şiirin manasını anlamak için her ne kadar düşüncede derinleşmek ve aydın düşünmek gerekse de, şiirdeki bu mananın hissedilen bir vakıası vardır. Ancak bir de aşağıdaki şiirde ortaya konulan ifadelere bakalım.
Dediler ki; Savaşçı bir vuruşta
İki süvariyi mızrağa dizer de,
Savaş günü onu yüce görmez mi?
Ben de derim ki;
Eğer onun mızrağının uzunluğu bir mil olsa
Süvarilerden bir mil boyu ölü dizecektir.
Bu şiirde ortaya konulan mananın vakıası yoktur. Çünkü övülen savaşçı bir vuruşta iki süvariyi öldürmediği gibi bunu soran da olmadı. Üstelik bir mil uzunluğunda bir mızrak olmadığı gibi süvarileri dizmesi de mümkün değildir. Cümlelerle ortaya konulan bu manalar açıklanıp lafızları da yorumlanır.
Ortaya konulan fikrin manasına gelince: Kelimenin içerdiği anlamın vakıası varsa, yani doğrulanan ve hissedilen bir şey gibi zihin onu tasavvur edebiliyor ve his de onu algılayabiliyorsa, zihninde tasavvur eden ve doğrulayan kimsede bu anlam mefhum haline gelir. Kendisinin okuduğu veya bir başkası tarafından kendisine anlatılan cümledeki manayı anlasa dahi, anlamını zihninde tasavvur edemediği ve algılayamadığı sürece o mana onda mefhum haline gelmez. Bu nedenle kişi, ister okuyarak isterse duyarak algılasın, sözleri fikir olarak alması gerekir. Yani cümlenin anlamını, kendisinin olmasını istediği şekilde ya da cümlenin lafızlarıyla değil, cümlenin delalet ettiği anlamlara göre anlaması gerekir. Aynı zamanda bu anlamların birer mefhum haline gelebilmesi için, onların vakıasını zihninde canlandırabilecek şekilde kavramalıdır.
Mefhumlar; zihinde vakıası idrak edilebilen manalardır. Bu vakıa, ister dışarıda hissedilen bir vakıa olsun isterse hissedilen bir vakıaya dayalı olarak dışarıda var olduğu tam bir teslimiyetle kabul edilen bir vakıa olsun, zihinde idrak edilebiliyorsa bunlar birer mefhumdurlar. Bunların dışındaki cümlelerin ve kelimelerin anlamları mefhum olarak isimlendirilemez. Bunlar ancak soyut bilgilerdir.
Mefhumlar, ya vakıayı bilgilerle ya da bilgileri vakıayla ilişkilendirmekle oluşurlar. Bu oluşum, vakıa ve bilgileri birbiri ile ilişkilendirme anında, vakıa ve bilgilerin ölçüldüğü kaide veya kaidelere göre daha da netleşir. Yani vakıa ve bilgileri birbiriyle ilişkilendirme anındaki akletmesi, kavraması oranında billurlaşır. Böylece kişide, cümleleri ve lafızları anlayan, somut vakıasıyla manaları idrak eden ve bunlar hakkında hüküm veren akliyet /zihniyet meydana gelir.
Buna göre akliyet; bir şeyi akletme, idrak etme keyfiyetidir. Bir başka anlatımla akliyet; tek bir kaideye veya belirli kaidelere göre değerlendirilerek, vakıanın bilgilerle veya bilgilerin vakıayla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir.
İşte, bu nedenle İslami akliyet ile komünist akliyet, kapitalist akliyet, karışık akliyet ve düzenli akliyet arasında fark vardır.
Kişide var olan mefhumların neticeleri ile insan, idrak ettiği vakıaya yönelik davranışlarını, vakıaya yönelme veya ondan yüz çevirme şeklinde görülen eğilimini belirler ve eğilimlerini özel bir eğilim ve belirli bir zevk haline getirir.
Eğilimler; ihtiyaçlarını doyurmak istediği eşyalar hakkında insanda var olan mefhumlarla bağlantılı olarak, ihtiyaçlarını doyurmaya yönelten yönelticilerdir. İnsandaki meyiller, organik ihtiyaçları ve içgüdüleri doyurmayı gerektiren hayati güç tarafından ortaya çıkartılır. Bağlantı bu güç ile mefhumlar arasında olur.
Tek başına bu eğilimler yani hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olan yönelticiler insanın nefsiyetini oluşturur. O halde nefsiyet; içgüdüleri ve organik ihtiyaçları doyurma keyfiyetidir. Diğer bir ifade ile ihtiyaçları doyurmaya yönelten yönelticilerin mefhumlarla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir. Nefsiyet, hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olarak, eşya hakkında insanda var olan mefhumlarla, insanın içinde doğal olarak var olan yönelticiler arasındaki bağlantıdan meydana gelen zorunlu bir sentezdir.
İşte, bu akliyet ve nefsiyet ile şahsiyet oluşur. Akıl ya da idrak insanın fıtratında bulunmasına, her insanda kesin olarak var olmasına rağmen akliyet, ancak insanın fiili ile meydana gelir. Meyiller de insanla beraber yaratılmış olmasına ve her insanda kesinlikle bulunmasına rağmen nefsiyet de insanın fiili ile oluşturulur.
Ancak bilgiler ile vakıayı birbirine bağlama esnasında, bunları ölçmede kullanılacak kaide veya kaidelerin bulunması ile anlam netleşir ve mefhum haline gelir. Yöneltici etkenler ile mefhumlar arasında meydana gelen sentez, yönelticileri netleştirir ve meyil haline getirir.
İlişkilendirme anında insanın bilgileri ve vakıayı ölçmede kullandığı kaide veya kaideler nefsiyetin ve akliyetin oluşumunda yani belirli bir şahsiyetin oluşumunda en büyük etkendirler. Akliyetin oluşumunda kullanılan kaide ve kaideler, nefsiyetin oluşumunda kullanılan kaide veya kaidelerle aynı olmazsa insanda bulunan akliyet ve nefsiyet birbirinden farklı olur. Çünkü o zaman insan, eğilimlerini iç dünyasında var olan kaide veya kaidelere göre ölçer. Yönelticilerini akliyeti oluşturan mefhumların dışındaki mefhumlara bağlar. Bu durumda ise fikirleri ile eğilimleri başka başka, birbirine zıt, farklı olur. Böylece seçkin olmayan bir şahsiyete sahip olur. Çünkü kelimeleri ve cümleleri anlayışı, vakıayı idraki, eşyaya olan meylinden farklı bir şekilde meydana gelir.
Bu nedenle şahsiyetin tedavi edilebilmesi ve seçkin bir şahsiyetin oluşturulabilmesi, ancak insanın akliyeti ve nefsiyeti için aynı anda ancak tek bir kaidenin bulunması ile gerçekleşir. Yani bağlantı kurma esnasında bilgileri ve vakıayı değerlendirmede kullanılan kaidenin, yönelticilerle mefhumlar arasındaki sentezin sağlanmasında da aynen kullanılmasıyla tek kaide ve tek ölçü üzere seçkin bir şahsiyet oluşur.
Tüm Müslümanları Yeniden Râşidî Hilâfet'i Kurmaya Dâvet Eder
İslâm'dan biraz haberi olan herkes bilir ki Hilâfet, İslâm'ın en azîm farzıdır, hatta âlimler onu 'tâc-ul furûd' (farzların tâcı) ve 'umm-ul furûd' (farzların anası) olarak tanımlamışlardır. Çünkü İslâm, hayatın her anına ve alanına müdâhale eden, yönetime, ekonomiye, devletlerarası ilişkilere, toplumsal yaşama, savaşa, barışa, hukuka, kültüre ve somut hayatın parçası olan her meseleye ilişkin hükümler koyan ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan kapsamlı bir hayat nizâmıdır ve bu kapsamlı nizâm bir devlet sistemi olmadan yani Hilâfet olmadan yaşama geçirilemez.
Bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Nübüvvet ile şereflenmesinden bir süre sonra Medîne'de ilk İslâmî Devlet'ini kurarak İslâm Nizâmını fiilen hayata geçirmiştir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] kurduğu devletin, O'ndan sonraki yöneticilerinin yönetimde kendisine halef olmasından ötürü İslâm'ın bu yönetim sistemine Hilâfet adını vermiş, kendisinden sonraki ilk Hilâfet dönemini, bizâtihi 'Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet' olarak tanımlamıştır.
Râşidî Hilâfet sonrasında gelen Emevî, Abbâsî ve Osmanlı Hilâfet devletleri ise Kâfirlerin fikrî, siyâsî, kültürel, kimi zaman askerî ve benzeri saldırıları ve saptırmaları karşısında sarsılarak, kusurlar işleyerek, 'Râşidî' sıfatını kaybetmişlerse de; Hilâfet Devleti olarak kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü onlar bütün eksiklerine, kusurlarına ve zulümlerine rağmen, İslâm Nizâmı'nı uygulamayı sürdürmüşlerdir.
Her devletin bir eceli olduğu hakikatinin bir emâresi olarak Hilâfet Devleti, Hicrî 1342 yılının Recep ayının 28'inde Ankara'daki meşum millet meclisinde alınan despot kararla, devlet içinde devlet kuran bir avuç isyankâr zorba tarafından yıkılmış, böylece Müslümanlar devletsiz, lidersiz ve kalkansız kalmışlardır.
Devletsiz kalmışlardır, çünkü -Türkiye Cumhuriyeti dâhil- Hilâfet Devleti'nin enkâzı üstüne kurulmuş mevcut devletler Müslümanları temsil etmemekte, onların maslahatlarını gözetmemekte, dertlerine ortak ve derman olmamaktadır. Bilakis bütün bu devletler, öyle veya böyle, daima veya ara sıra, dolaylı veya dolaysız Sömürgeci Kâfirlerin hizmetindedirler.
Lidersiz kalmışlardır, çünkü Müslümanların, altmış küsur parçaya ayrılmış İslâm topraklarını birleştirecek hiçbir lideri yoktur.
Kalkansız kalmışlardır, çünkü Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Halifeyi (Hilâfet'i) Müslümanların 'kendisiyle korundukları ve ardında savaştıkları bir kalkan' olarak tanımlamıştır. Hilâfet'in yıkılmasıyla o kalkan parçalanmış, Müslümanların toprakları her zâlimin, her sömürgecinin, her işgâlcinin can yaka yaka, kan akıta akıta, namus çiğneye çiğneye, gözyaşı döktüre döktüre çöreklendikleri topraklar haline gelmiştir.
Dolayısıyla bugün bizim çağrıda bulunduğumuz Râşidî Hilâfet'in özel ve güçlü bir anlamı vardır ve bu anlam; -şer'î açıdan- herhangi bir Hilâfet'in veya İslâm Devleti'nin kurulmasını değil, bilakis Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulması gereğini ifade eder ki bu sahîh şer'î delîllere dayalı kapsamlı ve detaylı bir inceleme-araştırma sürecinin ardından ortaya çıkarılmış ve geniş biçimde yayınlarımızda açıklanmıştır.
Yine bu anlam; -siyâsî açıdan- İslâm'ın kapsamlı bir hayat nizâmı olmasının gereği olarak bir devlete muhtaç olması ve Müslümanların, canlarının, mallarının, ırzlarının, topraklarının ve daha önemlisi Râsullerinin, Kitâblarının ve Dînlerinin korunması, ayrıca Sömürgeci Kâfirlerin dayattıkları Demokratik-Laik Küfür sistemlerinin ortadan kaldırılması, tahakkümlerine, işgâllerine ve sömürülerine son verilerek topraklarımızdan nihâî olarak kovulması, onların ajanı ve uşağı olarak hizmet veren hâin yöneticilerin başımızdan atılması ve yerine bağımsız, muktedîr, güçlü ve büyük bir devlet kurulması açısından siyâsî aklın gereğini ifade eder ki İslâm Ümmeti, tüm bu sayılanları hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:
ك ُ ن ْ ت ُ م ْ خ َ ي ْ ر َ أ ُ م ّ َ ة ٍ أ ُ خ ْ ر ِ ج َ ت ْ ل ِ ل ن ّ َ ا س ِ ت َ أ ْ م ُ ر ُ و ن َ ب ِ ا ل ْ م َ ع ْ ر ُ و ف ِ و َ ت َ ن ْ ه َ و ْ ن َ ع َ ن ْ ا ل ْ م ُ ن ك َ ر ِ و َ ت ُ ؤ ْ م ِ ن ُ و ن َ ب ِ ا ل ل ّ َ ه ِ 'Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah'a iman edersiniz.' [Âl-i ‘İmrân 110]
Bununla birlikte Hilâfet'in kurulmasının hayal olduğunu, kurulsa bile 'büyük' devletlerin onu hemen darmadağın edip ortadan kaldıracağını söyleyenlerin varlığına şahit olmaktayız.
Bunu söyleyenlere ya da aklından geçirenlere deriz ki; Hilâfet'in kurulması asla bir hayal değildir. Bilakis Allah'ın izniyle fiilî bir hakikattir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şu an içerisinde bulunduğumuz 'zorba diktatörlük' döneminden sonra tekrar Râşidî Hilâfet'in kurulacağını çok açık ibarelerle müjdelemişken buna hayal demek neyi ifade eder?
Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:
ت َ ك ُ و ن ُ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ُ ف ِ ي ك ُ م ْ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ خ ِ ل َ ا ف َ ة ٌ ع َ ل َ ى م ِ ن ْ ه َ ا ج ِ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ِ ف َ ت َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ م ُ ل ْ ك ً ا ع َ ا ض ّ ً ا ف َ ي َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ي َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ م ُ ل ْ ك ً ا ج َ ب ْ ر ِ ي ّ َ ة ً ف َ ت َ ك ُ و ن ُ م َ ا ش َ ا ء َ ا ل ل ّ َ ه ُ أ َ ن ْ ت َ ك ُ و ن َ ث ُ م ّ َ ي َ ر ْ ف َ ع ُ ه َ ا إ ِ ذ َ ا ش َ ا ء َ أ َ ن ْ ي َ ر ْ ف َ ع َ ه َ ا ث ُ م ّ َ ت َ ك ُ و ن ُ خ ِ ل َ ا ف َ ة ً ع َ ل َ ى م ِ ن ْ ه َ ا ج ِ ا ل ن ّ ُ ب ُ و ّ َ ة ِ ث ُ م ّ َ س َ ك َ ت َ 'Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır.' Sonra sükut etti. [Ahmed tahric etti]
'Büyük' devletlerin kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'ni anında yok edecekleri ise sömürgeci kâfirlerin temennisinden öte bir şey değildir. Zira o 'büyük' devletler, aveneleriyle birlikte Irak'ta ve Afganistan'da Müslüman fertlerin karşısında çaresiz kalıp rezil olmuşlarken; nasıl olacak da Râşidî Hilâfet'in başına üşüşüp onu darmadağın edeceklermiş? !
Bununla birlikte bir devletin gücünü ideolojik, stratejik, ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri konum oluşturmaktadır. Konunun uzmanları da kabul ederler ki ideolojik faktör temel unsurdur. Bu varsa diğer faktörler oluşturulabilir; fakat bu yoksa diğer faktörler değeri ne olursa olsun sonunda yok olmaya mahkûmdur.
Bu nedenle Amerika bu gün için güçlü bir ideolojiden mahrum olan Türkiye'den Mısır'dan Pakistan'dan, Endonozya'dan Suriye'den, Ürdün'den daha güçlüdür. Fakat kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'nden asla güçlü değildir. Çünkü İslâm, Kapitalizmden güçlüdür. Çünkü İslâm hak, Kapitalizm batıldır.
Hak ve hayır İslâm'da temsil edilmiştir. Bâtıl ve şer ise özellikle de Amerika liderliğindeki Kapitalizmde temsil edilmiştir. Hakka tabii olanların onu açıklama ve desteklemedeki mevcut yetersizliği hakkı bâtıl yapmaz; bâtıla tabii olanların kendi fasit anlayışlarını hak olarak sunmadaki becerileri de bâtılı hak yapmaz. Hak er ya da geç bâtıla üstün gelecektir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:
َ ق ُ ل ْ ج َ ا ء ا ل ْ ح َ ق ّ ُ و َ ز َ ه َ ق َ ا ل ْ ب َ ا ط ِ ل ُ إ ِ ن ّ َ ا ل ْ ب َ ا ط ِ ل َ ك َ ا ن َ ز َ ه ُ و ق ً ا De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur!
Ey Müslümanlar! Ey Güç Sahipleri!
Muhakkak ki Hilâfet, Allah'ın vaadidir ve Rasûlü'nün müjdesidir. Dünyanın ve Âhiretin izzeti, İslâm'ın bütünüyle uygulanması, korunması ve yayılması, tüm insanlığın azgın Kâfirlerden ve karanlık küfür nizâmlarından kurtarılmasının yolu ancak ve sadece odur. Aynı zamanda o, tüm cihandaki hayrın ve adaletin minaresidir.
Haydi! Ellerinizi ellerimizin üzerine koyun! Allah'ın vermenizi emrettiği nusreti verin bize! Bizimle irtibata geçin! Bizimle birlikte Râşidî Hilâfet'i kurmak için siz de çalışın!
ي َ ا أ َ ي ّ ُ ه َ ا ا ل ّ َ ذ ِ ي ن َ آ م َ ن ُ و ا ْ ا س ْ ت َ ج ِ ي ب ُ و ا ْ ل ِ ل ّ ه ِ و َ ل ِ ل ر ّ َ س ُ و ل ِ إ ِ ذ َ ا د َ ع َ ا ك ُ م ل ِ م َ ا ي ُ ح ْ ي ِ ي ك ُ م ْ و َ ا ع ْ ل َ م ُ و ا ْ أ َ ن ّ َ ا ل ل ّ ه َ ي َ ح ُ و ل ُ ب َ ي ْ ن َ ا ل ْ م َ ر ْ ء ِ و َ ق َ ل ْ ب ِ ه ِ و َ أ َ ن ّ َ ه ُ إ ِ ل َ ي ْ ه ِ ت ُ ح ْ ش َ ر ُ و ن َ 'Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız.' [el-Enfâl 24]