Seamus Heaney 1995 Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.
Seamus Heaney, 13 Nisan 1939'da Kuzey İrlanda'da, Derry'de bir çiftlikte doğdu. Yoksul bir çiftçinin 9 çocuğundan biri olan Seaney, ilk öğrenimini Saint Columb's Koleji'nde ve yüksek öğrenimini de Belfast'taki Queen's Üniversitesi'nde tamamladı. Şiire üniversiteden sonra, öğretmenlik yaptığı yıllarda başlayan Heaney'in ilk kitabı 'The Death of a Naturalist' ('Bir Doğalcının Ölümü') 1966 yılında yayınlandıç Kuzey İrlanda'da geçen çocukluğundan esinlenerek yazılan ilk şiirlerinde, ününü 1950'lerde yaygınlaştıran İngiliz şairi Ted Hughes'ten etkilendiği görülür Seamus Heaney'in. İlk kitabıyla 'Somerset Maugham Ödülü'nü alan ilk kitabını, 1969 yılında yayınlanan 'Door into the Dark' ('Karanlığa Açılan Kapı') ile 1972 yılında yayınlanan 'Wintering Out' ('Kışı Geçirmek') adlı şiir kitapları izledi. 1975 yılında yayınlanan 'North' ('Kuzey') adlı 4.kitabı, Heaney'in kendi kuşağı içerisinde gerçekleştirdiği büyük aşamanın izlerini taşır. [4.kitabı 'North' ('Kuzey') bir çok dile de çevrilmiştir]. Belfast'taki şiddet olaylarının tehlikeli ortamından ayrılıp, Dublin'e yerleşen Heaney bir katolik için gittikçe sertleşen gündelik hayatı bu konulara daha uygun olan tarihsel bir perspektifle ve büyük bir ustalıkla işledi. Son yıllarda Oxford, Harvard ve Berkeley üniversitelerinde konuk profesör olarak dersler veren Heaney, 1985'te 'Station Island' ('İstasyon Adası') ile 'Sweeney Astray' ('Yolunu Şaşırmış Sweeney') adlı iki şiir kitabı daha yayınladı.
Pier Paolo Pasolini: İtalya’lı Marxist Bir Peygamber
Otuz yıl önce, 2 Kasım 1975’de şair, film yönetmeni ve amansız toplum muhalifi Pier Paolo Pasolini, Lido di Roma dolaylarındaki bir liman ve turizm kenti olan Ostia’daki bir inşaat şantiyesinde ölü olarak bulundu. Olayla ilgili olarak, polis, şafak sökerken Pelosi adlı 17 yaşındaki işçi bir genci gözaltına aldı. Ertesi gün, Pelosi cinayet işlemekle itham edildi ve bu genç suçunu kabul etti. Bir kaç yıl sonra da, 25 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı Pelosi.
Bu öykü burada bitebilirdi, eğer Pasolini zamanının en ünlülerinden biri olmasaydı. Bir çok kimse, savcılığın sunduğu durum değerlendirmesine inanmak istemedi. Cinayet sonrası, Pier Paolo Pasolini’nin bedeni ve yüzü tanınmıyacak durumdaydı. Nasıl olurdu da, 17 yaşındaki bir çocuk, atletik bir yapıya sahip olan, güçlü kuvvetli 53 yaşındaki Pasolini’yi ufacık bir tahta parçasıyla o duruma sokabilirdi? Fakat Pasolini’nin düşmanları için kuşkuya yer yoktu: eşcinsel olarak Roma’nın şiddet dolu varoşlarına genç erkekler bulmak amacıyla giden Pasolini, oldukça tehlikeli bir hayat sürmüştü. Bu anlamda, ölümün üstüne üstüne gitmişti, yani ölümü kendi yüzündendi.
”Şairler geleceği görür”, demişti Frederick Engels. Pasolini de 1962 yılında yazdığı bir şiirde kendi ölümünü önceden sezinliyordu gibi: “(...) milyarlarca yaşayanlar, / güzelim bir sabah uyanacaklar / hayatlarındaki her günkü gibi / giysi altındaki sıcaklık...nemli / ilk terden...Mutlu - onlar - / mutlu! Onlar, mutlu sadece! // Yalnızca doğmamış olan yaşar! / Yaşar, yaşadığı sürece, ve her şey onun olmalıdır,- / Onundur, onun! // Orada duracağım / (...) / deniz boyunca /- hayatın yeniden başladığı yerde. / Yapyalnız, ya da handiyse öylece, o eski sahilde,/eski kültürlerin kalıntıları Arasında / Ravenna / Ostia ya da Bombay’da hepsi bir nasılsa. // (...) / Yavaş yavaş çözüleceğim / denizden gelen kesici ışıkta, / unutulmuş bir şair ve yurttaş olarak.”
Pelosi’nin suçu kabullenmesine rağmen, bazı deliller Pasolini’nin öldürülmesi olayına başkalarının karıştığını da göstermekte. Bu tür şüpheler, ta başından beri mevcuttu ve 1995 yılı civarında Marco Tullio Giordano tarafından yapılan ”Pasolini: Bir İtalyan Suçu” adlı bir filmle birlikte, bu şüpheler somut olarak gösteriliyor. Görgü tanıklarının filmin yönetmenine anlattıklarına göre, İtalyan makamları kasıtlı olarak, başka bir işçi gencinin Pasolini’nin öldürülmesine katıldığını işaret eden verileri göz önünde tutmadılar. Film, özellikle bu teori üzerinde duruyor. Bu durum, devlet savcılarından birinin Pasolini dosyasını yeniden gündeme getirmesine yol açtı.
Fakat Pasolini’nin öldürülmesinde, filmde ön plana çıkarılan politik bir motif var olabilir mi? “Bir komploya inanmıyorum. Bunun yerine, denebilir ki, egemen sınıf bir çeşit ölüm lisansı çıkardı. Burjuvazi, Pasolini’nin yaptığı eleştiriler yüzünden oldukça mahcup bir durumdaydı ve bu yüzden kişiliğini hedef alan bir kampanyayla sesini boğmaya çalıştılar Pasolini’nin”. Böyle diyor yazar Dacia Maraini, bir söyleşisinde. Maraini ve eski kocası, müteveffa Alberto Moravia, Pier Paolo Pasolini’nin 1960 ve 1970’lerde en yakın arkadaşıydılar.
Zamansız ve gizemli koşullar altında ölen bir çok ünlü gibi Pier Paolo Pasolini’nin hayatı da oldukça çok sayıda tartışmaya konu olmuştur.
Mükemmel bir şairdi Pasolini, pırıl pırıl bir öykücü ve zamanının en önemli film yaratıcılarından. İtalya’da bir mit olmuştur Pasolini. Hakkındaki mitolojik söylem öncelikle peygambersi yazılarını topladığı ”Scritti corsari” (”Gazabın Yılı”) adlı kitabına bağlanabilir. Bu denli öngörü ve aktüalite, savaş sonrasındaki hiçbir İtalyan yazarında bulunmuyor. Toplumsal eleştirilerinin bazı bölümleri İtalya dışında da önemli yankılar yapmıştır.
Çok gençken komünist oldu Pasolini. Kitaplardan ya da okulda öğrenmedi komünizmi; kendi içgüdüleri ve mantığı ile komünist oldu hayat okulunda: “Nasıl mı marxist oldum? - / evet.. beyaz ve açık mavi ilkbahar çiçekleri arasında yürüyordum / kardelenlerden hemen sonra açarlar ya hani, / -ve akasyalar, o muhteşem sıcakta çözülen insan teni kokan çiçeklerle dolup taşmadan kısa bir süre önce / o güzelim mevsimde- / ve annemin köyü yakınlarındaki, o çevrilemez adla ”fonde” denilen küçük su oyuklarının kıyılarında yazmıştım, / oğlanlar, köylü çocukları, / yıkanırken masumca / (çünkü duygusuzdu onlar hayatları hakkında / ben inanırken onların kendileri hakkında bilinçli olduklarına) / ”Katolik Kilisesi’nin bülbülü” ’ne şiirler yazmıştım, / Bu dediğim 43’te olmuştu: 45’te bambaşka bir şeydi./Biraz daha büyüyen köylü çocukları, / kızıl bir kumaş bağlayarak boğazlarına/yürüyorlardı / başkentin kapılarına / ve küçük Venedik saraylarına. / Böyle öğrendim ben, onların ırgat olduklarını,/ve böylelikle patronların var olduğunu. / Irgatların tarafını tuttum, ve Marx’ı okumaya başladım”.
Pasolini, hayattayken kendisine yeterince kulak verilmediğine pişman olunmuş ender şairlerdendir. Eğer Pasolini’nin dedikleri dikkate alınmış olsaydı, İtalya bugün daha farklı bir durumda olacaktı. Sözgelimi Pasolini’nin hasımlarından, mafyayla bağlantısı olduğu için hakkında soruşturma açılan, hırıstiyan-demokrat lider Giulio Andreotti’nin 10 yıl kadar önce yaptığı açıklama oldukça yankı uyandırdı: ”Pasolini’nin dediklerini dinlemiş olsaydık, belki de sistem çökmeyecekti.”
Oldukça zeki -neredeyse deşifreci- bir politikacıdan gelen bu eşsiz açıklama, kuşkusuz ki bir edepsizlik olarak da yorumlanabilir; değil mi ki Pasolini, İtalya’yı felaket bir duruma getirdiği için Andreotti ve tayfası hakkında bir soruşturma açılmasını ve Andreotti ve tayfasının zincire vurulmasını istemişti. Bu bakış açısını taşıyor Dacia Maraini.
Andreotti’nin düşüncelerini değiştirmesi kendi hatalarını kabullenmesi ve Pasolini’nin bilgeliği için gecikmiş bir alkış olarak da yorumlanabilir.
İşin püf noktası şu ki, Pasolini endüstrileşmeye doğru yönelen ve bu yüzden anıtsal değişimler içerisindeki İtalya toplumunun derinliklerine inerek, felaketli gelişmeleri önceden haber vermiştir. Diğer entelektüeller de belki aynı olguları gözlemlemişlerdir, fakat ya ideolojik ve parti çıkarlarını düşünmek zorundaydılar ya da Pasolini’nin sorunları açık bir şekilde formüle edebilme yetenekleri bulunmuyordu kendilerinde.
Kapitalist endüstrileşme her zaman ve her çeşit toplumda oldukça çok sayıda savunucu bulmuştur. Marx ve Engels bile, insana getirdiği riskleri ve zararlarına rağmen kapitalizmin yeteneğini benimsemiştir. Marx ve Engels şöyle yazmıştır 1848 şubat’ında yayınlanan Komünist Manifestosu’nda: “Malların ucuz fiyatları bütün Çin Sedlerini vuran ve un ufak eden ağır toplardır, ki barbarların en eğilmez yabancı düşmanlığının bile üstesinden gelir. Böylelikle bütün ulusları burjuvazinin üretim biçimine uymaya zorlar, eğer tümden iflas etmek istemiyorlarsa; onları uygarlık denilen şeyi uygulama zorlar, yani burjuva olmaya, özetle burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratır.”
Ama eski dünyaya beslenen nefret yeni dünyaya abartıyla yaklaşılmasına yol açtı. Umudu hayatta tutabilmek için ve bir garanti olarak, geleceğin yükü işçi-sınıfına devredildi.Ayrıca Avrupa’ydı Marx ve Engels’in tanımladıkları; üstelik proletarya ve burjuvazi kapitalizme ve endüstri devri-minin ilk yıllarına özgüydü. Köylü toplumunun açlığı, sefaleti ve (Marx ve Engels’in yazdıkları gibi) ”kültürel aptallığı” burjuvazinin kültür ve hegemonyasıyla yer değiştirmeliydi. Fakat bu geçici bir kötülük olacaktı. Kapitalizmin kasıklarından yeni bir kültür ve yeni bir insanlık doğacaktı.
Ne ki, İtalya’da ne tarımsal ne de endüstriyel bir devrim gerçekleşmişti o yıllarda. Endüstri, İngiltere’den Fransa’ya, Belçika’ya, Almanya’ya yayılmıştı. İtalya’da bu yüzyılın başlarında bile nüfusun % 60’ı tarımla uğraşıyordu, bu oran İngiltere’de % 9’u ve Fransa’da % 43’ü buluyordu. Fransa’ya oranla, İtalya yarım yüzyıl geride sayılırdı, İtalya’yı İngiltere ile karşılaştırmak olanaksızdı.
İtalya’daki endüstrileşme savaş sonrasına denk düştü. Ne ki, endüstri devriminden daha farklı sonuçlar ortaya çıkararak. Yazar İgnazio Silone, tarihin sunduğu olanakların, insanın canının çektiği zaman kullanabileceği derin dondurucuda saklanan çilek gibi olmadığına çekmişti dikkatleri. Köylü toplumunun aptallığı İtalyan burjuvazisinin ve kültürel elitinin gittiği bir okuldu. Bunun sonucu olarak, İtalya’daki burjuvazi ve doğal olarak egemen sınıf, asalak, dar kafalı, korkak, köylü ve küstah oldu.
Eski ve neredeyse yaşlanmış bir gelişme felsefesiyle eğitilmiş İtalya’daki işçi sınıfı da geç oluşmuştu. Tarihsel bellekten yoksun olarak, Marx ve Engels’in omuzlarına dünyanın kaderini bıraktıkları proletaryaya dönüşmelerinin olanağı yoktu, ki Pasolini de on yıllarca bir umut olarak sarılmıştı onlara.
Böylelikle faşizmin zahmetli maskesinden kendini kurtardıktan sonra, yeni bir dünya doğuyor İtalyan endüstrileşmesinden, yeni bir zalimlik, ki Pasolini bunu önce duyumsuyor ve analizliyor ve ondan sonra da teşhir edip saldırıyor ona tutkulu bir şiddetle.
Pasolini doğduğu kent olan Friuli’yi 1959’un kışında hakkında açılmış bulunan dava ve eşcinsel olduğu için maruz olduğu tacizler yüzünden terk eder: “Annemle birlikte kaçtık, bir bavulla ve daha sonra / sahte olduğu anlaşılan biraz mücevherle, / bir yük treni kadar yavaş olan bir trenle, / - Friuli dolaylarındaki ovalar ince ve katı bir karla kaplıydı. / Roma’ya doğru gidiyorduk. / Gidiyorduk nihayet, bırakarak babamı / ucuz bir sobanın başında / eski asker paltosuyla / ve siroz ve paranoyanın neden olduğu korkunç kızgınlık nöbetleriyle. / Dolu dolu yaşadım / hayatımdaki tek şey olan bu roman sayfasını: / aksi halde, / yaşadım herkesin hayran kaldığı şiirlerde. / El yazmalarım arasında ilk romanım da vardı: / ‘Bisiklet Hırsızı’nın yazıldığı dönemler, / ve edebiyatçıların İtalya’yı keşfetmeye başladıkları dönemdi. / (...) / Roma’ya geldik, / bana biraz kan veren / sevimli bir amcanın yardımını gördük: / bir idam-mahkumu gibi yaşıyordum / her zaman kafamda taşıdığım o düşünce / -onursuzluk, işsizlik, yoksulluk. / Annem bir zaman hizmetçi olarak çalıştı / Ve ben bu hastalıktan kurtulamadım hiç. / Çünkü küçük burjuvayım ben, ve Mozart gibi gülümseyemem ben...”
1960’ların başında, edebiyat çevrelerinde tanınmış ve saygın bir yazar olarak selâmlanır Pasolini. Hacimli edebiyat üretimine giderek film sanatına olan tutkusunu da ekler. Daha sonra film çalışmaları bütün çalışmalarına baskın çıkacaktır zaten.
Pasolini’nin üne kavuşmasıyla birlikte, polisin ve mahkemelerin yakın takipleri ile sağcı basının açık saldırıları da yoğunluk kazanır. ”Burjuvazinin iğrenç çifte ahlâkı” diye yazar komünist bir gazeteci ”yeniden eyleme geçti kitle iletişim araçları ve devlet organlarının terörizmiyle kusursuz bir uyum içerisindeki ortak bir çalışmayla. Pasolini’nin davası bireysel bir dava değildir. O’nun geçerli olan ahlâk değerlerini (bilinçli ya da bilinçsizce) hiçe sayması, her bir bireyin yurttaş hakları hakkında yeniden düşünmemizi gerektiriyor.”
Böyle bir durumdayken kabul ediyor Pasolini haftalık bir komünist dergi olan ”Vie Nuove” (”Yeni Hayat”) ’dan gelen, okuyucularla ”dialog” kurmayı amaçlayan bir köşeyi düzenleme önerisini.
Pasolini’nin film-çalışmaları yüzünden birkaç kez kesilen bu dialog, Haziran 1960’dan Eylül 1965’e kadar sürdü. 1965 yılı ”ekonomik mucize”den duyulan kıvançla damgalanmıştı. Ne ki, dikkatli akıl yürütmelerden oluşan bir davayı yürütüyordu Pasolini okuyucularına verdiği yanıtlarda ve gelecek hakkındaki artan endişelerini dile getiriyordu yazılarında. Okuyucular kendileri belirliyordu konuları: bazen Macar edebiyatı hakkındaki görüşleri soruluyordu, bazen de vaftiz hakkında bilgiler isteniyordu; ya da okullardaki Latince dersleri hakkında ne düşündüğü soruluyordu ya da maden işçilerini konu alan bir öykü yazması isteniyordu.
Gençliğin 1950’lerde ve 1960’larda Avrupa’da yerleşmeye başlayan neo-kapitalizme karşı isyanı, 1968 yılında Almanya, Fransa ve İtalya’da patlak verdi.Değişik biçimleri vardı kapitalizmin, protest hareketlerinin ve egemen sınıfların gösterdikleri tepkilerin.
Neo-kapitalizme karşı başlatılan isyanın sloganları ile ABD, Fransa ve Almanya gibi zengin ülkelerdeki ve dünyanın yoksul ülkelerinden gelen muhalif kültürünü olduğu gibi aldı İtalya’daki öğrenci hareketi ve sol çevreler. İtalya’nın bütün alanlarını doldurmuştu Marcuse’ün, Che Guevara’nın ve Ho Chi Minh’in resimleri. Fakat İtalya ne zengin bir ülkeydi ne de bir 3. dünya ülkesiydi. Böylelikle romantik ve devrimci bir köktencilik oluştu; meskenlerinde akan suyla hastanelere ve okullara gereksinim duyan bir ülkenin değişim için öne sürdüğü köktenci bir istekti bu: komünizm.
İtalya’daki ’68 isyanının aşamaları, yukarıda yazılan nedenlerden ötürü, politik avantgard ve baskıcı makamlar arasında gerçekleşen oldukça şiddetli çatışmalara dönüştü. 1968 baharında öğrencilerle polis arasında Valle Giutia’da Roma mimarlık okulu dolaylarında gerçekleşen ve 1969 yılında polisin Roma mahkeme binası önüne barışçıl bir gösteri için toplanan binlerce öğrenciye ve diğer gençlere karşı planladığı ve şiddet dolu saldırısı şehir gerillaları ve devlet terörünün göstergeleri oluyor. 1969 yılındaki saldırı, zayıflamış ve çözülmeye doğru yol almaya başlamış bir harekata karşı polis tarafından planlanmış bir intikam eylemiydi. Aralık 1969’da Milano’daki ”Banca Nazionale dell’agricoltura” (”Ulusal Tarım Bankası”) ’na yerleştirilen bir bombanın patlamasıyla 16 kişi ölür ve 86 kişi yaralanır. Bu yalnızca bir başlangıçtır. İtalyan burjuvazisi bir askeri darbe istemektedir. Aralık 1970’de bir deneme yapılır. Fakat daha darbe gecesinde kendi kendisine çözülmeye başlar bu darbe girişimi. Belki generaller arasında son anda bir görüş ayrılığı doğmuştu.CIA (Amerikan Haberalma Teşkilatı) , Hırıstiyan Demokrasi Parti hükümetinin üyeleri ve gizli polis teşkilatı SIFAR’ın liderleri bu darbe girişimine katılmışlardı. 1974 yılında Brescia’da bir sendikada bir bomba patlar, yedi kişi ölür. Daha sonra bir trende patlayan bir bomba yüzünden 14 kişi ölür. Yeni bir darbe girişimi yapılır...
Pasolini bunların hepsini yazar yazılarında: “Biliyorum. Başarısızlığa uğrayan bu askeri darbenin sorumlularının adlarını biliyorum. 1969’da Milano’daki, 1974 yılında Brescia’daki ve Bologna’daki bombalı saldırıların sorumlularını biliyorum. (...) Bütün isimleri biliyorum ve suçlu oldukları bütün olaylar hakkında bilgilendirildim. Biliyorum, fakat kanıtlarım yok, ipuçları bile yok elimde. Biliyorum gene de, çünkü bir aydınım ben, bir yazarım ben...” Bu olaylar, zamanın deyimiyle ”devlet kıyımı” olarak nitelendirilmişti. Bu kıyımlar yüzünden hiç kimse cezalandırılmadı. Sahi nasıl cezalandırılabilirdiler ki? Çünkü teröristler hükümet ”saray”ına yani hükümete mensuptular.
Pasolini’nin denemelerinden bölümler, kuşkusuz ki Pasolini’nin düşünce dünyası hakkında bir bilgi vermeyi amaçlıyor, yoksa Pasolini’nin düşünce dünyasını hiç bir zaman temsil edemez. Gene de Pasolini’nin hakim sınıf için ne kadar tehlikeli bir eleştirmen olduğunu aydınlatıyor aşağıda sunulan bölümler. - Neo-faşizm hakkında: “İtalyanlar bir kaç on yıl boyunca (özellikle orta ve güney İtalya’da) yozlaştı, aptallaştı, canavar ve cani bir halk oldu... Ben, tüketimciliğin gücünün nasıl olup da İtalyan halkının bilincini değiştirip yozlaştırdığına ve dönülmez bir şekilde düşürdüğüne kendi gözlerim ve duyularımla tanık oldum. ‘Totaliter’ faşizm bile bunu başaramazdı” (1975) .
Aynı yerde kabullenmiyor Pasolini, İtalya’nın televizyon ve tüketimcilikle birlik içerisinde tutulabileceğine.
- Televizyon hakkında: “Hiç kuşku yok ki, televizyon diğer yayın organlarına oranla en otoriter ve baskıcı olandır. Mussolini, İtalyan halkının ruhunda bir çizik bile bırakamadı, ama şimdi bu ruh, televizyon tarafından kötürüm bırakılıyor, ırzına geçiliyor ve onuru lekeleniyor”. (1973)
- Kilisenin rolü üzerine: “Kilise, otoriter olmadan yücelerde oturabilir, (şimdi gerçek bir marxist konuşuyor) sözcüğün tam anlamıyla dinsiz olan, totaliter, hiddetli, sahte bir toleransı olan, yıkıcı ve aşağılayıcı tüketimciliğin gücüne karşı koyan herkesin lideri olabilir Kilise. Ya köklerine geri döner ve bu isyanın bir simgesi olur Kilise ya da kendi canına kıyar”. (1974)
Yukarıdaki alıntılar İtalya’nın önde gelen gazetelerinden olan Corriera della Sera’nın baş sayfasında yayınlanmışlardı. Pasolini’nin ”kurban”larının ve eleştirmenlerinin nasıl tepki gösterdiklerini tasarlamak hiç de zor olmasa gerek. 1975’in yazında, ölümünden kısa bir süre önce bir adım daha ileri giderek, hırıstiyan demokrat liderlere karşı bir kovuşturma açılmasını önermişti ölümünden sonra yayınlanan ”Lutherci Mektuplar”da: “Suçunuz (yapmış olduğunuz) ahlâka aykırı edimlerde değil, fakat ülkemiz için felaketli sonuçlar doğuran yürüttüğünüz hatalı politik çizgide, ki sizlerin muhakeme gücünüzü ve kuvvet kullanmazı belirleyen de bu çizgiydi”.
Pasolini, politikacıların ahlâksal bir sorumluluk gibi, hukuksal bir sorumluluk taşıdıklarına da parmak basıyordu. Aydın olarak Pasolini, hükümet sarayının uzağındayken onların İtalyan ulusuna karşı işledikleri suçları görebiliyordu.
Ölümünden 17 yıl sonra, 1992 yılında, ”Temiz eller operasyonu” ile başladı Pasolini’nin önerdiği bu dava ve belki de 1995 yılında Palermo’da Andreotti’ye karşı başlatılan davayla doruk noktasına ulaştı.
”Pasolini peygamber gibiydi” diyor Dacia Maraini. ”Bugün görüyor herkes bu büyük ahlâksal çözülmeyi, fakat o zamanlar İtalya hâlâ sessizdi. Mafya hakkında konuşulmazdı, elbette vardı mafya, fakat hiçbir zaman tartışma konusu yapılmazdı. Hırıstiyan demokrat partisi kesin gücü ele geçirdiğinde, yiğitçe yazdı Pasolini mafya ve hırıstiyan demokratlar arasındaki bağlantıları. Şehir toplumunun antropolojik değişimini belirtmesi ve eski günlerdeki kırsal hayata karşı beslediği nostaljisi de peygambersiydi.”
Fakat bütün bunlar bir devlet düşmanı olmak için yeterli mi? Maraini için yanıtı bulmak pek de kolay değil: ”Öyle düşünüyorum ki, Pasolini keskin analizleriyle rahatsız etmiştir İtalya burjuvazisini, çünkü bir yandan solcu bir ahlâkçı diğer taraftan da eşcinsel ve ahlâka aykırıydı. Nasıl olur da kilisenin öğretisine aykırı yaşıyan böylesi bir insan, burjuvaziye herhangi bir şey öğretmeye yetki buluyor kendisinde? Eleştirilerin O’nun gibi birinden gelmesi katlanılmaz bir şeydi burjuvazi için, ve bu yüzden de tehlikeliydi.”
Maraini ile aynı fikirde olmaktan çok uzak Edoardo Sanguetti. O zamanlar (ve şimdi de) Pasolini’nin (edebî, film ve politik) her cephedeki amansız bir eleştiricisi olan Sanguetti şöyle diyor: ”Nasıl suçlayabilir hırıstiyan demokratları, kapitalizmi ve endüstrileşmeyi yaydıklarını söyleyerek! Parti hakkında bir çok şey söylenebilir, ama parti her halikârda İtalya’nın faşizmden sonra yeniden yapılanmasını sağladı... Pasolini, İtalya’nın modern toplumların gereksinmelerini karşılayacak teknolojik bir gelişmeyle yaratılabileceğini anlayamadı. Skandallarla yaşadı ve en yalın biçimiyle tepkiciydi: partiye karşı suçlamaları ahlâkçı ve tarihe karşıydı.” Pasolini’nin çağdaşlığa karşı olduğunu da söylüyor Sanguetti: ”O zamanlar lânetlemiştim O’nun faşizm sırasındaki kırsal yaşam için döktüğü gözyaşlarını. Marxist bir bakış-açısına sahip biri olan Pasolini tepkici ve romantik bir anti-kapitalistlere tipik bir örnekti...”
Pier Paolo Pasolini 1922 yılında doğmuştu.
Not: Bu yazıda kullanılan şiirler ve diğer alıntılar, İsmail Aksoy tarafından çevrilmiştir.
Albert Camus (1913 - 1960) Türkçe’ye çeviren: İsmail Aksoy.
- Sanatçı niteliğinizden ötürü mü tanık olma rolünü üstleniyorsunuz?
Kendimi beğenmişlik duygusuna kaptırırım, böyle bir görevi üstlenmeyi kabul edersem, ki bunu istemiyorum. Kişisel olarak, hiç bir rol oynamak istemiyorum, ve bildiğim tek bir gerçek ödev var. İnsan olarak kendimi mutlu hissetmek istiyorum. Sanatçı olarak da, hâlâ hayat vermem gereken insanların olduğunu sanıyorum, ve bunu savaşlardan ya da mahkemelerden yardım almadan yapmak zorundayım. Ne ki, herkese gidilir gibi geliniyor bana. Geçmiş zaman sanatçılarının, hiç olmazsa zulüm karşısında susulmasına izin veriliyordu. Fakat, zulüm bugün oldukça gelişmiş durumda; artık suskun ya da tarafsız olmanıza da izin verilmiyor. Kişi, düşüncesini ifade etmek zorunda bırakılıyor, taraf ya da karşı olmak zorunda. Madem ki iki seçenek var, öyleyse ben muhalifim.
Fakat bu, rahat bir rol olan tanıklığı seçmek anlamına gelmiyor. Zamanı olduğu kabul etmektir bu yalnızca, kısaca söylemek gerekirse insanın işine gücüne bakmasıdır bu. Ayrıca unutuyorsunuz ki, günümüzün insanı örneği görülmemiş bir çabuklukla dolanıp durmakta yargıçların, davalıların ve tanıkların etrafında. Eğer bir seçimde bulunursam, ve bir seçimde bulunacağıma belki inanırsınız, bu halde hiç bir zaman yağ çalmayacağım yargıçlara ne de ayaklarını yalayacağım onların, ki bir çok filozofumuzun yaptığı işte budur. Bundan öte, eyleme geçmek için bir dürtüyü bulmak da güç değil, her ne kadar görece de olsa bu dürtü. Özellikle sendika-hareketi içerisinde oldukça zengin olanaklar var bu konuda bir şeyler yapmak için.
- Sizin son dönemlerdeki çalışmalarınızı suçlamak için kullanıldığı sanılan bu Don Kişot’çuluğun varlığını, sanatçının rolünü idealist ve romantik bir tanımla açıklamak mümkün değil mi?
Sözün anlamını, eski anlamlarını taşıdıkları müddetçe değiştiremezsiniz. Ve benim için, romantik kişi, kuşkusuz ki tarihin sonsuz devinimini seçen kimsedir, o muhteşem kahramanlık şiirini, ve mahşer günü bir mucize gerçekleşeceğini ön-görebilendir. Benim tanımlamaya çalıştığım şey, tarihin ve insanın ortak varoluşundan başka bir şey de değil üstelik, o gündelik yaşam en keskin ışıktan sökülüp alınmış gibi, kendisinin ve başkalarının aşağılanmasına karşı yürütülen o inatçı kavga gibi.
En kindar yaklaşımıyla, idealizm aynı zamanda şudur:
İnsan, tarihsel bir anlayıştan her bir eylemi ve her bir gerçeği ortadan kaldırırken, ortaya çıkan durumları belgeleyemez, ve bu yüzden de her halükarda mistik bir sonu amaçlar. Tarihin yasalarını gelecekle değiştirmek olarak algılamak mı olmalı gerçekçilik, ki gelecek henüz tarih de olmamıştır, ve olup olmayacağını da bilmiyoruz daha.
Tam tersi bir düşünceye sahibim, ki bu yüzden, hem mantık-dışı hem de zararlı olan mitoloji karşısında, ve ister burjuva olsun isterse sözde devrimci olsun romantik nihilizme karşı, gerçek gerçekçiliği savunuyorum,. Ben, kesinlikle romantik bir kişi değilim, ve bir yasanın ve düzenin var olması gerektiğine inanıyorum, işte bütün anlatmak istediğim bu. Ve yasa olan şey, kesinlikle önemsiz bir şey değil. Gereksinim duyduğumuz yasanın bize, yasası olmayan toplumumuz tarafından ya da daha da kötüsü kendilerini her bir yasadan ve vicdan-azabından kurtardığını iddia eden sözüm ona doktrinlerden gelmesi de şaşırtıcı olur.
- Marxistler ve onların ardılları, hümanist olduklarını söylüyorlar. Fakat gene onlara göre, insan doğası, ancak geleceğin sınıfsız toplumunda kendisini kabul ettirebilir.
Öncelikle, bunların bizi bugün dıştaladığı görülüyor, ki bu hümanistler insanı yargılamakta. Benzeri bir davranış politika evreninde geçerli olmaya başlarsa ve bu durum onları suçlu durumuna getirirse, bu anlaşılır olmaz mı? Varolan insan, geleceğin insanı adına red ediliyor. Bu denli iddialı bir red-ediş, dinsel bir karakter taşıyor. Niçin bu düşünce biçimi, gelecekte cennet vaat eden dinlere oranla daha geçerli olsun ki? Gerçek şu ki, bulunduğumuz sınırlı koşulların içerisinde, bizim insanlık tarihinin sonu hakkında aklı başında gerekçelerimiz yok. Bu yüzden yalnızca inanç ve yeni mistikleştirmeler gündemde olabilir. Bugünün mistikleştirmeleri, koloni politikasının baskıyı gavur olanın ruhunu kurtarmak için ona baskı uygulanması gerektiğini ileri süren geçmişin mistikleştirmelerinden pek de kötü sayılmaz.
- Özellikle yukarıda söylediğiniz düşünceler mi ayırıyor sizi solcu entelektüellerden?
Her halde, bu düşüncelerin o entelektüelleri solculardan ayırdığını söylemek istiyorsunuz. Haksızlık, batıl-inanç ve baskı hep birlikte düşünülen ve birbirlerine bağlı olgular oldukları için, solcuların bunlara karşı savaşmaları, her zaman için, bir olmazsa olmaz olmuştur. Batıl-inancın adaleti ya da devlet-kontrolünün özgürlüğü getirdiği düşüncesi yenidir. Gerçek şu ki, günümüzdeki bazı solcu entelektüeller (ne mutlu ki hepsi değil) güç ve etkincilikten o denli büyülenmişler ki, bu sağcı entelektüellerimizin savaştan önce ve savaş sırasındaki durumlarına benziyor. Davranış biçimleri değişik olabilir, fakat teslim bayrağını çekmeleri aynı. Eskiler gerçekçi milliyetçi olmak istiyorlardı, yenilerse gerçekçi sosyalist. Sonuç olarak her iki taraf da aynı oranda ihanet ediyor milliyetçiliğe ve sosyalizme, ve gerçek diye şimdiye değin içi boş ve galiba sözcüğün tam anlamıyla etkili bir tekniğe taptılar.
Her şeye rağmen insanın anlayabilmesi, bir baştan çıkarmadır. Fakat, soruyu ister tersine çevirin isterse düzüne, kendilerini solcu sanan bu insanlarda şöyle bir anlayış ortaya çıkıyor, ki şöyle diyorlar: madem ki tarihin savunulmaz yörüngesini izliyor, o halde bazı zulüm biçimleri savunulabilir. Anlayacağınız, el üstünde tutulacak bazı cellâtlar bulunmalı toplumda, onları el üstünde tutacak bir şey olmaksızın. Aşağı yukarı böyle bir şeydi Joseph de Maîstre’nin (**) , başka bir bağlamda söylediği sözler, ve anarşist olduğu için hiç bir zaman söz verilmedi ona. Fakat işte böyle bir tezi, kişisel olarak ben geri çeviririm. Kendilerini solcu olarak nitelendirenlerin arasında gelenek olmuş şu bakış-açısını yansıtmama izin verin: bütün cellâtlar aynı aileye mensupturlar.
- Bugünün dünyasında bir sanatçı ne yapabilir?
Sanatçıdan ne ortak çalışma hakkında bir şeyler yazması bekleniyor, ne de ondan yüreğinin kulaklarını başka insanların çektiği acılara kapatması. Benden, benim hakkımda ve benim için konuşmamı istediğiniz için, elimden geldiğince yalın olmaya çalışacağım. Sanatçı olarak çağımızın işlerine karışmamız belki de gerekmiyor. Fakat insan olarak, kesinle karışmamız gerekiyor. Sömürülen ya da kurşunlanan küçük çocuklar, sömürge-kamplarındaki köleleştirilmiş işçiler, bütün gezegen üstünde sayısızca kovuşturmaya uğramış insanlar, işte bütün bu insanlardan konuşmasını bilenler, sırayla suskunluklarını bozarak ortak olan davaları için çalışmalılar. Her gün polemik dolu yazılar ve makaleler yazıyorsam ve ortak kavgaya katılıyorsam, bu benim dünyayı Yunan heykelleriyle ya da şaheserlerle görmek istememden kaynaklanmıyor elbet. Fakat içimde öyle bir insan var ki, böyle bir istekle yanıp tutuşuyor. Böyle bir insan, yalnızca fantezi-ceninine hayat verebilmekle uğraşıp durur ancak. İlk yazımı yazdığım andan, son kitabımı tamamladığım ana kadar yazdıklarımla, belki de çok fazla yazdım, çünkü kendimi gündelik hayat tarafından ve kim olurlarsa olsunlar hakarete maruz bırakılan insanlara karşı alınıp götürülmüş hissetmekten kendimi alamıyorum. Bu insanların umuda gereksinimleri var, ve eğer çevrelerindeki her şey suskunluktan ibaretse ya da eğer iki çeşit aşağılanmadan birini seçmeleri isteniyorsa, sonsuza dek umutsuzluk içinde kalacaklar onlar, kuşkusuz bizler de onlarla birlikte. Bu düşünce bana dayanılmaz geliyor, fakat bu düşünceye dayanamayanın uyuşuk olmaya da hakkı yoktur. Ahlâk bağlamında değil, fakat organik olduğu söylenebilecek bir çeşit hoşgörüsüzlükten ötürü, ve bu şey insanın ya hissedip ya da hissetmeyeceği bir şey. Bu tür duygular beslemeyen bir çok insan tanıyorum, ve onların uyuşukluklarını kıskanmıyorum.
Bu, bizim sanatsal yetilerimizi şu ya da bu sosyal vaaz için kurban etmemiz anlamına gelmiyor kesinlikle. Başka bir vesileyle günümüzde sanatçının neden daha gerekli olduğu konusunda konuşmuştum. Fakat eğer sanatçı bir insan olarak araya girerse, elbette ki bu durum onun dilini de etkiler. Ve eğer öncelikle ve her şeyden önemlisi dilimizi kullanırken sanatçı değilsek, o halde sanatçı olarak ne değerimiz vardır ki? Politik olarak aktif bir hayatımız varken, yapıtlarımızda çöllerden ve bencil aşklardan da söz etsek, politik etkinliklerimizin amacı ücretlerin yükseltilmesi ve hem çölleri hem de aşkları yaşayan insanlarla imârlandırmaktır. İşte tam, kendimizi nihilizmden uzaklaştırmış olduğumuz bu anda, elbette ki yaratıcı sanatın değerlerini insancıl değerlerin karşısında (ya da tam tersini) aptalca yadsımaya kalkmam. Bana göre bu değerler birbirlerinden ayrılmazlar, ve bir sanatçının (sözgelimi Molière’in, Tolstoy’un, Melville’in) büyüklüğünü, bu değerler arasında kurmaya çalıştığı dengeyle ölçerim ben. Olguların baskısı altında, bugün de bu heyecanı hayatlarımıza uygulamaya zorlanıyoruz. Bu yüzden, bir çok sanatçı bu yükün altında eziliyor ve fildişi-kulesine çekiliyor, ya da belki de sosyalizmin koruyucu kilise-duvarlarına kapanıyor. Fakat ben her iki durumu da bir ayrılış olarak değerlendiriyorum. Biz hem güzelliğe hem de acıya hizmet etmeliyiz. İnatçı sabır, güç, talep edilen ücret artışı, işte bunlar çok acîl gereksinim duyduğumuz rönesansın temelini oluşturması gereken değerlerdir.
Son bir söz daha. Bu dediklerimin risksiz ya da burukluk duyulmadan gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Tehlike anlarını kabul etmek zorundayız: sanatçının seçim yapmayacağı an yaklaşmak üzere. Fakat burukluğa da hayır demeliyiz. Sanatçının yakalanabileceği tuzaklardan biridir, dayanışmacı olduğunu söylemesi, ve gerçekte, sanatçının uğradığı zararlar için bayram yapan insanlar da vardır. Fakat sanatçı kesinlikle dayanışmacı olamaz. Sanatçı herkesin ortasındadır, çalışan ve savaşan herkesin bulunduğu düzeydedir, ne daha yüksektedir ne de daha alttadır. Sanatçının zulme karşı üzerine düşen görevi, zindanları açmak ve mutluluk gibi mutsuzluğu da belirtmek için sesini ödünç vermektir. Ve işte tam da bu noktada, sanat düşmanlarının karşısında kanıt gösterebilir: kimsenin ya da hiç bir şeyin düşmanı değildir sanat. Sanat, adaletle özgürlüğün olmazsa olmazı olan o sözünü ettiğim rönesansın oluşmasını tek başına sağlayamaz. Fakat sanatsız, bu rönensans akıp gider, ve en sonunda hiçleşir. Sanatın öncülleri olan kültürün ve görece özgürlüğün olmadığı en mükemmel toplumlar bile vahşi bir ormandan başka bir şey değildir. Bu yüzden, her gerçek sanatçının yapıtı, geleceğe sunulmuş bir armağandır.
Notlar:
(*) Camus’ye yurtdışında sorulan bazı soruları yanıtlamayı amaçlayan ve Camus tarafından kaleme alınan hayalî konuşma. Elyazma, 1953 tarihini taşıyor.
(**) Joseph de Maîstre (1753-1821) dinci bir filozof ve yazardı. En ünlü yapıtlarında, politikanın ve kilisenin otoritesini savunmuştur.
Indegenismo-hareketi (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) , yakın zamanlarda özellikle And-dağı ülkelerinin politik ve kültürel hayatında önemli bir rol oynadı. Neruda’nın 2. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı ve Latin Amerika’daki değişik dergilerde yayınladığı bir çok şiirde görülebilir bu hareket. İnkalardan kalan eski yıkıntı, Peru’daki And-dağlarının yükseklerinde kurulu bulunan Macchu Picchu’yu ziyaret etmek Neruda’nın şiirsel yorumlayışı için bir dönüm noktası olur. Amerika kıtasının her yanında gördüğü sefaleti ve politik barbarlığı, şimdilerde yıkıntıya dönüşmüş İnkaların geçmiş ve büyük uygarlığıyla aynı anda vererek gözler önüne serer Neruda. Bu yıllarda Latin Amerika’nın doğal ve tarihsel geleceği büyük bir şiir-yapıtı olarak büyümeye başlar.
Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
Başlangıçta ”Şili’nin Büyük Türküsü” adını taşıyan yapıt, daha sonra uluslararası bir boyut kazanıp, büyüyerek ”Evrensel Türkü”yü oluşturdu: ”Tanrı’nın günü yedi sekiz saat çalışıyordum. Amerika tarihinin derinliklerine doğru indikçe bilgilerimin yetersizliğini gördüm. Kaçak yaşıyor, oradan oraya sığınıyordum; yanımda kitap falan yoktu. Ne güzel rastlantılardır ki nerede konuk edildiysem orada gereksinim duyduğum kitapları buluverdim. Bitirdiğim sayfaları hemen çoğaltıp saklasınlar diye bir yerlere ulaştırıyor, bir nüshasını da yanıma alıyordum. Polisin eline geçseydim bütün çalışmam yok olur giderdi çünkü. Yapıtımın iyice olgunlaştığına karar verince yurdumdan ayrıldım. Ne eşya vardı yanımda ne de çamaşır. Yalnız kitabımın müsvetteleri, iki şişe de şarap.”[”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabından]
”Canto General”, Türkçe adıyla ”Evrensel Türkü” (”Büyük Türkü” ya da ”Genel Türkü” olarak da çevrilebilir) ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. ”Evrensel Türkü” ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir Neruda: “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der Neruda. Aynı yıl Şili Komünist Partisi, yapıt Şili’de yasak olduğu halde, Neruda’nın arkadaşı ressam José Venturelli’nin resimleriyle birlikte korsan bir baskısını yayınlar Evrensel Türkü’nün. Neruda’nın adı asıl şimdi yayılır bütün dünyaya. Edebiyat çevrelerinde, özellikle Neruda’nın politik çalışmaları ve alışılmadık dili ve imgeleri hakkında tartışmalar düzenlenir. Asıl önemli olan olgu ise, Neruda-şiirinin yoksul insanlar tarafından okunmaya başlanmasıdır, ki Neruda şiirleri özellikle yoksul insanları anlatır ve Onlar için yazılmıştır. Okul yüzü görmemiş, okuma-yazma bilmeyen yoksul insanlar Neruda’yı ve şiirini tanımaya başlamışlardır.
Sonraki yıllarda Çin’de, Doğu Avrupa’da ve Lenin Barış Ödülü’ne değer bulunduğu Sovyetler Birliği’nde övülmüştür Neruda. Latin Amerika’da yaptığı gezilerde halkın şiirlerini ne ölçüde bağrına bastığını gözlemlemiştir. Çok önemli bir olay gerçekleşmiştir böylece: Lirik bir şair, kapalı edebiyat çemberini kırarak Halk’a ulaşmıştır. Yapıt bir çok insanın hayatında önemli bir rol oynamıştır: Sözgelimi, Ernesto ”Che” Guevara’nın ”Evrensel Türkü”yü çok sevdiği ve her zaman yanında bulundurduğu bilinmektir.
Latin Amerika’dan, dünyadan insan manzaralarıdır 10 bin dizelik ”Evrensel Türkü”. Nâzım Hikmet’in ”Memleketimden İnsan Manzaraları”na benzetilebilir bir çok yönden. Çok büyük bir şiirin, bir ırmak gibi durmaksızın akması, adı anılan iki yapıtın da ortak özellikleri olarak söylenebilir.
Toplamı 327 şiir olan 15 kitaptan oluşur Evrensel Türkü. Bu bölümler sırasıyla şöyledir:
I.) Yeryüzündeki Lamba (La lámpara en la tierra) II.) Macchu Picchu’nun Dorukları (Alturas de Macchu Picchu) III.) Kaşifler (Los Conquistadores) IV.) Kurtarıcılar (Los Libertadores) V.) Aldatılmış Kum (La arena traicionada) VI.) Amerika, Anmam Adını Boş Yere (América, no invoco tu nombre en vano) VII.) Şili’nin Evrensel Türküsü (Canto general de Chile) VIII.) Dünyanın Adı Juan (La tierra se llama Juan) IX.) Ağaç-yarıcı, Uyan! (Que despierte el leñador) X.) Sığınmacı (El fugitivo) XI.) Punitaqui’nin Çiçekleri (Los flores de Punitaqui) XII.) Türkünün Irmakları (Los rios del canto) XIII.) Karanlıktaki Memleketime Yeni-yıl Armağanı (Coral de ano nuevo para la patria en tinieblas) XIV.) Büyük Okyanus (El gran océana) XV.) Ben (Yo soy)
“Evrensel Türkü”de Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü”den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü”nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü”den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir.
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü”den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin.
”YİRMİNCİ YÜZYILIN BÜTÜN DİLLERDEKİ EN BÜYÜK OZANI” PABLO NERUDA HAKKINDA
Gabriel García Márquez’in tanımıyla „yirminci yüzyılın bütün dillerdeki en büyük ozanı” Pablo Neruda, doğum-adıyla Ricardo Eliecer Neftalí Reyes Basoalto, 12 Temmuz 1904 tarihinde Şili’nin güneyindeki taşra-kenti Parral’da doğar. Babası demir-yollarında lokomotif-sürücüsüdür. Neruda’nın doğumundan bir ay kadar sonra annesinin veremden ölümü üzerine, babasıyla birlikte Temuco kentine göç eder. Temuco kentinin büyük ormanları ve yalnızlığıyla, çorak ve yabanıl doğası içerisinde geçirir çocukluğunu ve ilk-gençliğini. Orada öğrenir Antartik yağmurunu, sonsuz ufukları ve hüznü. Temuco’da tanıdığı genç bir öğretmen, özellikle büyük Rus yazarlarının (Dostoyevski’nin, Turgenyev’in ve Tolstoy’un) romanlarını ödünç verir Neruda’ya ve böylelikle dilsel ve yazınsal gelişimine önemli bir katkıda bulunur Neruda’nın. (Daha sonra 1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak, Şili’li bayan şair Mistral’dir bu öğretmen, Şili’nin ”Tanrısal Gabriela”sı) .
Ricardo Eliecer Neftalí Reyes Basoalto, Santiago kentine taşındığında ve 17 yaşında ilk kitabını yayınladığında Pablo Neruda adını kullanmaya başlar. İlk kitabı ”Akşam Alacası” (”Crepusculario”) o dönemin şiir-biçimi olan „weltschmerz“ („dünya-acısı“) etkisiyle yazılmış, duygusal karamsarlık, hayatta olmaktan acı-çekme temasının işlendiği ve melankoli öğelerinin ağır bastığı başarısız bir kitaptır. Ama 1924 yılında yayınlanan ”Yirmi Sevda şiiri ve Umutsuz Bir Türkü” (”Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desesperada”) adlı kitapla, Neruda adı özgün bir yetenek olarak belleklere kazınır: ”Kadın bedeni, ak tepeler, ak baldırlar, \ bir dünyadır açık kasığın senin. \ Benim hoyrat çiftçi bedenim kazar seni \ ve fırlatır oğulunu toprağın derininden. \\ Bir tünel gibi yalnızdım. Kaçardı kuşlar benden,\ ve gece alırdı kudretli kucağına beni. \ Yaşayabilmek için bir silâh gibi biçimledim seni, \ yayımdaki ok gibi, bir taş gibi sapanımdaki.\\ Ne ki sonu vardır öç saatinin, ve severim seni. \ Tenden ve yosundan bedenin senin, uysal ve gürbüz sütten. \ Ah, göğüslerinin vazosu! Ah, gözlerin ne kadar da uzak! \ Ah, venüs-tepeciğinin gülleri! Ah, senin usul, üzgün sesin! \\ Sen, kadınımın bedeni, merhametli yolgösterici yıldızım. \ Arzum, sınırsız özlemim ve belirsiz yolum benim! \ Doğurur kasvetli sular sonsuz susuzluğu, \ ve kendini ele veren yorgunluğu ve sınırsız acıyı.” [”20 Sevda şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü”den, ”Kadın Bedeni”]. Şaşırtıcı, çağdaş ve patetik imgelerle ilk sevdadaki bir gencin ruh durumu, yalnızlığı ve tutkuyu yetkin bir şekilde verir Neruda. Bu kitaptaki şiirler o denli yaygınlaştılar ki, sadece Latin Amerika’da 100’den fazla farklı baskıları yapılmıştır.
Pablo Neruda’nın gençlik şiirlerinde göze çarpan en önemli özellik, şiirlerinde ”Ben”i ön-plana çıkarmasıdır. Ölümün ve ereksizliğin labirentlerinde yolunu yitirmiş bir gencin yolunu bulma çabalarıdır bunlar. Ne ki gözü-pek imgeler aracılığıyla kendi kendisine merhamet beslemeyi önler Neruda, ve böylece umutsuzluğa rağmen, canlı ve dirençli şiirler yaratmayı başarır. Bu ana-tema bir çok şiir-kitabında yinelenir durur, ta ki Neruda, 1933 ile 1935 yılları arasında ”Yeryüzünde Konaklama” (”Residencia en la Tierra”) adlı kitap ile ozanlığının ilk doruğuna erişene dek: ”Issız mezarlıklar var orada, \ sessiz kemiklerle dolu gömütler, \ yürek bir tünelden geçmek zorunda, \ karanlık, karanlık, karanlık, \ bir geminin batışı gibi ölüyoruz içimizden, \ boğuluyoruz sanki yüreğimizde, \ sanki sıyrılıyoruz derimizden ve düşüyoruz ruhumuza.\...” Bu şiirlerdeki deneyimler Neruda’nın diplomat olarak Hindistan, Burma, Sri Lanka, Singapur ve son olarak da İspanya’da bulunduğu sıralarda kazanılmıştır. “”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitaplarındaki şiirler Neruda’nın çağdaş şairler arasında seçkin bir yer edinmesini sağlamıştır.
Neruda’nın yetiştiği bölge olan Araukanya’nın yalnızlığı büyük bir yer kapladı şiirlerinde. Karşılaştığı acılar ve aşağılanmalar, boş ve acımasız demir-başları oldu ölümün evreninde. Duraksayışlar ve ilk-gençliğin hüzün dolu aşk-mektupları, tam anlamıyla bir ereksizliğe ve yıkım-isteğine dönüştü. Kişiliğin dünyadan tümden yalıtılması, aptal bir uygarlık karabasanıyla sürüp gider ki Neruda ”saf-olmayan şiir” teorisiyle bu durumu açıklığa kavuşturur. Bertolt Brecht’in epik-tiyatroda kullandığı, kitleye yeni bir bilinç vermek için başvurduğu yabancılaşma-buluşu, denebilir ki, Neruda’nın epik-şiirinde aynı yetkin teknik ile kullanılmıştır: bir çok baş-rol oyuncusu ve öykü anlatan seslerdeki ani değişimler...
Fransa’daki gerçek-üstücülük akımıyla yakın ilişkisi olan iç-savaş öncesi İspanya, sanat-denemeleri için bir merkez durumuna gelir. Neruda, İspanya’daki şair arkadaşlarının (García Lorca, Miguel Hernández, Rafael Alberti ve Vicente Aleíxandre’nın) etkisinde kalır. 1933-1934 yıllarında İspanyol şair Federico García Lorca Buenos Aires’te tiyatro yönetmeni olarak çalışmaktadır. (Lorca, burada kendi yazdığı oyunlarını yönetmektedir.) . Buenos Aires’teki PEN-kulübünde Şili’li şair Pablo Neruda ile karşılaşır Lorca. Neruda ve Lorca arasında gerçekleşen buluşma çağdaş şiirin en bereketli buluşmalarından biri oldu. Lorca, Neruda’yı şu sözlerle selâmlar: ”Felsefeden çok ölüme, düşünce-gücünden çok acıya, mürekkepten çok kana daha yakın duran bir şair. Gizemli seslerle aranan bir şair, ki mutludur kendisi bu durumu üstü-kapalı olarak da olsa belirtmemekten. Gerçek bir insan süzülmek üzere ve bir serçe heykelin katı yanağından daha sonsuzdur”. Bu sıralar, Pablo Neruda, diplomat olarak çalışmak üzere Avrupa yolcusudur. Önce Madrid’te, sonra Paris’te Şili büyükelçiliklerinde görev alacaktır Neruda. İspanya’da Rafael Alberti ve Vicente Aleixandre ile, Paris’te de César Vallejo ile tanışır Neruda. Juan Ramón Jiménez’in söyledikleri daha az övünç vericiydi: ”Bir büyük, kötü şair.” Ama hem Lorca’nın hem Juan Ramón Jiménez’in söyledikleri Neruda’nın şiiri için anahtar işlevi niteliğindedir, sadece ”Yeryüzündeki Konaklama” adlı yapıta kadar olan şiirleri için değil, tersine büyük bir çoğunlukla, daha sonra yazdıkları için de.
Bir şairin değeri kuşkusuz ki yazdığı en güzel dizelerle belirlenir; ne ki Neruda söz konusu olunca, şunu kabul etmeliyiz ki, sık sık çaresiz bir kurban durumuna düşmüştür Neruda o büyük ilhamı karşısında, ve bu yüzden de koca bir şiir kitabı bir şey söylemeyen ve yorucu bir söylev gibi görünür bazen. Jiménez’i rahatsız eden ve Lorca’nın hoşuna giden şey ise şiirlerdeki o saf-olmayan söylem ile bir büyük atmosfer, bir yaygın devinim, imgelem-gücü ve şiirlerdeki erek olsa gerek. ”Saf-olmayan” deyimi şairlerin bilinçle seçtiği bir sözcüktür ve bu sözcük zamanın hüküm süren estetik anlayışıyla yapılan bir hesaplaşma olarak değerlendirilmelidir: ”Yeni şiir ellerin çalışmasındaki asit gibi çürümeli, duman ve terden geçmeli, sidik-kokusu ve zambak kokmalı, yasanın sınırları içerisinde ve dışarısında gerçekleşen ne varsa onlarla lekelenmeli.”
Neruda’nın şiir-estetiği, 1935 yılında İspanya’da oluşmaya başlamıştır. Bu estetiği kısaca ”saf-olmayan şiir” adı altında özetleyebiliriz, değil mi ki gerçekle kurulan iletişim sonucunda her şey gibi şiir de kirlenmektedir. (İspanya iç-savaşında faşistlerin insanlığın tüm değerlerine acımasızca saldırdığına tanık olur Neruda. Böylesi bir ortamda, ”sanat sanat içindir” adı altında özetlenebilecek bir bireysel kaçışa yönelmeyecek kadar duyarlıdır Neruda.)
Bireysel deneyimlerini politikayla, tarihle, toplumla ve ulusla birleştirmesini bilen Neruda, aynı ilkelerle kaleme aldığı otobiyografisi Confieso que he vivido (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adlı kitabıyla, düzyazının ustalarından biri olduğunu da kanıtlayacaktır.
Latin-Amerika halkları Neruda’nın şiirlerini 1924 yılından beri sever ve bir çoğunu da ezbere bilirdi. Neruda’nın tanınmasına yol açan ikinci şiir kitabı olan Viente poemas de amor y una canción desesperada („Yirmi Sevda Şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü“) adlı kitaptır. Ne ki, Neruda’nın şairliği bir çok aşamalardan geçer üretken yaşamı boyunca. Neruda’nın kendisi de ilk şiir kitaplarındaki duygu-ağırlığının “yüreğin uysal ve hırçın çığlığı” için gerekli bir yanıt olduğunu kabul etmiştir. Fakat duyguların somuta kök salması da bir o kadar önemliydi ve 1933 yılında yayınlanan Residenca en la tierra (”Yeryüzünde Konaklama”) adlı yapıtıyla şiirinin köklerini yeryüzüne bağlar Neruda. ”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitabındaki şiirler ölüm korkusunun dile getirildiği melankolik şiirlerdi. Fakat 1937 yılında yayınlanan Espanã en el corazón (”Yürekteki İspanya”) adlı yapıtındaki şiirler radikal bir değişikliği imliyordu. ”Yürekteki İspanya”daki şiirler o denli somuttur ki, okurken kendinizi iç-savaş İspanya’sında bulursunuz. 10 bin dizelik başyapıtı Canto General (”Evrensel Türkü”) adlı yapıtındaki şiirler içinde aynı somutluktan söz edilebilir. Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
”Yeryüzünde Konaklama”, fethettiği yeni şiirsel alan yüzünden çağdaş şiirin önemli bir kilometre-taşı ve aynı zamanda Neruda şiirinde ben-şiirinin sonu olmuştur. Ozanlığındaki bu değişimin nedenlerini zamanın siyasi koşullarında aramak gerekiyor. 1936 yazında Franco’nun faşitleri genç bir cumhuriyet olan İspanya’ya saldırır. Şili’nin Madrid’deki konsolosu olan Neruda, halka karşı düzenlenen katliamları kendi gözleriyle görür. Aynı yılın Ağustos ayında yakın arkadaşı García Lorca, Granada kentinde öldürülür, bütün bir ülke Franco’ya karşı baş-kaldırmaya başlar. İspanya’daki demokrasiyi savunmak için bütün dünyadan gönüllü olarak büyük bir insan-akımı başlar İspanya’ya doğru. Ve tarihte eşine az rastlanır uluslararası sosyalist bir dayanışma, kavga-meydanında olduğu kadar yazı-masasında da kendini gösterir. Madrid’in kahramanca savunulması, Jarama-ırmağındaki kavga ve Uluslararası Tugay’ın Madrid’e gelişi, şair Neruda için dönüm noktası niteliğindedir. Halk katliamları yüzünden sonsuz üzüntü duyan Neruda, Cumhuriyetçiler’e katılır, aktif politikacı ve partizan olarak görev alır - ve bu yüzden de konsolos olarak Şili’ye dönmesi istenir. Kin ve başkaldırı sevginin gölgeli yüzü kadar etkili bir rol oynamak için sızar Neruda’nın şiirine. Savaş-dehşetinin ve kahramanlığının tam ortasında, 1937 yılında yazılan ”Yürekteki İspanya” (”España en el Corazon”) ’da burjuva-şairin sosyalist-şaire dönüştüğü gözlemlenir. (İspanya iç-savaşının acımasızlıklarına da tanık olur Neruda ve tanık olduğu bu acımasızlıklar Neruda’ya siyasal bir bilinç kazandırır ve Neruda komünist olur) . Yabanıl ve hassas dizeler şiddetin, yıkımın ve umutsuzluğun kara görüntüsünü sergiler: ”Kırık ve kekre bir öğün yemek rahip için \ demir-artıklarından, külden, gözyaşlarından \ bir yeraltı öğünü, iç-çekişlerden ve yıkılan duvarlardan, \ bir öğün yemek rahip için, Almería’nın kanıyla pişirilmiş.”. Olanca sesiyle bağırır Neruda: ”Gel ve gör kanı caddelerde, \ gel ve gör \ kanı caddelerde, \ gel ve gör kanı \ caddelerde! ”. Ve bir çağrı akar gider dizeler arasından: ”Başlamak için, temiz ve \ kırgın güle, gökyüzünün \ ve havanın ve toprağın kaynağına - patlayan şarkı \ söyleme isteğine, kudretli bir şarkının \ dileğine, savaşı ve çıplak kanı \ toplayan bir metale. \ İspanya, süs değil, bir kadeh, \ ama ezilmiş taş ve karşı konulmuş \ buğdayın şefkati, ateşteki deri ve hayvan. \\ Yarın, bugün, adımlarında \ bir sessizlik, garip bir cazibe gibi \ umuttan bir şaşırtı: bir ışık, bir ay, \ harap edilmiş ay, elden ele bir ay, \ candan cana. \ Doğum anası, \ pekişmiş yulafın yumruğu, \ kahramanların kuru ve kanlı gezegeni.”. İnsancıllık ve sonsuz insan sevgisi Neruda’nın şiirinde kök salmak amacıyla gelip kurulmuştur.
Şiirsel çalışmasının yanı sıra İspanya’lı politik mültecileri Fransa’ya geçirmek için seferber olmuştur Neruda, ve masraflarını Şili hükümetinin karşıladığı ”Winnipeg” adlı gemiyle 3000 mülteciyi Şili’ye getirmiştir. Şair arkadaşı Miguel Hernández’in 1938 yılında faşistler tarafından hapse konulması üzerine, geride kalan karısı ve çocuklarına ekonomik yardımda bulunmuştur. Dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen büyük dayanışma-toplantılarına aktif olarak katılmıştır. Neruda, Paul Eluard, Louis Aragon’un da içlerinde bulunduğu şairlerin şiir okuduğu Paris’teki halk-toplantıları özellikle ünlüdür.
Indegenismo-hareketi (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) , yakın zamanlarda özellikle And-dağı ülkelerinin politik ve kültürel hayatında önemli bir rol oynadı. Neruda’nın 2. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı ve Latin Amerika’daki değişik dergilerde yayınladığı bir çok şiirde görülebilir bu hareket. İnkalardan kalan eski yıkıntı, Peru’daki And-dağlarının yükseklerinde kurulu bulunan Macchu Picchu’yu ziyaret etmek Neruda’nın şiirsel yorumlayışı için bir dönüm noktası olur. Amerika kıtasının her yanında gördüğü sefaleti ve politik barbarlığı, şimdilerde yıkıntıya dönüşmüş İnkaların geçmiş ve büyük uygarlığıyla aynı anda vererek gözler önüne serer Neruda. Bu yıllarda Latin Amerika’nın doğal ve tarihsel geleceği büyük bir şiir-yapıtı olarak büyümeye başlar.
1945 yılında Komünist Parti’nin adayı olarak milletvekili seçilir Neruda. Ve yeniden dış etkenlerin oluşturduğu koşullar Neruda’nın şiiri üzerinde önemli bir rol oynamaya başlayacak: 1946 yılında Gonzáles Videla’nın komünist oylarla devlet-başkanı olması ve seçimden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen baskı sonucu Şili Komünist Partisi’ni yasaklaması ve ”memleketin kurtuluşu için” uygulamaya koyduğu yasalar, sosyalistlerin kovuşturmaya uğrayacağı yolunda işaretler vermeye başlar. Neruda’nın İsla Negra’daki evi ateşe verilir, ve hakkında tutuklanma kararı çıkarılır. Yoksul işçilerin ve köylülerin yardımıyla Videla’nın jandarma ve polisinden yakasını kurtarabilir Neruda. Ve at sırtında, And-dağları arasındaki zorlu bir yolculuktan sonra, Şili’den kaçmayı başarır. Bu yolculuk sırasında başyapıtını tamamlamak için çalışmaya başlar. Başlangıçta ”Şili’nin Büyük Türküsü” adını taşıyan yapıt, daha sonra uluslararası bir boyut kazanıp, büyüyerek ”Evrensel Türkü”yü oluşturdu: ”Tanrı’nın günü yedi sekiz saat çalışıyordum. Amerika tarihinin derinliklerine doğru indikçe bilgilerimin yetersizliğini gördüm. Kaçak yaşıyor, oradan oraya sığınıyordum; yanımda kitap falan yoktu. Ne güzel rastlantılardır ki nerede konuk edildiysem orada gereksinim duyduğum kitapları buluverdim. Bitirdiğim sayfaları hemen çoğaltıp saklasınlar diye bir yerlere ulaştırıyor, bir nüshasını da yanıma alıyordum. Polisin eline geçseydim bütün çalışmam yok olur giderdi çünkü. Yapıtımın iyice olgunlaştığına karar verince yurdumdan ayrıldım. Ne eşya vardı yanımda ne de çamaşır. Yalnız kitabımın müsvetteleri, iki şişe de şarap.”[”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabından]
”Canto General”, Türkçe adıyla ”Evrensel Türkü” (”Büyük Türkü” ya da ”Genel Türkü” olarak da çevrilebilir) ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. ”Evrensel Türkü” ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir Neruda: “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der Neruda. Aynı yıl Şili Komünist Partisi, yapıt Şili’de yasak olduğu halde, Neruda’nın arkadaşı ressam José Venturelli’nin resimleriyle birlikte korsan bir baskısını yayınlar Evrensel Türkü’nün. Neruda’nın adı asıl şimdi yayılır bütün dünyaya. Edebiyat çevrelerinde, özellikle Neruda’nın politik çalışmaları ve alışılmadık dili ve imgeleri hakkında tartışmalar düzenlenir. Asıl önemli olan olgu ise, Neruda-şiirinin yoksul insanlar tarafından okunmaya başlanmasıdır, ki Neruda şiirleri özellikle yoksul insanları anlatır ve Onlar için yazılmıştır. Okul yüzü görmemiş, okuma-yazma bilmeyen yoksul insanlar Neruda’yı ve şiirini tanımaya başlamışlardır.
Sonraki yıllarda Çin’de, Doğu Avrupa’da ve Lenin Barış Ödülü’ne değer bulunduğu Sovyetler Birliği’nde övülmüştür Neruda. Latin Amerika’da yaptığı gezilerde halkın şiirlerini ne ölçüde bağrına bastığını gözlemlemiştir. Çok önemli bir olay gerçekleşmiştir böylece: Lirik bir şair, kapalı edebiyat çemberini kırarak Halk’a ulaşmıştır. Yapıt bir çok insanın hayatında önemli bir rol oynamıştır: Sözgelimi, Ernesto ”Che” Guevara’nın ”Evrensel Türkü”yü çok sevdiği ve her zaman yanında bulundurduğu bilinmektir.
Latin Amerika’dan, dünyadan insan manzaralarıdır 10 bin dizelik ”Evrensel Türkü”. Nâzım Hikmet’in ”Memleketimden İnsan Manzaraları”na benzetilebilir bir çok yönden. Çok büyük bir şiirin, bir ırmak gibi durmaksızın akması, adı anılan iki yapıtın da ortak özellikleri olarak söylenebilir.
Toplamı 327 şiir olan 15 kitaptan oluşur Evrensel Türkü. Bu bölümler sırasıyla şöyledir:
I.) Yeryüzündeki Lamba (La lámpara en la tierra) II.) Macchu Picchu’nun Dorukları (Alturas de Macchu Picchu) III.) Kaşifler (Los Conquistadores) IV.) Kurtarıcılar (Los Libertadores) V.) Aldatılmış Kum (La arena traicionada) VI.) Amerika, Anmam Adını Boş Yere (América, no invoco tu nombre en vano) VII.) Şili’nin Evrensel Türküsü (Canto general de Chile) VIII.) Dünyanın Adı Juan (La tierra se llama Juan) IX.) Ağaç-yarıcı, Uyan! (Que despierte el leñador) X.) Sığınmacı (El fugitivo) XI.) Punitaqui’nin Çiçekleri (Los flores de Punitaqui) XII.) Türkünün Irmakları (Los rios del canto) XIII.) Karanlıktaki Memleketime Yeni-yıl Armağanı (Coral de ano nuevo para la patria en tinieblas) XIV.) Büyük Okyanus (El gran océana) XV.) Ben (Yo soy)
“Evrensel Türkü”de Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü”den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü”nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü”den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir.
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü”den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin: >>Her şeyi anlatmalıyım, / ver bana / her günkü kavgayı, / bu benim şarkımdır çünkü,ve gideceğiz o zaman birlikte, / yan yana, / bütün insanlar / birleşmiş benim şarkımda: / bütün insanların söylediği / göze görünmeyen insanın şarkısı<< (”Göze Görünmeyen İnsan” adlı şiirden, “Temel Ağıtlar”, 1954) . Neruda’nın bu tür şiirleri, Odas elementales (“Temel Ağıtlar”) ile Memorial de Isla Negra (“Kara Ada Anıları”) adlı kitaplarında toplanmıştır.
1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Pablo Neruda, Şili’deki askeri darbeden 11 gün sonra, 23 Eylül 1973 tarihinde öldü. Ölümsüz şiirleriyle hâlâ yaşıyor Neruda.
Not: Bu yazıda kullanılan şiirlerin hepsi İsmail Aksoy tarafından çevrilmiştir.
LATİN AMERİKA EDEBİYATININ ATARDAMARLARI YA DA LATİN AMERİKA’DAN YAZAR MANZARALARI
300 yıllık vahşet dolu bir koloni döneminden sonra, 1822 yılında Latin Amerika’nın bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaşma yolunda ilk adımları attı; ve 1830’lu yıllar boyunca bağımsızlıklarını kazanan devletler, kendi devlet yapılarını oluşturmaya başladılar. Bağımsızlık kazanıldıktan bir sonraki aşama, ulusal meclislerin toplanması ve sosyal reformların yapılmasıydı (ki bu durum özellikle, Arjantin ve Brezilya için çok önemliydi) . Bu dönemde Latin Amerika’da yürürlükte olan sistem, toprak ağalarının egemen olduğu feodal bir düzendi ki, bu statüko, kilise ve ordu tarafından destekleniyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra feodal düzenin yerini, liberal ticaret ile endüstri-burjuvazisi ve daha sonraları da o dönemlerde yeni yeni filizlenmekte olan işçi-hareketi ile köleliğin kaldırılması sonucu (ki Brezilya’da bu 1888 yılında gerçekleşiyor) beyaz-, kara- ve kızılderililer arasında hızla gerçekleşen bir ırk-karışımı gerçekleşiyor. Dönemin zincirleme olayları olan iç savaşlar, sosyal huzursuzluklar ve kıta devletleri arasında gerçekleşen savaşlar, sözcüğün en somut anlamıyla, edebiyata da damgasını vurmuştur. Bir çok yazar, savaşlar boyunca devrimci bir bilinç kazanmış, bazıları politikaya atılmış, bazıları subay ya da gazeteci olarak çalışmışlardır. Bir çok yazar, ya hapiste ya da sürgünde yazmak zorunda kalmışlar, bazıları da, yeni kurulan cumhuriyetlerde pedagog ya da müsteşar gibi görevler üstlenmiştir. Özellikle, diplomat olarak bir çok yazar ve aydın, kıta kültürünün yaygınlaştırılması açısından büyük önem kazanmıştır.
1819-1821 yılları arası, Venezuella’lı özgürlük kahramanı Simón Bolívar, Latin Amerika’nın İspanyol kolonicilerinden koparak bağımsızlık elde etmesinin son etabını koşuyordu Kolombiya’nın, Ekvator’un ve Venezuella’nın fethedilmesi ve Bolívar’ın başkan olduğu Büyük Kolombiya’nın kurulması sırasında. Böylelikle, Küba ve Puerto Rico dışında, İspanya’ya bağlı bütün Güney ve Orta-Amerika bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Portekiz’e bağlı Brezilya’nın 1822 yılında bağımsızlığa kavuşması ise, diğer Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuşmasından daha kolay ve kansız olmuştur. Brezilya’nın bağımsızlığına ulaşması ve ülkenin Brezilya Krallığı olarak ilân edilerek tanınmasının nedeni ülkenin ilk kralı olan 1. Pedro’nun, Portekiz Kralı’nın oğlu olması yüzündendir.
1830 yılında, Büyük Kolombiya’nın parçalanmasıyla birlikte, Venezuella ve Ekvator bağımsızlıklarına kavuştular. 1823 yılından itibaren bir birlik oluşturan Orta Amerika devletleri, 1839 yılında ayrılarak, Orta Amerika’nın bugünkü statükosunu oluşturdular. 1821 yılında İspanya’dan bağımsızlığını ilân eden Dominik Cumhuriyeti, Haiti ile, adanın öteki tarafında bir birlik oluşturdu. Dominik Cumhuriyeti 1844 ve 1865 yıllarında iki kez bağımsızlığını elde etti. Bu ülkenin bağımsızlık denemeleri çok uzun sürmedi, değil mi ki 1905’lerden bu yana ülke büyük ölçüde ABD’nin şiddetli dominansı ve etkisi ve hatta zaman zaman işgali altında kalmıştır. 1898 yılındaki İspanyol-Amerikan savaşıyla, ABD yalnızca Puerto Rico’yu eline geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Küba adasının da 1902 yılında bağımsızlığını elde etmesine vesile oldu. Latin Amerika’daki (Guyana ve Karibya Denizi çevresindeki) en son koloniler de bağımsızlıklarına 1962-1967 yılları arasında kavuştular. (Bu koloniler İngiltere, Fransa ve Hollanda’ya aitti.)
Ne ki, yeni kurulan cumhuriyetleri bir arada tutabilmek oldukça zordu. Bu zorluk ülkelerin büyüklüğü oranında artıyordu. Meksika 1836 yılında Texas’ı Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakmak zorunda kaldı ve ardından gelen savaş neticesinde altı bölge daha kazanacaktı ABD’nin yıldızlı bayrağı Meksika’dan. Arjantin ve Brezilya komşu Paraguay’la 1860’lar ve 1870’ler boyunca savaştaydı. Üstelik, bu ülkelerde bir iç savaş durumu da yaşanıyordu.
Arjantin, 1819’dan ulusal-devlet olduğu 1860 yılına kadar iç savaşlar ve politik huzursuzluklarla çalkalanıyordu. Diktatör Rosa’nın 1829-1852 yılları arasındaki korku-rejimi ülke tarihinin en dikkat çekici bölümünü oluşturur.
Brezilya’daysa 1834 yılında kabul edilen bir yeni anayasa bölgelere geniş bir otonomi verdiyse de, bir kıta kadar büyük olan ülkedeki yöresel ve sosyal çelişkilerin arasında kaynayıp gitti bu otonomi. 1880’lerde bazı bölgeler ve bir grup toprak-ağası krala ve merkezi yönetime karşı başkaldırdı, ki bunun neticesinde Brezilya’da köleliğin 1888 yılında kaldırılmasının yanı sıra, yeni bir devrim dalgasının sonrasında, 1889 yılında Brezilya bir cumhuriyet olarak ilan edildi. 1896 yılında Bahia bölgesindeki Canudos kentinde büyük bir halk isyanı izledi bu gelişmeleri.
Latin-Amerika’da sınırlar 1839 yılında çizilmiş olsa bile, ulusal ve sosyal devrimler bir kaç kuşak boyunca böylesi bir seyir izlemiştir. Aynı zaman kesiti içerisinde kültürel ve dilsel bir devrimden de söz edilebilir Latin Amerika’da. Sözgelimi Brezilya’da konuşulan Portekiz dili, çok uluslu toplulukların getirdiği Afrika dilleri ve Kızılderili kültürleriyle birleşerek Brezilya dilini oluşturdu. Bu durumun kültürlü Brezilya’lılarca kabullenilebilmesi ancak bir kaç kuşak sonra mümkün olabilmiştir.
Arjantin’de ancak 40 yıllık kanlı savaşlardan sonradır ki diktatör Don Juan Manuel de Rosa’nın dolaylı etkisiyle edebiyat etkinlikleri hız kazandı: 1829-1852 yılları arasında süren terör-rejimi ülke entelijansiyasını sürgüne gönderdi, ki bunun doğal bir sonucu olarak da, romantik şiir ve eleştiri, politik mücadeleyle yan yana sürdü. Esteban Echevarría (1805-1851) Fransa’dan döndü ve aralarında 1837 yılında yayınlanan epik şiiri la Cautiva (Tutsak) ’ı ve Uruguay’a kaçmadan önce Hıristiyan Sosyalizmi savunan makaleleri yayınlandı. José Mármol (1817-1871) ilk şiirlerini duvarlara yazıyordu Rosa’nın hapishanelerinde ve Montevideo’da 1851 yılında yayınlanan romanı Amalia’da trajik ve romantik bir aşkın diktatörün gizli polisince yıkılışını serer gözler önüne Mármol. Rosa’nın devrilişinden sonra ülkesinin Washington büyükelçisi ve 1868 yılından sonra da devlet başkanı olan (pedagog) Domingo Faustino Sarmiento (1811-1888) kuşkusuz ki en çarpıcı direniş edebiyatını yaratmıştır. Sarmiento, 1845 yılında Santiago’da yayınlanacak olan Civilización y barbarie (Uygarlık ve Barbarlık) adlı yapıtında kullanacağı politik, tarihsel, antropolojik ve mitolojik gözlemlerini Şili’de sürgün yıllarında toplamıştır. Adı anılan yapıttaki yazılar halkçı lider Juan Facundo Quiroga’nın bir biyografisini, O’nun diktatör Rosa’ya karşı savaşımını anlatan bir tarihi oluşturur. Quiroga, yerli kanı taşıyan biri olduğu ve diktatör Rosa ise Avrupa ”kültürü” kıyılarından geldiği için, aralarındaki kamp ülke yabanıllığıyla ithal edilmiş (ve sapkınlaştırılmış) uygarlık arasında geçen bir savaş olarak ön plana çıkmıştır. Gaucho-lideri Quiroga (ki bu tipleme bohem, serseri ve cowboy özelliklerini aynı anda barındıran bir Arjantin’lidir) Sarmiento’nun yapıtında ülke insanının çabalamasını yansıtır. Fakat çok geçmeden bu gaucho-tiplemesi devrim-lideri Hilario Ascasubi’nin 1872 yılında yazılmış, mülteci Paulino Lucero hakkındaki şarkısında edebî bir övgüye tutulur. 1834-1886 yılları arası yaşamış yazar ve dergi-yayımcısı José Hernández’in El gaucho Martín Fierro adlı şiiriyle iyice yaygınlaşır bu gaucho-tiplemesi. Hernández’in şiirindeki kahraman yasal haklarından mahrum bırakılmış bir asker ve bir payador (gezgin şair) ’dir. Bu gezgin özgürlüğü gitarıyla birlikte, endüstrileşmenin zorunlu çalışma ve gecekondularla yozlaştıramadığı taşrada, yerlilerin arasında dolaşarak bulur. Hernández’in eşkiya-romanı ile kahramanlık-şiiri arasında gezinen bu renkli yapıtı, geniş bir publikumu ilk kez sözel bir şekilde buldu. Bu yapıt, ağızdan ağıza söylenerek ve ezberlenerek yayıldı, ve o zamandan bu yana şiir Arjantin’in ulusal destanı gibi bir statü elde etti, ki bu destan halk-kültürü ve sıla-şiirinin kaynaştığı bir destandır.
Latin-Amerika’nın doğal ve insansal renkli imgeleri düzyazıya uyarlandı, ve böylelikle yerel bir roman ortaya çıktı. Kıta’nın ilk kadın yazarlarından Peru’lu yazar Clorinda Matto de Turner (1854-1909) yerli çevreyi anlatan ilk romanı yazdı: Aves sin nido (Yuvasız Kuşlar, 1889) . Matto de Turner bu romanında yerlilerin ilkelliklerinin övgüsünü kilise karşıtı görüşleriyle baharatlayarak aktarır. Başka yazarlarsa, sözgelimi Şili’li diplomat Alberto Blest Gana (1830-1920) ve Luis Orrego Luco (1866-1948) ve Brezilya’lı gazeteci ve diplomat Alluísio de Azevedo (1857-1913) , Avrupa (özellikle Balzac ve Galdós) ayarında çağdaş bir realizm yaratmaya çalıştılar, bağımsızlık-savaşı, çağdaşlaşma ve sınıflı-toplumu ele alan roman ve ırmak-romanlarla. Fakat Latin-Amerika’da romantizmin kökleri daha güçlüydü realizmden. 1837-1895 yılları arasında yaşamış Kolombiya’lı yazar Jorge Isaacs’ın ve Latin-Amerika’nın en ünlü romantik romanı olan ve konusu tensel ve ruhsal aşk arasındaki ilişki olan ve anasız babasız María’yı konu edinen aynı isimli romanda yaşar gider bu romantizm.
Romantik gelenekler aynı zamanda modernist biçimlerin yolunu da genişletti. Latin-Amerika edebiyatındaki modernistlerin ilk öncüleri iki gazeteci oldu: sürgünde yaşayan Küba’lı edebiyat ve toplum-eleştirmeni, şair José Martí (1853-1895) ile Nikaragua’lı yazar Rubén Darío (1867-1916) . Martí ve Darío 1880’lerin yeni şair-kuşağının öncüleri oldular. Darío’nun şiir-kitapları Azul (Mavi, 1888) , Prosas profanes (Laik Düzyazılar, 1896) ve Cantos de vida y esperanza (Hayat Ve Umut Şarkıları, 1905) uyak ve ölçü kullanımı göz önünde tutulursa bir devrim olarak nitelendirilebilir. Darío, bu yeni biçime modernismo (çağdaşlık) adını verdi. [Darío, ilk şiirlerini daha 13 yaşındayken yayınlamaya başladı, ve 17 yaşındayken Managua’daki ulusal kitaplıkta ve 19 yaşındayken Şili’de gazeteci olarak çalıştı. 1898’lerden sonra Darío, bir Arjantin gazetesi olan La Nación (Ulus) gazetesinin Madrid muhabiri oldu, ve 1913 yılından sonra Mallorca adasında yaşamaya başladı. Fakat aşırı alkol tüketimi Darío’nun sağlığını oldukça bozmuştu ve 1916 yılında acı dolu bir yolculuktan sonra Nikaragua’ya geldiğinde, 49 yaşında öldü.]
Darío, yenilikçi bir şair olarak büyük bir etkinlik alanı sağladı ve Buenos Aires ve Madrid edebiyat çevrelerinde odak noktası oldu. Darío sayesindedir ki Latin-Amerika edebiyatı kendi sesine kavuşmuştur. Gene Darío sayesindedir ki, 1890’ların İspanyol şair-kuşağı Fransız parnasistlerinin farkına varmış ve kendi modernismolarını yaratmışlardır. [Darío’nun yüzü suyu hürmetinedir Verlaine ve diğer Fransız sembolistlerinin tanınması ve bu sayede İspanyol modernismo’sunun oluşumu. İspanyol modernistlerinin en başarılı ismi 1875-1939 yılları arasında yaşamış, ve büyük başarısını 1902 yılında yayınlanan Soledades (Ağıtlar) ile kazanan çevirmen ve öğretmen Antonino Machado’dur.]
Her ikisi de devrimci yazarlar olarak edebiyat yaşamına atılmış olan Arjantin’li Leopoldo Lugones (1874-1938) ile Peru’lu José Santos Chocano (1875-1934) , Darío’da gördüğümüz fin-de-siècle-stil’e oranla daha bir amerikan ton kullanarak ve hem Walt Whitman’dan hem de gaucho-şiirden esinlenerek bir sonraki kuşak şairlerin farkını imliyor. Yeni dünyadaki halk-yaşantısının ve doğanın dramatik parıltısı kendisine özgü bir izm’e de isim verdi böylece: mundonovismo (yeni-dünyacılık) .
Brezilya’da indianismo (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) hareketinin yeşerdiğini görmekteyiz. Edebiyatta yerli çevrelere ve ”yerli ruhu”na sahip çıkılmasını Walter Scott, Cooper ve özellikle de Chateaubriand’dan etkilenmiş romantik şairler Gonçalves de Magalhães (1811-1882) , Antônino Gonçalves Dias (1823-1864) ile politikacı ve roman-yazarı José Martiniano de Alencar (1829-1877) ’de gözlemlemekteyiz. Adı anılan Latin-Amerika’lı yazarlar bu romantizmlerini ulusal ve demokratik amaçlarla uyum sağlayarak vermişlerdir. Fransız edebiyatı edebî idollar sunmaya devam etmektedir: Victor Hugo ulusal-romantizme, parnasistler 1870’lerin şairlerine, ve sembolizm ise 1890’larda Afonso da Costa Guimarães (1870-1921) ile başlayan aristokratik şiirine.
Brezilya’daki bir çok din, kültür ve dil arasındaki kontrastların ilk büyük ayırt-edicisi ve deyim yerindeyse turnusol kağıdı işlevini gören yazar Joaquim Maria Machado de Assis 1839-1908 yılları arasında yaşamıştır. Bir melez olan Assis şaşırtıcı bir kariyer yapmıştır: tipografçılıktan gazeteciliğe ve oradan da Brezilya Akademisi’nin ilk başkanlığına. Assis’in bir çok romanının konusu sosyal yükselişler ve bunun bedelleridir. Assis’in psikolojik çalışmaları ilk anda 1800’lü yılları gerçekçiliğine oranla 1700’lü yılların filozofik kısa-düzyasına demir atmış gibi görünse de, gerçekte Assis modernist-deneysel bir yöne doğru ilerlemiştir. Memórias póstumas de Brás Cuba (Brás Cuba’nın Bulunmuş Anıları, 1880) ironik kutuplar arasında dolanır durur, değil mi ki 1800’lü yılların ölmüş olduğunu ısrarla söyleyen biricik roman-anlatıcısıdır Brás Cuba. Assis’in erotik fingirdeşmelerle, anlamsız etkinliklerle ve gönülsüz hırslarıyla dolu yüzeysel yaşamına yönelen bu anlatı, olağanüstü ve düalist bir boyut vermektedir ayrıca. Assis’in bu ve diğer anlatılarında gülünç öğelerin trajediden nerede ayrıldığını söyleyebilmek oldukça güç. Fakat kesin olan bir şey var Assis’in romanlarında: Emin olamama ve ironi. Assis, insanlığın sosyal roller ve bilincin iflâh olmaz akılsızlığı arasındaki parçalanmışlığını izleyen hayal kırıklığına uğramış bir anlatıcıdır.
Yüzyıl sonlarının bir başka büyük yazarı Euclydes da Cunha 1866-1909 yılları arasında yaşamış ve yalnızca tek bir yazınsal yapıt üretmiştir: ”Os Sertões” (”Arka zemin”) . Ne ki, büyük bir etki yaratmıştır gene de Euclydes da Cunha. 1896 yılında São Paolo’da çıkmakta olan bir gazete, doğu eyaleti olan Bahia’nın Canudos bölgesinde çıkan bir halk ayaklanması hakkında bir yazı dizisi yazması için görevlendirir da Cunha’yı. Euclydes da Cunha’nın ”Arka zemin” adlı yapıtı, gerçek olaylara dayanarak, halk önderi Antônio Conselheiro’nun bir çok gerillayla birlikte, kırsal araziye çekilmesi ve orada hükümet güçleriyle çarpışmasını anlatmaktadır. Hükümet güçlerinin başarısız saldırısından sonra, Antônio ve gerillalar, vatan haini ilân edilir ve idam edilmeleri için ferman çıkarılır. Euclydes da Cunha’nın hükümet güçlerinin devinimlerini adım adım anlattığı yapıtta, bölgenin coğrafyası, jeolojik yapısı, tarihi ve folkloru da okurun gözleri önüne serilir. Kuşkusuz, çarpışan gerillalar hep odak noktasındadır yapıtın. Kitabın başlığı ”arka zemin”, Avrupa’nın uygar kıyılarından çok uzakta olan bir kara parçasını imlemektedir. Euclydes da Cunha, tıpkı Arjantin’li öncülü Sarmiento gibi kesin topografik bilgilerle fantaziyi harmanlamaktadır ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) adlı yapıtında. Yapıtın özünü oluşturan mitolojik karşıtlıklar yerli halk ile ”uygar efendiler” arasındaki çelişkilerle özetlenebilir. Bu çelişkiler, arka zeminde yer alan kara-parçasıyla deniz, köyle kent, karanlıkla ışık ve kapalılıkla açılım arasındaki çelişkilerdir. Euclydes da Cunha’nın belgesel romanında şaşırtıcı olan şey, detayların zenginliği değil, fakat zamanı geldiğinde çelişkilerin yer değiştirmesidir: Yabanıl olarak adlandırılan yerli halka karşı, uygarlığın bütün nimetlerinden, dualarından ve -en önemlisi- silahlarından yararlanan hükümet güçleri, kana susamış barbarlar olarak çıkıyor karşımıza. Bu çağdaş gerçeklik, dünya edebiyatının başka yapıtlarıyla -sözgelimi İngiliz yazar Joseph Conrad’ın romanlarıyla- ve dünya savaşlarıyla tekrar tekrar kanıtlanmıştır. Euclydes da Cunha’nın yapıtı o denli ses getirmiştir ki, ”uygar efendiler” Euclydes da Cunha’nın 1909 yılında öldürülmesine karar vermişler ve Euclydes da Cunha 43 yaşındayken bir suikasta kurban gitmiştir, fakat ”Arka zemin” adlı yapıtı bir ulusal destan olarak yaşamını sürdürmektedir. Euclydes da Cunha’nın ”Arka zemin” adlı yapıtı hem yerel sıla-şiiri için, hem de modern ”büyülü gerçekçilik” için bir örnek olacaktır.
İspanyol eleştirmen Ortega y Gasset, 1925 yılında yayınladığı La deshumanización del arte (”İnsanın Sanattan Kovuluşu”) adlı denemesinde sanatın yeni gelişmesini karakterize etmeye çalışır. Ortega y Gasset’e göre, eğer sanat insandan arınır bir konuma gelirse, bunun nedeni insanın özel duygulanımlarını -deyim yerindeyse- beceriksiz elini sanatın gözüne gözüne sokması yüzündendir, çünkü »insanın bittiği yerde başlar şair« Ortega y Gasset’e göre. İnsansı perspektif yüzünden, doğa resimlerinde bile yıkıcı bir şeyler bulunur Ortega y Gasset’e göre. Bu yüzden, Ortega y Gasset’e göre, yalnızca kendi kurallarının geçerli olacağı ve hak ettiği yere gelmelidir sanat. Ne ki “doğanın bir kopyası olmayan, fakat gene de kendi ölçülerine göre anlamlı bir şeyler kurabilmek, gizli bir devinim gerektirir” görüşlerini de savunur Ortega y Gasset. İşte bu görüşlerin etkisiyle, 1920’lerin ve 1930’ların İspanya’sı şiir alanındaki gizli devinimlerle çalkalanıyordu. Ortega y Gasset’nin istediğinin tersine, tümüyle uzaklaşmadı bu şiir akımları insanlıktan. Fakat insanın sanat içerisindeki yerini alt-üst etmeye başladı bu şiir-akımları. Bu şiir-akımları içerisinde 1927 şairler-kuşağı (Latin-Amerika şiirine de etki yapacak) önemli bir şairler kuşağı olarak anılabilir. Özellikle Şili’li şair Pablo Neruda üzerinde görülecektir 1927 şairler-kuşağının etkileri.
1933-1934 yıllarında İspanyol şair Federico García Lorca Buenos Aires’te tiyatro yönetmeni olarak çalışmaktadır. (Lorca, burada kendi yazdığı oyunlarını yönetmektedir.) . Buenos Aires’teki PEN-kulübünde Şili’li şair Pablo Neruda ile karşılaşır Lorca. Bu sıralar, Pablo Neruda, diplomat olarak çalışmak üzere Avrupa yolcusudur. Önce Madrid’te, sonra Paris’te Şili büyükelçiliklerinde görev alacaktır Neruda. İspanya’da Rafael Alberti ve Vicente Aleixandre ile, Paris’te de César Vallejo ile tanışır Neruda. İspanya iç-savaşının acımasızlıklarına da tanık olur Neruda ve tanık olduğu bu acımasızlıklar Neruda’ya siyasal bir bilinç kazandırır ve Neruda komünist olur. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla birlikte dünya çapında tanınır Neruda ve diktatör Pinochet’in 11 Eylül 1973 günü gerçekleştirdiği kanlı darbeden bir kaç gün sonra hayata gözlerini yumar Neruda.
Latin-Amerika halkları Neruda’nın şiirlerini 1924 yılından beri sever ve bir çoğunu da ezbere bilirdi. Neruda’nın tanınmasına yol açan ikinci şiir kitabı olan Viente poemas de amor y una canción desesperada („Yirmi Sevda Şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü“) adlı kitaptır. Ne ki, Neruda’nın şairliği bir çok aşamalardan geçer üretken yaşamı boyunca. Neruda’nın kendisi de ilk şiir kitaplarındaki duygu-ağırlığının “yüreğin uysal ve hırçın çığlığı” için gerekli bir yanıt olduğunu kabul etmiştir. Fakat duyguların somuta kök salması da bir o kadar önemliydi ve 1933 yılında yayınlanan Residenca en la tierra (”Yeryüzünde Konaklama”) adlı yapıtıyla şiirinin köklerini yeryüzüne bağlar Neruda. ”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitabındaki şiirler ölüm korkusunun dile getirildiği melankolik şiirlerdi. Fakat 1937 yılında yayınlanan Espanã en el corazón (”Yürekteki İspanya”) adlı yapıtındaki şiirler radikal bir değişikliği imliyordu. ”Yürekteki İspanya” ’daki şiirler o denli somuttur ki, okurken ister istemez kendinizi iç-savaş İspanya’sında bulursunuz. 10 bin dizelik başyapıtı Canto General (”Evrensel Türkü”) adlı yapıtındaki şiirler içinde aynı somutluktan söz edilebilir. Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
Canto General (”Evrensel Türkü”) toplam 327 şiirin toplandığı 15 kitaptan oluşmaktadır. Bu dev yapıtında Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“ ‘nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü” ’den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü“ ‘nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü” ’den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir ”Evrensel Türkü” ’den bestelediği şiirleri.
Neruda’nın şiir-estetiği, 1935 yılında İspanya’da oluşmaya başlamıştır. Bu estetiği kısaca ”saf-olmayan şiir” adı altında özetleyebiliriz, değil mi ki gerçekle kurulan iletişim sonucunda her şey gibi şiir de kirlenmektedir. (İspanya iç-savaşında faşistlerin insanlığın tüm değerlerine acımasızca saldırdığına tanık olur Neruda. Böylesi bir ortamda, ”sanat sanat içindir” adı altında özetlenebilecek bir bireysel kaçışa yönelmeyecek kadar duyarlıdır Neruda.)
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü” ’den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin. Neruda’nın bu tür şiirleri, Odas elementales (Temel Ağıtlar) ile Memorial de Isla Negra (Kara Ada Anıları) adlı kitaplarında toplanmıştır. Bireysel deneyimlerini politikayla, tarihle, toplumla ve ulusla birleştirmesini bilen Neruda, aynı ilkelerle kaleme aldığı otobiyografisi Confieso que he vivido (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adlı kitabıyla, düzyazının ustalarından biri olduğunu da kanıtlayacaktır.
Neruda’nın öğretmenlerinden Gabriela Mistral (1889-1957) de Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış Şili’li bir şairdir. Gabriela Mistral, Neruda’dan 16 yıl önce, 1945 yılında kazanacaktır Nobel Edebiyat Ödülü’nü. Gabriela Mistral de, tıpkı öğrencisi Pablo Neruda gibi uluslararası etkinliklerde bulunmuş bir şairdir. (Mistral, daha sonra Birleşmiş Milletler olacak, Halklar-Topluluğu örgütünde çalışmaktaydı.)
Gabriela Mistral, doğum-adı ile Lucilla de Maria Godoy Alcayaga, 7 Nisan 1889’da Şili’nin kuzeyinde, Anddağı yamaçlarındaki Vicuna kasabasında doğar. Bir öğretmenin kızı olan Gabriela Mistral, 15 yaşından başlayarak hayatı boyunca öğretmenlik yapar. Daha sonra bakan ve devlet-başkanı olacak Pedro Aguirre Cerda ile 1910 yılında tanışır. Cerda daha sonraki yıllarda Mistral’e pedagoji alanında görevler verir. Mistral, 1918’den 1920 yılına kadar Şili’nin güneyindeki Punta Arenas’da öğretmenlik yapar. 1914 yılından başlayarak bir çok dergide şiirleri yayınlanır Mistral’in. (1914 yılında Juegos Florales Ödülü’nü kazanır.) . Bu şiirler 1922 yılında yayınlanan ”Umutsuzluk” (”Decolación”) adlı kitabında toplanır. 1923 yılında ilk Meksika yolculuğunu bir pedagoji konferansına katılmak amacıyla yapar Mistral. 1924 yılında, ikinci kitabı ”Şefkat” (”Ternura”) yayınlanır. Bundan sonra ülkesinin kültür-ataşesi olarak Latin Amerika’ya, Kuzey Amerika’ya ve Avrupa’ya yolculuk eder. 1938 yılında üçüncü şiir kitabı ”Ormancılık” (”Tala”) ve 1954 yılında dördüncü şiir kitabı ”Üzüm-ezeceği” (”Lagar”) yayınlanır.
Latin Amerika’nın ”Tanrısal Gabriela” ’sı Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. ”Oğul şiiri” (”Poemas del hijo”) , şiirleri içerisinde en önemlisi (daha doğrusu baş-yapıtı) olarak kabul edilir. Bu şiirde insanı sar(s) an en önemli öğe, şiir boyunca akan o büyük tutkudur: Bir kadının en büyük ar-zusu sevdiği adamdan bir oğul doğurmaktır. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş bir kadının yaktığı ağıttır bu şiir. Acılı, tutkulu bir ağıt. Böylece başlar acı ve umutsuzluk tutkuyla akmaya Mistral’in karanlık şiiri boyunca. [Gabriela Mistral’in nişanlısının canına kıyması duygu yükü ağır basan, umutsuz ve karamsar şiirler yazmasına yol açar. ”Oğul şiiri” ’nin yer aldığı kitap ”Umutsuzluk” için Mistral şöyle demiştir: ”Bu acı kitabı dilerim Tanrım affeder.”].
Şili’li büyük ozan Pablo Neruda ”Confieso Que He Vivido” adlı anılarında (bu yapıt ”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir) şöyle bahsediyor Gabriela Mistral’den: >>...Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayında çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgârı dört gündür fevkalâde bir kızgınlıkla. Gece rüzgârın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi.Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgârlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selâmlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili’nin kar’ını.Şili’lisin sen. Halka değginsin sen! ...<<
Gabriela Mistral ana-dilini yetkinlikle kullanan bir şairdir. İspanyolca yazdığı yetkin dizelerin başka bir dilde verilemeyeceğini düşünüyordu Mistral. Bu yüzden uzun yıllar şiirlerinin çevrilmesine izin vermemiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da İspanyolca konuşulmayan ülkelerde uzun yıllar tanınması olanaklı olmadı Mistral’in.
1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Gabriela Mistral, ülkesi ve Unesco yararına uzun bir pedagoji ve kültür kariyerinden sonra, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair ve insan olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island’da (A.B.D.’nde) ölür.
Latin-Amerika ülkeleri arasında, şiirin en güçlü şairleri verdiği ülkedir Şili - özellikle iki savaş arasındaki dönemde Vicente Huidobro, Pablo Neruda ve Gabriela Mistral’le parlamıştı Şili şiiri Latin-Amerika edebiyatının bol yıldızlı gökyüzünde. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkezi bir noktaya gelen Şili’li şairlerden biri de, 1914 doğumlu Nicanor Parra’dır. Parra’nın 1954 yılında yayınlanan Poemas y antipoemas (Şiirler ve Karşı-şiirler) hayatın anlamsızlığını yansıtan ve katı edebî biçimlerle alay eden, ironik parodilerden oluşmaktadır. Politik açıdan Parra, ”nevî şahsına mahsus” biri olarak değerlendirilebilir, değil mi ki 1973 yılında Pinochet’nin yaptığı askeri darbeyi ve Pinochet’nin diktatörlüğünü kınamayan çok az entellektüelin arasında yer almaktadır Parra.
Latin-Amerika’nın şiirsel çiçeklenişi bu kadarla kalmıyor kuşkusuz. Bu büyük kıtanın şiirsel esini oldukça büyük. 1902-1989 yılları arasında yaşamış Küba’lı büyük şair Nicolás Guillén, Afrika ve İspanyol ezgilerini Küba şiiri potası içerisinde eriterek, hem ulusal hem de evrensel şiirler yaratmıştır. Ekvator’lu bir diplomat ve şair olan Jorge Carrera Andrade ise yazdığı şiirin düşüncesini Avrupa’lı gerçeküstücülerden devşiriyordu. 1903 doğumlu olan Andrade bir ara Şili’li şair Gabriela Mistral’in sekreterliğini de yapmıştır. Arjantin’li usta şair Ricardo Molinari (d. 1903) ise Borges’ten almıştı ilhâmını. Neruda kadar olmasa da, Molinari de melankolik ve nostaljik şiirlerinin bulunduğu Mundos de la madurgada (”Şafağın Dünyaları”) adlı yapıtında dikkatini ülkesinin doğasına çevirmişti. Molinari’nin ”Şafağın Dünyaları” adlı yapıtının en özgün yanını doğanın kişiselleştirilmesi oluşturuyordu. Meksika’daysa 1914 doğumlu diplomat ve şair Octavio Paz, eski çağların Aztek uygarlığından geriye kalmış şiirler aracılığıyla ülkesi ve ülkesinin tarihi konusunda yoğunlaşıyordu. Yeryüzünden bağlarını koparmadan metafizik yüksekliklerde de dolaşmaya cesaret edebiliyordu Octavio Paz. Şiirindeki dinsel arayış boyunca öte dünyaya açılan bir kapıyı aralık bırakırken, Paz’ın ulaştığı şey şiirin kendi gerçek nesnesidir. 1958 yılında yayınlanan baş-yapıtı La estación violenta (”Şiddetli Mevsim”) adlı şiir kitabı çelişkilerin ve karşıtlıkların bir arada bulunduğu bir toplam gibidir. Octavio Paz, 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.
Portekiz dili konuşulan Brezilya’daysa, São Paolo’da düzenlenen bir ”sanat-haftası”nda ön plana çıkan bazı genç şairler dolayısıyla 1922 yılında yeni bir şiir ortaya çıkar. Bu şiir hareketinin motoru konumundaki şair Mário de Andrade (1893-1945) ve Manuel Bandeira (1886-1968) bu yıllarda şiir dilinin yenilenmesinde önemli bir rol oynadılar. Fakat Jorge de Lima (1895-1953) ve Carlos Drummond de Andrade (1902-1987) adlı şairlerle birlikte Brezilya’nın uluslararası planda anılacak şairlere sahip olabildiğini söyleyebiliriz.
Tıpkı Neruda gibi, Peru’lu José María Arguedas (1911-1969) da kızılderili kültürünün çağdaş toplumlardaki konumu konusuyla ilgileniyordu. Peru’nun iç kesimlerinde yaşamakta olan quechua-kızılderilileri arasında geçmişti ilk gençliği Arguedas’-ın, onların dilini konuşuyordu İspanyolca öğrenmeden önce. Peru’nun gerçek tarihi ve kültürünün ifadesini kızılderililerin şarkılarında ve danslarında buluyordu Arguedas. (Toprak-ağalarının baskısı yüzünden kızılderili toplulukları kendilerini geliştirebilme olanağına kavuşamadı, ve ayrımcılık ulusun bölünmesine yol açarak, topluluğun ulus kimliğini bulmasını engelledi.)
Yüzyılımızda Latin-Amerika edebiyatının uğraştığı en önemli konulardan biri (belki de en önemlisi) kültürel bir kimliğin bulunması için yapılan uğraştır. Bu uğraş, 1800’lü yıllarda gerçekleşen bağımsızlık savaşlarının bir uzantısıdır. Fakat Latin-Amerika entellektüelleri kıtada gerçekleşen bağımsızlık savaşlarının ne ekonomik ne de kültürel anlamda tam olarak uygulanabildiğini düşünebilmektedir. Bu temanın en önemli öğelerini, Amerika ile Avrupa kıtaları arasındaki kültürel karşıtlıkları, Latin-Amerika ile ABD arasındaki ekonomik-politik çelişkiler, uygarlıkla barbarlık arasındaki mitsel karşıtlık (ki bu karşıtlık kültür ile doğa arasındaki karşıtlık olarak da söylenebilir) ve son olarak da zengin elitle yoksul kitle arasındaki çelişkiler ve uzlaşmazlıklar olarak dile getirilebilir. Yukarıda adı anılan çelişki ve uzlaşmazlıkların oluşturduğu doku, Latin-Amerika edebiyatını 1880’lerden 1990’lara kadar belirleyecektir.
İspanyol-Amerikan savaşının ortalarında, 1898 yılında Uruguay’lı yazar José Enrique Rodó (1871-1917) tarafından ele alındı Latin-Amerika edebiyatını belirleyen sorunlar. Shakespeare’in Tempest (”Fırtına”) adlı yapıtındaki hava-ruhu’nun adını verdiği ve 1900 yılında yayınlanan Ariel adlı denemesinde José Enrique Rodó, Caliban’ın şahsında sunulan kitlenin kaba kuvvetiyle ruhanî bir aristokrasi arasında bir birlik kurulmasını ister, ki bu ruhanî aristokrasi, kuzey Amerika’nın maddiyatçılığının tersine, Latin-Amerika’lı entellektüellerin idealizminden ve aydınlanmacı geleneğinden doğacaktır. Bu düşünce biçimi, arielismo adını almıştır ve bir çok nokta itibarıyla 1890’larda İskandinavya’daki kültür-radikalizmi çerçevesi içindeki ruhanî aristokrasizme benzemektedir.
1900’lerin başlarından itibaren Latin-Amerika’lı entellektüellerin sosyal sorunlar karşısındaki yersiz korkuları değişme göstermeye başladı. Bu değişim, içinde bulunulan dönemi yansıtan roman adlarında da kendisini göstermektedir. Venezuella’lı yazar Manuel Días Rodriguez’in 1901 yılında Paris’te yayınlanan Ídolos rotos (”Parçalanmış İdollar”) adlı romanı, Şili’li yazar Eduardo Barrios’un 1918’de yayınlanan Un perdido (”Bir Yitik”) adlı romanı ve Arjantin’li yazar Manuel Gálvez’in 1916 yılında yayınlanan El mal metafísico (”Metafizik Hastalık”) adlı romanlarında olduğu gibi... Gálvez’in ”Metafizik Hastalık” adlı romanı, kendini şiir sanatına adamak için okulunu bırakan, fakat önemli hiç bir şey üretemeyen bir genci ele alır. Romanın kahramanı genç yaşında ölür, çünkü kendisi ve arkadaşlarının oldukça tekdüze ve aşağılayıcı olarak algıladıkları çağdaş yaşantıya ayak uydurmak gibi bütün kaygılardan arındırmıştır kendisini.
1911-1916 yılları arasında gerçekleşmiş bulunan Meksika devriminin etkisiyle olsa gerek, bazı romanlarda -sözgelimi Bolivya’lı yazar Alcides Arguedas’ın Raza de bronce (”Bronzdan Yapılmış Halk”) ile Meksika’lı Mariano Azuela’nın 1916 yılında Texas’ta yayınlanan Los de aboja (”En Alttakiler”) gibi romanlarda kitlenin isyanından duyulan korku dile getirilir. Meksika ordusunda doktor olarak da çalışmış olan Mariano Azuela’nın daha sonraki romanları olan Los caciques (”Hükümdarlar”, 1917) ile Las moscas (”Sinekler”, 1918) adlı romanlarında ele alınan konular ise, zulmün nasıl devrimlere yol açtığı ve eski düzenin asalaklarının devrim olduğu zaman devrimin adaletinden nasıl kaçtıklarıydı. Azuela kollektif roman-biçimini ve perspektif değişimlerini kullanarak göstermektedir çeşitli katmanlardaki bireylerin bilinç düzeyinde oluşmakta olan devrimin gelişimini. Gregorio López y Fuentes (1897-1966) , Martín Luis Guzmán (1887-1976) , Antonio Ancona Albertos (1883-1954) ve yazılarında özellikle Meksika’nın kırsal bölgelerini konu edinen José Rubén Romero (1890-1952) devrim olgusundan ilham almış Meksika’lı başka yazarlar. Bütün kıta boyunca sembolik bir önem kazanan mitolojik devrimlerin diğer kahramanları gibi Pancho Villa hakkında belgesel kitaplar da yayınlanmaya başladı bu dönemde. Bu tür, Carlos Fuentes gibi savaş sonrası yazarları için özellikle ve daha büyük bir önem taşımaktadır.
Devrim ve bağımsızlık temaları, 1922 yılında São Paola’da düzenlenen kültür haftası içinde ilk çiçeklenişini sunan Latin-Amerika modernizminin gelişiminde önemli bir rol oynar. Peru’lu eleştirmen ve politikacı José Carlos Mariáteguis’in Siete ensayos de interpretación de la realidad peruana (”Peru Gerçekliğinin Yorumlanması İçin 7 Deneme”) adlı, Marxist bir bakış açısıyla, ABD ile Latin-Amerika arasındaki çelişkileri ve yerli halkın durumunu ele alan yapıtı, Latin-Amerika modernizminin mihenk taşlarındandır. Paris’te sürgünde ölen Peru’lu César Vallejo (1892-1938) oldukça önemli etkiler taşır Mariáteguis’ten. Vallejo şiirleri ve denemelerinde baskı altındaki kitlelerin devrim umutlarını dile getirmek için, Latin-Amerika’ya özgü bir ses arar.
Doğa ve kültür, köy ve kent arasındaki çelişkiler, 1884-1968 yılları arası yaşamış Venezuella’lı yazar Rómula Gallegos’un, sözgelimi 1929 yılında yayınlanan Doña Bárbara (”Bayan Barbara”) adlı romanında ve kızılderili halkı konu edinen romanlarında da ele alınan önemli bir temadır. 1899-1928 yılları arası yaşamış Kolombiya’lı yazar José Eustasio Rivera’nın La vorágine (”Anafor”) adlı romanı, aralarında García Márquez’in bulunduğu bir çok çağdaş ve büyülü-gerçekçi Latin-Amerika’lı yazarın gelişini muştular gibidir. La vorágine (”Anafor”) adlı roman, genç bir entellektüelin bir kızı kaçırmasından sonra, başkent Bogotá’yı bırakıp, taşraya kaçmasını konu edinmektedir. Romanın kahramanı genç entellektüel burada doğayla ve acımasız doğa-yasalarıyla yüz yüze gelir, haydutların ve ezilen köylülerin arasında. Ve başkentte bulabileceğini sandığı uygarlığın ardında gizlenmiş, mitolojik ve büyülü bir gerçekliği, akılcılığın ötesinde bulacağı gerçeğini kendi kendisine kabullenir romanın kahramanı.
Avrupa kültüründen en çok etkilenen Latin-Amerika ülkesi Arjantin’dir, fakat kendine özgü bir kültürün oluşması için çekilen hasretin en büyük olduğu ülke de Arjantin’dir. Ülkenin bağımsızlığa kavuşmasının yüzüncü yılı dolayısıyla (1910 yılında) eleştirmen Ricardo Rojas (1882-1957) La restauracíon nacionalista (”Milliyetçiliğin Yeniden Doğuşu”) adlı denemesini yayınlamıştı. Bu denemesinde Rojas, gerçek Arjantin kültürünü taşrada ve yerli halkın geleneklerinde buluyordu, kozmopolit ve ”çok-kültürlü” Buenos Aires’de değil. Avrupa kültürünün ulusal-romantik kalıta uyarlanması taraftarıdır Rojas. Rojas’la birlikte doruk noktasına ulaşan bu dönemin en tipik özelliği, bozkırın ve bozkır insanının bir çok şiire ve romana malzeme taşımasıdır. En tanınmış örnek Ricardo Güiraldes’in 1926 yılında yayınlanan Don Segundo Sombra (”Bay Segundo Sombra”) adlı romanıdır. Bu roman bir gelişim romanıdır, Arjantin’in Wilhem Meister’i. Kimsesiz genç bir adamın taşradaki hayat tarzına saygı göstererek yetişmesi ve yaşadığı ortama uyum sağlaması konu edinilir bu romanda. Güiraldes ile aynı kumaştan dokunmuş bir yazardır yaşamının büyük bir kısmını Arjantin’de geçirmiş olan Uruguay’lı Horacio Quiroga (1878-1937) . Quiroga’nın öykülerinde doğanın büyüklüğü insanın umutsuzca acı çekmesi ve toplumun yetersizliğiyle birlikte verilir. Ve Quiroga’nın kahramanları, toplumdan yalıtılmış varoluşsal bir doğa durumunda, bir sürgünde yaşarlar. Bu sürgün, temel gereksinmeleri karşılayamayan bir toplumdan kaçış çabasıdır.
Kıtanın gerçek anlamdaki ilk kent-romancısı sayılabilecek gazeteci ve yazar Roberto Arlt (1900-1942) , aralarında derin entellektüel farklar bulunmasına karşın, Güiraldes’in sekreteri olarak çalışmıştı bir dönem. Arlt’ın yapıtları bir çeşit sosyal modernizm ile şiddet ve öfkenin karışımı bir harmanla damgalanmıştır. 1926 yılında yayınlanan ilk yapıtı El juguete rabioso (”Kudurgun Oyuncak”) ’da kendi kimliğini yansıtacak ilginç bir kahraman çıkarır karşımıza: Silvio Astier. Türlü mesleklere girip çıkmış, hırsız, memur, mucit, asker ve hain biridir Silvio Astier. 1929 yılında yayınlanan ve Arlt’ın ikinci romanı olan Los siete locos (”Yedi Çılgın”) ile 1931 yılında yayınlanan Los lazallamas (”Ateş Atıcıları”) adlı romanların baş-kahramanı olacak, fakat ”Kudurgun Oyuncak” ’da ikinci derecede bir rol oynayan bilim-adamı Erdosain, Artl’ın kimliğini temsil eden kahramandır. Bu romanlarda, çevresindeki çılgın kimselerle ve bilimin yardımıyla kapitalist dünyayı yok etmeye çalışır Arlt. Ve romanlarındaki ilginç karakterler, adına ”gerçeklik” denilen saçmalığı gösteren mantıksal yansımalar olarak belirir. Adı anılan romanlar, 1932 yılında yayınlanan El amor brujo (”Büyülenmiş Aşk”) adlı romanla birlikte, içinde akıl-hastalarının, canîlerin, fahişelerin ve kadın-satıcılarının yaşadığı acımasız bir Buenos Aires’i sergiler. Arlt’ın romanları, entellektüel küçük burjuvazinin, askeri ve sivil hükümetlerin birbiri ardınca iktidarı ele geçirdiği Arjantin’in politik yaşamında söz sahibi olamaması yüzünden baş gösteren huzursuzluğun dile getirilmesi olarak yorumlanmıştır.
Arjantin’in hızla büyüyen edebiyat çevresinin demirbaşlarından biridir Jorge Luis Borges (1899-1986) . Prisma (1921-1922) , Proa (1922-1923) ve özellikle Martín Fiero (1924-1927) gibi dergilerde önemli bir rol oynamıştır Jorge Luis Borges. Bu dergilerde, Avrupa avant-gardizmini sürdürecek ve kaplumbağa adımlarla ilerleyen ve bir taşra olarak görülen Arjantin’i uluslarası boyuta yükseltebilecek bir ultraísmo (”aşırıcılık”) için ajitasyon yapıp durdu Borges ve arkadaşları. Kenti, modern bir hareketin merkezi olarak algılıyorlardı. Zaten Jorge Luis Borges’in 1923 yılında yayınlanan ilk şiir-kitabının adı da Fervor de Buenos Aires (”Buenos Aires’in gücü”) idi. Borges, 1935 yılında yayınlanan ilk düzyazı kitabı olan Historia universal de la infamia (”Kötülüğün Evrensel Tarihi”) adlı yapıtında, kendi öykülerini yazabilecek cesareti olmayan alçakgönüllü bir ruhun sorumsuzca oynadığı bir oyunun ürünü olarak anlatır kendini ve bu yüzden de başkalarının yazdıklarını değiştirmekten zevk almaya koyulur. Borges’in kitabındaki kötülük öğesi ise, insanların karşılıklı oyunlarında görülen uluslararası bir öğe olarak sunulur.
Arjantin’li bir çok yazar, Latin-Amerika kültürünü, hem dünyayı sarıp sarmalamış modernizmin bir parçası olarak, hem de kıtanın içinde bulunduğu absürd durumu yansıtan bir etmen olarak algılıyorlardı. Sanat bir oyun durumuna indirgenmişti, provokasyon olmuştu sanat, ve entellektüellerin bu oyundaki rolü hem modern dünyaya ve uluslararası modernizme ayak uydurmak, hem de kıtaya özgü bir biçimi bu modernizme adapte etmekti. Bu rol, Victoria Ocampo’nun oldukça etkin olan ve 1931-1970 yılları arasında yayınlanan Sur (”Güney”) adlı dergisi için bir manifesto olmuştu. Derginin isim-babası İspanyol filozof Ortega y Gasset’nin İspanya ve modern toplum hakkındaki düşünceleri Arjantin entelijansiyası arasında büyük bir yankı uyandırmıştı. 1903 doğumlu roman yazarı Eduardo Mallea’nın 1937 yılında yazdığı Historia de una pasión argentina (”Bir Arjantin Tutkusunun Tarihi”) adlı denemesinde de Ortega y Gasset’nin etkisini görmek mümkün. Eduardo Mallea’nın adı anılan denemesinde, Arjantin kültürüne has öğeler, tutkulu ve fark edilmeyi bekleyen bir kadınla karşılaştırılır. Mallea’nın yazarlık serüveni, ulusun zıt kutuplardan oluşan kimliğini anlamanın anahtarlarından biridir. Mallea’nın etkilendiği bir başka Avrupa’lı, Fransız yazar Marcel Proust’du, ve tıpkı Proust gibi, Mallea da, geçmişe nostaljiyle ve dayanılamayan bir şimdinin ışığıyla bakılması gerektiğini düşünüyordu.
Buenos Aires, başka ülkelerin yazarlarını kendisine çeken bir kent, deyim yerindeyse, kıtanın kültür başkenti oldu. Bu yazarlar arasında iki Şili kadın yazar da vardı: Marta Brunet (1901-1967) ile María Luisa Bombal (1910-1984) . Arjantin’li yazar Mallea’dan etkilenen Marta Brunet, kadınların yaşadıkları acıları dile getiren doğalcı öykülerini topladığı Don Florisondo adlı yapıtını 1925 yılında yayınladı. Brunet’in sonraki psikolojik romanlarının çerçevesini ise iç monologlar oluşturuyordu. Brunet’in 1957 yılında yayınlanan ve bir kadının çözülme sürecini ele alan Maríe Nadie adlı romanı, Virgina Woolf’un yapıtlarıyla karşılaştırılmıştır. Bir başka Şili’li kadın yazar olan María Luisa Bombal ise, Arjantin film endüstrisi içinde çalışıyordu ve büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden biri olarak görülüyordu. Borges, Bombal’in en ünlü romanı olan La amortajada (”Kefen Giyen Kadın”) adlı romanına hayran olduğunu belirtmişti. Şiirsel bir dille anlatılan bu düzyazı parçasında, ölmüş bir kadının hayatı üzerine düşünceleri yansıtılmıştır. Ancak tabutunda yatarken anlar ölü kadın, ilişkide bulunduğu iki erkeği, ki bunlardan ilki O’nu terk etmiş, diğeri de O’nunla evlenmiştir; ölü kadın romantik aşkın olanaksız olduğu sonucuna ulaşır. Ailesinin, kocasının ve çocuklarının kendisi için ne kadar az önemi olduğunu da kendi kendisine itiraf eder kadın. Paradoksal anlamda, ölüm kadının yaşaması gereken hayata dönüşür, ve en sonunda göğe doğru yükselir kadın, hayatın gerçeksizliğinden uzaklara...
Çağdaş Brezilya düzyazısının, Euclydes da Cunha’nın 1902 yılında yayınlanan belgesel romanı ”Os Sertões” (”Arka zemin”) ile Joaquim Maria Machado de Assis’in yapıtlarından türediği söylenebilir. Bir üçüncü yönelimse, 1868-1931 yılları arasında yaşamış diplomat José Pereria da Graça Aranha’nın 1902 yılında yayınlanan Chanaan adlı romanıdır. Bu romanda, Latin-Amerika ile Avrupa kültürleri arasındaki çelişkiler, eski ve yorgun Avrupa kültüründen bıkarak, Brezilya’nın yabanıl doğasında ve tropik düzlüğünde yeni bir yaşam kurmaya gelmiş bir Alman göçmenin şahsında yansıtılır. Sosyal-gerçekçilikle mitolojik söylemin harmanlandığı bu roman, çağdaş Latin-Amerika edebiyatında önemli bir rol oynayacaktır.
Brezilya kültür-felsefesinde üç ana yönelim görülür: Birincisi, Aranha’nın romanında ele alınan Latin-Amerika ile Avrupa kültürlerinin karşıtlığı. İkincisi, Euclydes da Cunha’nın yoksul kuzeydoğuda isyancılara karşı girişilen soykırımı anlatan belgesel romanı ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) . Üçüncüsü de, Machado de Assis’in kökleri Rio de Janerio’ya uzanan ve ülkenin en güçlü çağdaş yazın-geleneğini kapsayan yapıtı Memórias póstumas de Brás Cuba (”Brás Cuba’nın Bulunmuş Anıları”) ’dır. Assis’in bu yapıtı, oluşum-romanının bir parodisini oluşturmasının yanı sıra, pozitivist felsefeye yöneltilen bir eleştiridir. Assis, Portekiz’li modernist Pessoa gibi, kendi yarattığı roman-kahramanları yazdığı yeni romanlarda boy göstermeye başladığında, onlarla diyaloga girişir. Roman kahramanlarının bu bölünmüşlükleri ve yazarların bu yaratım oyunu, sosyal şiddet ve soğuk bir şüpheyle birleşince, Brezilya modernizmi slogan olarak bir yazardan ötekine aktarılıp gider.
Modernizmin São Paolo’da 1922 yılında düzenlenen çağdaş sanat haftasındaki görkemli çıkışı, Brezilya kültürünün çağdaş bir kültür olduğunu ve bir çok halk ile uluslar arasında gerçekleşen bir olgu olduğunu ortaya koymuştur. Brezilya modernizminin öncülerinden Oswald de Andrade (1890-1954) , 1912 yılında Avrupa’ya yaptığı bir geziyle bir çok modern düşünceyi getirdi Brezilya edebiyatına. 1924 yılında yayınlanan Memórias sentimentais de João Miramar (”João Miramar’ın duygulu anıları”) adlı romanında, halk dilindeki kıvraklığı, burjuva sınıfının hayat tarzını eleştirmek amacıyla oldukça yetkin bir şekilde kullanır Oswald de Andrade. Oswald de Andrade’nin temsil ettiği modernizm, ilkel, anti-burjuva ve kiliseye karşı olan bir modernizmdi.
Brezilya düzyazısının ikinci önemli yazarı, halkbilimcisi Mário de Morais Andrade (1893-1945) , São Paolo’da 1922 yılında düzenlenen çağdaş sanat haftasının odak noktası konumundaydı; özellikle 1928 yılında yayınlanan Macunaíma - o herói sem nenhum caráter (”Macunaíma - Karakteri Olmayan Kahraman”) adlı romanıyla tanındı. Bu roman, Brezilya halk karakterlerinin bir sentezi olarak çağdaş bir Robin Hood’u serer gözlerimizin önüne. Romanın kahramanı bir bukalemun gibi, içinde bulunduğu koşullara göre şekil, deri-rengi ve karakter değiştirir. Bu roman kahramanı, modernizmin baş-aktörü olmaya devam edecektir: Özelliği olmayan ya da bir çok özelliği olan kimse. Mário de Morais Andrade kendi romanı hakkında ”rapsodi” deyimini kullanıyor. Romanın bir çok dil, biçim ve -gerçekçilikten büyülü dil kullanımına- Brezilya toplumunun katmanlarını yansıttığını göz önünde tutarsak, bu romanı ünlü karnaval geleneğiyle paralel olarak da algılayabiliriz.
Brezilya’nın en önemli kırsal kesim yazarları, gene de Gracillo Ramos (1892-1953) ile 1912 doğumlu Jorge Amado’dur. Ramos’un yazarlığında psikolojik derinleşme ile sosyalleşme olgusu iç içedir. 1936 yılında diktatör Cetulio Vargas’a karşı darbe girişiminde de bulunan komünist yazar Ramos, bir çok yılını da hapishanede geçirmiştir. 1930’larda birbirinden oldukça değişik dört roman yayınlar Ramos. 1933 yılında yayınlanan Caetés adlı roman, yamyam olduğuna inanılan bir kızılderili kabilesinin adından almıştı adını. Caetés adlı roman, ülkenin kuzeydoğu bölgesinde sürmekte olan kuraklığın içinde hayatta kalma mücadelesi veren bir adamın öyküsünü ele almaktadır. Ramos’un 1934 yılında yayınlanan São Bernardo büyük bir toprak ağasının yaşadığı açmazları dile getiren bir yapıttır. Ramos’un 1936 yılında yayınlanan Angúista (”Yersiz Korku”) adlı yapıtı kıskançlık, tutku ve cinayet temalarına dayanan bir romandır. Romanın anlatıcısı olan gazeteci, hallüzinasyonsu bilinç-altı-akımının çağrıştırdığı gerçek ve gerçek-dışı elementlerin birbiri üzerinden aktığı bir varoluşsal ırmak boyunca anlatır öyküyü. Ramos’un Angúista’sındaki bir başka tema da, kentle kır arasındaki çelişkidir. Romanın kahramanı yoksul kuzey-doğudan büyük kente göç eder. Komşu kızına sevdalanır ve gizlice gözetlemeye başlar komşu kızını. Komşu kızıyla hem gerçek hayatta hem de düşlerinde bir çok konuşma yapar ve en sonunda O’nu öldürür. Bu cinayet hem sosyal hem de psikolojik bir şekilde açıklanır. Romanın kahramanı dar görüşlü ve ilkel bir insandır. O, büyük kente değil, fakat taşranın amansız yapısına değgindir. Büyük kentte kendini dışlanmış ve yalıtılmış hisseder.
Ramos’un başyapıtı Vidas sêcas (”Kuru Hayat”) 1938 yılında yayınlanır. Bu roman, yoksul bir çoban ile ailesini konu edinir. Romanın anlattığı çevre Cunha’nın ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) adlı yapıtında betimlediği çevredir. Kuraklık, çobanı büyük kente göç etmek zorunda bırakır, fakat büyük kentte de aynı umutsuzlukla karşılaşır. Yoksulların kaderidir kaybetmek, onların çabalayışları hiç bir işe yaramaz. Ramos’un bu yapıtında varoluşçuluk eğilimleri görmek de mümkün. Vidas sêcas ile São Bernado’nun filme aktarılmaları 1930’lu yıllarda üretilen düzyazı ile 1960’lı yıllardaki ”yeni sinema” akımı (”cinema novo”) arasında bir köprünün varolduğunu tanıtlamıştır.
1912 doğumlu Jorge Amado, Brezilya’nın en popüler roman yazarlarındandır. Amado’nun romanları (1930’lu ve 1940’lı yıllar boyunca yazdığı sosyal gerçekçi romanları daha az olmak kaydıyla) sık sık filme aktarılmaktadır. Amado’nun romanları toprak-işçileriyle toprak-sahipleri arasındaki çelişkileri, sömürüyü, baskıyı ve toprak-sahiplerinin olağanüstü tüketim çılgınlığını ele almaktadır. Amado’nun Bahia bölgesinin kültürüyle damgalanmış bir çok romanı Vargas’ın diktatörlüğü döneminde yasaklanmıştır. Amado’nun sosyal gerçekçiliğin doruklarına ulaşan yapıtları, 1943 yılında yayınlanan Terras do sem fim (”Sınırsız Ülke”) ile 1944 yılında yayınlanan São Jorge dos Ilhéus bir çeşit destan gibi kaleme alınmıştır. Bu romanların bölümleri şarkı olarak tasarlanmıştır. Sosyal gerçekçi yazar Amado’nun romanları, hem toplumun en alt kesimini savunan hem de Brezilya’nın ve hayatın mucizelerini yücelten yapıtlardır. Sonraki romanlarında sosyal gerçekçiliğin ve toplum eleştirisinin yerini evrensel bir mizah almıştır. Amado’nun 1958 yılında yayınlanan başyapıtı “Gabriela, Karanfil Ve Tarçın” adlı romanı, yoksulluğun dar sınırlarını aşarak, güçlü ve bağımsız olmasını bilen kadına bir övgüdür. Bahia bölgesinde doğmuş olan Marxist Jorge Amado, Brezilya’nın bir çok diktatörü tarafından kovuşturmaya uğramış olsa da, en sevilen yazarı oldu Brezilya’nın. Amado’nun yapıtları yaklaşık 40 kadar dile çevrildi.
Sosyal gerçekçi Amado ile modernist Borges Latin-Amerika’nın gelenekle modernizm ve bağımlılıkla özgürleşme arasındaki sorunsalını kendi yöntemlerince dile getiren iki büyük yazar. Amado, doğduğu bölge olan Bahia’ya yönelip baskı altında kalan insanlarla ilgilenirken, Borges kozmopolit kenti ve apolitik bir oyun olarak şiiri seçti. Yazıyla gerçek arasındaki oyun, büyüyle gerçekçilik arasındaki bağ, García Márquez’in, 1989 yılında yayınlanan ve özgürlük kahramanı Simón Bolívar’ı ele alan yapıtı “Labirentindeki General”e kadar sürüp gelir.
Latin-Amerika edebiyatı, dünyanın hiç bir yerinde görülmedik sosyal ve politik gelişmelerle o denli içli dışlı olmuştur ki, Latin-Amerika’lı yazarlar kamu hayatına etkin olarak katılmışlardır; daha doğrusu katılmak zorunda kalmışlardır. Latin-Amerika’lı bir çok yazar, 1991 yılı Peru Başkanlık seçimlerine adaylığını koyan 1936 doğumlu yazar Mario Vargas Llosa gibi önemli politik roller de oynamışlardır ülkelerinin tarihinde. (Mario Vargas Llosa’nın başkanlık programı ekonomi ve devletin rolü konusunda, liberal düşüncelerle damgalanmıştı. Mario Vargas Llosa, Peru’da subay öğrenimi gördükten sonra, yazarlığı seçmiş ve Madrid, Paris, Barcelona ve Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversite hocası olarak çalıştıktan sonra, Peru’ya dönmüş ve 1991 yılında başkanlık seçimlerinde adaylığını koymuş ve seçimi kaybetmiştir. Tutucu-liberal görüşlere sahip olan Llosa, hem askerî rejimi hem de ”Işıklı Yol” adlı Maocu gerilla-hareketini eleştirmiştir.
Özellikle, Latin-Amerika’da yıllarca süren bir çok diktatörlükte yazarların durumu, her zaman sorunlarla dolu olmuştur. Sözgelimi, Pablo Neruda’nın 1950’de yayınlanan ”Evrensel Türkü” adlı yapıtında, Şili Başkanı Gonzales Videla’ya karşı acı dolu bir atak göze çarpar. Şöyle seslenir Gonzales Videla’ya Neruda, ”Evrensel Türkü” adlı yapıtının onuncu bölümü olan ”Sığınmacı”da: >> Söyle lanetlenmiş, nedir elinden gelen rüzgâra karşı? / Nedir elinden gelen, ey lanetlenmiş, / çiçeklenip filizlenene karşı, / sessizce ve tetikte beni bekleyen ve seni kınayana karşı? / Ey lanetlenmiş, satın aldığın her şey / ihanetinin salkımında sallanır, / ve sürekli yıkamak zorundasın onu parayla. / Ey lanetlenmiş, gönderebilirsin sürgüne, / tutuklayabilirsin ya da işkence edebilirsin / ve tezelden ödeyip / satın alabilirsin pişmanlıkları, / ne ki rahat bir uyku yok sana / kısa namlulu tüfeklerinle çevrilmiş olsan da / ben anayurdumun bağrında / bir sığınmacı olarak yaşadıkça! // Ne de acıklı senin küçük ve uçucu / utkun! Aragón, Ehrenburg, / Eluard, Paris-şairleri, / yürekli yazarları Venezuella’nın / ve diğerleri, / başkaları / ve daha da başkaları benimleyken, / sen lanetlenmiş olansın / Escanilla’yla Cuevas arasında, / Peluchoneaux ile Poblete arasında! / Halkımla yükselmiş merdivenlerde / halkım tarafından saklanmış derin mahzenlerde, / memleketimin toprağında ve onun güvercin-kanatlarında / uyurum ben, düşlerim ben, altını üstüne getiririm tezgahların.<<
Latin-Amerika’lı bir çok yazar, kısa ya da uzun dönemlerde hapislerde yattılar, ki bir çokları hapishane deneyimlerini, 1930’lu ve 40’lı yıllar boyunca sürmüş Getulio Vargas’ın diktatörlüğü sırasında hapiste bulunan Brezilya’lı yazar Gracia-liana Ramos gibi kaleme almışlardır. Ramos’un anıları ”Memórias do cárcare” (”Hapishane Anıları”) adını taşıyıp, 4 ciltte toplanmıştır. (1. Baskı: 1953) .
Politik ve kültürel olarak Latin-Amerika’nın gelişiminin bir çok boyutu var. Öncelikli olarak, kıtanın ilk ve özgün kültürü olan Kızılderili kültürü, ki 1600’lü yıllardan sonraki İspanyol ve Portekiz koloniciliği bu kültürü tümüyle ortadan kaldıramamıştır. İkinci olarak, 20. yüzyıla kadar gerek kolonicilerin gerekse de Avrupa’lı göçmenlerin kıtaya getirdikleri dil, din ve kültürün oluşturdukları bütün. Üçüncü kültür etkilenmesini de, kıtaya çalıştırılmak üzere getirilen Afrika’lı köleler ve onların ardılları sağlamakta. Dördüncü büyük etkilenme kaynağı da, 1800’lü yılların ilk yarısından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlü politik-ekonomik dominansı ve kültürel etkileyimi. Ve kuşkusuz ki, kızıl-, beyaz-, kara-derililerin oluşturdukları bir kültür karışımı da eklenmeli tüm bunlara.
Latin-Amerika kıtası ülkelerinin çoğundaki devrimci hareketler ve toprak reformu girişimleri kanlı askeri darbelerle boğulmaktadır. Kıtanın bu dramatik tarihi, kıta edebiyatında en önemli rollerden birini oynamaktadır. Bu dramatik tarihin en güçlü yorumu, 1940 doğumlu Uruguay’lı yazar Eduardo Galeano tarafından 1971 yılında yayınlanan ”Las venas abiertas de America Latina” (”Latin-Amerika’nın Açık Damarları”) adlı yapıtıyla verilmiştir. Adı anılan yapıt, Galeano’nun sürgün yıllarında yazılmış olup, kıtanın kâşiflerden ABD emperyalizmine kadar nasıl sömürüldüğünü gözler önüne açıklıkla sermektedir. (Bir anlamda, sürgüne giden yazarların, ülkelerinde kalıp -Guatemala’lı yazar Miguel Ángel Asturias’ın sözleriyle- ”mezarda gibi” yaşayan diğer yazarlara oranla daha şanslı oldukları söylenebilir.) Kıtanın, dilsel ve kültürel bağlamdaki politik tarihini de 1982-86 arası yayınlanan üç ciltlik yapıtı ”Memoria del fuego” (”Ateşin Belleği”) adlı çalışmasıyla sunuyor Galeano.
Genel olarak Arjantin’e Latin-Amerika’nın paradoksu gözüyle bakılmıştır hep. Arjantin, kıtanın diğer ülkelerinden bir çok bakımdan ayrılmaktadır. Ülke, nüfus yoğunluğunun çok seyrek olduğu geniş bölgeler ve dünyanın en yoğun olarak gelişmiş olan kent-kültürüyle damgalanmıştır ki, bunun en tipik örneğini nüfusu 10 milyonu geçen Buenos Aires oluşturmaktadır. Arjantin’in kentsel örgüsünün bu derece gelişkin olmasına karşın bozkır yaşantısı hem bir gerçeklik hem de bir söylence konumundadır. Ülke yapısındaki bu kutuplaşma, edebiyat yapıtlarında da kendisini dayatmaktadır. Kızılderili ya da siyah nüfusun hemen hemen hiç olmadığı Arjantin, Latin-Amerika ülkeleri içerisinde Avrupa’dan en çok etkilenen ülke konumunda olmuştur. 1800’lü yılların ikinci yarısından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, Güney ve Doğu Avrupa-’dan büyük bir göç oldu özellikle Arjantin’e. Sözgelimi, ülkenin Yahudi kolonisi dünyanın en büyüğü konumundadır. (İşte bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrası Yahudilere bir ülke aranırken, Latin-Amerika da bir olasılık olarak göz önünde tutulmuştu.) Ülkenin büyük bir çoğunluğunun kökeni İtalya’dır ve Latin-Amerika kıtasında İngiliz ve Fransız etkilenmesinin en yoğun olduğu yer gene Arjantin’dir. Ülkenin bu kozmopolitik yapısı yüzünden, dilsel-kültürel bir İspanyol kalıtla ortak bir kimlik bulmak, kıta ülkeleri arasında, en az Arjantin’de söz konusudur. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, Buenos Aires kıtanın kültür merkezi olmuştur ki, bir çok yayınevi, dergi, tiyatro ve film endüstrisi burada kök salıp tüm kıtayı kucaklamıştır. Entellektüel kültürün yanı sıra, Amerikan ve İngiliz halk kültüründen etkilenmiş güçlü ve basmakalıp ticari bir popüler kültür de semirme olanağı bulmuştur Arjantin topraklarında.
Arjantin’in kozmopolitik yöneliminin en etkili temsilcisi, kendine özgü deneme ve öykü biçemini 1930’lu yıllarda yaratmış olduğu halde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ünlenen Jorge Luis Borges’tir. 1899-1986 yılları arasında yaşayan Borges’in 1944 yılında yayınlanan ”Ficciones” (”Kurgular”) adlı yapıtı özellikle Avrupa modernizmi ve Latin-Amerikan büyüsel gerçekçiliği açısından büyük bir önem taşımaktadır. İngiliz bir babaannenin kazandırmış olduğu iki dillilik ve 1914-1921 yılları arasında İsviçre, Fransa, Almanya ve İspanya’da yaşamış olması, Borges’i Latin-Amerika ile Avrupa avant-gardizmi arasında bir köprü konumuna getirmiştir.
1950’li yıllarda Borges, Arjantin Ulusal Kütüphanesi yöneticisi ve Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı profesörüydü. Fakat, General Perón’a yönelttiği eleştiriler yüzünden, üniversitedeki işine son verildi, ki bu da Borges’in askeri rejime ambivalent duygular beslemesine yol açtı. Kalıtsal bir göz hastalığı, zamanla Borges’in görme yetisini tümüyle ortadan kaldırmış olsa bile, Borges yazarlığını sekreterlere dikte ettirmek suretiyle sürdürmüştür. Borges’in çok okuyan yazarlardan biri olduğunu da bu arada belirtelim.Borges’in ölümünden sonra söylenen anektotlardan biri şöyleydi:”Borges öldü. Bu, Borges artık okumuyor demektir.”
Borges, kendi yazdıklarını hiç bir zaman tipik Latin-Amerikan edebiyatı olarak değerlendirmemiş olsa da, kıta edebiyatı üzerinde, gerek Avrupa kültürüne karşı gösterdiği ilgi gerekse de İspanyolca konuşulan ülkelerin hepsinde anlaşılabilecek bir dilsel anlatım biçimi araması yüzünden önemli etkiler yapmıştır. Arjantin’e özgü sözcükleri ve deyimleri ya da Latin-Amerikan deneyimiyle damgalanmış bir yazı tarzını kullanmayan ve İspanyol yazı dilinin sınırlarını giderek genişleten Borges’i, Atlas Okyanusu’nun her iki tarafında da bir çok yazar kendisine örnek almıştır. Borges’in eklektik ve kozmopolitik olmayı bir erdem saydığını da belirtelim bu arada.
Borges’in ”Ficciones” (”Kurgular”) adını verdiği kendine özgü yazılarının amacı, okuyucuların gerçekliğe karşı duydukları güveni yok etmektir. Kuşkucu bir felsefî görüşü benimseyen Borges, bilinçli olarak gerçekle kurgusal olan arasındaki bağları yok etmeye çalışmaktadır yazıları boyunca.
Borges’in yazıları dünya edebiyatının klasiklerine yapılan atıflarla doludur. Ünlü ”kurgu”larından birinde, çıkış noktası olarak Don Quijote’yi alır ve geleneksel bir dilsel anlatımla Viking edebiyatı hakkında bir ”makale”yi kaleme alır Borges. (İzlanda sagalarını ne büyük bir hayranlıkla okuduğu biliniyor Borges’in.) .
Borges’e göre, sanat ve edebiyat oyunla çok yakından bir bağlantı içindedir; çünkü bütün sanat dallarının amacı, müziğin rolünü üstlenerek, yalnızca biçim olmaktır. Fakat, sanat, insanın fantazisini gerçekliğin bir çeşit yorumuna erişmek için kullandığı bir rüyaya da benzetilebilir.
Borges’in bir çok yazısında kullanılan imgelerden biri de labirentlerdir, ki bu imge yazıyı betimleyen bir imgedir de aynı zamanda. Yazıyı okumaya başlayan bir okurun, giderek Borges’in kurguladığı labirentlerde hapsolması ve çıkış yolunu bulamaması, Borges edebiyatının bir özelliği olarak söylenebilir, ki kitaplar da başka bir labirentsi kurgu olan kütüphanelerde var olabilirler ancak. (Borges’in kütüphanelerle tekst ve labirent arasındaki ilişkiden o denli büyülenmesini, İtalyan yazar ve dilbilimci Umberto Eco, çok-satar romanı ”Gülün Adı”na özel bir renk olarak katmıştır. Borges gibi gözleri görmeyen rahip -ki romandaki adı Burgos’lu Jorge’dir bu rahibin- Aristo’nun gülme konusundaki görüşlerini içeren el yazmayı saklama sahnesinde olduğu gibi.)
Borges, edebiyatın toplumsal bir işlev görebileceği düşüncesini tümüyle reddetmiştir. Gene de, politik bazı tercihlerde bulunmak zorunda kalmıştır Borges. Sözgelimi 1944 yılında Nazizm’e karşı ve 1945-1955 yılları arasında Juan Perón rejimine karşı cephe almıştır Borges. Nazizmi, Batı uygarlığı için bir tehdit ve barbarlığa dönüş olarak değerlendirmiştir Borges. Perón’u da kaba bir popülist olarak algılamış ve entellektüellere yaptığı baskıdan ötürü ondan nefret de etmiştir Borges. Gene de hayatının sonlarına doğru, Arjantin’deki Batı uygarlığı için bir tehdit oluşturan yıkıcı güçler için bir rıhtım olan askerî diktayı desteklemiştir Borges. 30 binden fazla insanın ”kaybolduğu” kirli bir savaşı sürdürmüş olan Arjantin’deki diktanın, Nazizm ile olan benzerliğini, ancak çok geç bir zamanda farketmiştir Borges. Fakat gene de, hayatının sonlarına doğru generallerle arasında mesafe bırakmaya özen göstermiştir Borges. Politik görüş olarak, oldukça tutucuydu Borges. Hatta tepkici bir konservatif idi. Gene de, Borges’in yazıları ve yazı biçimi, Latin-Amerika’nın radikal yazarlarının politik ve kültürel kısıtlamaları eleştirebilecekleri bir dil geliştirmiştir.
Borges’in etrafındaki yazarların arasında, varoluşçu yazar ve edebiyat-eleştirmeni Eduardo Mallea (1903-1982) ve Borges’le birlikte ortak kitaplar da yazan ve daha çok kriminal ve Buenos Aires’deki hayatı çok gerçekçi ayrımlarla vererek, mistik ve fantastik bir evren yaratan, 1914 doğumlu Adolfo Bioy Casares de bulunmaktaydı. Casares’in en önemli yapıtlarından, 1940’da basılmış olan ”La invencíon de Morel” (”Morel’in Buluşu”) adlı roman, insanın ölümü bir makina tarafından ortadan kaldırmasını ele almaktadır. Borges gibi Casares de edebiyatı, okurun beklenmedik durumlara (ya da labirentlere) sokulduğu ve bu sayede okurun bir iç-hesaplaşma-şoku yaşayabileceği koşulları bulabildiği bir oyun olarak algılamaktadır.
Arjantin’li bir başka büyük yazar da, 1914-1984 yılları arası yaşamış Julio Cortázar’dır. Cortázar, Brüksel’de doğmuş; Buenos Aires’de Fransızca öğretmeni ve yayıncı olarak çalışmış ve Perón rejimine karşı muhalefetinden ötürü bir süre de hapiste kalmıştır. 1951 yılından itibaren, Paris’te UNESCO adına çevirmenlik yapmış ve Fransız uyruğuna geçmiştir. Cortázar, içinde bulunduğu durumu bir zorunluluk olarak algılamamış, fakat yazdıkları için gerekli uluslararası bir uzaklık olarak değerlendirmiştir. Arjantin’deki 1974 askerî darbesinden sonradır ki, Cortázar kendisini sürgünde kalmaya mahkum hissedecektir. Cortázar, olağanüstü ilk öykülerini Borges’in 1946 yılında kurduğu dergi olan ”Los anales de Buenos Aires” adlı dergide yayınlamaya başlar.
Cortázar, Borges ve Casares’in oyun-teorisiyle açıklanan estetik düşüncesini paylaşmaktaydı (Borges gibi Cortázar da şiiri bir oyun olarak algılıyordu) , fakat onlara oranla çok daha fazla politikti, hatta siyasî görüşleri Borges’inkilerin tam zıttıydı. Cortázar’ın 1963 yılında yayınlanan ”Rayuela” (”Cennet Oyunu”) adlı romanı, hayatı andıran kurgusal ve zihinsel bir oyun üzerine kuruludur. Kitap, bir takım olaylardan, düşünce atlamalarından, yansımalarla alıntılardan oluşmakta ve her bir bölüm iki rakamla belirlenmektedir. Romanın değişik bölümlerinde, karakterler bu edebiyatla ilişkilerin tümüyle kesilmesi gerektiğini öne sürerler. çünkü, edebiyat da hayat kadar tekdüzeliklerden oluşmuştur. Olay örgüsü Paris’le Buenos Aires arasında kurulmuştur ve bu iki büyük kent birbirlerine doğru kaymaya başlarlar. ”Rayuela” (”Cennet Oyunu”) ve Cortázar’ın diğer romanları nasyonalizme karşı yöneltilmiş bir eleştiri ve kültürün tek rehber yapılması çabası olarak yorumlanabilir. Cortázar, Arjantin’in gücü elinde tutan elitini ve askerî yönetimini, 1973 yılında yayınlanan ve başyapıtı sayılan ”Libro de Manuel” (”Manuel’in Kitabı”) ile 1983 yılında yayınlanan ”Deshores” (”Uygunsuz Saatler”) adlı romanlarında eleştirmiştir. Determinist Borges kendi şiirsel oyununu, dönülmez bir kaderin altında eğilen insanlık için bir çeşit avuntu olarak değerlendirirken, Cortázar’ın yazınsal oyun-teorisi anlaşmalara ve kısıtlamalara yöneltilen bir başkaldırıyı dile getirir. Cortázar’ın romanları tekdüze bir mesajı iletmeyi amaçlamaz. Okuyucuyu anlamın dışına çıkarmayı, okuyucunun alışılmış şeyleri yeni bir gözle görmesini sağlamayı amaçlar Cortázar, ve bunu yaparken de insanların gelişimini ve sosyal değişimleri engelleyen anlaşmalara karşı bir tavır takınır. Hemen hemen şiir olarak nitelendirilebilecek öykülerinde kendisini anlatmıştır Cortázar. Fakat romanlarındaki konu, sosyal hayat yapısının sistematik bir şekilde araştırılmasıdır.
Arjantin’li çağdaş öykü ustaları arasında 1911 doğumlu Ernesto Sabato da yer almaktadır. Sabato’nun 1948 yılında yayınlanan ”El túnel” (”Tünel”) adlı ilk yapıtı, bir katilin çözümlenmesidir. Sabato’nun ilk yapıtıyla 1961 yılında yayınlanan ”Sobre heroes y tumbas” (”Kahramanlar Ve Mezarlara Dair”) adlı yapıtı gerçeküstücülüğün filmsel ve montaja dayalı tekniğinden oldukça etkiler taşımaktadır.
Latin Amerika’da sürekli bir avantgard geleneğin olduğu ve seçkin bir sanatın temsilcisi olarak görülmüş biricik ülkelerden biridir Arjantin. Bunun yanı sıra, uluslararası akımları özümsemiş, fakat gene de kendine özgü bir damga bırakmış bir popüler kültüre sahiptir Arjantin. En bilinen örnek, Fernando Solanas’ın 1983 yapımı ”Tangos el exilio de Gardel” (”Sürgün Gardel’in Tangoları”) adlı filminde, cuntadan kaçıp Paris’te yaşayan mültecilerin, tangoyu korkularını ve demokratik bir Arjantin özlemlerini yansıtan bir halk protestosu olarak algılamalarıdır belki de. İki savaş arası döneminde tango kralı olan ve Paris’te ölen Carlos Gardel, generallere karşı yürütülen halk hareketinin simgesi olmuştur uzun bir süre. (Tango, 1890’lı yıllarda, ”bandoneo” denilen bir çeşit armonikanın ana çalgı olarak kullanıldığı halk danslarının bir meyvası olarak doğmuştur, ne ki asıl yaygınlaşması 1910 yıllarında Paris’te gerçekleşmiştir. Tango, altın devrini Arjantin’li Carlos Gardel zamanında yaşadı. Tango’nun ikinci altın devri, Perón’un 1933-1955 yılları arasındaki popülist döneminde gerçekleşti. Altmışlı yetmişli yıllarda, tango popülaritesini pop müzik yüzünden yitirdi; gene de sürgündeki Arjantin’lilerin yokluk, özlem ve kırgınlıklarını dile getirebilecekleri politik bir söylemi barındırdı tango. Tango, militer rejimin Arjantin’de 1983 yılındaki çöküşünden sonra, hem Arjantin’de hem de başka ülkelerde bir rönesans yaşamıştır.)
Bir çok yazar, tango gibi popüler kültür biçemlerine hem sevgiyle hem de ironiyle yaklaşmışlardır. Bu yazarların başında, 1932-1990 yılları arasında yaşamış Manuel Puig gelmektedir. Puig’in romanlarındaki dil, Buenos Aires’e özgü konuşma lehçesi olan ”lunfardo” ’dur. Puig’in, özellikle 1969 yılında yayınlanmış ”Boquitas pintadas” (”Boyalı Ağızlar”) adlı yapıtı, sentimental tangoya oldukça yakın bir çizgidedir. Özellikle Hollywood filmlerinde, yapmacık orta sınıfın tutkulu fantazileriyle yaşadıkları gerçeği, hesaplarını ve dar-kafalılıklarını gölgeleyen sosyal konumları hakkındaki illüzyonlarını dile getirebilecek bir söylem bulmuştur Puig. Büyük başarı kazanan 1969 yılında yayınlanan ”La traicíon de Rita Hayworth” (”Rita Hayworth’un İhaneti”) adlı romanı bir anneyle bir çocuğun konu edinildiği yabancılaştırılmış bir dünyayı ele almaktadır. Puig, kriminal roman türünü, cinsel baskıları ve özgürleşme deneyimini anlatabilmek için kullanır 1973 yılında yayınlanan ”The Buenos Aires Affair” (”Buenos Aires İlişkisi”) adlı yapıtında.
Puig’in popüler kültürün fantezilerini içermeyi başardığı en yetkin yapıtı 1976 yılında yayınlanan El beso de la mujer arana (”Örümcek Kadının Öpücüğü”) adlı yapıtıdır. Bu roman, Buenos Aires’teki bir hapishanede, aynı hücrede kalan iki mahkumun konuşmalarından oluşur. Mahkumlardan biri diktatörlüğe karşı savaşmış aktif bir şehir-gerillası, diğeri de ahlâk kurallarını çiğnemek savıyla tutuklanmış bir eşcinseldir. Mahkumların ikisi de, farklı açılardan totaliter bir rejimin kurbanlarıdır - ve her biri de kendi imgelem dünyasına hapsolmuşlardır. Eylemci şehir-gerillası yalnızca siyasetten anlamakta ve duygusal dünyaya kapatmaktadır kendisini. Eşcinsel mahkumsa dünyayı yalnızca duygusal fantaziler aracılığıyla algılamaktadır, ki bu fantazilerin çoğunu izlemiş olduğu filmler çağrıştırmaktadır O’na. Romanın ilerleyen bölümlerini eşcinsel mahkumun eylemci mahkuma izlediği ve beğendiği filmleri anlatması oluşturur, ve böylelikle mahkumların birbirlerine karşı besledikleri antipati giderek yerini sempatiye ve dostluğa bırakır. Roman, her iki mahkumun da maruz kaldığı baskı (duygusal olanla politik olan) arasındaki bağlantıyı gösterir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yazılan toplumsal yazılarda ve edebiyatta, Latin Amerika kimliği teması kıta yazınında bir leit-motif olmuştur. Bu temanın en sadık işleyicilerinden biri de 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış 1914 doğumlu Meksika’lı Octavio Paz’dır. Paz, Meksika toplumu ve Kızılderili kalıtını çözümleyen yazılarıyla tartışma gündemine yön vermiştir. Paz’ın 1950 yılında yayınlanan deneme-kitabı El laberinto de la soledad (”Yalnızlığın Labirenti”) hem yerel hem de evrensel özeliklerini ele alır Meksika’nın. Paz, Los Angeles’da yaşayan Meksika’lılar arasında edindiği izlenimlerinden yararlanarak, baskı altında kalan bir kültürün hayatta kalma mücadelesini serer gözler önüne.
Meksika ve ABD’nde yaşayan göçmenlerin ikili kültürlerinde Paz’ın dikkatini çeken Meksika bilincini damgalayan bölünmüşlüktür. Bu bölünmüşlüğü dile getiren sözcüklerden biri olarak görür Paz chingar sözcüğünü, ki anlamı ”iğfal” demektir. Paz, bu sözcüğü Meksika erkekliğinin simgesi olarak algılar, fakat chingar sözcüğünü aynı zamanda ”güvenlikte olamama durumu”na bir simge olarak da yorumlar Paz. Kavramın kökeni kâşiflerin eski Kızılderili Meksika’yı işgal (daha doğrusu iğfal) etmelerine kadar uzanır. Bu dönemde ortaya çıkar bölünmüşlük ve bunun ”doğal” bir sonucu olarak da umutsuzluk duygusu ve kitabın adının gönderme yaptığı yalnızlık. Paz, bu anlamsızlıktan çıkış yolunu çağdaş insanla tarih arasında bir iletişim kurulmasında görür. Bu süreçte, şiire de görev düşer, çünkü şiirsel yaşantıdır kökleri gösteren ve yeniden yaratan. Dil -özellikle şiirsel dil- aracılığıyladır ki, insanoğlu kendisi ve çevresi hakkında bir fikir edinebilir, ve kendini söylence, tarih ve toplum çevreni içerisinde görebilir. Başka bir söylemle, kültürün kökleri sözcüklerin içindedir. şiirin üstlendiği bu görevin dile getirildiği bir çok şiir de yazmıştır Paz. Kızılderili söylenceleriyle başka kültürlerden edinilmiş izlenimlerin harmanlandığı Piedra del sol (”Güneş Taşı”, 1957) örnek olarak verilebilir. Paz’ın şiiri ve topluma yönelttiği eleştirisi her şeyden önce kendine özgü ve yalıtılmış bir şiirsel pratiği ön plana çıkarsa da, görüşlerine bağlığı ve içtenliği bu görüşleri daha bir güçlü kılmaktadır. Paz, şairin yalıtılmışlığını çağdaş insanın yalıtılmışlığını ve kıstırılmışlığını yansıtan bir imge olarak verir.
Latin-Amerika kimliği, kıtanın kültürünü, tarihini ve ekonomisini belirleme de önemli rol oynayan İspanya ve ABD gibi emperyalist güçlerle ilişkileri içerisinde araştırılmalı. Bu ilişkilere özel bir önem veren yazarlar arasında 1928 doğumlu Meksika’lı Carlos Fuentes gelmektedir. ”Artemio Cruz’un Ölümü” adlı romanıyla Meksika Devrimi”ni, ”Terra nostra” (”Bizim Dünyamız”) ’da ise İspanya’dan devralınan (olumlu ve olumsuz) kalıtı ele alır. ABD ile ilişkiler bir çok kitabının ana konusu sayılabilir, özellikle Yaşlı Gringo adlı romanın. 1975 yılında yayınlanan uzun romanı Terra nostra İspanyol tarihine Latin-Amerika perspektifinden bakar ve ortak bir tema etrafında üç bağımsız anlatıyla örülür. Fuentes’in deyimiyle, bu üç bölüm, Hieronymus Bosch tarafından bir kilisenin mihrabını süslemek için yapılmış üç parçadan oluşan ”Arzuların Bahçesi” adlı tablonun işlevini görür. Ortadaki bölüm olan ”Yeni Dünya” ’da bir deniz kazasından sonra, yabancı sahillere çıkan bir adamın öyküsü düşe benzer bir örgü içerisinde anlatılır. Bu kazazedenin ağzından anlatılır tanınmamış uygarlıklarla ve göreneklerle karşılaşmanın öyküsü. Kazazedenin anlattığı uygarlıklar, antik yerli uygarlıklar olan Aztek ve Maya uygarlıklarıdır. Romanın ikinci ve üçüncü bölümleri Güney-Amerika kıtasına değgin olup, iki İspanyol anlatısıyla örülür. İkinci bölüm olan ”Eski dünya”, gezginin öyküsünü İkinci Filip’e anlattığı sarayda geçer. Son bölüm ”Öteki Dünya” aynı zamanda 1500’lü yılların İspanya’sını da göz önünde bulundurur, fakat önce ta Tiberius’un zamanındaki Roma İmparatorluğu’na kadar, sonra da 1999 yılının yeniyıl akşamında Paris’e kadar uzanır. Anlatım biçimi, dil yapısı ve bakış açısı sürekli değişir durur Fuentes’in romanında. Fuentes’in Terra nostra’sı çağdaş Latin-Amerika’yı belirleyen bütün öğeleri bir araya getirmeye çalışan bir kültür slaytı olarak da değerlendirilebilir. Fuentes, İspanyol ve yerli kültür arasındaki bağlantıyı da (özellikle Meksika kimliği açısından) ön plana çıkarmaktadır bu yapıtıyla.
1985 yılında yayınlanan El gringo viejo (Yaşlı Gringo) adlı romanıyla Meksika ve kuzey Amerika kimliklerini, Amerika’lı gazeteci Ambrose Bierce’nin yaşam öyküsünden yararlanarak karşı karşıya getiriyor Fuentes. Ambrose Bierce adlı Amerika’lı gazeteci bir gazeteler zinciri için Meksika Devrimi’ni izlemek için görevlendirilmişti. Bierce’nin ünü, Amerikan iç-savaşı hakkında kaleme aldığı ve 1891 yılında yayınlanan Tales of Soldiers and Civilians (“Askerler Ve Sivillere Dair Masallar”) adlı kitabıyla artmıştı. Ambrose Bierce’yi “El gringo viejo” adlı romanının baş-kahramanı yapmakla Fuentes, iki komşu ülkede patlak veren ve ülkelerin kaderinde önemli bir rol oynayan iç-savaşlar arasında bir bağlantı kuruyordu. Fuentes, Meksika devrimini toprak ve kimlik kazanma hakkı için bir savaşım olarak değerlendirmektedir. Diaz’ın diktatörlüğüne karşı başkaldıranlar hem yoksul, hem de kızılderili kökenliydi. Meksika devrimi aynı zamanda Meksika aristokrasindeki İspanyol ve Avrupa dominansı ile bir hesaplaşmaydı. “El gringo viejo” romanındaki üç önemli kişi olan Amerika’lı gazeteci, devrimci general ve New England’ın genç valisi aracılığıyla, değişik kaynaklardan fışkıran ve değişik dünyaları simgeleyen Meksika ve ABD kültürlerinin karşılaşmasını aktarmak ister Fuentes.
Bir başka önemli Meksika’lı yazar olan Juan Rulfo (1918-1986) , 1953 yılında yayınlanan El llano en llamas (Kızgın Ova) adlı öykü kitabıyla ve 1955 yılında yayınlanan Pedro Páramo adlı romanıyla Meksika’nın bir portresini çizerek, Meksika tarihini kırsal toplum açısından yansıtır. Juan Rulfo’nun özellikle yoğunlaştığı nokta, tarihin ve sosyal koşulların nasıl iç içe geçerek yaşamsal boyutu etkilediği idi. Rulfo’da ölüm hayatın son noktası değil, fakat neredeyse yeni bir şeyin başlangıcı olarak görülür. Çünkü Rulfo’nun yapıtlarındaki insanlar hayatlarını ölüm hakkın-daki bilinçleri aracılığıyla oluştururlar. Pedro Páramo adlı yapıtında, bu ölüm-bilincini söylencelerde yaşamayı sürdüren yitik bir Meksika’yı bulmak ve zamanın akışını durdurmak amacıyla kullanır Rulfo. Romanın anlatıcısı, babasını (yani Pedro Páramo’yu) bulmak için babasının köyüne gelen Pedro Páramo’nun oğullarından biridir. Fakat çok geçmeden Pedro Páramo’nun ölmüş olduğunu öğrenir. Pedro Páramo’nun hayatı ancak anılar ve ölülerin konuşmaları aracılığıyla yeniden yaratılabilir, ki ölülerin sesleri havada yaşamaya devam eder: Romanda ölüler ülkesiyle yaşayanlar ülkesi arasında, ölülerle yaşayanların birbirleriyle konuşabilecekleri bir ülke yaratılır. Hem El llano en llamas (Kızgın Ova) ’da hem de Pedro Páramo’da taşra yaşantısını ve bireysel yazgıları aşarak, Latin-Amerika tarihinin ve imge-dünyasının bir resmini sunar Rulfo. Özellikle zaman perspektifi konusunda: zaman ortadan kaldırılır, ve geçmiş zaman şimdiki zamanın içerisine örülür, her şeyin ölümle yaşam arasında donmuş bir konumda bulunduğu bir durumdan oluşan bir kıyamet atmosferiyle. Rulfo’da ölüm ne başlangıçtır ne de son, fakat cennet ile cehennem arasında bir araf’tır ölüm. Burada nefret ve şiddet en önemli öğelerdir, ve her ikisi de çok anlamsız bir biçimde vardırlar. Rulfo’nun adı anılan iki kitabı da kıta yazarları üzerinde büyük bir etki yaptı ve Rulfo’nun bazı izleyicileri ”büyülü gerçekçilik” akımı etrafında toplandılar.
Büyülü gerçekçilik kavramını Latin-Amerika edebiyatının gerek ABD’nde gerekse de Avrupa’da 1970’li yıllardaki açılımından ayırmak neredeyse olanaksız. Kavram bir çok açılardan yanlış yorumlanmaya açık bir kavram, fakat gene de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki orta- ve güney-Amerika edebiyatının karakteristiğini vermekte: söylence ve gerçekçilik arasındaki gerilim, içtenlik ve halk-kültürü çıkış noktası kabul edilerek yazabilme yeteneği. Büyülü gerçekçilik kavramı aynı zamanda, hem yazılı-rasyonalist hem de oral-söylensel geleneklere dayanan bir edebiyatın zıtlıklarını da imlemektedir. Belki de Latin-Amerikan gerçekçiliğindeki büyüselliğin nedeni -Carlos Fuentes’in dediği gibi- Latin-Amerika’daki gerçek olayların bütün kurgusal öykülerden daha edebî olmasıdır. Başka bir deyimle, Latin-Amerika edebiyatında büyüsel olan gerçekliğin kendisidir. Latin-Amerika’daki hayat, üretilen edebiyattan çok daha varsıldır.
Juan Rulfo’nun kitapları klaustrofobi örnekleriyle dolar taşar. Yalıtılmış ve nüfus yoğunluklu toplumla ”büyülü gerçekçi” adı verilen yazarlar arasında büyük paralellikler bulunmaktadır. En azından Latin-Amerika’nın hemen her yerde kendinden bahsettiren atılımı söz konusu olduğunda: 1928 doğumlu Kolombiya-’lı Gabriel García Márquez.
Yalıtılmış toplumlar Latin-Amerika kültürünün kapalılığına bir örnek oluşturmaktadırlar, fakat bu yalıtılmışlıktır ki Latin-Amerika’ya özgü söylencelerin ve imgelerin oluşmasını sağlayan. Bu söylenceler ve imgeler, şiddet, ölüm, fanatizm, aşk ve ihtiras gibi temel olguları imlemektedir, ve bu imgeler yazarın gerçekçi bilincinden yansıyan bir tarih yorumlanması olarak iletilir okuyuculara. García Márquez güçlü betimlemelerle Kolombiya’daki taşra toplumunun hayatını yansıtırken, diğer çağdaş Latin-Amerika’lı yazarları etkilediği gibi, İskandinav, İngiliz ve Hint yazarları da etkilemiştir.
Uluslararası üne, 1967 yılında yayınlanan Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık) adlı yapıtıyla ulaşır García Márquez. Daha önce yayınlanan yapıtları, Márquez’in yalıtılmış toplumu betimlemeye ve akla-aykırı öğeleri de içeren detay-gerçekçiliğine doğru yöneleceğine işaret etmişti. 1961 yılında yayınlanan El coronel no tiene quien le escriba (“Albay’a Kimse Mektup Yazmıyor”) adlı roman bu türden bir romandır. Bu romanda, emekli bir Albay, ki aynı zamanda bir iç-savaş-kahramanıdır bu Albay- hakkı olduğuna inandığı bir emekli aylığını bekler de durur boş yere. Albayın oturduğu köy, oğlunu öldüren düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. Açlık sınırında yapayalnız yaşayan Albay, direnmekte ve teslim olmamaktadır, tıpkı oğlundan kalan dövüşken horoz gibi. Albay, Latin-Amerika’nın bir simgesi olarak belirmektedir: inatçı, mağrur, fakat değişimin dışarıdan, kendiliğinden geleceği gibi gerçekçi olmayan beklentiler içerisinde. Albay, içinde yaşadığı o küçük taşra toplumunun katı kurallarıyla sıkı sıkıya belirlenmiş bir kaderi yaşamaktadır gene de.
1955 yılında yayınlanan ilk kitabı La hojarasca (“Yaprak Fırtınası”) ile García Márquez’in ”Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanla dünya çapında tanıtacağı, Márquez’in doğum kentinden esinlenerek yarattığı küçük kent Macondo’yla karşılaşıyoruz. ”Yaprak Fırtınası” ile ”Yüzyıllık Yalnızlık” denizden olabildiğince uzağa kurulmuş, Buendía ailesi tarafından temelleri atılmış, bataklık bir bölgede ve bir cangıla yakın olan ve tamamıyla yalıtılmış bir kenti betimler. “Yüzyıllık Yalnızlık”, Buendía ailesini ve her şeyin kendine özgü bir anlamı ve ritmi bulunan ve dünyadaki hiç bir kente benzemeyen Macondo’nun öyküsünü anlatır. Yeni buluşlar ve ilerlemeler, kente kapalı ve görünüşe göre değişmez görüneni aşan bilgeliği simgeleyen gezgin çingeneler tarafından ulaştırılır. Parşömenlerinde Buendía ailesinin bütün soy-ağacı bulunan çingene Melchiades’in özel bir önemi vardır romanda. Buendía ailesi kendilerini dünyanın en masum insanları olarak gören hayalciler olarak görülür. Macondo’ya kötülükler yüzyıllık bir iç-savaş olarak dışarıdan gelir: yabancı bir şirket bölgede yetişen muzlara yatırım yapar, sömürü başlar ve üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir sorun oluşmaya başlar. Ya da bir doğal afet olarak kendisini gösterir kötülükler: dört yıl süren bir fırtına. Böylelikle sürer gider yaşantı bu küçük kentte, tıpkı Eski Ahit’te anlatılan yedi kötü yıl gibi. García Márquez’in betimlediği ve oluşturduğu dünya, aynı anda gerçekçi, masalsı ve doğaüstü olma özellikleri taşıyor ki, bu özellikler daha sonraki romanlarında da (”Başkan Babamızın Sonbaharı” ile ”Kolera Zamanında Aşk” ’ta da) sürecektir.
Uluslararası üne, 1967 yılında yayınlanan Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık) adlı yapıtıyla ulaşır García Márquez. Daha önce yayınlanan yapıtları, Márquez’in yalıtılmış toplumu betimlemeye ve akla-aykırı öğeleri de içeren detay-gerçekçiliğine doğru yöneleceğine işaret etmişti. 1961 yılında yayınlanan El coronel no tiene quien le escriba (“Albay’a Kimse Mektup Yazmıyor”) adlı roman bu türden bir romandır. Bu romanda, emekli bir Albay, ki aynı zamanda bir iç-savaş-kahramanıdır bu Albay- hakkı olduğuna inandığı bir emekli aylığını bekler de durur boş yere. Albayın oturduğu köy, oğlunu öldüren düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. Açlık sınırında yapayalnız yaşayan Albay, direnmekte ve teslim olmamaktadır, tıpkı oğlundan kalan dövüşken horoz gibi. Albay, Latin-Amerika’nın bir simgesi olarak belirmektedir: inatçı, mağrur, fakat değişimin dışarıdan, kendiliğinden geleceği gibi gerçekçi olmayan beklentiler içerisinde. Albay, içinde yaşadığı o küçük taşra toplumunun katı kurallarıyla sıkı sıkıya belirlenmiş bir kaderi yaşamaktadır gene de. 1955 yılında yayınlanan ilk kitabı La hojarasca (“Yaprak Fırtınası”) ile García Márquez’in ”Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanla dünya çapında tanıtacağı, Márquez’in doğum kentinden esinlenerek yarattığı küçük kent Macondo’yla karşılaşıyoruz. ”Yaprak Fırtınası” ile ”Yüzyıllık Yalnızlık” denizden olabildiğince uzağa kurulmuş, Buendía ailesi tarafından temelleri atılmış, bataklık bir bölgede ve bir cangıla yakın olan ve tamamıyla yalıtılmış bir kenti betimler. “Yüzyıllık Yalnızlık”, Buendía ailesini ve her şeyin kendine özgü bir anlamı ve ritmi bulunan ve dünyadaki hiç bir kente benzemeyen Macondo’nun öyküsünü anlatır. Yeni buluşlar ve ilerlemeler, kente kapalı ve görünüşe göre değişmez görüneni aşan bilgeliği simgeleyen gezgin çingeneler tarafından ulaştırılır. Parşömenlerinde Buendía ailesinin bütün soy-ağacı bulunan çingene Melchiades’in özel bir önemi vardır romanda. Buendía ailesi kendilerini dünyanın en masum insanları olarak gören hayalciler olarak görülür. Macondo’ya kötülükler yüzyıllık bir iç-savaş olarak dışarıdan gelir: yabancı bir şirket bölgede yetişen muzlara yatırım yapar, sömürü başlar ve üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir sorun oluşmaya başlar. Ya da bir doğal afet olarak kendisini gösterir kötülükler: dört yıl süren bir fırtına. Böylelikle sürer gider yaşantı bu küçük kentte, tıpkı Eski Ahit’te anlatılan yedi kötü yıl gibi. García Márquez’in betimlediği ve oluşturduğu dünya, aynı anda gerçekçi, masalsı ve doğaüstü olma özellikleri taşıyor ki, bu özellikler daha sonraki romanlarında da (”Başkan Babamızın Sonbaharı” ile ”Kolera Zamanında Aşk” ’ta da) sürecektir.
Gabrial Mistral, doğum-adı ile Lucilla de Maria Goday Alcayaga, 7 nisan 1889'da Şili'nin kuzeyinde, And dağı yamaçlarındaki Vicuna kasabasında doğar. Bir öğretmenin kızı olan Gabriela Mistral, onbeş yaşından başlayarak hayatı boyunca öğretmenlik yapar. Daha sonra bakan ve devlet-başkanı olacak Pedro Aguirre Cerda ile 1910 yılında tanışır. Cerda daha sonraki yıllarda Mistral'e pedagoji alanında görevler verir. Mistral, 1918'den 1920 yılına kadar Şili'nin güneyindeki Punta Arenas'da öğretmenlik yapar.
1914 yılından başlayarak birçok dergide şiirleri yayınlanır Mistral'in (1914 yılında Wuegos Florales Ödülü'nü kazanır) . Bu şiirler 1922 yılında yayınlanan 'Umutsuzluk' (Decolacion) adlı kitabında toplanır. 1923 yılında ilk Meksika yolculuğunu bir pedagoji konferansına katılmak amacıyla yapar.
1924 yılında, ikinci kitabı 'Şefkat' (Ternura) yayınlanır. Bundan sonra ülkesinin kültür-ataşesi olarak Latin Amerika'ya, Kuzey Amerika'ya yolculuk eder. 1938 yılında üçüncü kitabı 'Ormancılık' (Tala) ve 1954 yılında dördüncü şiir kitabı 'Üzüm-ezeceği' (Lagar) yayınlanır.
Latin Amerika'nın 'tanrısal Gabriela'sı, Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. www.antoloji.com sayfalarında çevirisi de yer alan 'Oğul Şiiri' (Poemas Del Hijo) , şiirleri içersinde en önemlisi (daha doğrusu baş-yapıtı) olarak kabul edilir. Bu şiirde insanı sar(s) an en önemli öğe, şiir boyunca akan o büyük tutkudur: Bir kadının en büyük arzusu sevdiği adamdan bir oğul doğurmaktır. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş kadının yaktığı ağıttır bu şiir. Acılı, tutkulu bir ağıt. Böylece başlar acı ve umutsuzluk tutkuyla akmaya Mistral'in karanlık şiiri boyunca. (Mistral'in nişanlısının canına kıyması duygu yükü ağır basan, umutsuz ve karamsar şiirler yazmasına yol açar. 'Oğul Şiiri'nin yer aldığı kitap 'Umutsuzluk' için Mistral şöyle demiştir: 'Bu acı kitabı dilerim Tanrım affeder.')
Şili'li büyük ozan Pablo Neruda 'Confieso Que He Vivido' adlı anılarında (bu yapıt 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir) şöyle bahsediyor Gabriela Mistral'den: '... Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayınada çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgarı dört gündür fevkalede bir kızgınlıkla. Gece rüzgarın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi. Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgarlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selamlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili'nin kar'ını. Şili'lisin sen. Halka değginsin sen! ...' (Çev.: İsmail Aksoy) .
Gabriela Mistral ana-dilini yetkinlikle kullanan bir şairdir. İspanyolca yazdığı yetkin dizelerin başka bir dilde verilemeyeceğini düşünüyordu Mistral. Bu yüzden uzun yıllar şiirlerinin çevrilmesine izin vermemiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da İspanyolca konuşulmayan ülkelerde uzun yıllar tanınması olanaklı olmadı Mistral'in.
1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Gabriela Mistral, ülkesi ve Unesco yararına uzun bir pedagoji ve kültür kariyerinden sonra, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair ve insan olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island' (ABD'de) ölür.
Gabriela Mistral'in ölümsüz şiirleri Türkçe'ye kazandırmış olmaktan övünç duyuyorum. Eğer bu şiirler Türkçe'de kulağa hoş geliyorsa, bu her şeyden önce Gabriela Mistral'in büyük bir şair olmasından kaynaklanıyor.
Evet, Şilili'dir Gabriela Mistral. Türkiyeli'dir, Çinli'dir, Sudanlı'dır, O. Özetle dünyalıdır Gabriela Mistral. Çünkü dünyanın bütün anaları için söylemiştir türkülerini. Bu yüzden kimse unutmayacak şarkılarını O'nun. Halka değindir çünkü O. Dünya halklarına...
Seamus Heaney 1995 Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.
Seamus Heaney, 13 Nisan 1939'da Kuzey İrlanda'da, Derry'de bir çiftlikte doğdu. Yoksul bir çiftçinin 9 çocuğundan biri olan Seaney, ilk öğrenimini Saint Columb's Koleji'nde ve yüksek öğrenimini de Belfast'taki Queen's Üniversitesi'nde tamamladı. Şiire üniversiteden sonra, öğretmenlik yaptığı yıllarda başlayan Heaney'in ilk kitabı 'The Death of a Naturalist' ('Bir Doğalcının Ölümü') 1966 yılında yayınlandıç Kuzey İrlanda'da geçen çocukluğundan esinlenerek yazılan ilk şiirlerinde, ününü 1950'lerde yaygınlaştıran İngiliz şairi Ted Hughes'ten etkilendiği görülür Seamus Heaney'in. İlk kitabıyla 'Somerset Maugham Ödülü'nü alan ilk kitabını, 1969 yılında yayınlanan 'Door into the Dark' ('Karanlığa Açılan Kapı') ile 1972 yılında yayınlanan 'Wintering Out' ('Kışı Geçirmek') adlı şiir kitapları izledi. 1975 yılında yayınlanan 'North' ('Kuzey') adlı 4.kitabı, Heaney'in kendi kuşağı içerisinde gerçekleştirdiği büyük aşamanın izlerini taşır. [4.kitabı 'North' ('Kuzey') bir çok dile de çevrilmiştir]. Belfast'taki şiddet olaylarının tehlikeli ortamından ayrılıp, Dublin'e yerleşen Heaney bir katolik için gittikçe sertleşen gündelik hayatı bu konulara daha uygun olan tarihsel bir perspektifle ve büyük bir ustalıkla işledi. Son yıllarda Oxford, Harvard ve Berkeley üniversitelerinde konuk profesör olarak dersler veren Heaney, 1985'te 'Station Island' ('İstasyon Adası') ile 'Sweeney Astray' ('Yolunu Şaşırmış Sweeney') adlı iki şiir kitabı daha yayınladı.
Pier Paolo Pasolini: İtalya’lı Marxist Bir Peygamber
Otuz yıl önce, 2 Kasım 1975’de şair, film yönetmeni ve amansız toplum muhalifi Pier Paolo Pasolini, Lido di Roma dolaylarındaki bir liman ve turizm kenti olan Ostia’daki bir inşaat şantiyesinde ölü olarak bulundu. Olayla ilgili olarak, polis, şafak sökerken Pelosi adlı 17 yaşındaki işçi bir genci gözaltına aldı. Ertesi gün, Pelosi cinayet işlemekle itham edildi ve bu genç suçunu kabul etti. Bir kaç yıl sonra da, 25 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı Pelosi.
Bu öykü burada bitebilirdi, eğer Pasolini zamanının en ünlülerinden biri olmasaydı. Bir çok kimse, savcılığın sunduğu durum değerlendirmesine inanmak istemedi. Cinayet sonrası, Pier Paolo Pasolini’nin bedeni ve yüzü tanınmıyacak durumdaydı. Nasıl olurdu da, 17 yaşındaki bir çocuk, atletik bir yapıya sahip olan, güçlü kuvvetli 53 yaşındaki Pasolini’yi ufacık bir tahta parçasıyla o duruma sokabilirdi? Fakat Pasolini’nin düşmanları için kuşkuya yer yoktu: eşcinsel olarak Roma’nın şiddet dolu varoşlarına genç erkekler bulmak amacıyla giden Pasolini, oldukça tehlikeli bir hayat sürmüştü. Bu anlamda, ölümün üstüne üstüne gitmişti, yani ölümü kendi yüzündendi.
”Şairler geleceği görür”, demişti Frederick Engels. Pasolini de 1962 yılında yazdığı bir şiirde kendi ölümünü önceden sezinliyordu gibi: “(...) milyarlarca yaşayanlar, / güzelim bir sabah uyanacaklar / hayatlarındaki her günkü gibi / giysi altındaki sıcaklık...nemli / ilk terden...Mutlu - onlar -
/ mutlu! Onlar, mutlu sadece! // Yalnızca doğmamış olan yaşar! / Yaşar, yaşadığı sürece, ve her şey onun olmalıdır,- / Onundur, onun! // Orada duracağım / (...) / deniz boyunca /- hayatın yeniden başladığı yerde. / Yapyalnız, ya da handiyse öylece, o eski sahilde,/eski kültürlerin kalıntıları
Arasında / Ravenna / Ostia ya da Bombay’da hepsi bir nasılsa. // (...) / Yavaş yavaş çözüleceğim / denizden gelen kesici ışıkta, / unutulmuş bir şair ve yurttaş olarak.”
Pelosi’nin suçu kabullenmesine rağmen, bazı deliller Pasolini’nin öldürülmesi olayına başkalarının karıştığını da göstermekte. Bu tür şüpheler, ta başından beri mevcuttu ve 1995 yılı civarında Marco Tullio Giordano tarafından yapılan ”Pasolini: Bir İtalyan Suçu” adlı bir filmle birlikte, bu şüpheler somut olarak gösteriliyor. Görgü tanıklarının filmin yönetmenine anlattıklarına göre, İtalyan makamları kasıtlı olarak, başka bir işçi gencinin Pasolini’nin öldürülmesine katıldığını işaret eden verileri göz önünde tutmadılar. Film, özellikle bu teori üzerinde duruyor. Bu durum, devlet savcılarından birinin Pasolini dosyasını yeniden gündeme getirmesine yol açtı.
Fakat Pasolini’nin öldürülmesinde, filmde ön plana çıkarılan politik bir motif var olabilir mi?
“Bir komploya inanmıyorum. Bunun yerine, denebilir ki, egemen sınıf bir çeşit ölüm lisansı çıkardı. Burjuvazi, Pasolini’nin yaptığı eleştiriler yüzünden oldukça mahcup bir durumdaydı ve bu yüzden kişiliğini hedef alan bir kampanyayla sesini boğmaya çalıştılar Pasolini’nin”. Böyle diyor yazar Dacia Maraini, bir söyleşisinde. Maraini ve eski kocası, müteveffa Alberto Moravia, Pier Paolo Pasolini’nin 1960 ve 1970’lerde en yakın arkadaşıydılar.
Zamansız ve gizemli koşullar altında ölen bir çok ünlü gibi Pier Paolo Pasolini’nin hayatı da oldukça çok sayıda tartışmaya konu olmuştur.
Mükemmel bir şairdi Pasolini, pırıl pırıl bir öykücü ve zamanının en önemli film yaratıcılarından. İtalya’da bir mit olmuştur Pasolini. Hakkındaki mitolojik söylem öncelikle peygambersi yazılarını topladığı ”Scritti corsari” (”Gazabın Yılı”) adlı kitabına bağlanabilir. Bu denli öngörü ve aktüalite, savaş sonrasındaki hiçbir İtalyan yazarında bulunmuyor. Toplumsal eleştirilerinin bazı bölümleri İtalya dışında da önemli yankılar yapmıştır.
Çok gençken komünist oldu Pasolini. Kitaplardan ya da okulda öğrenmedi komünizmi; kendi içgüdüleri ve mantığı ile komünist oldu hayat okulunda: “Nasıl mı marxist oldum? - / evet.. beyaz ve açık mavi ilkbahar çiçekleri arasında yürüyordum / kardelenlerden hemen sonra açarlar ya hani, / -ve akasyalar, o muhteşem sıcakta çözülen insan teni kokan çiçeklerle dolup taşmadan kısa bir süre önce / o güzelim mevsimde- / ve annemin köyü yakınlarındaki, o çevrilemez adla ”fonde” denilen küçük su oyuklarının kıyılarında yazmıştım, / oğlanlar, köylü çocukları, / yıkanırken masumca / (çünkü duygusuzdu onlar hayatları hakkında / ben inanırken onların kendileri hakkında bilinçli olduklarına) / ”Katolik Kilisesi’nin bülbülü” ’ne şiirler yazmıştım, / Bu dediğim 43’te olmuştu: 45’te bambaşka bir şeydi./Biraz daha büyüyen köylü çocukları, / kızıl bir kumaş bağlayarak boğazlarına/yürüyorlardı / başkentin kapılarına / ve küçük Venedik saraylarına. / Böyle
öğrendim ben, onların ırgat olduklarını,/ve böylelikle patronların var olduğunu. / Irgatların tarafını tuttum, ve Marx’ı okumaya başladım”.
Pasolini, hayattayken kendisine yeterince kulak verilmediğine pişman olunmuş ender şairlerdendir. Eğer Pasolini’nin dedikleri dikkate alınmış olsaydı, İtalya bugün daha farklı bir durumda olacaktı. Sözgelimi Pasolini’nin hasımlarından, mafyayla bağlantısı olduğu için hakkında soruşturma açılan, hırıstiyan-demokrat lider Giulio Andreotti’nin 10 yıl kadar önce yaptığı açıklama oldukça yankı uyandırdı: ”Pasolini’nin dediklerini dinlemiş olsaydık, belki de sistem çökmeyecekti.”
Oldukça zeki -neredeyse deşifreci- bir politikacıdan gelen bu eşsiz açıklama, kuşkusuz ki bir edepsizlik olarak da yorumlanabilir; değil mi ki Pasolini, İtalya’yı felaket bir duruma getirdiği için Andreotti ve tayfası hakkında bir soruşturma açılmasını ve Andreotti ve tayfasının zincire vurulmasını istemişti. Bu bakış açısını taşıyor Dacia Maraini.
Andreotti’nin düşüncelerini değiştirmesi kendi hatalarını kabullenmesi ve Pasolini’nin bilgeliği için gecikmiş bir alkış olarak da yorumlanabilir.
İşin püf noktası şu ki, Pasolini endüstrileşmeye doğru yönelen ve bu yüzden anıtsal değişimler içerisindeki İtalya toplumunun derinliklerine inerek, felaketli gelişmeleri önceden haber vermiştir. Diğer entelektüeller de belki aynı olguları gözlemlemişlerdir, fakat ya ideolojik ve parti çıkarlarını düşünmek zorundaydılar ya da Pasolini’nin sorunları açık bir şekilde formüle edebilme yetenekleri bulunmuyordu kendilerinde.
Kapitalist endüstrileşme her zaman ve her çeşit toplumda oldukça çok sayıda savunucu bulmuştur. Marx ve Engels bile, insana getirdiği riskleri ve zararlarına rağmen kapitalizmin yeteneğini benimsemiştir. Marx ve Engels şöyle yazmıştır 1848 şubat’ında yayınlanan Komünist Manifestosu’nda: “Malların ucuz fiyatları bütün Çin Sedlerini vuran ve un ufak eden ağır toplardır, ki barbarların en eğilmez yabancı düşmanlığının bile üstesinden gelir. Böylelikle
bütün ulusları burjuvazinin üretim biçimine uymaya zorlar, eğer tümden iflas etmek istemiyorlarsa; onları uygarlık denilen şeyi uygulama zorlar, yani burjuva olmaya, özetle burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratır.”
Ama eski dünyaya beslenen nefret yeni dünyaya abartıyla yaklaşılmasına yol açtı. Umudu hayatta tutabilmek için ve bir garanti olarak, geleceğin yükü işçi-sınıfına devredildi.Ayrıca Avrupa’ydı Marx ve Engels’in tanımladıkları; üstelik proletarya ve burjuvazi kapitalizme ve endüstri devri-minin ilk yıllarına özgüydü. Köylü toplumunun açlığı, sefaleti ve (Marx ve Engels’in yazdıkları gibi) ”kültürel aptallığı” burjuvazinin kültür ve hegemonyasıyla yer değiştirmeliydi. Fakat bu geçici bir kötülük olacaktı. Kapitalizmin kasıklarından yeni bir kültür ve yeni bir insanlık doğacaktı.
Ne ki, İtalya’da ne tarımsal ne de endüstriyel bir devrim gerçekleşmişti o yıllarda. Endüstri, İngiltere’den Fransa’ya, Belçika’ya, Almanya’ya yayılmıştı. İtalya’da bu yüzyılın başlarında bile nüfusun % 60’ı tarımla uğraşıyordu, bu oran İngiltere’de % 9’u ve Fransa’da % 43’ü buluyordu. Fransa’ya oranla, İtalya yarım yüzyıl geride sayılırdı, İtalya’yı İngiltere ile karşılaştırmak olanaksızdı.
İtalya’daki endüstrileşme savaş sonrasına denk düştü. Ne ki, endüstri devriminden daha farklı sonuçlar ortaya çıkararak. Yazar İgnazio Silone, tarihin sunduğu olanakların, insanın canının çektiği zaman kullanabileceği derin dondurucuda saklanan çilek gibi olmadığına çekmişti dikkatleri. Köylü toplumunun aptallığı İtalyan burjuvazisinin ve kültürel elitinin gittiği bir okuldu. Bunun sonucu olarak, İtalya’daki burjuvazi ve doğal olarak egemen sınıf, asalak, dar kafalı, korkak, köylü ve küstah oldu.
Eski ve neredeyse yaşlanmış bir gelişme felsefesiyle eğitilmiş İtalya’daki işçi sınıfı da geç oluşmuştu. Tarihsel bellekten yoksun olarak, Marx ve Engels’in omuzlarına dünyanın kaderini bıraktıkları proletaryaya dönüşmelerinin olanağı yoktu, ki Pasolini de on yıllarca bir umut olarak sarılmıştı onlara.
Böylelikle faşizmin zahmetli maskesinden kendini kurtardıktan sonra, yeni bir dünya doğuyor İtalyan endüstrileşmesinden, yeni bir zalimlik, ki Pasolini bunu önce duyumsuyor ve analizliyor ve ondan sonra da teşhir edip saldırıyor ona tutkulu bir şiddetle.
Pasolini doğduğu kent olan Friuli’yi 1959’un kışında hakkında açılmış bulunan dava ve eşcinsel olduğu için maruz olduğu tacizler yüzünden terk eder: “Annemle birlikte kaçtık, bir bavulla ve daha sonra / sahte olduğu anlaşılan biraz mücevherle, / bir yük treni kadar yavaş olan bir trenle, / -
Friuli dolaylarındaki ovalar ince ve katı bir karla kaplıydı. / Roma’ya doğru gidiyorduk. / Gidiyorduk nihayet, bırakarak babamı / ucuz bir sobanın başında / eski asker paltosuyla / ve
siroz ve paranoyanın neden olduğu korkunç kızgınlık nöbetleriyle. / Dolu dolu yaşadım / hayatımdaki tek şey olan bu roman sayfasını: / aksi halde, / yaşadım herkesin hayran kaldığı şiirlerde. / El yazmalarım arasında ilk romanım da vardı: / ‘Bisiklet Hırsızı’nın yazıldığı dönemler, / ve edebiyatçıların İtalya’yı keşfetmeye başladıkları dönemdi. / (...) / Roma’ya geldik, / bana biraz kan veren / sevimli bir amcanın yardımını gördük: / bir idam-mahkumu gibi yaşıyordum / her zaman kafamda taşıdığım o düşünce / -onursuzluk, işsizlik, yoksulluk. / Annem bir zaman hizmetçi olarak çalıştı / Ve ben bu hastalıktan kurtulamadım hiç. / Çünkü küçük burjuvayım ben, ve Mozart gibi gülümseyemem ben...”
1960’ların başında, edebiyat çevrelerinde tanınmış ve saygın bir yazar olarak selâmlanır Pasolini. Hacimli edebiyat üretimine giderek film sanatına olan tutkusunu da ekler. Daha sonra film çalışmaları bütün çalışmalarına baskın çıkacaktır zaten.
Pasolini’nin üne kavuşmasıyla birlikte, polisin ve mahkemelerin yakın takipleri ile sağcı basının açık saldırıları da yoğunluk kazanır. ”Burjuvazinin iğrenç çifte ahlâkı” diye yazar komünist bir gazeteci ”yeniden eyleme geçti kitle iletişim araçları ve devlet organlarının terörizmiyle kusursuz bir uyum içerisindeki ortak bir çalışmayla. Pasolini’nin davası bireysel bir dava değildir. O’nun geçerli olan ahlâk değerlerini (bilinçli ya da bilinçsizce) hiçe sayması, her bir bireyin yurttaş hakları hakkında yeniden düşünmemizi gerektiriyor.”
Böyle bir durumdayken kabul ediyor Pasolini haftalık bir komünist dergi olan ”Vie Nuove” (”Yeni Hayat”) ’dan gelen, okuyucularla ”dialog” kurmayı amaçlayan bir köşeyi düzenleme önerisini.
Pasolini’nin film-çalışmaları yüzünden birkaç kez kesilen bu dialog, Haziran 1960’dan Eylül 1965’e kadar sürdü. 1965 yılı ”ekonomik mucize”den duyulan kıvançla damgalanmıştı. Ne ki, dikkatli akıl yürütmelerden oluşan bir davayı yürütüyordu Pasolini okuyucularına verdiği yanıtlarda ve gelecek hakkındaki artan endişelerini dile getiriyordu yazılarında. Okuyucular kendileri belirliyordu konuları: bazen Macar edebiyatı hakkındaki görüşleri soruluyordu, bazen de vaftiz hakkında bilgiler isteniyordu; ya da okullardaki Latince dersleri hakkında ne düşündüğü soruluyordu ya da maden işçilerini konu alan bir öykü yazması isteniyordu.
Gençliğin 1950’lerde ve 1960’larda Avrupa’da yerleşmeye başlayan neo-kapitalizme karşı isyanı, 1968 yılında Almanya, Fransa ve İtalya’da patlak verdi.Değişik biçimleri vardı kapitalizmin, protest hareketlerinin ve egemen sınıfların gösterdikleri tepkilerin.
Neo-kapitalizme karşı başlatılan isyanın sloganları ile ABD, Fransa ve Almanya gibi zengin ülkelerdeki ve dünyanın yoksul ülkelerinden gelen muhalif kültürünü olduğu gibi aldı İtalya’daki öğrenci hareketi ve sol çevreler. İtalya’nın bütün alanlarını doldurmuştu Marcuse’ün, Che Guevara’nın ve Ho Chi Minh’in resimleri. Fakat İtalya ne zengin bir ülkeydi ne de bir 3. dünya ülkesiydi. Böylelikle romantik ve devrimci bir köktencilik oluştu; meskenlerinde akan suyla hastanelere ve okullara gereksinim duyan bir ülkenin değişim için öne sürdüğü köktenci bir istekti bu: komünizm.
İtalya’daki ’68 isyanının aşamaları, yukarıda yazılan nedenlerden ötürü, politik avantgard ve baskıcı makamlar arasında gerçekleşen oldukça şiddetli çatışmalara dönüştü. 1968 baharında öğrencilerle polis arasında Valle Giutia’da Roma mimarlık okulu dolaylarında gerçekleşen ve 1969 yılında polisin Roma mahkeme binası önüne barışçıl bir gösteri için toplanan binlerce öğrenciye ve diğer gençlere karşı planladığı ve şiddet dolu saldırısı şehir gerillaları ve devlet terörünün göstergeleri oluyor. 1969 yılındaki saldırı, zayıflamış ve çözülmeye doğru yol almaya başlamış bir harekata karşı polis tarafından planlanmış bir intikam eylemiydi. Aralık 1969’da Milano’daki ”Banca Nazionale dell’agricoltura” (”Ulusal Tarım Bankası”) ’na yerleştirilen bir bombanın patlamasıyla 16 kişi ölür ve 86 kişi yaralanır. Bu yalnızca bir başlangıçtır. İtalyan burjuvazisi bir askeri darbe istemektedir. Aralık 1970’de bir deneme yapılır. Fakat daha darbe gecesinde kendi kendisine çözülmeye başlar bu darbe girişimi. Belki generaller arasında son anda bir görüş ayrılığı doğmuştu.CIA (Amerikan Haberalma Teşkilatı) , Hırıstiyan Demokrasi Parti hükümetinin üyeleri ve gizli polis teşkilatı SIFAR’ın liderleri bu darbe girişimine katılmışlardı. 1974 yılında Brescia’da bir sendikada bir bomba patlar, yedi kişi ölür. Daha sonra bir trende patlayan bir bomba yüzünden 14 kişi ölür. Yeni bir darbe girişimi yapılır...
Pasolini bunların hepsini yazar yazılarında: “Biliyorum. Başarısızlığa uğrayan bu askeri darbenin sorumlularının adlarını biliyorum. 1969’da Milano’daki, 1974 yılında Brescia’daki ve Bologna’daki bombalı saldırıların sorumlularını biliyorum. (...) Bütün isimleri biliyorum ve suçlu oldukları bütün olaylar hakkında bilgilendirildim. Biliyorum, fakat kanıtlarım yok, ipuçları bile yok elimde. Biliyorum gene de, çünkü bir aydınım ben, bir yazarım ben...” Bu olaylar, zamanın deyimiyle ”devlet kıyımı” olarak nitelendirilmişti. Bu kıyımlar yüzünden hiç kimse cezalandırılmadı. Sahi nasıl cezalandırılabilirdiler ki? Çünkü teröristler hükümet ”saray”ına yani hükümete mensuptular.
Pasolini’nin denemelerinden bölümler, kuşkusuz ki Pasolini’nin düşünce dünyası hakkında bir bilgi vermeyi amaçlıyor, yoksa Pasolini’nin düşünce dünyasını hiç bir zaman temsil edemez. Gene de Pasolini’nin hakim sınıf için ne kadar tehlikeli bir eleştirmen olduğunu aydınlatıyor aşağıda sunulan bölümler.
- Neo-faşizm hakkında: “İtalyanlar bir kaç on yıl boyunca (özellikle orta ve güney İtalya’da) yozlaştı, aptallaştı, canavar ve cani bir halk oldu... Ben, tüketimciliğin gücünün nasıl olup da İtalyan halkının bilincini değiştirip yozlaştırdığına ve dönülmez bir şekilde düşürdüğüne kendi gözlerim ve duyularımla tanık oldum. ‘Totaliter’ faşizm bile bunu başaramazdı” (1975) .
Aynı yerde kabullenmiyor Pasolini, İtalya’nın televizyon ve tüketimcilikle birlik içerisinde tutulabileceğine.
- Televizyon hakkında: “Hiç kuşku yok ki, televizyon diğer yayın organlarına oranla en otoriter ve baskıcı olandır. Mussolini, İtalyan halkının ruhunda bir çizik bile bırakamadı, ama şimdi bu ruh, televizyon tarafından kötürüm bırakılıyor, ırzına geçiliyor ve onuru lekeleniyor”. (1973)
- Kilisenin rolü üzerine: “Kilise, otoriter olmadan yücelerde oturabilir, (şimdi gerçek bir marxist konuşuyor) sözcüğün tam anlamıyla dinsiz olan, totaliter, hiddetli, sahte bir toleransı olan, yıkıcı ve aşağılayıcı tüketimciliğin gücüne karşı koyan herkesin lideri olabilir Kilise. Ya köklerine geri döner ve bu isyanın bir simgesi olur Kilise ya da kendi canına kıyar”. (1974)
Yukarıdaki alıntılar İtalya’nın önde gelen gazetelerinden olan Corriera della Sera’nın baş sayfasında yayınlanmışlardı. Pasolini’nin ”kurban”larının ve eleştirmenlerinin nasıl tepki gösterdiklerini tasarlamak hiç de zor olmasa gerek. 1975’in yazında, ölümünden kısa bir süre önce
bir adım daha ileri giderek, hırıstiyan demokrat liderlere karşı bir kovuşturma açılmasını önermişti ölümünden sonra yayınlanan ”Lutherci Mektuplar”da: “Suçunuz (yapmış olduğunuz) ahlâka aykırı edimlerde değil, fakat ülkemiz için felaketli sonuçlar doğuran yürüttüğünüz hatalı politik çizgide, ki sizlerin muhakeme gücünüzü ve kuvvet kullanmazı belirleyen de bu çizgiydi”.
Pasolini, politikacıların ahlâksal bir sorumluluk gibi, hukuksal bir sorumluluk taşıdıklarına da parmak basıyordu. Aydın olarak Pasolini, hükümet sarayının uzağındayken onların İtalyan ulusuna karşı işledikleri suçları görebiliyordu.
Ölümünden 17 yıl sonra, 1992 yılında, ”Temiz eller operasyonu” ile başladı Pasolini’nin önerdiği bu dava ve belki de 1995 yılında Palermo’da Andreotti’ye karşı başlatılan davayla doruk noktasına ulaştı.
”Pasolini peygamber gibiydi” diyor Dacia Maraini. ”Bugün görüyor herkes bu büyük ahlâksal çözülmeyi, fakat o zamanlar İtalya hâlâ sessizdi. Mafya hakkında konuşulmazdı, elbette vardı mafya, fakat hiçbir zaman tartışma konusu yapılmazdı. Hırıstiyan demokrat partisi kesin gücü ele geçirdiğinde, yiğitçe yazdı Pasolini mafya ve hırıstiyan demokratlar arasındaki bağlantıları. Şehir toplumunun antropolojik değişimini belirtmesi ve eski günlerdeki kırsal hayata karşı beslediği nostaljisi de peygambersiydi.”
Fakat bütün bunlar bir devlet düşmanı olmak için yeterli mi? Maraini için yanıtı bulmak pek de kolay değil: ”Öyle düşünüyorum ki, Pasolini keskin analizleriyle rahatsız etmiştir İtalya burjuvazisini, çünkü bir yandan solcu bir ahlâkçı diğer taraftan da eşcinsel ve ahlâka aykırıydı. Nasıl olur da kilisenin öğretisine aykırı yaşıyan böylesi bir insan, burjuvaziye herhangi bir şey öğretmeye yetki buluyor kendisinde? Eleştirilerin O’nun gibi birinden gelmesi katlanılmaz bir şeydi burjuvazi için, ve bu yüzden de tehlikeliydi.”
Maraini ile aynı fikirde olmaktan çok uzak Edoardo Sanguetti. O zamanlar (ve şimdi de) Pasolini’nin (edebî, film ve politik) her cephedeki amansız bir eleştiricisi olan Sanguetti şöyle diyor: ”Nasıl suçlayabilir hırıstiyan demokratları, kapitalizmi ve endüstrileşmeyi yaydıklarını söyleyerek! Parti hakkında bir çok şey söylenebilir, ama parti her halikârda İtalya’nın faşizmden sonra yeniden yapılanmasını sağladı... Pasolini, İtalya’nın modern toplumların gereksinmelerini karşılayacak teknolojik bir gelişmeyle yaratılabileceğini anlayamadı. Skandallarla yaşadı ve en yalın biçimiyle tepkiciydi: partiye karşı suçlamaları ahlâkçı ve tarihe karşıydı.” Pasolini’nin çağdaşlığa karşı olduğunu da söylüyor Sanguetti: ”O zamanlar lânetlemiştim O’nun faşizm sırasındaki kırsal yaşam için döktüğü gözyaşlarını. Marxist bir bakış-açısına sahip biri olan Pasolini tepkici ve romantik bir anti-kapitalistlere tipik bir örnekti...”
Pier Paolo Pasolini 1922 yılında doğmuştu.
Not: Bu yazıda kullanılan şiirler ve diğer alıntılar, İsmail Aksoy tarafından çevrilmiştir.
Sanatçı Ve Çağı (*)
Albert Camus (1913 - 1960)
Türkçe’ye çeviren: İsmail Aksoy.
- Sanatçı niteliğinizden ötürü mü tanık olma rolünü üstleniyorsunuz?
Kendimi beğenmişlik duygusuna kaptırırım, böyle bir görevi üstlenmeyi kabul edersem, ki bunu istemiyorum. Kişisel olarak, hiç bir rol oynamak istemiyorum, ve bildiğim tek bir gerçek ödev var. İnsan olarak kendimi mutlu hissetmek istiyorum. Sanatçı olarak da, hâlâ hayat vermem gereken insanların olduğunu sanıyorum, ve bunu savaşlardan ya da mahkemelerden yardım almadan yapmak zorundayım. Ne ki, herkese gidilir gibi geliniyor bana. Geçmiş zaman sanatçılarının, hiç olmazsa zulüm karşısında susulmasına izin veriliyordu. Fakat, zulüm bugün oldukça gelişmiş durumda; artık suskun ya da tarafsız olmanıza da izin verilmiyor. Kişi, düşüncesini ifade etmek zorunda bırakılıyor, taraf ya da karşı olmak zorunda. Madem ki iki seçenek var, öyleyse ben muhalifim.
Fakat bu, rahat bir rol olan tanıklığı seçmek anlamına gelmiyor. Zamanı olduğu kabul etmektir bu yalnızca, kısaca söylemek gerekirse insanın işine gücüne bakmasıdır bu. Ayrıca unutuyorsunuz ki, günümüzün insanı örneği görülmemiş bir çabuklukla dolanıp durmakta yargıçların, davalıların ve tanıkların etrafında. Eğer bir seçimde bulunursam, ve bir seçimde bulunacağıma belki inanırsınız, bu halde hiç bir zaman yağ çalmayacağım yargıçlara ne de ayaklarını yalayacağım onların, ki bir çok filozofumuzun yaptığı işte budur. Bundan öte, eyleme geçmek için bir dürtüyü bulmak da güç değil, her ne kadar görece de olsa bu dürtü. Özellikle sendika-hareketi içerisinde oldukça zengin olanaklar var bu konuda bir şeyler yapmak için.
- Sizin son dönemlerdeki çalışmalarınızı suçlamak için kullanıldığı sanılan bu Don Kişot’çuluğun varlığını, sanatçının rolünü idealist ve romantik bir tanımla açıklamak mümkün değil mi?
Sözün anlamını, eski anlamlarını taşıdıkları müddetçe değiştiremezsiniz. Ve benim için, romantik kişi, kuşkusuz ki tarihin sonsuz devinimini seçen kimsedir, o muhteşem kahramanlık şiirini, ve mahşer günü bir mucize gerçekleşeceğini ön-görebilendir. Benim tanımlamaya çalıştığım şey, tarihin ve insanın ortak varoluşundan başka bir şey de değil üstelik, o gündelik yaşam en keskin ışıktan sökülüp alınmış gibi, kendisinin ve başkalarının aşağılanmasına karşı yürütülen o inatçı kavga gibi.
En kindar yaklaşımıyla, idealizm aynı zamanda şudur:
İnsan, tarihsel bir anlayıştan her bir eylemi ve her bir gerçeği ortadan kaldırırken, ortaya çıkan durumları belgeleyemez, ve bu yüzden de her halükarda mistik bir sonu amaçlar. Tarihin yasalarını gelecekle değiştirmek olarak algılamak mı olmalı gerçekçilik, ki gelecek henüz tarih de olmamıştır, ve olup olmayacağını da bilmiyoruz daha.
Tam tersi bir düşünceye sahibim, ki bu yüzden, hem mantık-dışı hem de zararlı olan mitoloji karşısında, ve ister burjuva olsun isterse sözde devrimci olsun romantik nihilizme karşı, gerçek gerçekçiliği savunuyorum,. Ben, kesinlikle romantik bir kişi değilim, ve bir yasanın ve düzenin var olması gerektiğine inanıyorum, işte bütün anlatmak istediğim bu. Ve yasa olan şey, kesinlikle önemsiz bir şey değil. Gereksinim duyduğumuz yasanın bize, yasası olmayan toplumumuz tarafından ya da daha da kötüsü kendilerini her bir yasadan ve vicdan-azabından kurtardığını iddia eden sözüm ona doktrinlerden gelmesi de şaşırtıcı olur.
- Marxistler ve onların ardılları, hümanist olduklarını söylüyorlar. Fakat gene onlara göre, insan doğası, ancak geleceğin sınıfsız toplumunda kendisini kabul ettirebilir.
Öncelikle, bunların bizi bugün dıştaladığı görülüyor, ki bu hümanistler insanı yargılamakta. Benzeri bir davranış politika evreninde geçerli olmaya başlarsa ve bu durum onları suçlu durumuna getirirse, bu anlaşılır olmaz mı? Varolan insan, geleceğin insanı adına red ediliyor. Bu denli iddialı bir red-ediş, dinsel bir karakter taşıyor. Niçin bu düşünce biçimi, gelecekte cennet vaat eden dinlere oranla daha geçerli olsun ki? Gerçek şu ki, bulunduğumuz sınırlı koşulların içerisinde, bizim insanlık tarihinin sonu hakkında aklı başında gerekçelerimiz yok. Bu yüzden yalnızca inanç ve yeni mistikleştirmeler gündemde olabilir. Bugünün mistikleştirmeleri, koloni politikasının baskıyı gavur olanın ruhunu kurtarmak için ona baskı uygulanması gerektiğini ileri süren geçmişin mistikleştirmelerinden pek de kötü sayılmaz.
- Özellikle yukarıda söylediğiniz düşünceler mi ayırıyor sizi solcu entelektüellerden?
Her halde, bu düşüncelerin o entelektüelleri solculardan ayırdığını söylemek istiyorsunuz. Haksızlık, batıl-inanç ve baskı hep birlikte düşünülen ve birbirlerine bağlı olgular oldukları için, solcuların bunlara karşı savaşmaları, her zaman için, bir olmazsa olmaz olmuştur. Batıl-inancın adaleti ya da devlet-kontrolünün özgürlüğü getirdiği düşüncesi yenidir. Gerçek şu ki, günümüzdeki bazı solcu entelektüeller (ne mutlu ki hepsi değil) güç ve etkincilikten o denli büyülenmişler ki, bu sağcı entelektüellerimizin savaştan önce ve savaş sırasındaki durumlarına benziyor. Davranış biçimleri değişik olabilir, fakat teslim bayrağını çekmeleri aynı. Eskiler gerçekçi milliyetçi olmak istiyorlardı, yenilerse gerçekçi sosyalist. Sonuç olarak her iki taraf da aynı oranda ihanet ediyor milliyetçiliğe ve sosyalizme, ve gerçek diye şimdiye değin içi boş ve galiba sözcüğün tam anlamıyla etkili bir tekniğe taptılar.
Her şeye rağmen insanın anlayabilmesi, bir baştan çıkarmadır. Fakat, soruyu ister tersine çevirin isterse düzüne, kendilerini solcu sanan bu insanlarda şöyle bir anlayış ortaya çıkıyor, ki şöyle diyorlar: madem ki tarihin savunulmaz yörüngesini izliyor, o halde bazı zulüm biçimleri savunulabilir. Anlayacağınız, el üstünde tutulacak bazı cellâtlar bulunmalı toplumda, onları el üstünde tutacak bir şey olmaksızın. Aşağı yukarı böyle bir şeydi Joseph de Maîstre’nin (**) , başka bir bağlamda söylediği sözler, ve anarşist olduğu için hiç bir zaman söz verilmedi ona. Fakat işte böyle bir tezi, kişisel olarak ben geri çeviririm. Kendilerini solcu olarak nitelendirenlerin arasında gelenek olmuş şu bakış-açısını yansıtmama izin verin: bütün cellâtlar aynı aileye mensupturlar.
- Bugünün dünyasında bir sanatçı ne yapabilir?
Sanatçıdan ne ortak çalışma hakkında bir şeyler yazması bekleniyor, ne de ondan yüreğinin kulaklarını başka insanların çektiği acılara kapatması. Benden, benim hakkımda ve benim için konuşmamı istediğiniz için, elimden geldiğince yalın olmaya çalışacağım. Sanatçı olarak çağımızın işlerine karışmamız belki de gerekmiyor. Fakat insan olarak, kesinle karışmamız gerekiyor. Sömürülen ya da kurşunlanan küçük çocuklar, sömürge-kamplarındaki köleleştirilmiş işçiler, bütün gezegen üstünde sayısızca kovuşturmaya uğramış insanlar, işte bütün bu insanlardan konuşmasını bilenler, sırayla suskunluklarını bozarak ortak olan davaları için çalışmalılar. Her gün polemik dolu yazılar ve makaleler yazıyorsam ve ortak kavgaya katılıyorsam, bu benim dünyayı Yunan heykelleriyle ya da şaheserlerle görmek istememden kaynaklanmıyor elbet. Fakat içimde öyle bir insan var ki, böyle bir istekle yanıp tutuşuyor. Böyle bir insan, yalnızca fantezi-ceninine hayat verebilmekle uğraşıp durur ancak. İlk yazımı yazdığım andan, son kitabımı tamamladığım ana kadar yazdıklarımla, belki de çok fazla yazdım, çünkü kendimi gündelik hayat tarafından ve kim olurlarsa olsunlar hakarete maruz bırakılan insanlara karşı alınıp götürülmüş hissetmekten kendimi alamıyorum. Bu insanların umuda gereksinimleri var, ve eğer çevrelerindeki her şey suskunluktan ibaretse ya da eğer iki çeşit aşağılanmadan birini seçmeleri isteniyorsa, sonsuza dek umutsuzluk içinde kalacaklar onlar, kuşkusuz bizler de onlarla birlikte. Bu düşünce bana dayanılmaz geliyor, fakat bu düşünceye dayanamayanın uyuşuk olmaya da hakkı yoktur. Ahlâk bağlamında değil, fakat organik olduğu söylenebilecek bir çeşit hoşgörüsüzlükten ötürü, ve bu şey insanın ya hissedip ya da hissetmeyeceği bir şey. Bu tür duygular beslemeyen bir çok insan tanıyorum, ve onların uyuşukluklarını kıskanmıyorum.
Bu, bizim sanatsal yetilerimizi şu ya da bu sosyal vaaz için kurban etmemiz anlamına gelmiyor kesinlikle. Başka bir vesileyle günümüzde sanatçının neden daha gerekli olduğu konusunda konuşmuştum. Fakat eğer sanatçı bir insan olarak araya girerse, elbette ki bu durum onun dilini de etkiler. Ve eğer öncelikle ve her şeyden önemlisi dilimizi kullanırken sanatçı değilsek, o halde sanatçı olarak ne değerimiz vardır ki? Politik olarak aktif bir hayatımız varken, yapıtlarımızda çöllerden ve bencil aşklardan da söz etsek, politik etkinliklerimizin amacı ücretlerin yükseltilmesi ve hem çölleri hem de aşkları yaşayan insanlarla imârlandırmaktır. İşte tam, kendimizi nihilizmden uzaklaştırmış olduğumuz bu anda, elbette ki yaratıcı sanatın değerlerini insancıl değerlerin karşısında (ya da tam tersini) aptalca yadsımaya kalkmam. Bana göre bu değerler birbirlerinden ayrılmazlar, ve bir sanatçının (sözgelimi Molière’in, Tolstoy’un, Melville’in) büyüklüğünü, bu değerler arasında kurmaya çalıştığı dengeyle ölçerim ben. Olguların baskısı altında, bugün de bu heyecanı hayatlarımıza uygulamaya zorlanıyoruz. Bu yüzden, bir çok sanatçı bu yükün altında eziliyor ve fildişi-kulesine çekiliyor, ya da belki de sosyalizmin koruyucu kilise-duvarlarına kapanıyor. Fakat ben her iki durumu da bir ayrılış olarak değerlendiriyorum. Biz hem güzelliğe hem de acıya hizmet etmeliyiz. İnatçı sabır, güç, talep edilen ücret artışı, işte bunlar çok acîl gereksinim duyduğumuz rönesansın temelini oluşturması gereken değerlerdir.
Son bir söz daha. Bu dediklerimin risksiz ya da burukluk duyulmadan gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Tehlike anlarını kabul etmek zorundayız: sanatçının seçim yapmayacağı an yaklaşmak üzere. Fakat burukluğa da hayır demeliyiz. Sanatçının yakalanabileceği tuzaklardan biridir, dayanışmacı olduğunu söylemesi, ve gerçekte, sanatçının uğradığı zararlar için bayram yapan insanlar da vardır. Fakat sanatçı kesinlikle dayanışmacı olamaz. Sanatçı herkesin ortasındadır, çalışan ve savaşan herkesin bulunduğu düzeydedir, ne daha yüksektedir ne de daha alttadır. Sanatçının zulme karşı üzerine düşen görevi, zindanları açmak ve mutluluk gibi mutsuzluğu da belirtmek için sesini ödünç vermektir. Ve işte tam da bu noktada, sanat düşmanlarının karşısında kanıt gösterebilir: kimsenin ya da hiç bir şeyin düşmanı değildir sanat. Sanat, adaletle özgürlüğün olmazsa olmazı olan o sözünü ettiğim rönesansın oluşmasını tek başına sağlayamaz. Fakat sanatsız, bu rönensans akıp gider, ve en sonunda hiçleşir. Sanatın öncülleri olan kültürün ve görece özgürlüğün olmadığı en mükemmel toplumlar bile vahşi bir ormandan başka bir şey değildir. Bu yüzden, her gerçek sanatçının yapıtı, geleceğe sunulmuş bir armağandır.
Notlar:
(*) Camus’ye yurtdışında sorulan bazı soruları yanıtlamayı amaçlayan ve Camus tarafından kaleme alınan hayalî konuşma. Elyazma, 1953 tarihini taşıyor.
(**) Joseph de Maîstre (1753-1821) dinci bir filozof ve yazardı. En ünlü yapıtlarında, politikanın ve kilisenin otoritesini savunmuştur.
Indegenismo-hareketi (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) , yakın zamanlarda özellikle And-dağı ülkelerinin politik ve kültürel hayatında önemli bir rol oynadı. Neruda’nın 2. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı ve Latin Amerika’daki değişik dergilerde yayınladığı bir çok şiirde görülebilir bu hareket. İnkalardan kalan eski yıkıntı, Peru’daki And-dağlarının yükseklerinde kurulu bulunan Macchu Picchu’yu ziyaret etmek Neruda’nın şiirsel yorumlayışı için bir dönüm noktası olur. Amerika kıtasının her yanında gördüğü sefaleti ve politik barbarlığı, şimdilerde yıkıntıya dönüşmüş İnkaların geçmiş ve büyük uygarlığıyla aynı anda vererek gözler önüne serer Neruda. Bu yıllarda Latin Amerika’nın doğal ve tarihsel geleceği büyük bir şiir-yapıtı olarak büyümeye başlar.
Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
Başlangıçta ”Şili’nin Büyük Türküsü” adını taşıyan yapıt, daha sonra uluslararası bir boyut kazanıp, büyüyerek ”Evrensel Türkü”yü oluşturdu: ”Tanrı’nın günü yedi sekiz saat çalışıyordum. Amerika tarihinin derinliklerine doğru indikçe bilgilerimin yetersizliğini gördüm. Kaçak yaşıyor, oradan oraya sığınıyordum; yanımda kitap falan yoktu. Ne güzel rastlantılardır ki nerede konuk edildiysem orada gereksinim duyduğum kitapları buluverdim. Bitirdiğim sayfaları hemen çoğaltıp saklasınlar diye bir yerlere ulaştırıyor, bir nüshasını da yanıma alıyordum. Polisin eline geçseydim bütün çalışmam yok olur giderdi çünkü. Yapıtımın iyice olgunlaştığına karar verince yurdumdan ayrıldım. Ne eşya vardı yanımda ne de çamaşır. Yalnız kitabımın müsvetteleri, iki şişe de şarap.”[”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabından]
”Canto General”, Türkçe adıyla ”Evrensel Türkü” (”Büyük Türkü” ya da ”Genel Türkü” olarak da çevrilebilir) ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. ”Evrensel Türkü” ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir Neruda: “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der Neruda. Aynı yıl Şili Komünist Partisi, yapıt Şili’de yasak olduğu halde, Neruda’nın arkadaşı ressam José Venturelli’nin resimleriyle birlikte korsan bir baskısını yayınlar Evrensel Türkü’nün. Neruda’nın adı asıl şimdi yayılır bütün dünyaya. Edebiyat çevrelerinde, özellikle Neruda’nın politik çalışmaları ve alışılmadık dili ve imgeleri hakkında tartışmalar düzenlenir. Asıl önemli olan olgu ise, Neruda-şiirinin yoksul insanlar tarafından okunmaya başlanmasıdır, ki Neruda şiirleri özellikle yoksul insanları anlatır ve Onlar için yazılmıştır. Okul yüzü görmemiş, okuma-yazma bilmeyen yoksul insanlar Neruda’yı ve şiirini tanımaya başlamışlardır.
Sonraki yıllarda Çin’de, Doğu Avrupa’da ve Lenin Barış Ödülü’ne değer bulunduğu Sovyetler Birliği’nde övülmüştür Neruda. Latin Amerika’da yaptığı gezilerde halkın şiirlerini ne ölçüde bağrına bastığını gözlemlemiştir. Çok önemli bir olay gerçekleşmiştir böylece: Lirik bir şair, kapalı edebiyat çemberini kırarak Halk’a ulaşmıştır. Yapıt bir çok insanın hayatında önemli bir rol oynamıştır: Sözgelimi, Ernesto ”Che” Guevara’nın ”Evrensel Türkü”yü çok sevdiği ve her zaman yanında bulundurduğu bilinmektir.
Latin Amerika’dan, dünyadan insan manzaralarıdır 10 bin dizelik ”Evrensel Türkü”. Nâzım Hikmet’in ”Memleketimden İnsan Manzaraları”na benzetilebilir bir çok yönden. Çok büyük bir şiirin, bir ırmak gibi durmaksızın akması, adı anılan iki yapıtın da ortak özellikleri olarak söylenebilir.
Toplamı 327 şiir olan 15 kitaptan oluşur Evrensel Türkü. Bu bölümler sırasıyla şöyledir:
I.) Yeryüzündeki Lamba (La lámpara en la tierra)
II.) Macchu Picchu’nun Dorukları (Alturas de Macchu Picchu)
III.) Kaşifler (Los Conquistadores)
IV.) Kurtarıcılar (Los Libertadores)
V.) Aldatılmış Kum (La arena traicionada)
VI.) Amerika, Anmam Adını Boş Yere (América, no invoco tu nombre en vano)
VII.) Şili’nin Evrensel Türküsü (Canto general de Chile)
VIII.) Dünyanın Adı Juan (La tierra se llama Juan)
IX.) Ağaç-yarıcı, Uyan! (Que despierte el leñador)
X.) Sığınmacı (El fugitivo)
XI.) Punitaqui’nin Çiçekleri (Los flores de Punitaqui)
XII.) Türkünün Irmakları (Los rios del canto)
XIII.) Karanlıktaki Memleketime Yeni-yıl Armağanı (Coral de ano nuevo para la patria en tinieblas)
XIV.) Büyük Okyanus (El gran océana)
XV.) Ben (Yo soy)
“Evrensel Türkü”de Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü”den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü”nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü”den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir.
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü”den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin.
”YİRMİNCİ YÜZYILIN BÜTÜN DİLLERDEKİ EN BÜYÜK OZANI” PABLO NERUDA HAKKINDA
Gabriel García Márquez’in tanımıyla „yirminci yüzyılın bütün dillerdeki en büyük ozanı” Pablo Neruda, doğum-adıyla Ricardo Eliecer Neftalí Reyes Basoalto, 12 Temmuz 1904 tarihinde Şili’nin güneyindeki taşra-kenti Parral’da doğar. Babası demir-yollarında lokomotif-sürücüsüdür. Neruda’nın doğumundan bir ay kadar sonra annesinin veremden ölümü üzerine, babasıyla birlikte Temuco kentine göç eder. Temuco kentinin büyük ormanları ve yalnızlığıyla, çorak ve yabanıl doğası içerisinde geçirir çocukluğunu ve ilk-gençliğini. Orada öğrenir Antartik yağmurunu, sonsuz ufukları ve hüznü. Temuco’da tanıdığı genç bir öğretmen, özellikle büyük Rus yazarlarının (Dostoyevski’nin, Turgenyev’in ve Tolstoy’un) romanlarını ödünç verir Neruda’ya ve böylelikle dilsel ve yazınsal gelişimine önemli bir katkıda bulunur Neruda’nın. (Daha sonra 1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak, Şili’li bayan şair Mistral’dir bu öğretmen, Şili’nin ”Tanrısal Gabriela”sı) .
Ricardo Eliecer Neftalí Reyes Basoalto, Santiago kentine taşındığında ve 17 yaşında ilk kitabını yayınladığında Pablo Neruda adını kullanmaya başlar. İlk kitabı ”Akşam Alacası” (”Crepusculario”) o dönemin şiir-biçimi olan „weltschmerz“ („dünya-acısı“) etkisiyle yazılmış, duygusal karamsarlık, hayatta olmaktan acı-çekme temasının işlendiği ve melankoli öğelerinin ağır bastığı başarısız bir kitaptır. Ama 1924 yılında yayınlanan ”Yirmi Sevda şiiri ve Umutsuz Bir Türkü” (”Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desesperada”) adlı kitapla, Neruda adı özgün bir yetenek olarak belleklere kazınır: ”Kadın bedeni, ak tepeler, ak baldırlar, \ bir dünyadır açık kasığın senin. \ Benim hoyrat çiftçi bedenim kazar seni \ ve fırlatır oğulunu toprağın derininden. \\ Bir tünel gibi yalnızdım. Kaçardı kuşlar benden,\ ve gece alırdı kudretli kucağına beni. \ Yaşayabilmek için bir silâh gibi biçimledim seni, \ yayımdaki ok gibi, bir taş gibi sapanımdaki.\\ Ne ki sonu vardır öç saatinin, ve severim seni. \ Tenden ve yosundan bedenin senin, uysal ve gürbüz sütten. \ Ah, göğüslerinin vazosu! Ah, gözlerin ne kadar da uzak! \ Ah, venüs-tepeciğinin gülleri! Ah, senin usul, üzgün sesin! \\ Sen, kadınımın bedeni, merhametli yolgösterici yıldızım. \ Arzum, sınırsız özlemim ve belirsiz yolum benim! \ Doğurur kasvetli sular sonsuz susuzluğu, \ ve kendini ele veren yorgunluğu ve sınırsız acıyı.” [”20 Sevda şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü”den, ”Kadın Bedeni”]. Şaşırtıcı, çağdaş ve patetik imgelerle ilk sevdadaki bir gencin ruh durumu, yalnızlığı ve tutkuyu yetkin bir şekilde verir Neruda. Bu kitaptaki şiirler o denli yaygınlaştılar ki, sadece Latin Amerika’da 100’den fazla farklı baskıları yapılmıştır.
Pablo Neruda’nın gençlik şiirlerinde göze çarpan en önemli özellik, şiirlerinde ”Ben”i ön-plana çıkarmasıdır. Ölümün ve ereksizliğin labirentlerinde yolunu yitirmiş bir gencin yolunu bulma çabalarıdır bunlar. Ne ki gözü-pek imgeler aracılığıyla kendi kendisine merhamet beslemeyi önler Neruda, ve böylece umutsuzluğa rağmen, canlı ve dirençli şiirler yaratmayı başarır. Bu ana-tema bir çok şiir-kitabında yinelenir durur, ta ki Neruda, 1933 ile 1935 yılları arasında ”Yeryüzünde Konaklama” (”Residencia en la Tierra”) adlı kitap ile ozanlığının ilk doruğuna erişene dek: ”Issız mezarlıklar var orada, \ sessiz kemiklerle dolu gömütler, \ yürek bir tünelden geçmek zorunda, \ karanlık, karanlık, karanlık, \ bir geminin batışı gibi ölüyoruz içimizden, \ boğuluyoruz sanki yüreğimizde, \ sanki sıyrılıyoruz derimizden ve düşüyoruz ruhumuza.\...” Bu şiirlerdeki deneyimler Neruda’nın diplomat olarak Hindistan, Burma, Sri Lanka, Singapur ve son olarak da İspanya’da bulunduğu sıralarda kazanılmıştır. “”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitaplarındaki şiirler Neruda’nın çağdaş şairler arasında seçkin bir yer edinmesini sağlamıştır.
Neruda’nın yetiştiği bölge olan Araukanya’nın yalnızlığı büyük bir yer kapladı şiirlerinde. Karşılaştığı acılar ve aşağılanmalar, boş ve acımasız demir-başları oldu ölümün evreninde. Duraksayışlar ve ilk-gençliğin hüzün dolu aşk-mektupları, tam anlamıyla bir ereksizliğe ve yıkım-isteğine dönüştü. Kişiliğin dünyadan tümden yalıtılması, aptal bir uygarlık karabasanıyla sürüp gider ki Neruda ”saf-olmayan şiir” teorisiyle bu durumu açıklığa kavuşturur. Bertolt Brecht’in epik-tiyatroda kullandığı, kitleye yeni bir bilinç vermek için başvurduğu yabancılaşma-buluşu, denebilir ki, Neruda’nın epik-şiirinde aynı yetkin teknik ile kullanılmıştır: bir çok baş-rol oyuncusu ve öykü anlatan seslerdeki ani değişimler...
Fransa’daki gerçek-üstücülük akımıyla yakın ilişkisi olan iç-savaş öncesi İspanya, sanat-denemeleri için bir merkez durumuna gelir. Neruda, İspanya’daki şair arkadaşlarının (García Lorca, Miguel Hernández, Rafael Alberti ve Vicente Aleíxandre’nın) etkisinde kalır. 1933-1934 yıllarında İspanyol şair Federico García Lorca Buenos Aires’te tiyatro yönetmeni olarak çalışmaktadır. (Lorca, burada kendi yazdığı oyunlarını yönetmektedir.) . Buenos Aires’teki PEN-kulübünde Şili’li şair Pablo Neruda ile karşılaşır Lorca. Neruda ve Lorca arasında gerçekleşen buluşma çağdaş şiirin en bereketli buluşmalarından biri oldu. Lorca, Neruda’yı şu sözlerle selâmlar: ”Felsefeden çok ölüme, düşünce-gücünden çok acıya, mürekkepten çok kana daha yakın duran bir şair. Gizemli seslerle aranan bir şair, ki mutludur kendisi bu durumu üstü-kapalı olarak da olsa belirtmemekten. Gerçek bir insan süzülmek üzere ve bir serçe heykelin katı yanağından daha sonsuzdur”. Bu sıralar, Pablo Neruda, diplomat olarak çalışmak üzere Avrupa yolcusudur. Önce Madrid’te, sonra Paris’te Şili büyükelçiliklerinde görev alacaktır Neruda. İspanya’da Rafael Alberti ve Vicente Aleixandre ile, Paris’te de César Vallejo ile tanışır Neruda. Juan Ramón Jiménez’in söyledikleri daha az övünç vericiydi: ”Bir büyük, kötü şair.” Ama hem Lorca’nın hem Juan Ramón Jiménez’in söyledikleri Neruda’nın şiiri için anahtar işlevi niteliğindedir, sadece ”Yeryüzündeki Konaklama” adlı yapıta kadar olan şiirleri için değil, tersine büyük bir çoğunlukla, daha sonra yazdıkları için de.
Bir şairin değeri kuşkusuz ki yazdığı en güzel dizelerle belirlenir; ne ki Neruda söz konusu olunca, şunu kabul etmeliyiz ki, sık sık çaresiz bir kurban durumuna düşmüştür Neruda o büyük ilhamı karşısında, ve bu yüzden de koca bir şiir kitabı bir şey söylemeyen ve yorucu bir söylev gibi görünür bazen. Jiménez’i rahatsız eden ve Lorca’nın hoşuna giden şey ise şiirlerdeki o saf-olmayan söylem ile bir büyük atmosfer, bir yaygın devinim, imgelem-gücü ve şiirlerdeki erek olsa gerek. ”Saf-olmayan” deyimi şairlerin bilinçle seçtiği bir sözcüktür ve bu sözcük zamanın hüküm süren estetik anlayışıyla yapılan bir hesaplaşma olarak değerlendirilmelidir: ”Yeni şiir ellerin çalışmasındaki asit gibi çürümeli, duman ve terden geçmeli, sidik-kokusu ve zambak kokmalı, yasanın sınırları içerisinde ve dışarısında gerçekleşen ne varsa onlarla lekelenmeli.”
Neruda’nın şiir-estetiği, 1935 yılında İspanya’da oluşmaya başlamıştır. Bu estetiği kısaca ”saf-olmayan şiir” adı altında özetleyebiliriz, değil mi ki gerçekle kurulan iletişim sonucunda her şey gibi şiir de kirlenmektedir. (İspanya iç-savaşında faşistlerin insanlığın tüm değerlerine acımasızca saldırdığına tanık olur Neruda. Böylesi bir ortamda, ”sanat sanat içindir” adı altında özetlenebilecek bir bireysel kaçışa yönelmeyecek kadar duyarlıdır Neruda.)
Bireysel deneyimlerini politikayla, tarihle, toplumla ve ulusla birleştirmesini bilen Neruda, aynı ilkelerle kaleme aldığı otobiyografisi Confieso que he vivido (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adlı kitabıyla, düzyazının ustalarından biri olduğunu da kanıtlayacaktır.
Latin-Amerika halkları Neruda’nın şiirlerini 1924 yılından beri sever ve bir çoğunu da ezbere bilirdi. Neruda’nın tanınmasına yol açan ikinci şiir kitabı olan Viente poemas de amor y una canción desesperada („Yirmi Sevda Şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü“) adlı kitaptır. Ne ki, Neruda’nın şairliği bir çok aşamalardan geçer üretken yaşamı boyunca. Neruda’nın kendisi de ilk şiir kitaplarındaki duygu-ağırlığının “yüreğin uysal ve hırçın çığlığı” için gerekli bir yanıt olduğunu kabul etmiştir. Fakat duyguların somuta kök salması da bir o kadar önemliydi ve 1933 yılında yayınlanan Residenca en la tierra (”Yeryüzünde Konaklama”) adlı yapıtıyla şiirinin köklerini yeryüzüne bağlar Neruda. ”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitabındaki şiirler ölüm korkusunun dile getirildiği melankolik şiirlerdi. Fakat 1937 yılında yayınlanan Espanã en el corazón (”Yürekteki İspanya”) adlı yapıtındaki şiirler radikal bir değişikliği imliyordu. ”Yürekteki İspanya”daki şiirler o denli somuttur ki, okurken kendinizi iç-savaş İspanya’sında bulursunuz. 10 bin dizelik başyapıtı Canto General (”Evrensel Türkü”) adlı yapıtındaki şiirler içinde aynı somutluktan söz edilebilir. Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
”Yeryüzünde Konaklama”, fethettiği yeni şiirsel alan yüzünden çağdaş şiirin önemli bir kilometre-taşı ve aynı zamanda Neruda şiirinde ben-şiirinin sonu olmuştur. Ozanlığındaki bu değişimin nedenlerini zamanın siyasi koşullarında aramak gerekiyor. 1936 yazında Franco’nun faşitleri genç bir cumhuriyet olan İspanya’ya saldırır. Şili’nin Madrid’deki konsolosu olan Neruda, halka karşı düzenlenen katliamları kendi gözleriyle görür. Aynı yılın Ağustos ayında yakın arkadaşı García Lorca, Granada kentinde öldürülür, bütün bir ülke Franco’ya karşı baş-kaldırmaya başlar. İspanya’daki demokrasiyi savunmak için bütün dünyadan gönüllü olarak büyük bir insan-akımı başlar İspanya’ya doğru. Ve tarihte eşine az rastlanır uluslararası sosyalist bir dayanışma, kavga-meydanında olduğu kadar yazı-masasında da kendini gösterir. Madrid’in kahramanca savunulması, Jarama-ırmağındaki kavga ve Uluslararası Tugay’ın Madrid’e gelişi, şair Neruda için dönüm noktası niteliğindedir. Halk katliamları yüzünden sonsuz üzüntü duyan Neruda, Cumhuriyetçiler’e katılır, aktif politikacı ve partizan olarak görev alır - ve bu yüzden de konsolos olarak Şili’ye dönmesi istenir. Kin ve başkaldırı sevginin gölgeli yüzü kadar etkili bir rol oynamak için sızar Neruda’nın şiirine. Savaş-dehşetinin ve kahramanlığının tam ortasında, 1937 yılında yazılan ”Yürekteki İspanya” (”España en el Corazon”) ’da burjuva-şairin sosyalist-şaire dönüştüğü gözlemlenir. (İspanya iç-savaşının acımasızlıklarına da tanık olur Neruda ve tanık olduğu bu acımasızlıklar Neruda’ya siyasal bir bilinç kazandırır ve Neruda komünist olur) . Yabanıl ve hassas dizeler şiddetin, yıkımın ve umutsuzluğun kara görüntüsünü sergiler: ”Kırık ve kekre bir öğün yemek rahip için \ demir-artıklarından, külden, gözyaşlarından \ bir yeraltı öğünü, iç-çekişlerden ve yıkılan duvarlardan, \ bir öğün yemek rahip için, Almería’nın kanıyla pişirilmiş.”. Olanca sesiyle bağırır Neruda: ”Gel ve gör kanı caddelerde, \ gel ve gör \ kanı caddelerde, \ gel ve gör kanı \ caddelerde! ”. Ve bir çağrı akar gider dizeler arasından: ”Başlamak için, temiz ve \ kırgın güle, gökyüzünün \ ve havanın ve toprağın kaynağına - patlayan şarkı \ söyleme isteğine, kudretli bir şarkının \ dileğine, savaşı ve çıplak kanı \ toplayan bir metale. \ İspanya, süs değil, bir kadeh, \ ama ezilmiş taş ve karşı konulmuş \ buğdayın şefkati, ateşteki deri ve hayvan. \\ Yarın, bugün, adımlarında \ bir sessizlik, garip bir cazibe gibi \ umuttan bir şaşırtı: bir ışık, bir ay, \ harap edilmiş ay, elden ele bir ay, \ candan cana. \ Doğum anası, \ pekişmiş yulafın yumruğu, \ kahramanların kuru ve kanlı gezegeni.”. İnsancıllık ve sonsuz insan sevgisi Neruda’nın şiirinde kök salmak amacıyla gelip kurulmuştur.
Şiirsel çalışmasının yanı sıra İspanya’lı politik mültecileri Fransa’ya geçirmek için seferber olmuştur Neruda, ve masraflarını Şili hükümetinin karşıladığı ”Winnipeg” adlı gemiyle 3000 mülteciyi Şili’ye getirmiştir. Şair arkadaşı Miguel Hernández’in 1938 yılında faşistler tarafından hapse konulması üzerine, geride kalan karısı ve çocuklarına ekonomik yardımda bulunmuştur. Dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen büyük dayanışma-toplantılarına aktif olarak katılmıştır. Neruda, Paul Eluard, Louis Aragon’un da içlerinde bulunduğu şairlerin şiir okuduğu Paris’teki halk-toplantıları özellikle ünlüdür.
Indegenismo-hareketi (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) , yakın zamanlarda özellikle And-dağı ülkelerinin politik ve kültürel hayatında önemli bir rol oynadı. Neruda’nın 2. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı ve Latin Amerika’daki değişik dergilerde yayınladığı bir çok şiirde görülebilir bu hareket. İnkalardan kalan eski yıkıntı, Peru’daki And-dağlarının yükseklerinde kurulu bulunan Macchu Picchu’yu ziyaret etmek Neruda’nın şiirsel yorumlayışı için bir dönüm noktası olur. Amerika kıtasının her yanında gördüğü sefaleti ve politik barbarlığı, şimdilerde yıkıntıya dönüşmüş İnkaların geçmiş ve büyük uygarlığıyla aynı anda vererek gözler önüne serer Neruda. Bu yıllarda Latin Amerika’nın doğal ve tarihsel geleceği büyük bir şiir-yapıtı olarak büyümeye başlar.
1945 yılında Komünist Parti’nin adayı olarak milletvekili seçilir Neruda. Ve yeniden dış etkenlerin oluşturduğu koşullar Neruda’nın şiiri üzerinde önemli bir rol oynamaya başlayacak: 1946 yılında Gonzáles Videla’nın komünist oylarla devlet-başkanı olması ve seçimden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen baskı sonucu Şili Komünist Partisi’ni yasaklaması ve ”memleketin kurtuluşu için” uygulamaya koyduğu yasalar, sosyalistlerin kovuşturmaya uğrayacağı yolunda işaretler vermeye başlar. Neruda’nın İsla Negra’daki evi ateşe verilir, ve hakkında tutuklanma kararı çıkarılır. Yoksul işçilerin ve köylülerin yardımıyla Videla’nın jandarma ve polisinden yakasını kurtarabilir Neruda. Ve at sırtında, And-dağları arasındaki zorlu bir yolculuktan sonra, Şili’den kaçmayı başarır. Bu yolculuk sırasında başyapıtını tamamlamak için çalışmaya başlar. Başlangıçta ”Şili’nin Büyük Türküsü” adını taşıyan yapıt, daha sonra uluslararası bir boyut kazanıp, büyüyerek ”Evrensel Türkü”yü oluşturdu: ”Tanrı’nın günü yedi sekiz saat çalışıyordum. Amerika tarihinin derinliklerine doğru indikçe bilgilerimin yetersizliğini gördüm. Kaçak yaşıyor, oradan oraya sığınıyordum; yanımda kitap falan yoktu. Ne güzel rastlantılardır ki nerede konuk edildiysem orada gereksinim duyduğum kitapları buluverdim. Bitirdiğim sayfaları hemen çoğaltıp saklasınlar diye bir yerlere ulaştırıyor, bir nüshasını da yanıma alıyordum. Polisin eline geçseydim bütün çalışmam yok olur giderdi çünkü. Yapıtımın iyice olgunlaştığına karar verince yurdumdan ayrıldım. Ne eşya vardı yanımda ne de çamaşır. Yalnız kitabımın müsvetteleri, iki şişe de şarap.”[”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabından]
”Canto General”, Türkçe adıyla ”Evrensel Türkü” (”Büyük Türkü” ya da ”Genel Türkü” olarak da çevrilebilir) ilk kez 1950 yılında Meksika’da toplu bir halde basıldı. Yapıtın ilk basımı Diego Rivera ve David Siqueiros’un resimleriyle süslenmiştir. ”Evrensel Türkü” ile çağdaş şiirin en büyük ve en etkili başyapıtlarıdan birini yaratır Neruda. Bu yapıtla insanlığa karşı beslediği sonsuz sevgisini bildirir Neruda: “Her şeyden önce sevginin şairiyim ben” der Neruda. Aynı yıl Şili Komünist Partisi, yapıt Şili’de yasak olduğu halde, Neruda’nın arkadaşı ressam José Venturelli’nin resimleriyle birlikte korsan bir baskısını yayınlar Evrensel Türkü’nün. Neruda’nın adı asıl şimdi yayılır bütün dünyaya. Edebiyat çevrelerinde, özellikle Neruda’nın politik çalışmaları ve alışılmadık dili ve imgeleri hakkında tartışmalar düzenlenir. Asıl önemli olan olgu ise, Neruda-şiirinin yoksul insanlar tarafından okunmaya başlanmasıdır, ki Neruda şiirleri özellikle yoksul insanları anlatır ve Onlar için yazılmıştır. Okul yüzü görmemiş, okuma-yazma bilmeyen yoksul insanlar Neruda’yı ve şiirini tanımaya başlamışlardır.
Sonraki yıllarda Çin’de, Doğu Avrupa’da ve Lenin Barış Ödülü’ne değer bulunduğu Sovyetler Birliği’nde övülmüştür Neruda. Latin Amerika’da yaptığı gezilerde halkın şiirlerini ne ölçüde bağrına bastığını gözlemlemiştir. Çok önemli bir olay gerçekleşmiştir böylece: Lirik bir şair, kapalı edebiyat çemberini kırarak Halk’a ulaşmıştır. Yapıt bir çok insanın hayatında önemli bir rol oynamıştır: Sözgelimi, Ernesto ”Che” Guevara’nın ”Evrensel Türkü”yü çok sevdiği ve her zaman yanında bulundurduğu bilinmektir.
Latin Amerika’dan, dünyadan insan manzaralarıdır 10 bin dizelik ”Evrensel Türkü”. Nâzım Hikmet’in ”Memleketimden İnsan Manzaraları”na benzetilebilir bir çok yönden. Çok büyük bir şiirin, bir ırmak gibi durmaksızın akması, adı anılan iki yapıtın da ortak özellikleri olarak söylenebilir.
Toplamı 327 şiir olan 15 kitaptan oluşur Evrensel Türkü. Bu bölümler sırasıyla şöyledir:
I.) Yeryüzündeki Lamba (La lámpara en la tierra)
II.) Macchu Picchu’nun Dorukları (Alturas de Macchu Picchu)
III.) Kaşifler (Los Conquistadores)
IV.) Kurtarıcılar (Los Libertadores)
V.) Aldatılmış Kum (La arena traicionada)
VI.) Amerika, Anmam Adını Boş Yere (América, no invoco tu nombre en vano)
VII.) Şili’nin Evrensel Türküsü (Canto general de Chile)
VIII.) Dünyanın Adı Juan (La tierra se llama Juan)
IX.) Ağaç-yarıcı, Uyan! (Que despierte el leñador)
X.) Sığınmacı (El fugitivo)
XI.) Punitaqui’nin Çiçekleri (Los flores de Punitaqui)
XII.) Türkünün Irmakları (Los rios del canto)
XIII.) Karanlıktaki Memleketime Yeni-yıl Armağanı (Coral de ano nuevo para la patria en tinieblas)
XIV.) Büyük Okyanus (El gran océana)
XV.) Ben (Yo soy)
“Evrensel Türkü”de Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü”den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü”nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü”den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir.
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü”den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin: >>Her şeyi anlatmalıyım, / ver bana / her günkü kavgayı, / bu benim şarkımdır çünkü,ve gideceğiz o zaman birlikte, / yan yana, / bütün insanlar / birleşmiş benim şarkımda: / bütün insanların söylediği / göze görünmeyen insanın şarkısı<< (”Göze Görünmeyen İnsan” adlı şiirden, “Temel Ağıtlar”, 1954) . Neruda’nın bu tür şiirleri, Odas elementales (“Temel Ağıtlar”) ile Memorial de Isla Negra (“Kara Ada Anıları”) adlı kitaplarında toplanmıştır.
1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Pablo Neruda, Şili’deki askeri darbeden 11 gün sonra, 23 Eylül 1973 tarihinde öldü. Ölümsüz şiirleriyle hâlâ yaşıyor Neruda.
Not: Bu yazıda kullanılan şiirlerin hepsi İsmail Aksoy tarafından çevrilmiştir.
LATİN AMERİKA EDEBİYATININ ATARDAMARLARI YA DA LATİN AMERİKA’DAN YAZAR MANZARALARI
300 yıllık vahşet dolu bir koloni döneminden sonra, 1822 yılında Latin Amerika’nın bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaşma yolunda ilk adımları attı; ve 1830’lu yıllar boyunca bağımsızlıklarını kazanan devletler, kendi devlet yapılarını oluşturmaya başladılar. Bağımsızlık kazanıldıktan bir sonraki aşama, ulusal meclislerin toplanması ve sosyal reformların yapılmasıydı (ki bu durum özellikle, Arjantin ve Brezilya için çok önemliydi) . Bu dönemde Latin Amerika’da yürürlükte olan sistem, toprak ağalarının egemen olduğu feodal bir düzendi ki, bu statüko, kilise ve ordu tarafından destekleniyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra feodal düzenin yerini, liberal ticaret ile endüstri-burjuvazisi ve daha sonraları da o dönemlerde yeni yeni filizlenmekte olan işçi-hareketi ile köleliğin kaldırılması sonucu (ki Brezilya’da bu 1888 yılında gerçekleşiyor) beyaz-, kara- ve kızılderililer arasında hızla gerçekleşen bir ırk-karışımı gerçekleşiyor. Dönemin zincirleme olayları olan iç savaşlar, sosyal huzursuzluklar ve kıta devletleri arasında gerçekleşen savaşlar, sözcüğün en somut anlamıyla, edebiyata da damgasını vurmuştur. Bir çok yazar, savaşlar boyunca devrimci bir bilinç kazanmış, bazıları politikaya atılmış, bazıları subay ya da gazeteci olarak çalışmışlardır. Bir çok yazar, ya hapiste ya da sürgünde yazmak zorunda kalmışlar, bazıları da, yeni kurulan cumhuriyetlerde pedagog ya da müsteşar gibi görevler üstlenmiştir. Özellikle, diplomat olarak bir çok yazar ve aydın, kıta kültürünün yaygınlaştırılması açısından büyük önem kazanmıştır.
1819-1821 yılları arası, Venezuella’lı özgürlük kahramanı Simón Bolívar, Latin Amerika’nın İspanyol kolonicilerinden koparak bağımsızlık elde etmesinin son etabını koşuyordu Kolombiya’nın, Ekvator’un ve Venezuella’nın fethedilmesi ve Bolívar’ın başkan olduğu Büyük Kolombiya’nın kurulması sırasında. Böylelikle, Küba ve Puerto Rico dışında, İspanya’ya bağlı bütün Güney ve Orta-Amerika bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Portekiz’e bağlı Brezilya’nın 1822 yılında bağımsızlığa kavuşması ise, diğer Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuşmasından daha kolay ve kansız olmuştur. Brezilya’nın bağımsızlığına ulaşması ve ülkenin Brezilya Krallığı olarak ilân edilerek tanınmasının nedeni ülkenin ilk kralı olan 1. Pedro’nun, Portekiz Kralı’nın oğlu olması yüzündendir.
1830 yılında, Büyük Kolombiya’nın parçalanmasıyla birlikte, Venezuella ve Ekvator bağımsızlıklarına kavuştular. 1823 yılından itibaren bir birlik oluşturan Orta Amerika devletleri, 1839 yılında ayrılarak, Orta Amerika’nın bugünkü statükosunu oluşturdular. 1821 yılında İspanya’dan bağımsızlığını ilân eden Dominik Cumhuriyeti, Haiti ile, adanın öteki tarafında bir birlik oluşturdu. Dominik Cumhuriyeti 1844 ve 1865 yıllarında iki kez bağımsızlığını elde etti. Bu ülkenin bağımsızlık denemeleri çok uzun sürmedi, değil mi ki 1905’lerden bu yana ülke büyük ölçüde ABD’nin şiddetli dominansı ve etkisi ve hatta zaman zaman işgali altında kalmıştır. 1898 yılındaki İspanyol-Amerikan savaşıyla, ABD yalnızca Puerto Rico’yu eline geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Küba adasının da 1902 yılında bağımsızlığını elde etmesine vesile oldu. Latin Amerika’daki (Guyana ve Karibya Denizi çevresindeki) en son koloniler de bağımsızlıklarına 1962-1967 yılları arasında kavuştular. (Bu koloniler İngiltere, Fransa ve Hollanda’ya aitti.)
Ne ki, yeni kurulan cumhuriyetleri bir arada tutabilmek oldukça zordu. Bu zorluk ülkelerin büyüklüğü oranında artıyordu. Meksika 1836 yılında Texas’ı Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakmak zorunda kaldı ve ardından gelen savaş neticesinde altı bölge daha kazanacaktı ABD’nin yıldızlı bayrağı Meksika’dan. Arjantin ve Brezilya komşu Paraguay’la 1860’lar ve 1870’ler boyunca savaştaydı. Üstelik, bu ülkelerde bir iç savaş durumu da yaşanıyordu.
Arjantin, 1819’dan ulusal-devlet olduğu 1860 yılına kadar iç savaşlar ve politik huzursuzluklarla çalkalanıyordu. Diktatör Rosa’nın 1829-1852 yılları arasındaki korku-rejimi ülke tarihinin en dikkat çekici bölümünü oluşturur.
Brezilya’daysa 1834 yılında kabul edilen bir yeni anayasa bölgelere geniş bir otonomi verdiyse de, bir kıta kadar büyük olan ülkedeki yöresel ve sosyal çelişkilerin arasında kaynayıp gitti bu otonomi. 1880’lerde bazı bölgeler ve bir grup toprak-ağası krala ve merkezi yönetime karşı başkaldırdı, ki bunun neticesinde Brezilya’da köleliğin 1888 yılında kaldırılmasının yanı sıra, yeni bir devrim dalgasının sonrasında, 1889 yılında Brezilya bir cumhuriyet olarak ilan edildi. 1896 yılında Bahia bölgesindeki Canudos kentinde büyük bir halk isyanı izledi bu gelişmeleri.
Latin-Amerika’da sınırlar 1839 yılında çizilmiş olsa bile, ulusal ve sosyal devrimler bir kaç kuşak boyunca böylesi bir seyir izlemiştir. Aynı zaman kesiti içerisinde kültürel ve dilsel bir devrimden de söz edilebilir Latin Amerika’da. Sözgelimi Brezilya’da konuşulan Portekiz dili, çok uluslu toplulukların getirdiği Afrika dilleri ve Kızılderili kültürleriyle birleşerek Brezilya dilini oluşturdu. Bu durumun kültürlü Brezilya’lılarca kabullenilebilmesi ancak bir kaç kuşak sonra mümkün olabilmiştir.
Arjantin’de ancak 40 yıllık kanlı savaşlardan sonradır ki diktatör Don Juan Manuel de Rosa’nın dolaylı etkisiyle edebiyat etkinlikleri hız kazandı: 1829-1852 yılları arasında süren terör-rejimi ülke entelijansiyasını sürgüne gönderdi, ki bunun doğal bir sonucu olarak da, romantik şiir ve eleştiri, politik mücadeleyle yan yana sürdü. Esteban Echevarría (1805-1851) Fransa’dan döndü ve aralarında 1837 yılında yayınlanan epik şiiri la Cautiva (Tutsak) ’ı ve Uruguay’a kaçmadan önce Hıristiyan Sosyalizmi savunan makaleleri yayınlandı. José Mármol (1817-1871) ilk şiirlerini duvarlara yazıyordu Rosa’nın hapishanelerinde ve Montevideo’da 1851 yılında yayınlanan romanı Amalia’da trajik ve romantik bir aşkın diktatörün gizli polisince yıkılışını serer gözler önüne Mármol. Rosa’nın devrilişinden sonra ülkesinin Washington büyükelçisi ve 1868 yılından sonra da devlet başkanı olan (pedagog) Domingo Faustino Sarmiento (1811-1888) kuşkusuz ki en çarpıcı direniş edebiyatını yaratmıştır. Sarmiento, 1845 yılında Santiago’da yayınlanacak olan Civilización y barbarie (Uygarlık ve Barbarlık) adlı yapıtında kullanacağı politik, tarihsel, antropolojik ve mitolojik gözlemlerini Şili’de sürgün yıllarında toplamıştır. Adı anılan yapıttaki yazılar halkçı lider Juan Facundo Quiroga’nın bir biyografisini, O’nun diktatör Rosa’ya karşı savaşımını anlatan bir tarihi oluşturur. Quiroga, yerli kanı taşıyan biri olduğu ve diktatör Rosa ise Avrupa ”kültürü” kıyılarından geldiği için, aralarındaki kamp ülke yabanıllığıyla ithal edilmiş (ve sapkınlaştırılmış) uygarlık arasında geçen bir savaş olarak ön plana çıkmıştır. Gaucho-lideri Quiroga (ki bu tipleme bohem, serseri ve cowboy özelliklerini aynı anda barındıran bir Arjantin’lidir) Sarmiento’nun yapıtında ülke insanının çabalamasını yansıtır. Fakat çok geçmeden bu gaucho-tiplemesi devrim-lideri Hilario Ascasubi’nin 1872 yılında yazılmış, mülteci Paulino Lucero hakkındaki şarkısında edebî bir övgüye tutulur. 1834-1886 yılları arası yaşamış yazar ve dergi-yayımcısı José Hernández’in El gaucho Martín Fierro adlı şiiriyle iyice yaygınlaşır bu gaucho-tiplemesi. Hernández’in şiirindeki kahraman yasal haklarından mahrum bırakılmış bir asker ve bir payador (gezgin şair) ’dir. Bu gezgin özgürlüğü gitarıyla birlikte, endüstrileşmenin zorunlu çalışma ve gecekondularla yozlaştıramadığı taşrada, yerlilerin arasında dolaşarak bulur. Hernández’in eşkiya-romanı ile kahramanlık-şiiri arasında gezinen bu renkli yapıtı, geniş bir publikumu ilk kez sözel bir şekilde buldu. Bu yapıt, ağızdan ağıza söylenerek ve ezberlenerek yayıldı, ve o zamandan bu yana şiir Arjantin’in ulusal destanı gibi bir statü elde etti, ki bu destan halk-kültürü ve sıla-şiirinin kaynaştığı bir destandır.
Latin-Amerika’nın doğal ve insansal renkli imgeleri düzyazıya uyarlandı, ve böylelikle yerel bir roman ortaya çıktı. Kıta’nın ilk kadın yazarlarından Peru’lu yazar Clorinda Matto de Turner (1854-1909) yerli çevreyi anlatan ilk romanı yazdı: Aves sin nido (Yuvasız Kuşlar, 1889) . Matto de Turner bu romanında yerlilerin ilkelliklerinin övgüsünü kilise karşıtı görüşleriyle baharatlayarak aktarır. Başka yazarlarsa, sözgelimi Şili’li diplomat Alberto Blest Gana (1830-1920) ve Luis Orrego Luco (1866-1948) ve Brezilya’lı gazeteci ve diplomat Alluísio de Azevedo (1857-1913) , Avrupa (özellikle Balzac ve Galdós) ayarında çağdaş bir realizm yaratmaya çalıştılar, bağımsızlık-savaşı, çağdaşlaşma ve sınıflı-toplumu ele alan roman ve ırmak-romanlarla. Fakat Latin-Amerika’da romantizmin kökleri daha güçlüydü realizmden. 1837-1895 yılları arasında yaşamış Kolombiya’lı yazar Jorge Isaacs’ın ve Latin-Amerika’nın en ünlü romantik romanı olan ve konusu tensel ve ruhsal aşk arasındaki ilişki olan ve anasız babasız María’yı konu edinen aynı isimli romanda yaşar gider bu romantizm.
Romantik gelenekler aynı zamanda modernist biçimlerin yolunu da genişletti. Latin-Amerika edebiyatındaki modernistlerin ilk öncüleri iki gazeteci oldu: sürgünde yaşayan Küba’lı edebiyat ve toplum-eleştirmeni, şair José Martí (1853-1895) ile Nikaragua’lı yazar Rubén Darío (1867-1916) . Martí ve Darío 1880’lerin yeni şair-kuşağının öncüleri oldular. Darío’nun şiir-kitapları Azul (Mavi, 1888) , Prosas profanes (Laik Düzyazılar, 1896) ve Cantos de vida y esperanza (Hayat Ve Umut Şarkıları, 1905) uyak ve ölçü kullanımı göz önünde tutulursa bir devrim olarak nitelendirilebilir. Darío, bu yeni biçime modernismo (çağdaşlık) adını verdi. [Darío, ilk şiirlerini daha 13 yaşındayken yayınlamaya başladı, ve 17 yaşındayken Managua’daki ulusal kitaplıkta ve 19 yaşındayken Şili’de gazeteci olarak çalıştı. 1898’lerden sonra Darío, bir Arjantin gazetesi olan La Nación (Ulus) gazetesinin Madrid muhabiri oldu, ve 1913 yılından sonra Mallorca adasında yaşamaya başladı. Fakat aşırı alkol tüketimi Darío’nun sağlığını oldukça bozmuştu ve 1916 yılında acı dolu bir yolculuktan sonra Nikaragua’ya geldiğinde, 49 yaşında öldü.]
Darío, yenilikçi bir şair olarak büyük bir etkinlik alanı sağladı ve Buenos Aires ve Madrid edebiyat çevrelerinde odak noktası oldu. Darío sayesindedir ki Latin-Amerika edebiyatı kendi sesine kavuşmuştur. Gene Darío sayesindedir ki, 1890’ların İspanyol şair-kuşağı Fransız parnasistlerinin farkına varmış ve kendi modernismolarını yaratmışlardır. [Darío’nun yüzü suyu hürmetinedir Verlaine ve diğer Fransız sembolistlerinin tanınması ve bu sayede İspanyol modernismo’sunun oluşumu. İspanyol modernistlerinin en başarılı ismi 1875-1939 yılları arasında yaşamış, ve büyük başarısını 1902 yılında yayınlanan Soledades (Ağıtlar) ile kazanan çevirmen ve öğretmen Antonino Machado’dur.]
Her ikisi de devrimci yazarlar olarak edebiyat yaşamına atılmış olan Arjantin’li Leopoldo Lugones (1874-1938) ile Peru’lu José Santos Chocano (1875-1934) , Darío’da gördüğümüz fin-de-siècle-stil’e oranla daha bir amerikan ton kullanarak ve hem Walt Whitman’dan hem de gaucho-şiirden esinlenerek bir sonraki kuşak şairlerin farkını imliyor. Yeni dünyadaki halk-yaşantısının ve doğanın dramatik parıltısı kendisine özgü bir izm’e de isim verdi böylece: mundonovismo (yeni-dünyacılık) .
Brezilya’da indianismo (yani özgün kızılderili kimliğine yeniden hayat verilmek istenmesi) hareketinin yeşerdiğini görmekteyiz. Edebiyatta yerli çevrelere ve ”yerli ruhu”na sahip çıkılmasını Walter Scott, Cooper ve özellikle de Chateaubriand’dan etkilenmiş romantik şairler Gonçalves de Magalhães (1811-1882) , Antônino Gonçalves Dias (1823-1864) ile politikacı ve roman-yazarı José Martiniano de Alencar (1829-1877) ’de gözlemlemekteyiz. Adı anılan Latin-Amerika’lı yazarlar bu romantizmlerini ulusal ve demokratik amaçlarla uyum sağlayarak vermişlerdir. Fransız edebiyatı edebî idollar sunmaya devam etmektedir: Victor Hugo ulusal-romantizme, parnasistler 1870’lerin şairlerine, ve sembolizm ise 1890’larda Afonso da Costa Guimarães (1870-1921) ile başlayan aristokratik şiirine.
Brezilya’daki bir çok din, kültür ve dil arasındaki kontrastların ilk büyük ayırt-edicisi ve deyim yerindeyse turnusol kağıdı işlevini gören yazar Joaquim Maria Machado de Assis 1839-1908 yılları arasında yaşamıştır. Bir melez olan Assis şaşırtıcı bir kariyer yapmıştır: tipografçılıktan gazeteciliğe ve oradan da Brezilya Akademisi’nin ilk başkanlığına. Assis’in bir çok romanının konusu sosyal yükselişler ve bunun bedelleridir. Assis’in psikolojik çalışmaları ilk anda 1800’lü yılları gerçekçiliğine oranla 1700’lü yılların filozofik kısa-düzyasına demir atmış gibi görünse de, gerçekte Assis modernist-deneysel bir yöne doğru ilerlemiştir. Memórias póstumas de Brás Cuba (Brás Cuba’nın Bulunmuş Anıları, 1880) ironik kutuplar arasında dolanır durur, değil mi ki 1800’lü yılların ölmüş olduğunu ısrarla söyleyen biricik roman-anlatıcısıdır Brás Cuba. Assis’in erotik fingirdeşmelerle, anlamsız etkinliklerle ve gönülsüz hırslarıyla dolu yüzeysel yaşamına yönelen bu anlatı, olağanüstü ve düalist bir boyut vermektedir ayrıca. Assis’in bu ve diğer anlatılarında gülünç öğelerin trajediden nerede ayrıldığını söyleyebilmek oldukça güç. Fakat kesin olan bir şey var Assis’in romanlarında: Emin olamama ve ironi. Assis, insanlığın sosyal roller ve bilincin iflâh olmaz akılsızlığı arasındaki parçalanmışlığını izleyen hayal kırıklığına uğramış bir anlatıcıdır.
Yüzyıl sonlarının bir başka büyük yazarı Euclydes da Cunha 1866-1909 yılları arasında yaşamış ve yalnızca tek bir yazınsal yapıt üretmiştir: ”Os Sertões” (”Arka zemin”) . Ne ki, büyük bir etki yaratmıştır gene de Euclydes da Cunha. 1896 yılında São Paolo’da çıkmakta olan bir gazete, doğu eyaleti olan Bahia’nın Canudos bölgesinde çıkan bir halk ayaklanması hakkında bir yazı dizisi yazması için görevlendirir da Cunha’yı. Euclydes da Cunha’nın ”Arka zemin” adlı yapıtı, gerçek olaylara dayanarak, halk önderi Antônio Conselheiro’nun bir çok gerillayla birlikte, kırsal araziye çekilmesi ve orada hükümet güçleriyle çarpışmasını anlatmaktadır. Hükümet güçlerinin başarısız saldırısından sonra, Antônio ve gerillalar, vatan haini ilân edilir ve idam edilmeleri için ferman çıkarılır. Euclydes da Cunha’nın hükümet güçlerinin devinimlerini adım adım anlattığı yapıtta, bölgenin coğrafyası, jeolojik yapısı, tarihi ve folkloru da okurun gözleri önüne serilir. Kuşkusuz, çarpışan gerillalar hep odak noktasındadır yapıtın. Kitabın başlığı ”arka zemin”, Avrupa’nın uygar kıyılarından çok uzakta olan bir kara parçasını imlemektedir. Euclydes da Cunha, tıpkı Arjantin’li öncülü Sarmiento gibi kesin topografik bilgilerle fantaziyi harmanlamaktadır ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) adlı yapıtında. Yapıtın özünü oluşturan mitolojik karşıtlıklar yerli halk ile ”uygar efendiler” arasındaki çelişkilerle özetlenebilir. Bu çelişkiler, arka zeminde yer alan kara-parçasıyla deniz, köyle kent, karanlıkla ışık ve kapalılıkla açılım arasındaki çelişkilerdir. Euclydes da Cunha’nın belgesel romanında şaşırtıcı olan şey, detayların zenginliği değil, fakat zamanı geldiğinde çelişkilerin yer değiştirmesidir: Yabanıl olarak adlandırılan yerli halka karşı, uygarlığın bütün nimetlerinden, dualarından ve -en önemlisi- silahlarından yararlanan hükümet güçleri, kana susamış barbarlar olarak çıkıyor karşımıza. Bu çağdaş gerçeklik, dünya edebiyatının başka yapıtlarıyla -sözgelimi İngiliz yazar Joseph Conrad’ın romanlarıyla- ve dünya savaşlarıyla tekrar tekrar kanıtlanmıştır. Euclydes da Cunha’nın yapıtı o denli ses getirmiştir ki, ”uygar efendiler” Euclydes da Cunha’nın 1909 yılında öldürülmesine karar vermişler ve Euclydes da Cunha 43 yaşındayken bir suikasta kurban gitmiştir, fakat ”Arka zemin” adlı yapıtı bir ulusal destan olarak yaşamını sürdürmektedir. Euclydes da Cunha’nın ”Arka zemin” adlı yapıtı hem yerel sıla-şiiri için, hem de modern ”büyülü gerçekçilik” için bir örnek olacaktır.
İspanyol eleştirmen Ortega y Gasset, 1925 yılında yayınladığı La deshumanización del arte (”İnsanın Sanattan Kovuluşu”) adlı denemesinde sanatın yeni gelişmesini karakterize etmeye çalışır. Ortega y Gasset’e göre, eğer sanat insandan arınır bir konuma gelirse, bunun nedeni insanın özel duygulanımlarını -deyim yerindeyse- beceriksiz elini sanatın gözüne gözüne sokması yüzündendir, çünkü »insanın bittiği yerde başlar şair« Ortega y Gasset’e göre. İnsansı perspektif yüzünden, doğa resimlerinde bile yıkıcı bir şeyler bulunur Ortega y Gasset’e göre. Bu yüzden, Ortega y Gasset’e göre, yalnızca kendi kurallarının geçerli olacağı ve hak ettiği yere gelmelidir sanat. Ne ki “doğanın bir kopyası olmayan, fakat gene de kendi ölçülerine göre anlamlı bir şeyler kurabilmek, gizli bir devinim gerektirir” görüşlerini de savunur Ortega y Gasset. İşte bu görüşlerin etkisiyle, 1920’lerin ve 1930’ların İspanya’sı şiir alanındaki gizli devinimlerle çalkalanıyordu. Ortega y Gasset’nin istediğinin tersine, tümüyle uzaklaşmadı bu şiir akımları insanlıktan. Fakat insanın sanat içerisindeki yerini alt-üst etmeye başladı bu şiir-akımları. Bu şiir-akımları içerisinde 1927 şairler-kuşağı (Latin-Amerika şiirine de etki yapacak) önemli bir şairler kuşağı olarak anılabilir. Özellikle Şili’li şair Pablo Neruda üzerinde görülecektir 1927 şairler-kuşağının etkileri.
1933-1934 yıllarında İspanyol şair Federico García Lorca Buenos Aires’te tiyatro yönetmeni olarak çalışmaktadır. (Lorca, burada kendi yazdığı oyunlarını yönetmektedir.) . Buenos Aires’teki PEN-kulübünde Şili’li şair Pablo Neruda ile karşılaşır Lorca. Bu sıralar, Pablo Neruda, diplomat olarak çalışmak üzere Avrupa yolcusudur. Önce Madrid’te, sonra Paris’te Şili büyükelçiliklerinde görev alacaktır Neruda. İspanya’da Rafael Alberti ve Vicente Aleixandre ile, Paris’te de César Vallejo ile tanışır Neruda. İspanya iç-savaşının acımasızlıklarına da tanık olur Neruda ve tanık olduğu bu acımasızlıklar Neruda’ya siyasal bir bilinç kazandırır ve Neruda komünist olur. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla birlikte dünya çapında tanınır Neruda ve diktatör Pinochet’in 11 Eylül 1973 günü gerçekleştirdiği kanlı darbeden bir kaç gün sonra hayata gözlerini yumar Neruda.
Latin-Amerika halkları Neruda’nın şiirlerini 1924 yılından beri sever ve bir çoğunu da ezbere bilirdi. Neruda’nın tanınmasına yol açan ikinci şiir kitabı olan Viente poemas de amor y una canción desesperada („Yirmi Sevda Şiiri Ve Umutsuz Bir Türkü“) adlı kitaptır. Ne ki, Neruda’nın şairliği bir çok aşamalardan geçer üretken yaşamı boyunca. Neruda’nın kendisi de ilk şiir kitaplarındaki duygu-ağırlığının “yüreğin uysal ve hırçın çığlığı” için gerekli bir yanıt olduğunu kabul etmiştir. Fakat duyguların somuta kök salması da bir o kadar önemliydi ve 1933 yılında yayınlanan Residenca en la tierra (”Yeryüzünde Konaklama”) adlı yapıtıyla şiirinin köklerini yeryüzüne bağlar Neruda. ”Yeryüzünde Konaklama” adlı kitabındaki şiirler ölüm korkusunun dile getirildiği melankolik şiirlerdi. Fakat 1937 yılında yayınlanan Espanã en el corazón (”Yürekteki İspanya”) adlı yapıtındaki şiirler radikal bir değişikliği imliyordu. ”Yürekteki İspanya” ’daki şiirler o denli somuttur ki, okurken ister istemez kendinizi iç-savaş İspanya’sında bulursunuz. 10 bin dizelik başyapıtı Canto General (”Evrensel Türkü”) adlı yapıtındaki şiirler içinde aynı somutluktan söz edilebilir. Neruda’nın 1950 yılında yayınlanan „Evrensel Türkü” adlı başyapıtı kıta tarihini, doğasını ve insanını anlatır. ”Evrensel Türkü” adlı yapıtındaki şiirler boyunca, Neruda’nın insan sevgisi ve komünizm inancı aynı denize dökülen iki paralel ırmak gibi akar gider.
Canto General (”Evrensel Türkü”) toplam 327 şiirin toplandığı 15 kitaptan oluşmaktadır. Bu dev yapıtında Neruda, ülkesi Şili’nin coğrafi ve sosyal topografyasını çıkarmasının yanı sıra, Şili’lilerin kültür kökenlerini araştırarak giderek evrenselleştirir yapıtını. „Evrensel Türkü“ ‘nün 15 bölümü Amerika kıtasının tarihini, kızılderililerin kültürel birikimini, kâşiflerin kıtayı işgal etmelerini, ABD’nin Güney-Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini, diktatörlükleri ve devrimleri, halkların çektiği acıları ve kahramanlıkları ele almakta ve son olarak da Neruda’nın bireysel öyküsünü anlatarak, Neruda’nın komünist ideolojiye ve savaşan insanlığa olan inancının tekrarlanmasıyla tamamlanır. Bir çok şiirde İnka-uygarlığının ta derinliklerinden seslenir Neruda, ve Macchu Picchu tepesindeki yıkıntılar boyunca, yıkıntıları günümüze kalmış kaleleri yapan adsız bir çok kadın ve erkeği düşünür Neruda. Böylelikle geçmiş zamanla şimdiki zamanı hem karşı karşıya hem de yan yana getirir Neruda ve tezatlar aracılığıyla anlatır insanlığın yüzyıllar boyunca çektiği acıları.
“Evrensel Türkü” her şeyden önce oral şiir geleneğinin başarıyla kullanıldığı bir şiir-çemberidir. Bir çok şiirsel biçemin iç içe kullanıldığı yapıtın okunması zaman zaman bir takım zorlukları da beraberinde getirmektedir. Fakat gene de, Güney Amerika halkları ”Evrensel Türkü” ’den bir çok şiiri ezbere okuyabilirler. Üstelik, okuma yazma bilmeyen, yoksul köylülerdir Neruda’nın şiirlerini ezbere bilenler. Neruda’nın oral şiirin tekrarlarından yararlanması ve uzun dizelerden yararlanmış olması, „Evrensel Türkü“ ‘nün yüksek sesle okunmasını ve şiirlerinin koroya uyarlanmasını olanaklı kılmıştır. Nitekim, Yunanistan’lı müzisyen Mikis Theodorakis ”Evrensel Türkü” ’den şiirleri koro-şarkıları olarak besteleyerek, dünyanın bir çok ülkelerinde seslendirmiştir ”Evrensel Türkü” ’den bestelediği şiirleri.
Neruda’nın şiir-estetiği, 1935 yılında İspanya’da oluşmaya başlamıştır. Bu estetiği kısaca ”saf-olmayan şiir” adı altında özetleyebiliriz, değil mi ki gerçekle kurulan iletişim sonucunda her şey gibi şiir de kirlenmektedir. (İspanya iç-savaşında faşistlerin insanlığın tüm değerlerine acımasızca saldırdığına tanık olur Neruda. Böylesi bir ortamda, ”sanat sanat içindir” adı altında özetlenebilecek bir bireysel kaçışa yönelmeyecek kadar duyarlıdır Neruda.)
Neruda’nın başyapıtı ”Evrensel Türkü” ’den sonraki yapıtları gündelik olguları ve kişisel anıları ele alan şiirlerden kurulur. Bu şiirler tümüyle bireyi ele alan şiirler değildir kuşkusuz, toplumsal boyutu da vardır bu şiirlerin. Neruda’nın bu tür şiirleri, Odas elementales (Temel Ağıtlar) ile Memorial de Isla Negra (Kara Ada Anıları) adlı kitaplarında toplanmıştır. Bireysel deneyimlerini politikayla, tarihle, toplumla ve ulusla birleştirmesini bilen Neruda, aynı ilkelerle kaleme aldığı otobiyografisi Confieso que he vivido (Yaşadığımı İtiraf Ediyorum) adlı kitabıyla, düzyazının ustalarından biri olduğunu da kanıtlayacaktır.
Neruda’nın öğretmenlerinden Gabriela Mistral (1889-1957) de Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış Şili’li bir şairdir. Gabriela Mistral, Neruda’dan 16 yıl önce, 1945 yılında kazanacaktır Nobel Edebiyat Ödülü’nü. Gabriela Mistral de, tıpkı öğrencisi Pablo Neruda gibi uluslararası etkinliklerde bulunmuş bir şairdir. (Mistral, daha sonra Birleşmiş Milletler olacak, Halklar-Topluluğu örgütünde çalışmaktaydı.)
Gabriela Mistral, doğum-adı ile Lucilla de Maria Godoy Alcayaga, 7 Nisan 1889’da Şili’nin kuzeyinde, Anddağı yamaçlarındaki Vicuna kasabasında doğar. Bir öğretmenin kızı olan Gabriela Mistral, 15 yaşından başlayarak hayatı boyunca öğretmenlik yapar. Daha sonra bakan ve devlet-başkanı olacak Pedro Aguirre Cerda ile 1910 yılında tanışır. Cerda daha sonraki yıllarda Mistral’e pedagoji alanında görevler verir. Mistral, 1918’den 1920 yılına kadar Şili’nin güneyindeki Punta Arenas’da öğretmenlik yapar. 1914 yılından başlayarak bir çok dergide şiirleri yayınlanır Mistral’in. (1914 yılında Juegos Florales Ödülü’nü kazanır.) . Bu şiirler 1922 yılında yayınlanan ”Umutsuzluk” (”Decolación”) adlı kitabında toplanır. 1923 yılında ilk Meksika yolculuğunu bir pedagoji konferansına katılmak amacıyla yapar Mistral. 1924 yılında, ikinci kitabı ”Şefkat” (”Ternura”) yayınlanır. Bundan sonra ülkesinin kültür-ataşesi olarak Latin Amerika’ya, Kuzey Amerika’ya ve Avrupa’ya yolculuk eder. 1938 yılında üçüncü şiir kitabı ”Ormancılık” (”Tala”) ve 1954 yılında dördüncü şiir kitabı ”Üzüm-ezeceği” (”Lagar”) yayınlanır.
Latin Amerika’nın ”Tanrısal Gabriela” ’sı Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. ”Oğul şiiri” (”Poemas del hijo”) , şiirleri içerisinde en önemlisi (daha doğrusu baş-yapıtı) olarak kabul edilir. Bu şiirde insanı sar(s) an en önemli öğe, şiir boyunca akan o büyük tutkudur: Bir kadının en büyük ar-zusu sevdiği adamdan bir oğul doğurmaktır. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş bir kadının yaktığı ağıttır bu şiir. Acılı, tutkulu bir ağıt. Böylece başlar acı ve umutsuzluk tutkuyla akmaya Mistral’in karanlık şiiri boyunca. [Gabriela Mistral’in nişanlısının canına kıyması duygu yükü ağır basan, umutsuz ve karamsar şiirler yazmasına yol açar. ”Oğul şiiri” ’nin yer aldığı kitap ”Umutsuzluk” için Mistral şöyle demiştir: ”Bu acı kitabı dilerim Tanrım affeder.”].
Şili’li büyük ozan Pablo Neruda ”Confieso Que He Vivido” adlı anılarında (bu yapıt ”Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir) şöyle bahsediyor Gabriela Mistral’den: >>...Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayında çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgârı dört gündür fevkalâde bir kızgınlıkla. Gece rüzgârın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi.Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgârlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selâmlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili’nin kar’ını.Şili’lisin sen. Halka değginsin sen! ...<<
Gabriela Mistral ana-dilini yetkinlikle kullanan bir şairdir. İspanyolca yazdığı yetkin dizelerin başka bir dilde verilemeyeceğini düşünüyordu Mistral. Bu yüzden uzun yıllar şiirlerinin çevrilmesine izin vermemiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da İspanyolca konuşulmayan ülkelerde uzun yıllar tanınması olanaklı olmadı Mistral’in.
1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Gabriela Mistral, ülkesi ve Unesco yararına uzun bir pedagoji ve kültür kariyerinden sonra, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair ve insan olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island’da (A.B.D.’nde) ölür.
Latin-Amerika ülkeleri arasında, şiirin en güçlü şairleri verdiği ülkedir Şili - özellikle iki savaş arasındaki dönemde Vicente Huidobro, Pablo Neruda ve Gabriela Mistral’le parlamıştı Şili şiiri Latin-Amerika edebiyatının bol yıldızlı gökyüzünde. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkezi bir noktaya gelen Şili’li şairlerden biri de, 1914 doğumlu Nicanor Parra’dır. Parra’nın 1954 yılında yayınlanan Poemas y antipoemas (Şiirler ve Karşı-şiirler) hayatın anlamsızlığını yansıtan ve katı edebî biçimlerle alay eden, ironik parodilerden oluşmaktadır. Politik açıdan Parra, ”nevî şahsına mahsus” biri olarak değerlendirilebilir, değil mi ki 1973 yılında Pinochet’nin yaptığı askeri darbeyi ve Pinochet’nin diktatörlüğünü kınamayan çok az entellektüelin arasında yer almaktadır Parra.
Latin-Amerika’nın şiirsel çiçeklenişi bu kadarla kalmıyor kuşkusuz. Bu büyük kıtanın şiirsel esini oldukça büyük. 1902-1989 yılları arasında yaşamış Küba’lı büyük şair Nicolás Guillén, Afrika ve İspanyol ezgilerini Küba şiiri potası içerisinde eriterek, hem ulusal hem de evrensel şiirler yaratmıştır. Ekvator’lu bir diplomat ve şair olan Jorge Carrera Andrade ise yazdığı şiirin düşüncesini Avrupa’lı gerçeküstücülerden devşiriyordu. 1903 doğumlu olan Andrade bir ara Şili’li şair Gabriela Mistral’in sekreterliğini de yapmıştır. Arjantin’li usta şair Ricardo Molinari (d. 1903) ise Borges’ten almıştı ilhâmını. Neruda kadar olmasa da, Molinari de melankolik ve nostaljik şiirlerinin bulunduğu Mundos de la madurgada (”Şafağın Dünyaları”) adlı yapıtında dikkatini ülkesinin doğasına çevirmişti. Molinari’nin ”Şafağın Dünyaları” adlı yapıtının en özgün yanını doğanın kişiselleştirilmesi oluşturuyordu. Meksika’daysa 1914 doğumlu diplomat ve şair Octavio Paz, eski çağların Aztek uygarlığından geriye kalmış şiirler aracılığıyla ülkesi ve ülkesinin tarihi konusunda yoğunlaşıyordu. Yeryüzünden bağlarını koparmadan metafizik yüksekliklerde de dolaşmaya cesaret edebiliyordu Octavio Paz. Şiirindeki dinsel arayış boyunca öte dünyaya açılan bir kapıyı aralık bırakırken, Paz’ın ulaştığı şey şiirin kendi gerçek nesnesidir. 1958 yılında yayınlanan baş-yapıtı La estación violenta (”Şiddetli Mevsim”) adlı şiir kitabı çelişkilerin ve karşıtlıkların bir arada bulunduğu bir toplam gibidir. Octavio Paz, 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.
Portekiz dili konuşulan Brezilya’daysa, São Paolo’da düzenlenen bir ”sanat-haftası”nda ön plana çıkan bazı genç şairler dolayısıyla 1922 yılında yeni bir şiir ortaya çıkar. Bu şiir hareketinin motoru konumundaki şair Mário de Andrade (1893-1945) ve Manuel Bandeira (1886-1968) bu yıllarda şiir dilinin yenilenmesinde önemli bir rol oynadılar. Fakat Jorge de Lima (1895-1953) ve Carlos Drummond de Andrade (1902-1987) adlı şairlerle birlikte Brezilya’nın uluslararası planda anılacak şairlere sahip olabildiğini söyleyebiliriz.
Tıpkı Neruda gibi, Peru’lu José María Arguedas (1911-1969) da kızılderili kültürünün çağdaş toplumlardaki konumu konusuyla ilgileniyordu. Peru’nun iç kesimlerinde yaşamakta olan quechua-kızılderilileri arasında geçmişti ilk gençliği Arguedas’-ın, onların dilini konuşuyordu İspanyolca öğrenmeden önce. Peru’nun gerçek tarihi ve kültürünün ifadesini kızılderililerin şarkılarında ve danslarında buluyordu Arguedas. (Toprak-ağalarının baskısı yüzünden kızılderili toplulukları kendilerini geliştirebilme olanağına kavuşamadı, ve ayrımcılık ulusun bölünmesine yol açarak, topluluğun ulus kimliğini bulmasını engelledi.)
Yüzyılımızda Latin-Amerika edebiyatının uğraştığı en önemli konulardan biri (belki de en önemlisi) kültürel bir kimliğin bulunması için yapılan uğraştır. Bu uğraş, 1800’lü yıllarda gerçekleşen bağımsızlık savaşlarının bir uzantısıdır. Fakat Latin-Amerika entellektüelleri kıtada gerçekleşen bağımsızlık savaşlarının ne ekonomik ne de kültürel anlamda tam olarak uygulanabildiğini düşünebilmektedir. Bu temanın en önemli öğelerini, Amerika ile Avrupa kıtaları arasındaki kültürel karşıtlıkları, Latin-Amerika ile ABD arasındaki ekonomik-politik çelişkiler, uygarlıkla barbarlık arasındaki mitsel karşıtlık (ki bu karşıtlık kültür ile doğa arasındaki karşıtlık olarak da söylenebilir) ve son olarak da zengin elitle yoksul kitle arasındaki çelişkiler ve uzlaşmazlıklar olarak dile getirilebilir. Yukarıda adı anılan çelişki ve uzlaşmazlıkların oluşturduğu doku, Latin-Amerika edebiyatını 1880’lerden 1990’lara kadar belirleyecektir.
İspanyol-Amerikan savaşının ortalarında, 1898 yılında Uruguay’lı yazar José Enrique Rodó (1871-1917) tarafından ele alındı Latin-Amerika edebiyatını belirleyen sorunlar. Shakespeare’in Tempest (”Fırtına”) adlı yapıtındaki hava-ruhu’nun adını verdiği ve 1900 yılında yayınlanan Ariel adlı denemesinde José Enrique Rodó, Caliban’ın şahsında sunulan kitlenin kaba kuvvetiyle ruhanî bir aristokrasi arasında bir birlik kurulmasını ister, ki bu ruhanî aristokrasi, kuzey Amerika’nın maddiyatçılığının tersine, Latin-Amerika’lı entellektüellerin idealizminden ve aydınlanmacı geleneğinden doğacaktır. Bu düşünce biçimi, arielismo adını almıştır ve bir çok nokta itibarıyla 1890’larda İskandinavya’daki kültür-radikalizmi çerçevesi içindeki ruhanî aristokrasizme benzemektedir.
1900’lerin başlarından itibaren Latin-Amerika’lı entellektüellerin sosyal sorunlar karşısındaki yersiz korkuları değişme göstermeye başladı. Bu değişim, içinde bulunulan dönemi yansıtan roman adlarında da kendisini göstermektedir. Venezuella’lı yazar Manuel Días Rodriguez’in 1901 yılında Paris’te yayınlanan Ídolos rotos (”Parçalanmış İdollar”) adlı romanı, Şili’li yazar Eduardo Barrios’un 1918’de yayınlanan Un perdido (”Bir Yitik”) adlı romanı ve Arjantin’li yazar Manuel Gálvez’in 1916 yılında yayınlanan El mal metafísico (”Metafizik Hastalık”) adlı romanlarında olduğu gibi... Gálvez’in ”Metafizik Hastalık” adlı romanı, kendini şiir sanatına adamak için okulunu bırakan, fakat önemli hiç bir şey üretemeyen bir genci ele alır. Romanın kahramanı genç yaşında ölür, çünkü kendisi ve arkadaşlarının oldukça tekdüze ve aşağılayıcı olarak algıladıkları çağdaş yaşantıya ayak uydurmak gibi bütün kaygılardan arındırmıştır kendisini.
1911-1916 yılları arasında gerçekleşmiş bulunan Meksika devriminin etkisiyle olsa gerek, bazı romanlarda -sözgelimi Bolivya’lı yazar Alcides Arguedas’ın Raza de bronce (”Bronzdan Yapılmış Halk”) ile Meksika’lı Mariano Azuela’nın 1916 yılında Texas’ta yayınlanan Los de aboja (”En Alttakiler”) gibi romanlarda kitlenin isyanından duyulan korku dile getirilir. Meksika ordusunda doktor olarak da çalışmış olan Mariano Azuela’nın daha sonraki romanları olan Los caciques (”Hükümdarlar”, 1917) ile Las moscas (”Sinekler”, 1918) adlı romanlarında ele alınan konular ise, zulmün nasıl devrimlere yol açtığı ve eski düzenin asalaklarının devrim olduğu zaman devrimin adaletinden nasıl kaçtıklarıydı. Azuela kollektif roman-biçimini ve perspektif değişimlerini kullanarak göstermektedir çeşitli katmanlardaki bireylerin bilinç düzeyinde oluşmakta olan devrimin gelişimini. Gregorio López y Fuentes (1897-1966) , Martín Luis Guzmán (1887-1976) , Antonio Ancona Albertos (1883-1954) ve yazılarında özellikle Meksika’nın kırsal bölgelerini konu edinen José Rubén Romero (1890-1952) devrim olgusundan ilham almış Meksika’lı başka yazarlar. Bütün kıta boyunca sembolik bir önem kazanan mitolojik devrimlerin diğer kahramanları gibi Pancho Villa hakkında belgesel kitaplar da yayınlanmaya başladı bu dönemde. Bu tür, Carlos Fuentes gibi savaş sonrası yazarları için özellikle ve daha büyük bir önem taşımaktadır.
Devrim ve bağımsızlık temaları, 1922 yılında São Paola’da düzenlenen kültür haftası içinde ilk çiçeklenişini sunan Latin-Amerika modernizminin gelişiminde önemli bir rol oynar. Peru’lu eleştirmen ve politikacı José Carlos Mariáteguis’in Siete ensayos de interpretación de la realidad peruana (”Peru Gerçekliğinin Yorumlanması İçin 7 Deneme”) adlı, Marxist bir bakış açısıyla, ABD ile Latin-Amerika arasındaki çelişkileri ve yerli halkın durumunu ele alan yapıtı, Latin-Amerika modernizminin mihenk taşlarındandır. Paris’te sürgünde ölen Peru’lu César Vallejo (1892-1938) oldukça önemli etkiler taşır Mariáteguis’ten. Vallejo şiirleri ve denemelerinde baskı altındaki kitlelerin devrim umutlarını dile getirmek için, Latin-Amerika’ya özgü bir ses arar.
Doğa ve kültür, köy ve kent arasındaki çelişkiler, 1884-1968 yılları arası yaşamış Venezuella’lı yazar Rómula Gallegos’un, sözgelimi 1929 yılında yayınlanan Doña Bárbara (”Bayan Barbara”) adlı romanında ve kızılderili halkı konu edinen romanlarında da ele alınan önemli bir temadır. 1899-1928 yılları arası yaşamış Kolombiya’lı yazar José Eustasio Rivera’nın La vorágine (”Anafor”) adlı romanı, aralarında García Márquez’in bulunduğu bir çok çağdaş ve büyülü-gerçekçi Latin-Amerika’lı yazarın gelişini muştular gibidir. La vorágine (”Anafor”) adlı roman, genç bir entellektüelin bir kızı kaçırmasından sonra, başkent Bogotá’yı bırakıp, taşraya kaçmasını konu edinmektedir. Romanın kahramanı genç entellektüel burada doğayla ve acımasız doğa-yasalarıyla yüz yüze gelir, haydutların ve ezilen köylülerin arasında. Ve başkentte bulabileceğini sandığı uygarlığın ardında gizlenmiş, mitolojik ve büyülü bir gerçekliği, akılcılığın ötesinde bulacağı gerçeğini kendi kendisine kabullenir romanın kahramanı.
Avrupa kültüründen en çok etkilenen Latin-Amerika ülkesi Arjantin’dir, fakat kendine özgü bir kültürün oluşması için çekilen hasretin en büyük olduğu ülke de Arjantin’dir. Ülkenin bağımsızlığa kavuşmasının yüzüncü yılı dolayısıyla (1910 yılında) eleştirmen Ricardo Rojas (1882-1957) La restauracíon nacionalista (”Milliyetçiliğin Yeniden Doğuşu”) adlı denemesini yayınlamıştı. Bu denemesinde Rojas, gerçek Arjantin kültürünü taşrada ve yerli halkın geleneklerinde buluyordu, kozmopolit ve ”çok-kültürlü” Buenos Aires’de değil. Avrupa kültürünün ulusal-romantik kalıta uyarlanması taraftarıdır Rojas. Rojas’la birlikte doruk noktasına ulaşan bu dönemin en tipik özelliği, bozkırın ve bozkır insanının bir çok şiire ve romana malzeme taşımasıdır. En tanınmış örnek Ricardo Güiraldes’in 1926 yılında yayınlanan Don Segundo Sombra (”Bay Segundo Sombra”) adlı romanıdır. Bu roman bir gelişim romanıdır, Arjantin’in Wilhem Meister’i. Kimsesiz genç bir adamın taşradaki hayat tarzına saygı göstererek yetişmesi ve yaşadığı ortama uyum sağlaması konu edinilir bu romanda. Güiraldes ile aynı kumaştan dokunmuş bir yazardır yaşamının büyük bir kısmını Arjantin’de geçirmiş olan Uruguay’lı Horacio Quiroga (1878-1937) . Quiroga’nın öykülerinde doğanın büyüklüğü insanın umutsuzca acı çekmesi ve toplumun yetersizliğiyle birlikte verilir. Ve Quiroga’nın kahramanları, toplumdan yalıtılmış varoluşsal bir doğa durumunda, bir sürgünde yaşarlar. Bu sürgün, temel gereksinmeleri karşılayamayan bir toplumdan kaçış çabasıdır.
Kıtanın gerçek anlamdaki ilk kent-romancısı sayılabilecek gazeteci ve yazar Roberto Arlt (1900-1942) , aralarında derin entellektüel farklar bulunmasına karşın, Güiraldes’in sekreteri olarak çalışmıştı bir dönem. Arlt’ın yapıtları bir çeşit sosyal modernizm ile şiddet ve öfkenin karışımı bir harmanla damgalanmıştır. 1926 yılında yayınlanan ilk yapıtı El juguete rabioso (”Kudurgun Oyuncak”) ’da kendi kimliğini yansıtacak ilginç bir kahraman çıkarır karşımıza: Silvio Astier. Türlü mesleklere girip çıkmış, hırsız, memur, mucit, asker ve hain biridir Silvio Astier. 1929 yılında yayınlanan ve Arlt’ın ikinci romanı olan Los siete locos (”Yedi Çılgın”) ile 1931 yılında yayınlanan Los lazallamas (”Ateş Atıcıları”) adlı romanların baş-kahramanı olacak, fakat ”Kudurgun Oyuncak” ’da ikinci derecede bir rol oynayan bilim-adamı Erdosain, Artl’ın kimliğini temsil eden kahramandır. Bu romanlarda, çevresindeki çılgın kimselerle ve bilimin yardımıyla kapitalist dünyayı yok etmeye çalışır Arlt. Ve romanlarındaki ilginç karakterler, adına ”gerçeklik” denilen saçmalığı gösteren mantıksal yansımalar olarak belirir. Adı anılan romanlar, 1932 yılında yayınlanan El amor brujo (”Büyülenmiş Aşk”) adlı romanla birlikte, içinde akıl-hastalarının, canîlerin, fahişelerin ve kadın-satıcılarının yaşadığı acımasız bir Buenos Aires’i sergiler. Arlt’ın romanları, entellektüel küçük burjuvazinin, askeri ve sivil hükümetlerin birbiri ardınca iktidarı ele geçirdiği Arjantin’in politik yaşamında söz sahibi olamaması yüzünden baş gösteren huzursuzluğun dile getirilmesi olarak yorumlanmıştır.
Arjantin’in hızla büyüyen edebiyat çevresinin demirbaşlarından biridir Jorge Luis Borges (1899-1986) . Prisma (1921-1922) , Proa (1922-1923) ve özellikle Martín Fiero (1924-1927) gibi dergilerde önemli bir rol oynamıştır Jorge Luis Borges. Bu dergilerde, Avrupa avant-gardizmini sürdürecek ve kaplumbağa adımlarla ilerleyen ve bir taşra olarak görülen Arjantin’i uluslarası boyuta yükseltebilecek bir ultraísmo (”aşırıcılık”) için ajitasyon yapıp durdu Borges ve arkadaşları. Kenti, modern bir hareketin merkezi olarak algılıyorlardı. Zaten Jorge Luis Borges’in 1923 yılında yayınlanan ilk şiir-kitabının adı da Fervor de Buenos Aires (”Buenos Aires’in gücü”) idi. Borges, 1935 yılında yayınlanan ilk düzyazı kitabı olan Historia universal de la infamia (”Kötülüğün Evrensel Tarihi”) adlı yapıtında, kendi öykülerini yazabilecek cesareti olmayan alçakgönüllü bir ruhun sorumsuzca oynadığı bir oyunun ürünü olarak anlatır kendini ve bu yüzden de başkalarının yazdıklarını değiştirmekten zevk almaya koyulur. Borges’in kitabındaki kötülük öğesi ise, insanların karşılıklı oyunlarında görülen uluslararası bir öğe olarak sunulur.
Arjantin’li bir çok yazar, Latin-Amerika kültürünü, hem dünyayı sarıp sarmalamış modernizmin bir parçası olarak, hem de kıtanın içinde bulunduğu absürd durumu yansıtan bir etmen olarak algılıyorlardı. Sanat bir oyun durumuna indirgenmişti, provokasyon olmuştu sanat, ve entellektüellerin bu oyundaki rolü hem modern dünyaya ve uluslararası modernizme ayak uydurmak, hem de kıtaya özgü bir biçimi bu modernizme adapte etmekti. Bu rol, Victoria Ocampo’nun oldukça etkin olan ve 1931-1970 yılları arasında yayınlanan Sur (”Güney”) adlı dergisi için bir manifesto olmuştu. Derginin isim-babası İspanyol filozof Ortega y Gasset’nin İspanya ve modern toplum hakkındaki düşünceleri Arjantin entelijansiyası arasında büyük bir yankı uyandırmıştı. 1903 doğumlu roman yazarı Eduardo Mallea’nın 1937 yılında yazdığı Historia de una pasión argentina (”Bir Arjantin Tutkusunun Tarihi”) adlı denemesinde de Ortega y Gasset’nin etkisini görmek mümkün. Eduardo Mallea’nın adı anılan denemesinde, Arjantin kültürüne has öğeler, tutkulu ve fark edilmeyi bekleyen bir kadınla karşılaştırılır. Mallea’nın yazarlık serüveni, ulusun zıt kutuplardan oluşan kimliğini anlamanın anahtarlarından biridir. Mallea’nın etkilendiği bir başka Avrupa’lı, Fransız yazar Marcel Proust’du, ve tıpkı Proust gibi, Mallea da, geçmişe nostaljiyle ve dayanılamayan bir şimdinin ışığıyla bakılması gerektiğini düşünüyordu.
Buenos Aires, başka ülkelerin yazarlarını kendisine çeken bir kent, deyim yerindeyse, kıtanın kültür başkenti oldu. Bu yazarlar arasında iki Şili kadın yazar da vardı: Marta Brunet (1901-1967) ile María Luisa Bombal (1910-1984) . Arjantin’li yazar Mallea’dan etkilenen Marta Brunet, kadınların yaşadıkları acıları dile getiren doğalcı öykülerini topladığı Don Florisondo adlı yapıtını 1925 yılında yayınladı. Brunet’in sonraki psikolojik romanlarının çerçevesini ise iç monologlar oluşturuyordu. Brunet’in 1957 yılında yayınlanan ve bir kadının çözülme sürecini ele alan Maríe Nadie adlı romanı, Virgina Woolf’un yapıtlarıyla karşılaştırılmıştır. Bir başka Şili’li kadın yazar olan María Luisa Bombal ise, Arjantin film endüstrisi içinde çalışıyordu ve büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden biri olarak görülüyordu. Borges, Bombal’in en ünlü romanı olan La amortajada (”Kefen Giyen Kadın”) adlı romanına hayran olduğunu belirtmişti. Şiirsel bir dille anlatılan bu düzyazı parçasında, ölmüş bir kadının hayatı üzerine düşünceleri yansıtılmıştır. Ancak tabutunda yatarken anlar ölü kadın, ilişkide bulunduğu iki erkeği, ki bunlardan ilki O’nu terk etmiş, diğeri de O’nunla evlenmiştir; ölü kadın romantik aşkın olanaksız olduğu sonucuna ulaşır. Ailesinin, kocasının ve çocuklarının kendisi için ne kadar az önemi olduğunu da kendi kendisine itiraf eder kadın. Paradoksal anlamda, ölüm kadının yaşaması gereken hayata dönüşür, ve en sonunda göğe doğru yükselir kadın, hayatın gerçeksizliğinden uzaklara...
Çağdaş Brezilya düzyazısının, Euclydes da Cunha’nın 1902 yılında yayınlanan belgesel romanı ”Os Sertões” (”Arka zemin”) ile Joaquim Maria Machado de Assis’in yapıtlarından türediği söylenebilir. Bir üçüncü yönelimse, 1868-1931 yılları arasında yaşamış diplomat José Pereria da Graça Aranha’nın 1902 yılında yayınlanan Chanaan adlı romanıdır. Bu romanda, Latin-Amerika ile Avrupa kültürleri arasındaki çelişkiler, eski ve yorgun Avrupa kültüründen bıkarak, Brezilya’nın yabanıl doğasında ve tropik düzlüğünde yeni bir yaşam kurmaya gelmiş bir Alman göçmenin şahsında yansıtılır. Sosyal-gerçekçilikle mitolojik söylemin harmanlandığı bu roman, çağdaş Latin-Amerika edebiyatında önemli bir rol oynayacaktır.
Brezilya kültür-felsefesinde üç ana yönelim görülür: Birincisi, Aranha’nın romanında ele alınan Latin-Amerika ile Avrupa kültürlerinin karşıtlığı. İkincisi, Euclydes da Cunha’nın yoksul kuzeydoğuda isyancılara karşı girişilen soykırımı anlatan belgesel romanı ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) . Üçüncüsü de, Machado de Assis’in kökleri Rio de Janerio’ya uzanan ve ülkenin en güçlü çağdaş yazın-geleneğini kapsayan yapıtı Memórias póstumas de Brás Cuba (”Brás Cuba’nın Bulunmuş Anıları”) ’dır. Assis’in bu yapıtı, oluşum-romanının bir parodisini oluşturmasının yanı sıra, pozitivist felsefeye yöneltilen bir eleştiridir. Assis, Portekiz’li modernist Pessoa gibi, kendi yarattığı roman-kahramanları yazdığı yeni romanlarda boy göstermeye başladığında, onlarla diyaloga girişir. Roman kahramanlarının bu bölünmüşlükleri ve yazarların bu yaratım oyunu, sosyal şiddet ve soğuk bir şüpheyle birleşince, Brezilya modernizmi slogan olarak bir yazardan ötekine aktarılıp gider.
Modernizmin São Paolo’da 1922 yılında düzenlenen çağdaş sanat haftasındaki görkemli çıkışı, Brezilya kültürünün çağdaş bir kültür olduğunu ve bir çok halk ile uluslar arasında gerçekleşen bir olgu olduğunu ortaya koymuştur. Brezilya modernizminin öncülerinden Oswald de Andrade (1890-1954) , 1912 yılında Avrupa’ya yaptığı bir geziyle bir çok modern düşünceyi getirdi Brezilya edebiyatına. 1924 yılında yayınlanan Memórias sentimentais de João Miramar (”João Miramar’ın duygulu anıları”) adlı romanında, halk dilindeki kıvraklığı, burjuva sınıfının hayat tarzını eleştirmek amacıyla oldukça yetkin bir şekilde kullanır Oswald de Andrade. Oswald de Andrade’nin temsil ettiği modernizm, ilkel, anti-burjuva ve kiliseye karşı olan bir modernizmdi.
Brezilya düzyazısının ikinci önemli yazarı, halkbilimcisi Mário de Morais Andrade (1893-1945) , São Paolo’da 1922 yılında düzenlenen çağdaş sanat haftasının odak noktası konumundaydı; özellikle 1928 yılında yayınlanan Macunaíma - o herói sem nenhum caráter (”Macunaíma - Karakteri Olmayan Kahraman”) adlı romanıyla tanındı. Bu roman, Brezilya halk karakterlerinin bir sentezi olarak çağdaş bir Robin Hood’u serer gözlerimizin önüne. Romanın kahramanı bir bukalemun gibi, içinde bulunduğu koşullara göre şekil, deri-rengi ve karakter değiştirir. Bu roman kahramanı, modernizmin baş-aktörü olmaya devam edecektir: Özelliği olmayan ya da bir çok özelliği olan kimse. Mário de Morais Andrade kendi romanı hakkında ”rapsodi” deyimini kullanıyor. Romanın bir çok dil, biçim ve -gerçekçilikten büyülü dil kullanımına- Brezilya toplumunun katmanlarını yansıttığını göz önünde tutarsak, bu romanı ünlü karnaval geleneğiyle paralel olarak da algılayabiliriz.
Brezilya’nın en önemli kırsal kesim yazarları, gene de Gracillo Ramos (1892-1953) ile 1912 doğumlu Jorge Amado’dur. Ramos’un yazarlığında psikolojik derinleşme ile sosyalleşme olgusu iç içedir. 1936 yılında diktatör Cetulio Vargas’a karşı darbe girişiminde de bulunan komünist yazar Ramos, bir çok yılını da hapishanede geçirmiştir. 1930’larda birbirinden oldukça değişik dört roman yayınlar Ramos. 1933 yılında yayınlanan Caetés adlı roman, yamyam olduğuna inanılan bir kızılderili kabilesinin adından almıştı adını. Caetés adlı roman, ülkenin kuzeydoğu bölgesinde sürmekte olan kuraklığın içinde hayatta kalma mücadelesi veren bir adamın öyküsünü ele almaktadır. Ramos’un 1934 yılında yayınlanan São Bernardo büyük bir toprak ağasının yaşadığı açmazları dile getiren bir yapıttır. Ramos’un 1936 yılında yayınlanan Angúista (”Yersiz Korku”) adlı yapıtı kıskançlık, tutku ve cinayet temalarına dayanan bir romandır. Romanın anlatıcısı olan gazeteci, hallüzinasyonsu bilinç-altı-akımının çağrıştırdığı gerçek ve gerçek-dışı elementlerin birbiri üzerinden aktığı bir varoluşsal ırmak boyunca anlatır öyküyü. Ramos’un Angúista’sındaki bir başka tema da, kentle kır arasındaki çelişkidir. Romanın kahramanı yoksul kuzey-doğudan büyük kente göç eder. Komşu kızına sevdalanır ve gizlice gözetlemeye başlar komşu kızını. Komşu kızıyla hem gerçek hayatta hem de düşlerinde bir çok konuşma yapar ve en sonunda O’nu öldürür. Bu cinayet hem sosyal hem de psikolojik bir şekilde açıklanır. Romanın kahramanı dar görüşlü ve ilkel bir insandır. O, büyük kente değil, fakat taşranın amansız yapısına değgindir. Büyük kentte kendini dışlanmış ve yalıtılmış hisseder.
Ramos’un başyapıtı Vidas sêcas (”Kuru Hayat”) 1938 yılında yayınlanır. Bu roman, yoksul bir çoban ile ailesini konu edinir. Romanın anlattığı çevre Cunha’nın ”Os Sertões” (”Arka Zemin”) adlı yapıtında betimlediği çevredir. Kuraklık, çobanı büyük kente göç etmek zorunda bırakır, fakat büyük kentte de aynı umutsuzlukla karşılaşır. Yoksulların kaderidir kaybetmek, onların çabalayışları hiç bir işe yaramaz. Ramos’un bu yapıtında varoluşçuluk eğilimleri görmek de mümkün. Vidas sêcas ile São Bernado’nun filme aktarılmaları 1930’lu yıllarda üretilen düzyazı ile 1960’lı yıllardaki ”yeni sinema” akımı (”cinema novo”) arasında bir köprünün varolduğunu tanıtlamıştır.
1912 doğumlu Jorge Amado, Brezilya’nın en popüler roman yazarlarındandır. Amado’nun romanları (1930’lu ve 1940’lı yıllar boyunca yazdığı sosyal gerçekçi romanları daha az olmak kaydıyla) sık sık filme aktarılmaktadır. Amado’nun romanları toprak-işçileriyle toprak-sahipleri arasındaki çelişkileri, sömürüyü, baskıyı ve toprak-sahiplerinin olağanüstü tüketim çılgınlığını ele almaktadır. Amado’nun Bahia bölgesinin kültürüyle damgalanmış bir çok romanı Vargas’ın diktatörlüğü döneminde yasaklanmıştır. Amado’nun sosyal gerçekçiliğin doruklarına ulaşan yapıtları, 1943 yılında yayınlanan Terras do sem fim (”Sınırsız Ülke”) ile 1944 yılında yayınlanan São Jorge dos Ilhéus bir çeşit destan gibi kaleme alınmıştır. Bu romanların bölümleri şarkı olarak tasarlanmıştır. Sosyal gerçekçi yazar Amado’nun romanları, hem toplumun en alt kesimini savunan hem de Brezilya’nın ve hayatın mucizelerini yücelten yapıtlardır. Sonraki romanlarında sosyal gerçekçiliğin ve toplum eleştirisinin yerini evrensel bir mizah almıştır. Amado’nun 1958 yılında yayınlanan başyapıtı “Gabriela, Karanfil Ve Tarçın” adlı romanı, yoksulluğun dar sınırlarını aşarak, güçlü ve bağımsız olmasını bilen kadına bir övgüdür. Bahia bölgesinde doğmuş olan Marxist Jorge Amado, Brezilya’nın bir çok diktatörü tarafından kovuşturmaya uğramış olsa da, en sevilen yazarı oldu Brezilya’nın. Amado’nun yapıtları yaklaşık 40 kadar dile çevrildi.
Sosyal gerçekçi Amado ile modernist Borges Latin-Amerika’nın gelenekle modernizm ve bağımlılıkla özgürleşme arasındaki sorunsalını kendi yöntemlerince dile getiren iki büyük yazar. Amado, doğduğu bölge olan Bahia’ya yönelip baskı altında kalan insanlarla ilgilenirken, Borges kozmopolit kenti ve apolitik bir oyun olarak şiiri seçti. Yazıyla gerçek arasındaki oyun, büyüyle gerçekçilik arasındaki bağ, García Márquez’in, 1989 yılında yayınlanan ve özgürlük kahramanı Simón Bolívar’ı ele alan yapıtı “Labirentindeki General”e kadar sürüp gelir.
Latin-Amerika edebiyatı, dünyanın hiç bir yerinde görülmedik sosyal ve politik gelişmelerle o denli içli dışlı olmuştur ki, Latin-Amerika’lı yazarlar kamu hayatına etkin olarak katılmışlardır; daha doğrusu katılmak zorunda kalmışlardır. Latin-Amerika’lı bir çok yazar, 1991 yılı Peru Başkanlık seçimlerine adaylığını koyan 1936 doğumlu yazar Mario Vargas Llosa gibi önemli politik roller de oynamışlardır ülkelerinin tarihinde. (Mario Vargas Llosa’nın başkanlık programı ekonomi ve devletin rolü konusunda, liberal düşüncelerle damgalanmıştı. Mario Vargas Llosa, Peru’da subay öğrenimi gördükten sonra, yazarlığı seçmiş ve Madrid, Paris, Barcelona ve Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversite hocası olarak çalıştıktan sonra, Peru’ya dönmüş ve 1991 yılında başkanlık seçimlerinde adaylığını koymuş ve seçimi kaybetmiştir. Tutucu-liberal görüşlere sahip olan Llosa, hem askerî rejimi hem de ”Işıklı Yol” adlı Maocu gerilla-hareketini eleştirmiştir.
Özellikle, Latin-Amerika’da yıllarca süren bir çok diktatörlükte yazarların durumu, her zaman sorunlarla dolu olmuştur. Sözgelimi, Pablo Neruda’nın 1950’de yayınlanan ”Evrensel Türkü” adlı yapıtında, Şili Başkanı Gonzales Videla’ya karşı acı dolu bir atak göze çarpar. Şöyle seslenir Gonzales Videla’ya Neruda, ”Evrensel Türkü” adlı yapıtının onuncu bölümü olan ”Sığınmacı”da: >> Söyle lanetlenmiş, nedir elinden gelen rüzgâra karşı? / Nedir elinden gelen, ey lanetlenmiş, /
çiçeklenip filizlenene karşı, / sessizce ve tetikte beni bekleyen ve seni kınayana karşı? / Ey lanetlenmiş, satın aldığın her şey / ihanetinin salkımında sallanır, / ve sürekli yıkamak zorundasın onu parayla. / Ey lanetlenmiş, gönderebilirsin sürgüne, / tutuklayabilirsin ya da işkence
edebilirsin / ve tezelden ödeyip / satın alabilirsin pişmanlıkları, / ne ki rahat bir uyku yok sana / kısa namlulu tüfeklerinle çevrilmiş olsan da / ben anayurdumun bağrında / bir sığınmacı olarak yaşadıkça! // Ne de acıklı senin küçük ve uçucu / utkun! Aragón, Ehrenburg, / Eluard, Paris-şairleri, / yürekli yazarları Venezuella’nın / ve diğerleri, / başkaları / ve daha da başkaları benimleyken, / sen lanetlenmiş olansın / Escanilla’yla Cuevas arasında, / Peluchoneaux ile Poblete
arasında! / Halkımla yükselmiş merdivenlerde / halkım tarafından saklanmış derin mahzenlerde, / memleketimin toprağında ve onun güvercin-kanatlarında / uyurum ben, düşlerim ben, altını
üstüne getiririm tezgahların.<<
Latin-Amerika’lı bir çok yazar, kısa ya da uzun dönemlerde hapislerde yattılar, ki bir çokları hapishane deneyimlerini, 1930’lu ve 40’lı yıllar boyunca sürmüş Getulio Vargas’ın diktatörlüğü sırasında hapiste bulunan Brezilya’lı yazar Gracia-liana Ramos gibi kaleme almışlardır. Ramos’un anıları ”Memórias do cárcare” (”Hapishane Anıları”) adını taşıyıp, 4 ciltte toplanmıştır. (1. Baskı: 1953) .
Politik ve kültürel olarak Latin-Amerika’nın gelişiminin bir çok boyutu var. Öncelikli olarak, kıtanın ilk ve özgün kültürü olan Kızılderili kültürü, ki 1600’lü yıllardan sonraki İspanyol ve Portekiz koloniciliği bu kültürü tümüyle ortadan kaldıramamıştır. İkinci olarak, 20. yüzyıla kadar gerek kolonicilerin gerekse de Avrupa’lı göçmenlerin kıtaya getirdikleri dil, din ve kültürün oluşturdukları bütün. Üçüncü kültür etkilenmesini de, kıtaya çalıştırılmak üzere getirilen Afrika’lı köleler ve onların ardılları sağlamakta. Dördüncü büyük etkilenme kaynağı da, 1800’lü yılların ilk yarısından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlü politik-ekonomik dominansı ve kültürel etkileyimi. Ve kuşkusuz ki, kızıl-, beyaz-, kara-derililerin oluşturdukları bir kültür karışımı da eklenmeli tüm bunlara.
Latin-Amerika kıtası ülkelerinin çoğundaki devrimci hareketler ve toprak reformu girişimleri kanlı askeri darbelerle boğulmaktadır. Kıtanın bu dramatik tarihi, kıta edebiyatında en önemli rollerden birini oynamaktadır. Bu dramatik tarihin en güçlü yorumu, 1940 doğumlu Uruguay’lı yazar Eduardo Galeano tarafından 1971 yılında yayınlanan ”Las venas abiertas de America Latina” (”Latin-Amerika’nın Açık Damarları”) adlı yapıtıyla verilmiştir. Adı anılan yapıt, Galeano’nun sürgün yıllarında yazılmış olup, kıtanın kâşiflerden ABD emperyalizmine kadar nasıl sömürüldüğünü gözler önüne açıklıkla sermektedir. (Bir anlamda, sürgüne giden yazarların, ülkelerinde kalıp -Guatemala’lı yazar Miguel Ángel Asturias’ın sözleriyle- ”mezarda gibi” yaşayan diğer yazarlara oranla daha şanslı oldukları söylenebilir.) Kıtanın, dilsel ve kültürel bağlamdaki politik tarihini de 1982-86 arası yayınlanan üç ciltlik yapıtı ”Memoria del fuego” (”Ateşin Belleği”) adlı çalışmasıyla sunuyor Galeano.
Genel olarak Arjantin’e Latin-Amerika’nın paradoksu gözüyle bakılmıştır hep. Arjantin, kıtanın diğer ülkelerinden bir çok bakımdan ayrılmaktadır. Ülke, nüfus yoğunluğunun çok seyrek olduğu geniş bölgeler ve dünyanın en yoğun olarak gelişmiş olan kent-kültürüyle damgalanmıştır ki, bunun en tipik örneğini nüfusu 10 milyonu geçen Buenos Aires oluşturmaktadır. Arjantin’in kentsel örgüsünün bu derece gelişkin olmasına karşın bozkır yaşantısı hem bir gerçeklik hem de bir söylence konumundadır. Ülke yapısındaki bu kutuplaşma, edebiyat yapıtlarında da kendisini dayatmaktadır. Kızılderili ya da siyah nüfusun hemen hemen hiç olmadığı Arjantin, Latin-Amerika ülkeleri içerisinde Avrupa’dan en çok etkilenen ülke konumunda olmuştur. 1800’lü yılların ikinci yarısından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, Güney ve Doğu Avrupa-’dan büyük bir göç oldu özellikle Arjantin’e. Sözgelimi, ülkenin Yahudi kolonisi dünyanın en büyüğü konumundadır. (İşte bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrası Yahudilere bir ülke aranırken, Latin-Amerika da bir olasılık olarak göz önünde tutulmuştu.) Ülkenin büyük bir çoğunluğunun kökeni İtalya’dır ve Latin-Amerika kıtasında İngiliz ve Fransız etkilenmesinin en yoğun olduğu yer gene Arjantin’dir. Ülkenin bu kozmopolitik yapısı yüzünden, dilsel-kültürel bir İspanyol kalıtla ortak bir kimlik bulmak, kıta ülkeleri arasında, en az Arjantin’de söz konusudur. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, Buenos Aires kıtanın kültür merkezi olmuştur ki, bir çok yayınevi, dergi, tiyatro ve film endüstrisi burada kök salıp tüm kıtayı kucaklamıştır. Entellektüel kültürün yanı sıra, Amerikan ve İngiliz halk kültüründen etkilenmiş güçlü ve basmakalıp ticari bir popüler kültür de semirme olanağı bulmuştur Arjantin topraklarında.
Arjantin’in kozmopolitik yöneliminin en etkili temsilcisi, kendine özgü deneme ve öykü biçemini 1930’lu yıllarda yaratmış olduğu halde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ünlenen Jorge Luis Borges’tir. 1899-1986 yılları arasında yaşayan Borges’in 1944 yılında yayınlanan ”Ficciones” (”Kurgular”) adlı yapıtı özellikle Avrupa modernizmi ve Latin-Amerikan büyüsel gerçekçiliği açısından büyük bir önem taşımaktadır. İngiliz bir babaannenin kazandırmış olduğu iki dillilik ve 1914-1921 yılları arasında İsviçre, Fransa, Almanya ve İspanya’da yaşamış olması, Borges’i Latin-Amerika ile Avrupa avant-gardizmi arasında bir köprü konumuna getirmiştir.
1950’li yıllarda Borges, Arjantin Ulusal Kütüphanesi yöneticisi ve Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı profesörüydü. Fakat, General Perón’a yönelttiği eleştiriler yüzünden, üniversitedeki işine son verildi, ki bu da Borges’in askeri rejime ambivalent duygular beslemesine yol açtı. Kalıtsal bir göz hastalığı, zamanla Borges’in görme yetisini tümüyle ortadan kaldırmış olsa bile, Borges yazarlığını sekreterlere dikte ettirmek suretiyle sürdürmüştür. Borges’in çok okuyan yazarlardan biri olduğunu da bu arada belirtelim.Borges’in ölümünden sonra söylenen anektotlardan biri şöyleydi:”Borges öldü. Bu, Borges artık okumuyor demektir.”
Borges, kendi yazdıklarını hiç bir zaman tipik Latin-Amerikan edebiyatı olarak değerlendirmemiş olsa da, kıta edebiyatı üzerinde, gerek Avrupa kültürüne karşı gösterdiği ilgi gerekse de İspanyolca konuşulan ülkelerin hepsinde anlaşılabilecek bir dilsel anlatım biçimi araması yüzünden önemli etkiler yapmıştır. Arjantin’e özgü sözcükleri ve deyimleri ya da Latin-Amerikan deneyimiyle damgalanmış bir yazı tarzını kullanmayan ve İspanyol yazı dilinin sınırlarını giderek genişleten Borges’i, Atlas Okyanusu’nun her iki tarafında da bir çok yazar kendisine örnek almıştır. Borges’in eklektik ve kozmopolitik olmayı bir erdem saydığını da belirtelim bu arada.
Borges’in ”Ficciones” (”Kurgular”) adını verdiği kendine özgü yazılarının amacı, okuyucuların gerçekliğe karşı duydukları güveni yok etmektir. Kuşkucu bir felsefî görüşü benimseyen Borges, bilinçli olarak gerçekle kurgusal olan arasındaki bağları yok etmeye çalışmaktadır yazıları boyunca.
Borges’in yazıları dünya edebiyatının klasiklerine yapılan atıflarla doludur. Ünlü ”kurgu”larından birinde, çıkış noktası olarak Don Quijote’yi alır ve geleneksel bir dilsel anlatımla Viking edebiyatı hakkında bir ”makale”yi kaleme alır Borges. (İzlanda sagalarını ne büyük bir hayranlıkla okuduğu biliniyor Borges’in.) .
Borges’e göre, sanat ve edebiyat oyunla çok yakından bir bağlantı içindedir; çünkü bütün sanat dallarının amacı, müziğin rolünü üstlenerek, yalnızca biçim olmaktır. Fakat, sanat, insanın fantazisini gerçekliğin bir çeşit yorumuna erişmek için kullandığı bir rüyaya da benzetilebilir.
Borges’in bir çok yazısında kullanılan imgelerden biri de labirentlerdir, ki bu imge yazıyı betimleyen bir imgedir de aynı zamanda. Yazıyı okumaya başlayan bir okurun, giderek Borges’in kurguladığı labirentlerde hapsolması ve çıkış yolunu bulamaması, Borges edebiyatının bir özelliği olarak söylenebilir, ki kitaplar da başka bir labirentsi kurgu olan kütüphanelerde var olabilirler ancak. (Borges’in kütüphanelerle tekst ve labirent arasındaki ilişkiden o denli büyülenmesini, İtalyan yazar ve dilbilimci Umberto Eco, çok-satar romanı ”Gülün Adı”na özel bir renk olarak katmıştır. Borges gibi gözleri görmeyen rahip -ki romandaki adı Burgos’lu Jorge’dir bu rahibin- Aristo’nun gülme konusundaki görüşlerini içeren el yazmayı saklama sahnesinde olduğu gibi.)
Borges, edebiyatın toplumsal bir işlev görebileceği düşüncesini tümüyle reddetmiştir. Gene de, politik bazı tercihlerde bulunmak zorunda kalmıştır Borges. Sözgelimi 1944 yılında Nazizm’e karşı ve 1945-1955 yılları arasında Juan Perón rejimine karşı cephe almıştır Borges. Nazizmi, Batı uygarlığı için bir tehdit ve barbarlığa dönüş olarak değerlendirmiştir Borges. Perón’u da kaba bir popülist olarak algılamış ve entellektüellere yaptığı baskıdan ötürü ondan nefret de etmiştir Borges. Gene de hayatının sonlarına doğru, Arjantin’deki Batı uygarlığı için bir tehdit oluşturan yıkıcı güçler için bir rıhtım olan askerî diktayı desteklemiştir Borges. 30 binden fazla insanın ”kaybolduğu” kirli bir savaşı sürdürmüş olan Arjantin’deki diktanın, Nazizm ile olan benzerliğini, ancak çok geç bir zamanda farketmiştir Borges. Fakat gene de, hayatının sonlarına doğru generallerle arasında mesafe bırakmaya özen göstermiştir Borges. Politik görüş olarak, oldukça tutucuydu Borges. Hatta tepkici bir konservatif idi. Gene de, Borges’in yazıları ve yazı biçimi, Latin-Amerika’nın radikal yazarlarının politik ve kültürel kısıtlamaları eleştirebilecekleri bir dil geliştirmiştir.
Borges’in etrafındaki yazarların arasında, varoluşçu yazar ve edebiyat-eleştirmeni Eduardo Mallea (1903-1982) ve Borges’le birlikte ortak kitaplar da yazan ve daha çok kriminal ve Buenos Aires’deki hayatı çok gerçekçi ayrımlarla vererek, mistik ve fantastik bir evren yaratan, 1914 doğumlu Adolfo Bioy Casares de bulunmaktaydı. Casares’in en önemli yapıtlarından, 1940’da basılmış olan ”La invencíon de Morel” (”Morel’in Buluşu”) adlı roman, insanın ölümü bir makina tarafından ortadan kaldırmasını ele almaktadır. Borges gibi Casares de edebiyatı, okurun beklenmedik durumlara (ya da labirentlere) sokulduğu ve bu sayede okurun bir iç-hesaplaşma-şoku yaşayabileceği koşulları bulabildiği bir oyun olarak algılamaktadır.
Arjantin’li bir başka büyük yazar da, 1914-1984 yılları arası yaşamış Julio Cortázar’dır. Cortázar, Brüksel’de doğmuş; Buenos Aires’de Fransızca öğretmeni ve yayıncı olarak çalışmış ve Perón rejimine karşı muhalefetinden ötürü bir süre de hapiste kalmıştır. 1951 yılından itibaren, Paris’te UNESCO adına çevirmenlik yapmış ve Fransız uyruğuna geçmiştir. Cortázar, içinde bulunduğu durumu bir zorunluluk olarak algılamamış, fakat yazdıkları için gerekli uluslararası bir uzaklık olarak değerlendirmiştir. Arjantin’deki 1974 askerî darbesinden sonradır ki, Cortázar kendisini sürgünde kalmaya mahkum hissedecektir. Cortázar, olağanüstü ilk öykülerini Borges’in 1946 yılında kurduğu dergi olan ”Los anales de Buenos Aires” adlı dergide yayınlamaya başlar.
Cortázar, Borges ve Casares’in oyun-teorisiyle açıklanan estetik düşüncesini paylaşmaktaydı (Borges gibi Cortázar da şiiri bir oyun olarak algılıyordu) , fakat onlara oranla çok daha fazla politikti, hatta siyasî görüşleri Borges’inkilerin tam zıttıydı. Cortázar’ın 1963 yılında yayınlanan ”Rayuela” (”Cennet Oyunu”) adlı romanı, hayatı andıran kurgusal ve zihinsel bir oyun üzerine kuruludur. Kitap, bir takım olaylardan, düşünce atlamalarından, yansımalarla alıntılardan oluşmakta ve her bir bölüm iki rakamla belirlenmektedir. Romanın değişik bölümlerinde, karakterler bu edebiyatla ilişkilerin tümüyle kesilmesi gerektiğini öne sürerler. çünkü, edebiyat da hayat kadar tekdüzeliklerden oluşmuştur. Olay örgüsü Paris’le Buenos Aires arasında kurulmuştur ve bu iki büyük kent birbirlerine doğru kaymaya başlarlar. ”Rayuela” (”Cennet Oyunu”) ve Cortázar’ın diğer romanları nasyonalizme karşı yöneltilmiş bir eleştiri ve kültürün tek rehber yapılması çabası olarak yorumlanabilir. Cortázar, Arjantin’in gücü elinde tutan elitini ve askerî yönetimini, 1973 yılında yayınlanan ve başyapıtı sayılan ”Libro de Manuel” (”Manuel’in Kitabı”) ile 1983 yılında yayınlanan ”Deshores” (”Uygunsuz Saatler”) adlı romanlarında eleştirmiştir. Determinist Borges kendi şiirsel oyununu, dönülmez bir kaderin altında eğilen insanlık için bir çeşit avuntu olarak değerlendirirken, Cortázar’ın yazınsal oyun-teorisi anlaşmalara ve kısıtlamalara yöneltilen bir başkaldırıyı dile getirir. Cortázar’ın romanları tekdüze bir mesajı iletmeyi amaçlamaz. Okuyucuyu anlamın dışına çıkarmayı, okuyucunun alışılmış şeyleri yeni bir gözle görmesini sağlamayı amaçlar Cortázar, ve bunu yaparken de insanların gelişimini ve sosyal değişimleri engelleyen anlaşmalara karşı bir tavır takınır. Hemen hemen şiir olarak nitelendirilebilecek öykülerinde kendisini anlatmıştır Cortázar. Fakat romanlarındaki konu, sosyal hayat yapısının sistematik bir şekilde araştırılmasıdır.
Arjantin’li çağdaş öykü ustaları arasında 1911 doğumlu Ernesto Sabato da yer almaktadır. Sabato’nun 1948 yılında yayınlanan ”El túnel” (”Tünel”) adlı ilk yapıtı, bir katilin çözümlenmesidir. Sabato’nun ilk yapıtıyla 1961 yılında yayınlanan ”Sobre heroes y tumbas” (”Kahramanlar Ve Mezarlara Dair”) adlı yapıtı gerçeküstücülüğün filmsel ve montaja dayalı tekniğinden oldukça etkiler taşımaktadır.
Latin Amerika’da sürekli bir avantgard geleneğin olduğu ve seçkin bir sanatın temsilcisi olarak görülmüş biricik ülkelerden biridir Arjantin. Bunun yanı sıra, uluslararası akımları özümsemiş, fakat gene de kendine özgü bir damga bırakmış bir popüler kültüre sahiptir Arjantin. En bilinen örnek, Fernando Solanas’ın 1983 yapımı ”Tangos el exilio de Gardel” (”Sürgün Gardel’in Tangoları”) adlı filminde, cuntadan kaçıp Paris’te yaşayan mültecilerin, tangoyu korkularını ve demokratik bir Arjantin özlemlerini yansıtan bir halk protestosu olarak algılamalarıdır belki de. İki savaş arası döneminde tango kralı olan ve Paris’te ölen Carlos Gardel, generallere karşı yürütülen halk hareketinin simgesi olmuştur uzun bir süre. (Tango, 1890’lı yıllarda, ”bandoneo” denilen bir çeşit armonikanın ana çalgı olarak kullanıldığı halk danslarının bir meyvası olarak doğmuştur, ne ki asıl yaygınlaşması 1910 yıllarında Paris’te gerçekleşmiştir. Tango, altın devrini Arjantin’li Carlos Gardel zamanında yaşadı. Tango’nun ikinci altın devri, Perón’un 1933-1955 yılları arasındaki popülist döneminde gerçekleşti. Altmışlı yetmişli yıllarda, tango popülaritesini pop müzik yüzünden yitirdi; gene de sürgündeki Arjantin’lilerin yokluk, özlem ve kırgınlıklarını dile getirebilecekleri politik bir söylemi barındırdı tango. Tango, militer rejimin Arjantin’de 1983 yılındaki çöküşünden sonra, hem Arjantin’de hem de başka ülkelerde bir rönesans yaşamıştır.)
Bir çok yazar, tango gibi popüler kültür biçemlerine hem sevgiyle hem de ironiyle yaklaşmışlardır. Bu yazarların başında, 1932-1990 yılları arasında yaşamış Manuel Puig gelmektedir. Puig’in romanlarındaki dil, Buenos Aires’e özgü konuşma lehçesi olan ”lunfardo” ’dur. Puig’in, özellikle 1969 yılında yayınlanmış ”Boquitas pintadas” (”Boyalı Ağızlar”) adlı yapıtı, sentimental tangoya oldukça yakın bir çizgidedir. Özellikle Hollywood filmlerinde, yapmacık orta sınıfın tutkulu fantazileriyle yaşadıkları gerçeği, hesaplarını ve dar-kafalılıklarını gölgeleyen sosyal konumları hakkındaki illüzyonlarını dile getirebilecek bir söylem bulmuştur Puig. Büyük başarı kazanan 1969 yılında yayınlanan ”La traicíon de Rita Hayworth” (”Rita Hayworth’un İhaneti”) adlı romanı bir anneyle bir çocuğun konu edinildiği yabancılaştırılmış bir dünyayı ele almaktadır. Puig, kriminal roman türünü, cinsel baskıları ve özgürleşme deneyimini anlatabilmek için kullanır 1973 yılında yayınlanan ”The Buenos Aires Affair” (”Buenos Aires İlişkisi”) adlı yapıtında.
Puig’in popüler kültürün fantezilerini içermeyi başardığı en yetkin yapıtı 1976 yılında yayınlanan El beso de la mujer arana (”Örümcek Kadının Öpücüğü”) adlı yapıtıdır. Bu roman, Buenos Aires’teki bir hapishanede, aynı hücrede kalan iki mahkumun konuşmalarından oluşur. Mahkumlardan biri diktatörlüğe karşı savaşmış aktif bir şehir-gerillası, diğeri de ahlâk kurallarını çiğnemek savıyla tutuklanmış bir eşcinseldir. Mahkumların ikisi de, farklı açılardan totaliter bir rejimin kurbanlarıdır - ve her biri de kendi imgelem dünyasına hapsolmuşlardır. Eylemci şehir-gerillası yalnızca siyasetten anlamakta ve duygusal dünyaya kapatmaktadır kendisini. Eşcinsel mahkumsa dünyayı yalnızca duygusal fantaziler aracılığıyla algılamaktadır, ki bu fantazilerin çoğunu izlemiş olduğu filmler çağrıştırmaktadır O’na. Romanın ilerleyen bölümlerini eşcinsel mahkumun eylemci mahkuma izlediği ve beğendiği filmleri anlatması oluşturur, ve böylelikle mahkumların birbirlerine karşı besledikleri antipati giderek yerini sempatiye ve dostluğa bırakır. Roman, her iki mahkumun da maruz kaldığı baskı (duygusal olanla politik olan) arasındaki bağlantıyı gösterir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yazılan toplumsal yazılarda ve edebiyatta, Latin Amerika kimliği teması kıta yazınında bir leit-motif olmuştur. Bu temanın en sadık işleyicilerinden biri de 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış 1914 doğumlu Meksika’lı Octavio Paz’dır. Paz, Meksika toplumu ve Kızılderili kalıtını çözümleyen yazılarıyla tartışma gündemine yön vermiştir. Paz’ın 1950 yılında yayınlanan deneme-kitabı El laberinto de la soledad (”Yalnızlığın Labirenti”) hem yerel hem de evrensel özeliklerini ele alır Meksika’nın. Paz, Los Angeles’da yaşayan Meksika’lılar arasında edindiği izlenimlerinden yararlanarak, baskı altında kalan bir kültürün hayatta kalma mücadelesini serer gözler önüne.
Meksika ve ABD’nde yaşayan göçmenlerin ikili kültürlerinde Paz’ın dikkatini çeken Meksika bilincini damgalayan bölünmüşlüktür. Bu bölünmüşlüğü dile getiren sözcüklerden biri olarak görür Paz chingar sözcüğünü, ki anlamı ”iğfal” demektir. Paz, bu sözcüğü Meksika erkekliğinin simgesi olarak algılar, fakat chingar sözcüğünü aynı zamanda ”güvenlikte olamama durumu”na bir simge olarak da yorumlar Paz. Kavramın kökeni kâşiflerin eski Kızılderili Meksika’yı işgal (daha doğrusu iğfal) etmelerine kadar uzanır. Bu dönemde ortaya çıkar bölünmüşlük ve bunun ”doğal” bir sonucu olarak da umutsuzluk duygusu ve kitabın adının gönderme yaptığı yalnızlık. Paz, bu anlamsızlıktan çıkış yolunu çağdaş insanla tarih arasında bir iletişim kurulmasında görür. Bu süreçte, şiire de görev düşer, çünkü şiirsel yaşantıdır kökleri gösteren ve yeniden yaratan. Dil -özellikle şiirsel dil- aracılığıyladır ki, insanoğlu kendisi ve çevresi hakkında bir fikir edinebilir, ve kendini söylence, tarih ve toplum çevreni içerisinde görebilir. Başka bir söylemle, kültürün kökleri sözcüklerin içindedir. şiirin üstlendiği bu görevin dile getirildiği bir çok şiir de yazmıştır Paz. Kızılderili söylenceleriyle başka kültürlerden edinilmiş izlenimlerin harmanlandığı Piedra del sol (”Güneş Taşı”, 1957) örnek olarak verilebilir. Paz’ın şiiri ve topluma yönelttiği eleştirisi her şeyden önce kendine özgü ve yalıtılmış bir şiirsel pratiği ön plana çıkarsa da, görüşlerine bağlığı ve içtenliği bu görüşleri daha bir güçlü kılmaktadır. Paz, şairin yalıtılmışlığını çağdaş insanın yalıtılmışlığını ve kıstırılmışlığını yansıtan bir imge olarak verir.
Latin-Amerika kimliği, kıtanın kültürünü, tarihini ve ekonomisini belirleme de önemli rol oynayan İspanya ve ABD gibi emperyalist güçlerle ilişkileri içerisinde araştırılmalı. Bu ilişkilere özel bir önem veren yazarlar arasında 1928 doğumlu Meksika’lı Carlos Fuentes gelmektedir. ”Artemio Cruz’un Ölümü” adlı romanıyla Meksika Devrimi”ni, ”Terra nostra” (”Bizim Dünyamız”) ’da ise İspanya’dan devralınan (olumlu ve olumsuz) kalıtı ele alır. ABD ile ilişkiler bir çok kitabının ana konusu sayılabilir, özellikle Yaşlı Gringo adlı romanın. 1975 yılında yayınlanan uzun romanı Terra nostra İspanyol tarihine Latin-Amerika perspektifinden bakar ve ortak bir tema etrafında üç bağımsız anlatıyla örülür. Fuentes’in deyimiyle, bu üç bölüm, Hieronymus Bosch tarafından bir kilisenin mihrabını süslemek için yapılmış üç parçadan oluşan ”Arzuların Bahçesi” adlı tablonun işlevini görür. Ortadaki bölüm olan ”Yeni Dünya” ’da bir deniz kazasından sonra, yabancı sahillere çıkan bir adamın öyküsü düşe benzer bir örgü içerisinde anlatılır. Bu kazazedenin ağzından anlatılır tanınmamış uygarlıklarla ve göreneklerle karşılaşmanın öyküsü. Kazazedenin anlattığı uygarlıklar, antik yerli uygarlıklar olan Aztek ve Maya uygarlıklarıdır. Romanın ikinci ve üçüncü bölümleri Güney-Amerika kıtasına değgin olup, iki İspanyol anlatısıyla örülür. İkinci bölüm olan ”Eski dünya”, gezginin öyküsünü İkinci Filip’e anlattığı sarayda geçer. Son bölüm ”Öteki Dünya” aynı zamanda 1500’lü yılların İspanya’sını da göz önünde bulundurur, fakat önce ta Tiberius’un zamanındaki Roma İmparatorluğu’na kadar, sonra da 1999 yılının yeniyıl akşamında Paris’e kadar uzanır. Anlatım biçimi, dil yapısı ve bakış açısı sürekli değişir durur Fuentes’in romanında. Fuentes’in Terra nostra’sı çağdaş Latin-Amerika’yı belirleyen bütün öğeleri bir araya getirmeye çalışan bir kültür slaytı olarak da değerlendirilebilir. Fuentes, İspanyol ve yerli kültür arasındaki bağlantıyı da (özellikle Meksika kimliği açısından) ön plana çıkarmaktadır bu yapıtıyla.
1985 yılında yayınlanan El gringo viejo (Yaşlı Gringo) adlı romanıyla Meksika ve kuzey Amerika kimliklerini, Amerika’lı gazeteci Ambrose Bierce’nin yaşam öyküsünden yararlanarak karşı karşıya getiriyor Fuentes. Ambrose Bierce adlı Amerika’lı gazeteci bir gazeteler zinciri için Meksika Devrimi’ni izlemek için görevlendirilmişti. Bierce’nin ünü, Amerikan iç-savaşı hakkında kaleme aldığı ve 1891 yılında yayınlanan Tales of Soldiers and Civilians (“Askerler Ve Sivillere Dair Masallar”) adlı kitabıyla artmıştı. Ambrose Bierce’yi “El gringo viejo” adlı romanının baş-kahramanı yapmakla Fuentes, iki komşu ülkede patlak veren ve ülkelerin kaderinde önemli bir rol oynayan iç-savaşlar arasında bir bağlantı kuruyordu. Fuentes, Meksika devrimini toprak ve kimlik kazanma hakkı için bir savaşım olarak değerlendirmektedir. Diaz’ın diktatörlüğüne karşı başkaldıranlar hem yoksul, hem de kızılderili kökenliydi. Meksika devrimi aynı zamanda Meksika aristokrasindeki İspanyol ve Avrupa dominansı ile bir hesaplaşmaydı. “El gringo viejo” romanındaki üç önemli kişi olan Amerika’lı gazeteci, devrimci general ve New England’ın genç valisi aracılığıyla, değişik kaynaklardan fışkıran ve değişik dünyaları simgeleyen Meksika ve ABD kültürlerinin karşılaşmasını aktarmak ister Fuentes.
Bir başka önemli Meksika’lı yazar olan Juan Rulfo (1918-1986) , 1953 yılında yayınlanan El llano en llamas (Kızgın Ova) adlı öykü kitabıyla ve 1955 yılında yayınlanan Pedro Páramo adlı romanıyla Meksika’nın bir portresini çizerek, Meksika tarihini kırsal toplum açısından yansıtır. Juan Rulfo’nun özellikle yoğunlaştığı nokta, tarihin ve sosyal koşulların nasıl iç içe geçerek yaşamsal boyutu etkilediği idi. Rulfo’da ölüm hayatın son noktası değil, fakat neredeyse yeni bir şeyin başlangıcı olarak görülür. Çünkü Rulfo’nun yapıtlarındaki insanlar hayatlarını ölüm hakkın-daki bilinçleri aracılığıyla oluştururlar. Pedro Páramo adlı yapıtında, bu ölüm-bilincini söylencelerde yaşamayı sürdüren yitik bir Meksika’yı bulmak ve zamanın akışını durdurmak amacıyla kullanır Rulfo. Romanın anlatıcısı, babasını (yani Pedro Páramo’yu) bulmak için babasının köyüne gelen Pedro Páramo’nun oğullarından biridir. Fakat çok geçmeden Pedro Páramo’nun ölmüş olduğunu öğrenir. Pedro Páramo’nun hayatı ancak anılar ve ölülerin konuşmaları aracılığıyla yeniden yaratılabilir, ki ölülerin sesleri havada yaşamaya devam eder: Romanda ölüler ülkesiyle yaşayanlar ülkesi arasında, ölülerle yaşayanların birbirleriyle konuşabilecekleri bir ülke yaratılır. Hem El llano en llamas (Kızgın Ova) ’da hem de Pedro Páramo’da taşra yaşantısını ve bireysel yazgıları aşarak, Latin-Amerika tarihinin ve imge-dünyasının bir resmini sunar Rulfo. Özellikle zaman perspektifi konusunda: zaman ortadan kaldırılır, ve geçmiş zaman şimdiki zamanın içerisine örülür, her şeyin ölümle yaşam arasında donmuş bir konumda bulunduğu bir durumdan oluşan bir kıyamet atmosferiyle. Rulfo’da ölüm ne başlangıçtır ne de son, fakat cennet ile cehennem arasında bir araf’tır ölüm. Burada nefret ve şiddet en önemli öğelerdir, ve her ikisi de çok anlamsız bir biçimde vardırlar. Rulfo’nun adı anılan iki kitabı da kıta yazarları üzerinde büyük bir etki yaptı ve Rulfo’nun bazı izleyicileri ”büyülü gerçekçilik” akımı etrafında toplandılar.
Büyülü gerçekçilik kavramını Latin-Amerika edebiyatının gerek ABD’nde gerekse de Avrupa’da 1970’li yıllardaki açılımından ayırmak neredeyse olanaksız. Kavram bir çok açılardan yanlış yorumlanmaya açık bir kavram, fakat gene de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki orta- ve güney-Amerika edebiyatının karakteristiğini vermekte: söylence ve gerçekçilik arasındaki gerilim, içtenlik ve halk-kültürü çıkış noktası kabul edilerek yazabilme yeteneği. Büyülü gerçekçilik kavramı aynı zamanda, hem yazılı-rasyonalist hem de oral-söylensel geleneklere dayanan bir edebiyatın zıtlıklarını da imlemektedir. Belki de Latin-Amerikan gerçekçiliğindeki büyüselliğin nedeni -Carlos Fuentes’in dediği gibi- Latin-Amerika’daki gerçek olayların bütün kurgusal öykülerden daha edebî olmasıdır. Başka bir deyimle, Latin-Amerika edebiyatında büyüsel olan gerçekliğin kendisidir. Latin-Amerika’daki hayat, üretilen edebiyattan çok daha varsıldır.
Juan Rulfo’nun kitapları klaustrofobi örnekleriyle dolar taşar. Yalıtılmış ve nüfus yoğunluklu toplumla ”büyülü gerçekçi” adı verilen yazarlar arasında büyük paralellikler bulunmaktadır. En azından Latin-Amerika’nın hemen her yerde kendinden bahsettiren atılımı söz konusu olduğunda: 1928 doğumlu Kolombiya-’lı Gabriel García Márquez.
Yalıtılmış toplumlar Latin-Amerika kültürünün kapalılığına bir örnek oluşturmaktadırlar, fakat bu yalıtılmışlıktır ki Latin-Amerika’ya özgü söylencelerin ve imgelerin oluşmasını sağlayan. Bu söylenceler ve imgeler, şiddet, ölüm, fanatizm, aşk ve ihtiras gibi temel olguları imlemektedir, ve bu imgeler yazarın gerçekçi bilincinden yansıyan bir tarih yorumlanması olarak iletilir okuyuculara. García Márquez güçlü betimlemelerle Kolombiya’daki taşra toplumunun hayatını yansıtırken, diğer çağdaş Latin-Amerika’lı yazarları etkilediği gibi, İskandinav, İngiliz ve Hint yazarları da etkilemiştir.
Uluslararası üne, 1967 yılında yayınlanan Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık) adlı yapıtıyla ulaşır García Márquez. Daha önce yayınlanan yapıtları, Márquez’in yalıtılmış toplumu betimlemeye ve akla-aykırı öğeleri de içeren detay-gerçekçiliğine doğru yöneleceğine işaret etmişti. 1961 yılında yayınlanan El coronel no tiene quien le escriba (“Albay’a Kimse Mektup Yazmıyor”) adlı roman bu türden bir romandır. Bu romanda, emekli bir Albay, ki aynı zamanda bir iç-savaş-kahramanıdır bu Albay- hakkı olduğuna inandığı bir emekli aylığını bekler de durur boş yere. Albayın oturduğu köy, oğlunu öldüren düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. Açlık sınırında yapayalnız yaşayan Albay, direnmekte ve teslim olmamaktadır, tıpkı oğlundan kalan dövüşken horoz gibi. Albay, Latin-Amerika’nın bir simgesi olarak belirmektedir: inatçı, mağrur, fakat değişimin dışarıdan, kendiliğinden geleceği gibi gerçekçi olmayan beklentiler içerisinde. Albay, içinde yaşadığı o küçük taşra toplumunun katı kurallarıyla sıkı sıkıya belirlenmiş bir kaderi yaşamaktadır gene de.
1955 yılında yayınlanan ilk kitabı La hojarasca (“Yaprak Fırtınası”) ile García Márquez’in ”Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanla dünya çapında tanıtacağı, Márquez’in doğum kentinden esinlenerek yarattığı küçük kent Macondo’yla karşılaşıyoruz. ”Yaprak Fırtınası” ile ”Yüzyıllık Yalnızlık” denizden olabildiğince uzağa kurulmuş, Buendía ailesi tarafından temelleri atılmış, bataklık bir bölgede ve bir cangıla yakın olan ve tamamıyla yalıtılmış bir kenti betimler. “Yüzyıllık Yalnızlık”, Buendía ailesini ve her şeyin kendine özgü bir anlamı ve ritmi bulunan ve dünyadaki hiç bir kente benzemeyen Macondo’nun öyküsünü anlatır. Yeni buluşlar ve ilerlemeler, kente kapalı ve görünüşe göre değişmez görüneni aşan bilgeliği simgeleyen gezgin çingeneler tarafından ulaştırılır. Parşömenlerinde Buendía ailesinin bütün soy-ağacı bulunan çingene Melchiades’in özel bir önemi vardır romanda. Buendía ailesi kendilerini dünyanın en masum insanları olarak gören hayalciler olarak görülür. Macondo’ya kötülükler yüzyıllık bir iç-savaş olarak dışarıdan gelir: yabancı bir şirket bölgede yetişen muzlara yatırım yapar, sömürü başlar ve üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir sorun oluşmaya başlar. Ya da bir doğal afet olarak kendisini gösterir kötülükler: dört yıl süren bir fırtına. Böylelikle sürer gider yaşantı bu küçük kentte, tıpkı Eski Ahit’te anlatılan yedi kötü yıl gibi. García Márquez’in betimlediği ve oluşturduğu dünya, aynı anda gerçekçi, masalsı ve doğaüstü olma özellikleri taşıyor ki, bu özellikler daha sonraki romanlarında da (”Başkan Babamızın Sonbaharı” ile ”Kolera Zamanında Aşk” ’ta da) sürecektir.
-Devam edecektir-
Uluslararası üne, 1967 yılında yayınlanan Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık) adlı yapıtıyla ulaşır García Márquez. Daha önce yayınlanan yapıtları, Márquez’in yalıtılmış toplumu betimlemeye ve akla-aykırı öğeleri de içeren detay-gerçekçiliğine doğru yöneleceğine işaret etmişti. 1961 yılında yayınlanan El coronel no tiene quien le escriba (“Albay’a Kimse Mektup Yazmıyor”) adlı roman bu türden bir romandır. Bu romanda, emekli bir Albay, ki aynı zamanda bir iç-savaş-kahramanıdır bu Albay- hakkı olduğuna inandığı bir emekli aylığını bekler de durur boş yere. Albayın oturduğu köy, oğlunu öldüren düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. Açlık sınırında yapayalnız yaşayan Albay, direnmekte ve teslim olmamaktadır, tıpkı oğlundan kalan dövüşken horoz gibi. Albay, Latin-Amerika’nın bir simgesi olarak belirmektedir: inatçı, mağrur, fakat değişimin dışarıdan, kendiliğinden geleceği gibi gerçekçi olmayan beklentiler içerisinde. Albay, içinde yaşadığı o küçük taşra toplumunun katı kurallarıyla sıkı sıkıya belirlenmiş bir kaderi yaşamaktadır gene de.
1955 yılında yayınlanan ilk kitabı La hojarasca (“Yaprak Fırtınası”) ile García Márquez’in ”Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanla dünya çapında tanıtacağı, Márquez’in doğum kentinden esinlenerek yarattığı küçük kent Macondo’yla karşılaşıyoruz. ”Yaprak Fırtınası” ile ”Yüzyıllık Yalnızlık” denizden olabildiğince uzağa kurulmuş, Buendía ailesi tarafından temelleri atılmış, bataklık bir bölgede ve bir cangıla yakın olan ve tamamıyla yalıtılmış bir kenti betimler. “Yüzyıllık Yalnızlık”, Buendía ailesini ve her şeyin kendine özgü bir anlamı ve ritmi bulunan ve dünyadaki hiç bir kente benzemeyen Macondo’nun öyküsünü anlatır. Yeni buluşlar ve ilerlemeler, kente kapalı ve görünüşe göre değişmez görüneni aşan bilgeliği simgeleyen gezgin çingeneler tarafından ulaştırılır. Parşömenlerinde Buendía ailesinin bütün soy-ağacı bulunan çingene Melchiades’in özel bir önemi vardır romanda. Buendía ailesi kendilerini dünyanın en masum insanları olarak gören hayalciler olarak görülür. Macondo’ya kötülükler yüzyıllık bir iç-savaş olarak dışarıdan gelir: yabancı bir şirket bölgede yetişen muzlara yatırım yapar, sömürü başlar ve üç bin kişinin ölümüyle sonuçlanan bir sorun oluşmaya başlar. Ya da bir doğal afet olarak kendisini gösterir kötülükler: dört yıl süren bir fırtına. Böylelikle sürer gider yaşantı bu küçük kentte, tıpkı Eski Ahit’te anlatılan yedi kötü yıl gibi. García Márquez’in betimlediği ve oluşturduğu dünya, aynı anda gerçekçi, masalsı ve doğaüstü olma özellikleri taşıyor ki, bu özellikler daha sonraki romanlarında da (”Başkan Babamızın Sonbaharı” ile ”Kolera Zamanında Aşk” ’ta da) sürecektir.
Gabrial Mistral, doğum-adı ile Lucilla de Maria Goday Alcayaga, 7 nisan 1889'da Şili'nin kuzeyinde, And dağı yamaçlarındaki Vicuna kasabasında doğar. Bir öğretmenin kızı olan Gabriela Mistral, onbeş yaşından başlayarak hayatı boyunca öğretmenlik yapar. Daha sonra bakan ve devlet-başkanı olacak Pedro Aguirre Cerda ile 1910 yılında tanışır. Cerda daha sonraki yıllarda Mistral'e pedagoji alanında görevler verir. Mistral, 1918'den 1920 yılına kadar Şili'nin güneyindeki Punta Arenas'da öğretmenlik yapar.
1914 yılından başlayarak birçok dergide şiirleri yayınlanır Mistral'in (1914 yılında Wuegos Florales Ödülü'nü kazanır) . Bu şiirler 1922 yılında yayınlanan 'Umutsuzluk' (Decolacion) adlı kitabında toplanır. 1923 yılında ilk Meksika yolculuğunu bir pedagoji konferansına katılmak amacıyla yapar.
1924 yılında, ikinci kitabı 'Şefkat' (Ternura) yayınlanır. Bundan sonra ülkesinin kültür-ataşesi olarak Latin Amerika'ya, Kuzey Amerika'ya yolculuk eder. 1938 yılında üçüncü kitabı 'Ormancılık' (Tala) ve 1954 yılında dördüncü şiir kitabı 'Üzüm-ezeceği' (Lagar) yayınlanır.
Latin Amerika'nın 'tanrısal Gabriela'sı, Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. www.antoloji.com sayfalarında çevirisi de yer alan 'Oğul Şiiri' (Poemas Del Hijo) , şiirleri içersinde en önemlisi (daha doğrusu baş-yapıtı) olarak kabul edilir. Bu şiirde insanı sar(s) an en önemli öğe, şiir boyunca akan o büyük tutkudur: Bir kadının en büyük arzusu sevdiği adamdan bir oğul doğurmaktır. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş kadının yaktığı ağıttır bu şiir. Acılı, tutkulu bir ağıt. Böylece başlar acı ve umutsuzluk tutkuyla akmaya Mistral'in karanlık şiiri boyunca. (Mistral'in nişanlısının canına kıyması duygu yükü ağır basan, umutsuz ve karamsar şiirler yazmasına yol açar. 'Oğul Şiiri'nin yer aldığı kitap 'Umutsuzluk' için Mistral şöyle demiştir: 'Bu acı kitabı dilerim Tanrım affeder.')
Şili'li büyük ozan Pablo Neruda 'Confieso Que He Vivido' adlı anılarında (bu yapıt 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir) şöyle bahsediyor Gabriela Mistral'den: '... Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayınada çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgarı dört gündür fevkalede bir kızgınlıkla. Gece rüzgarın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi.
Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgarlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selamlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili'nin kar'ını. Şili'lisin sen. Halka değginsin sen! ...' (Çev.: İsmail Aksoy) .
Gabriela Mistral ana-dilini yetkinlikle kullanan bir şairdir. İspanyolca yazdığı yetkin dizelerin başka bir dilde verilemeyeceğini düşünüyordu Mistral. Bu yüzden uzun yıllar şiirlerinin çevrilmesine izin vermemiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da İspanyolca konuşulmayan ülkelerde uzun yıllar tanınması olanaklı olmadı Mistral'in.
1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Gabriela Mistral, ülkesi ve Unesco yararına uzun bir pedagoji ve kültür kariyerinden sonra, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair ve insan olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island' (ABD'de) ölür.
Gabriela Mistral'in ölümsüz şiirleri Türkçe'ye kazandırmış olmaktan övünç duyuyorum. Eğer bu şiirler Türkçe'de kulağa hoş geliyorsa, bu her şeyden önce Gabriela Mistral'in büyük bir şair olmasından kaynaklanıyor.
Evet, Şilili'dir Gabriela Mistral. Türkiyeli'dir, Çinli'dir, Sudanlı'dır, O. Özetle dünyalıdır Gabriela Mistral. Çünkü dünyanın bütün anaları için söylemiştir türkülerini. Bu yüzden kimse unutmayacak şarkılarını O'nun. Halka değindir çünkü O. Dünya halklarına...