İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum;
Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:
'Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.'
Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır; yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen şey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.
'O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani' diyor.
Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor.
Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:
'Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne? '
Anlatıyor adam derdini 'İşte' diyor. 'Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti'. diyor.
Bizim Osmanlı diyor ki: 'Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabı görür'.
'Yani' diyor 'ne demek istiyorsun? ' (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) Adamcağız hiç inanamıyor; ama 'Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.' diyor. Kadıya müracaat ediyor.
Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisab etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki: 'Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, , Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı mısın? '
Rum, şaşkın şaşkınPadişah'a bakıyor, inanamıyor, sonra 'Tabi razıyım. Razı olmaz mıyım? O padişah' diyor.
Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
'Benden beyt'ül mal'ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata.'
Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,
'Padişahım şu ana kadar ben, Allah'ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer' diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Nihayet ordu yeni bir sefere çıkmıştır. İlk konaklama yerine geldiklerinde, bir yahudi, Sultan İkinci MURAD'ın atının dizginine yapışır:
Yahudi: Bir maruzatım var Padişahım, müsaade buyurun, anlatayım?
Sultan İkinci MURAD: Elbette! Buyurun, nedir maruzatınız?
Yahudi: Askerleriniz benim bahçemden elma yediler ve değeri olan altını ödemediler!
Sultan İkinci MURAD: Benim askerlerimin hepsi, kul hakkı konusunda ne kadar ince hesap yapmaları gerektiğini bilirler. Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı!
Sultan İkinci MURAD: (Askerlere döner :) Bezirgânın söylediklerini duydunuz. Bu dediği doğru mudur?
Askerler ses çıkarmaz.
Sultan İkinci MURAD: Sizler, benim kul hakkına ne kadar değer verdiğimi bilmez misiniz? Beni ne kadar mahcup ettiniz, bunu kim yaptıysa hemen söylesin!
Askerlerden biri: Ben yaptım Efendimiz! (Diyerek öne atılır.)
Sultan İkinci MURAD: Peki ama nasıl? Kul hakkının önemini bile bile böyle bir şeyi nasıl yaparsın?
Askerlerden biri: Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bahçeye attılar, isterseniz sorun. Biz asla kul hakkına el uzatmayız.
Sultan İkinci MURAD: (Bezirgâna sorar :) Askerlerimin söyledikleri doğru mudur?
Yahudi: Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım.
Sultan İkinci MURAD: Peki, öyleyse istediğin nedir?
Yahudi: Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim.
Sultan İkinci MURAD: Peki, o çürük elma için ne istersin?
Yahudi: Bir kese altın isterim.
Padişahın yanındaki vezir itiraz eder:
Vezir: Ama Padişahımız Efendimiz, bir çürük elmaya bir kese altın verilir mi?
Sultan İkinci MURAD: Hakk sahibi bezirgândır. Elmanın sahibi olan o, ne derse onu vermekle mükellefiz. Allah'ın indinde kul hakkı ne kadar önemlidir bilmez misiniz? İşte hakkın olan bir kese altın!
Bezirgân, Padişah'ın adaletinden, kul hakkına verdiği önemden son derece etkilenmiştir. Kendisine uzatılan keseyi eliyle iter:
Yahudi: Ne olur beni de aranıza alın. Ben de sizin gibi düşünen, sizin gibi yaşayan biri olayım.
İşte Osmanlı! İşte Osmanlı'nın hak anlayışı! Osmanlı askeri böyle yetiştiriliyordu.
OSMANLI DEVLET TEŞKİLATINA HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ
Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabdan alınmıştır.
Bir İngiliz tarihçisi Downey şöyle diyor:
'Osmanlı Türklerini bu kadar küçük bir başlangıçtan, o kadar elverişsiz şartlar altında, bu derece sürekli bir devlet kudretine erişmesi, cihan tarihinin en fevkalâde tezâhürlerinden biridir. İstiklâllerini kazandıkları andan itibaren,2 asırdan biraz fazla bir zaman içinde, bütün Akdeniz medeniyetini bir imparatorlukta birleştirmeye teşebbüs edecek kudret ve kabiliyetteydiler.'
Dünyanın en kudretli devletinin Osmanlı Devleti olduğunu, pek çok hristiyan yazar da yazmaktadır. Avrupa devletlerinin Türk Devleti örnek alınarak ıslah edilmesi fikri ve tecrübeleri pek çoktur. Bunun için Poncet.1572 de müstakil bir eser kaleme almış ve Fransa Kralığı'nın Osmanlı İmparatorluğu örnek alınarak, nasıl ıslah edilebileceğini anlatmış ve 9. Charles'a bu teklifleri sunmuştur. Poncet'in Fransa Kralı'na sunduğu tekliflerin arasında şunlar mevcuttur:
'İç isyanları önlemek için halka, Osmanlı'da halka sağlanan hayat şatlarını temin etmelidir. Gene hükümdara karşı baş kaldırmaları önleyebilmek için, Osmanlı'da nasıl bunu yapacak asil aileler yoksa, Fransa'da da asilzâdelerin yetkileri kral lehine büyük ölçüde kısıtlanmalıdır.'
Fransa'da Poncet'in bu teklifleri birçok menfaati sarstığı için tepki görmüş ve o sırada tatbik edilememiştir.
Güçlü bir otorite, adaletli bir yönetim sahibi olan Osmanlı'nın asırlar boyunca iktisadî bakımdan kendi kendine yeterli, dünyanın belki de tek devleti olduğu bir gerçektir.
Yine Osmanlı için Fernard Grenard'ın görüşleri şöyledir:
'Osmanlı toplumunda itaat etmek bir şeref, âmirin emri altında can vermek, münâkaşa götürmez bir vazife idi.'
Anadolu'da evvelce Bizans İmparatorluğu var idi. Bu topraklar kazanılınca her yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışılmıştır. Maddi ve manevi olarak İslâm eserleriyle donatılmaya başlanmıştır. Yeni yurdun dinî, askerî, sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilatlarının büyük payları vardır. Bu teşkilatlara Aşıkpaşazade Tarihinde:
1- Anadolu Gazileri
2- Anadolu Ahîleri
3- Anadolu Abdalları
4- Anadolu Bacıları
gibi adlar verilmiştir.
Anadolu Ahîleri: 13. yüzyılda doğan Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilatları, alpler ve alp erenler de bulunan bir teşkilattır. Çapulculuğu önlemek can ve mal güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yapmıştır.
Bu teşkilatın başlangıcı insanlığın başlangıcıyladır. İlk defa Cebrail A.S.'ın, Hz. Adem A.S.'a peştamal kuşattığı kabul edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında İslâmî Fütüvvet Teşkilâtı olarak var olmuştur. Arapça'da fütüvvetin kelime manası: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan cömert, yiğit, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Arapça'da ah ve ahî kelimesi, erkek kardeş anlamına gelir.
Ahîlik, İstanbul'un fethine kadar kuvvetli olarak yaşandı. Yerini, XV. yüzyılda yayıldığı için bir esnaf teşkilâtı zannedilmiştir. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini kolaylaştıran askeri bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da bütün mensuplarının dinî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve TASAVVUF hareketidir. Her sanayi grubu için Kur'-an-ı Kerîm'deki Peygamberlerden kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayılmıştır.
Çiftçiler için Adem (A.S) , hallaçlar için Şit (A.S.) , terziler ve yazıcılar için İdris (A.S) , marangozlar için Nuh (A.S.) , tüccarlar için Hud (A.S) , de-veciler için Salih (A.S) , sütçüler ve dülgerler için İbrahim (A.S) , avcılar için İsmail(A.S.) , çobanlar için İshak(A.S) , saatçiler için Yusuf (A.S) , Musa (A.S) , ekmekçiler için Zülküf (A.S) , tarihçiler için Lût (A.S) , bağcılar için Üzeyir (A.S) , çulhacılar için İlyas (A.S) , zırhçılar için Davut (A.S) , hekimler için Lokman (A.S) , balıkçılar için Yunus (A.S) , gezginler için İsa(A.S) ve tüccarlar için Hz. Muhammed (S.A.V) PîR addedilmiştir.
Ahî başkanları zaviye (küçük tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alıyorlardı. İlk giren adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar, başlarına büyük beyaz serpuş giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir şerit bulunurdu. Ayaklarında mest olurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir AHî olunurdu. Ahîliğe giren talip 'nim tariyk' (yarı yol) ve 'sahib-i tariyk' (yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı. Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd denirdi. (sıkı bağlama-kuşak)
Kuşak bağlamada:
'Beline kuşatıyorum tâki sözünde durasın,
Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,
Dünyaya muhabbet etmeyesin,
Allah'ın kaza ve kaderine sabredesin,
Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,
Allah'ın bunda hikmeti vardır' denirdi.
Çıraklarla, ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi. (Bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş) .
Ahîliğin kuralında, eli, kapısı, sofrası açık, gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.
Seyyah İbnî Batuta Seyahatnamesinde;
'Tekke mensuplarının türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçindiklerini söylemiştir. Ahîler Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde vardır. Yabancılara şevkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların dünyaya misli yoktur. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar, mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri alırlar. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler, toplanıp yemek yerler' demiştir.
Anlıyoruz ki; tekkeler 'bir hırka, bir lokma' edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değil. Aksine Necm suresinin 39.'ayet-i Kerimesinde belirtildiği gibi:
've en leyse lil'insâni illâ mâ se'â'
'İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur.'
Âyet-i kerimesinin gereğinin yapıldığı, hem de tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindedir. İnsanlar hem dünya işlerini yapmakta, hem de ahret için çalışmaktadırlar. Böylece Kur'an-ı Kerîm'deki Zülcenahayn olma (çift kanatlı) standardını yakalamaya çabalamaktadırlar.
Bir ordu düşünün ki, askerlerinin hepsi tasavvufu yaşıyor Osmanlı Ordusu - Yeniçeriler.
Bir esnaf teşkilatı düşünün ki, mensuplarının hepsi Tasavvufu yaşıyor, Osmanlı Esnafı-Ahîler.
Osmanlıyı askerî alanda olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan budur. O halde bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye nedir? Nedir bu tasavvuf?
Bu 28 basamak Kur'an-ı Kerîm âyetleri ışığında şöyle sıralanmaktadır.
1- Olaylar
2- İntibalar (olayların muhakemesi)
3- Meyil (Allah'a ulaşmaya meyil)
4- Rahîm esması
5- Mürşide ulaşmanın garanti edilmesi (Ön rıza)
6- İşitmek
7- İdrak etmek
8- Kalbe hidayet konması
9- Kalbin Allah'a dönmesi
10- Göğüsten kalbe yol açılması
11- Kalbe Allah'ın nurunun ulaşması
12- Huşû oluşması
13- Hacet namazı ile Mürşidin gösterilmesi
14- Tövbe (Mürşide ulaşma)
15- Nefs-i Emmare
16- Nefs-i Levvame
17- Nefs-i Mülhime
18- Nefs-i Mutmainne
19- Nefs-i Raziye
20- Nefs-i Marziye
21- Nefs-i Tezkiye
22- Fena Makamı
23- Beka Makamı
24- Zühd Makamı
25- Vechin (fizik vücudun) teslimi
26- Ulûl Elbab Makamı
27- İhlâs Makamı
28- Salâh Makamı
Ahilikte adet olan kuşak ve peştamal kuşanma törenleri, o esnaf Allah'a verdiği yeminleri yerine getirdikçe yapılırdı. Çıraklık mutlaka Mürşidin önünde tövbe etmekle başlardı.21. basamağa gelince, yani Vuslat olunca KALFA (Kuşak kuşanma) 27. basamağa gelince de, yani İhlâs olunca da USTA (Peştamal kuşanma) olurdu.
İşte Ahîlik yukarıdaki 28 basamakta Tasavvufun yaşanması, yani Kur'an-ı Kerîm'in hayata geçirilmesi, yani Sahabenin hayatının örnek alınmasıdır. Allah'ın insanlardan istediği ruh, vech (fizik vücud) ve nefs üçlüsünün yaşarken Allah'a teslimini içerir. Bu teslimiyet, bu 28 basamağın yaşanmasıyla gerçekleşir. Bu da Al-i İmran suresi 191.Âyet-i kerimede emredildiği gibi Allah isminin biribiri ardına daimi olarak tekrarlanmasıyla olur.
' elleziyne yezkürûnallahe kıyâmen ve ku'ûden ve alâ cünûbihim'
Onlar ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler.
Yunus'un söylediği gibi 'Daim zikrullah ile' (Allah'ın daimi zikri ile.)
Esnaflık, çok ince insan menfaatlerinin karışacağı bir iştir. Hile ve aldatma olmaması, Allah'ın En'am suresinin 151 ve 152'inci âyetlerinde ifadelendirdiği 10 emirden biri olan 'ölçü ve tartıda hile yapmayın' emrinin gerçekleşebilmesi için, o insanların nefslerine uymadan sanatlarını yapmaları lâzımdır.
Başlangıçta kapkara olan,19 afeti bünyesinde barındıran nefsin, Allah'ın zikriyle, nurlarla temizlenip beyaza dönüşmesi ve ruhun 19 hasletiyle bezenen bir nefs hüviyeti olması gerekir. İşte bu terbiyeye girmeden esnaf olunamazdı. Nefsinin karadan beyaza dönüşebilmesi için insanın Hacet Namazıyla bu terbiyeyi ona yaptıracak olan Mürşidini, şeyhini bulması, Allah'a verdiği yeminleri yerine getirmesi gerekir. Bu iş 28 basamakta yalnız ve ancak Allah'ın zikriyle tamamlanır. Ve bunu Sahabe, Peygamberimizin (S.A.V) önderliğinde 23 senede tamamlamıştır. Yunus Emre Taptuk Emre'nin, Mevlâna Şemsi Tebrizi'nin, Akşemseddin Hacı Bayram Veli'nin önderliğinde bu terbiye sürecinden geçmişler ve Allah'a dost olmuşlardır.
Günümüzde bazı meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa etmektedirler. Bakırcılar çekiçlerini iki darbede indirirler bakırların üstüne. Tak-tak. Ve her bir indirişte o iki heceli kelimeyi söylerler. Zikrederler. 'Al-lah, Al-lah'.
Yine keçeciler, yünü vücutlarına vurdukça kendi terlerini, Allah zikriyle katarlar keçelerine. 'Al-lah, Al-lah'.
Şimdilerde çok uzaklarda kalan bir örnekten söz edelim:
Sabah olmuş, esnaf dükkânını yeni açmıştır. Müşteri dükkândan içeri girer. İstediği malı gösterir. Dükkân sahibi:
- Ben onu satmıyorum, der.
Adamın ısrarı üzerine karşı dükkânı işaret eder;
- Bak, aynı maldan onda da var. Ben siftahımı ettim. O henüz siftah etmedi, git ondan al.
O dönemin Tasavvufu yaşayan, İslâmı yaşayan bu esnaf davranışının, günümüzde de yaşanması temennisiyle...
Bütün Avrupa'da, Osmanlı'ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?
Çünkü Osmanlı kadıları, adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde, Allahû Tealâ'nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah, bir kral, halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldâr etmişse; o hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.
Oysa ki Avrupa'da, asillerle halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Vermeye gerek görmezdi. O asildi, ötekiler de halktı. Osmanlı'da da asiller vardı; beyler, beylerbeyleri... Bunlar asaletin temsilcileriydi. Ama adalete geldiği zaman konu, beylerle, beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi. İşte adalet bu demektir.
Her toplumda ileri gelenler vardır ve halk vardır. Bu ileri gelenler, her yerde kendilerine mevki edinirler, bir şeylerin sahipleridir; zengindirler, çevre yapmışlardır. Bütün ileri gelenler birbirleriyle yakın ilişki içerisindedirler ve ötekiler halktır. Adalet dağıtanlar, bu şehrin ileri gelenleri tarafındandır ve adalet hep tek taraflı olarak dağıtılır.
İşte, böyle bir Orta Avrupa, Ortaçağ Avrupası'nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyor. Allahû Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'de söylediği gibi kıst'ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyor. Tatbik ediyor, %100 yerli yerine oturtuyor. Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsade etmiyor. Bu hakkı çiğneyen kişi padişahta olsa bu durum değişmiyor.
İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum:
Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:
'Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.'
Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu, bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor. Ama Rum vermemekte ısrarlı. Bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmuyor.
Fatih Sultan Mehmed ise 'O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermiyor. Demek ki bunu, inadından yapıyor; nefsani ir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani.' diye düşünyor.
Ve sonuçta Rum'un arsasını alıyor, camiyi yaptırıyor.
Adam perişan. Sonra, diyorlar ki:
'Ya, bu kadar üzüntünün sebebi ne? '
'İşte, yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti! ' diyor.
Diyorlar ki:
'Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır.'
'Yani? Ne demek istiyorsunuz? ' diyor.(Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) '
Diyorlar ki:
'Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür.'
Adamcağız hiç inanamıyor böyle bir şeye; ama diyor hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.
Ve kadıya müracaat ediyor.
Adamın gözleri hayretten açılıyor; Fatih Sultan Mehmet mahkemeye geliyor. Padişah ayakta, kadı efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisab etmektan suçlu bulunuyor ve elinin kesilmesi kararı alınıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek; ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer.
Bu kanuna göre teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki:
'Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, o ödemese bile (Padişah ödemese bile) onu sana beytülmal öder. Razı mısın? '
Rum: 'Şey...' Bir Padişaha bakıyor, inanamıyor, sonra: 'Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah. ' diyor.
Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
'Benden beytülmalın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata.'
Ve kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor:
'Padişahım, şu ana kadar ben Allah'ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer.' diyor.
Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra Padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Bu size neyi anlatıyor?
Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)
İşte bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı'ya teslim etmiş.
KADI VE MAHKEME
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.
Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:
'2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır.' (d'Ohsson, VI,204-5) .
'En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez'. (Sir Paul Ricaut, II,327) .
'XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi.' (Cantacasin,14-5) .
Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir: (Kânûnî Devrinde İstanbul,95-102) .
'Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir.'
'Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var? ' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz...'
Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.
HUKUK
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
. Osmanlı'da hukuk sistemi için 'Hâkânî' veya 'Sultânî' denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.
Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.
Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku
Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.
Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.
Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.
SOSYAL SINIFLAR
Devletten dirlik veya maaş alan bütün görevlilere 'askerî' denirdi. 'Askerî' sınıf, yalnız savaşan sınıf değil, bütün devlet görevlileri idi. Vergi vermezlerdi. Yani sistem şu idi: Kendilerine bir maaş verilip o maaştan vergi kesilmek yerine, devletin ödeme gücü neyse, o miktarda net olarak hesaplanır ve verilirdi. İkinci bir sosyal sınıf, şehirlilerdi: Tüccar ve esnaftı. Nihayet 'reâyâ' denilen köylü gelirdi.
'Reâyâ' adı altında, herkesin zannettiği gibi, aşağı derecede bir sınıf veya mezheb kastedilmemektedir. İmparatorluğun bütün çiftçileri, Anadolu'nun İslâm halkı ile Tisza vâdisindeki Hristiyanlar, Padişah'ın bütün tebaası, reâyâ olarak adlandırılır. Daima reâyâ, Padişah'ın himayesinde yaşar.
Askerî, şehirli ve râiyyet dışında bir sosyal sınıf daha vardır: Esirler. Harp esirleri değil, hizmet maksadıyla kullanılan, para ile alınmış insanlar, kölelerdi. Esir, daha doğrusu köle ve cariye, efendisi aleyhine kadı'ya müracaat edip dâvâ açabilmekte, hakkını koruyabilmektedir. Kölesine efendi, kızını verebilmekte, efendisi cariyesi ile evlenebilmektedir. Demek ki; kölelik de bir sosyal baraj değildir.
Sosyal sınıfların batıdaki sosyal sınıflardan farkı, asaletin olmamasından ve serf bulunmamasından doğmaktadır. Bu iki büyük fark, Avrupa ile Türkiye'nin sosyal yapıları arasında çok büyük bir ayrılık manzarası arz etmektedir. Osmanlı Türkiyesi'nin her asrında pek çok örneği gösterilebileceği gibi, ayağında çarık, sırtında heybe, beş parasız İstanbul'a gelen bir Türk köylüsü, gerekli kademelerden geçip, bir çeyrek asır sonra, bazen daha fazla, fakat bazen de daha kısa bir müddet içinde, sadrazam olmakta, hattâ Padişahın kızını almaktadır. Böyle bir durum, Batı'da mümkün değildir.1975 Batısı'nda bile başbakan olması mümkün bulunan böyle bir şahıs, kral kızı ile evlenememektedir.
'Birisi geldi; bir dostun bir sevgilinin kapısını çaldı: sevgilisi: -kimsin a güvenilir er? dedi. adam. -benim, deyince, -git! dedi.şimdi çağı değil; böylesine sofrada ham kişinin yeri yoktur. ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, iki yüzlülükten başka ne kurtarabilir?
o yoksul gitti.tam bir yıl yollara düştü, sevgilisinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı.
o yanmış yakılmış kişi pişti; olgunlaştı; geri geldi.gene sevgilisinin evinin çevresine düştü.
yüzlerce korkuyla, yüzlerce defa edebi gözeterek kapının halkasını çaldı.ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak diye korkup duruyordu.sevgilisi: -kapıdaki kim? dedi. adam. -a gönüller alan, kapıdaki sensin. sevgilisi. -mademki bensin, gel, içeriye gir.ev dar iki kişi sığmıyor, dedi.'
FATİH SULTAN MEHMED MAHKEMEDE
İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum;
Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:
'Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.'
Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır; yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen şey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.
'O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani' diyor.
Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor.
Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:
'Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne? '
Anlatıyor adam derdini 'İşte' diyor. 'Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti'. diyor.
Bizim Osmanlı diyor ki: 'Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabı görür'.
'Yani' diyor 'ne demek istiyorsun? ' (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) Adamcağız hiç inanamıyor; ama 'Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.' diyor. Kadıya müracaat ediyor.
Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisab etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki: 'Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, , Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı mısın? '
Rum, şaşkın şaşkınPadişah'a bakıyor, inanamıyor, sonra 'Tabi razıyım. Razı olmaz mıyım? O padişah' diyor.
Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
'Benden beyt'ül mal'ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata.'
Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,
'Padişahım şu ana kadar ben, Allah'ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer' diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml
SULTAN 2. MURAD'IN HAK ANLAYIŞI
Nihayet ordu yeni bir sefere çıkmıştır. İlk konaklama yerine geldiklerinde, bir yahudi, Sultan İkinci MURAD'ın atının dizginine yapışır:
Yahudi: Bir maruzatım var Padişahım, müsaade buyurun, anlatayım?
Sultan İkinci MURAD: Elbette! Buyurun, nedir maruzatınız?
Yahudi: Askerleriniz benim bahçemden elma yediler ve değeri olan altını ödemediler!
Sultan İkinci MURAD: Benim askerlerimin hepsi, kul hakkı konusunda ne kadar ince hesap yapmaları gerektiğini bilirler. Bu dediğin nasıl olabilir? Bir yanlışlık olmalı!
Yahudi: Hakikat budur padişahım. Askerleriniz bahçemden alıp yedikleri elmaların bedelini ödemediler!
Sultan İkinci MURAD: (Askerlere döner :) Bezirgânın söylediklerini duydunuz. Bu dediği doğru mudur?
Askerler ses çıkarmaz.
Sultan İkinci MURAD: Sizler, benim kul hakkına ne kadar değer verdiğimi bilmez misiniz? Beni ne kadar mahcup ettiniz, bunu kim yaptıysa hemen söylesin!
Askerlerden biri: Ben yaptım Efendimiz! (Diyerek öne atılır.)
Sultan İkinci MURAD: Peki ama nasıl? Kul hakkının önemini bile bile böyle bir şeyi nasıl yaparsın?
Askerlerden biri: Padişahım, benim yediğim elma yerdeydi ve çürüktü. Çürük bir elmanın para edeceğini düşünemedim; nitekim iki arkadaşım da oradaydı, onlar ağaçtan elma kopardılar ve parasını da bahçeye attılar, isterseniz sorun. Biz asla kul hakkına el uzatmayız.
Sultan İkinci MURAD: (Bezirgâna sorar :) Askerlerimin söyledikleri doğru mudur?
Yahudi: Evet, o ikisinin kopardığı elmaların bedelini aldım.
Sultan İkinci MURAD: Peki, öyleyse istediğin nedir?
Yahudi: Diğer askerinizin yerden aldığı elmanın bedelini de isterim.
Sultan İkinci MURAD: Peki, o çürük elma için ne istersin?
Yahudi: Bir kese altın isterim.
Padişahın yanındaki vezir itiraz eder:
Vezir: Ama Padişahımız Efendimiz, bir çürük elmaya bir kese altın verilir mi?
Sultan İkinci MURAD: Hakk sahibi bezirgândır. Elmanın sahibi olan o, ne derse onu vermekle mükellefiz. Allah'ın indinde kul hakkı ne kadar önemlidir bilmez misiniz? İşte hakkın olan bir kese altın!
Bezirgân, Padişah'ın adaletinden, kul hakkına verdiği önemden son derece etkilenmiştir. Kendisine uzatılan keseyi eliyle iter:
Yahudi: Ne olur beni de aranıza alın. Ben de sizin gibi düşünen, sizin gibi yaşayan biri olayım.
İşte Osmanlı! İşte Osmanlı'nın hak anlayışı! Osmanlı askeri böyle yetiştiriliyordu.
KAYNAK:65.122.110.233/webs/osm/hikayeler/2MURAD.html
İKİ TANE HÜCREDEN KEMİKLERİ, GÖZLERİ, BARSAKLARI, CİĞERLERİ, KALBİ, ADALELERİ, ELLERİ, ETLERİ, DAMARLARI OLUŞTURMASI.
İŞTE O SUNNETULLAHTIR
OSMANLI DEVLET TEŞKİLATINA HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ
Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabdan alınmıştır.
Bir İngiliz tarihçisi Downey şöyle diyor:
'Osmanlı Türklerini bu kadar küçük bir başlangıçtan, o kadar elverişsiz şartlar altında, bu derece sürekli bir devlet kudretine erişmesi, cihan tarihinin en fevkalâde tezâhürlerinden biridir. İstiklâllerini kazandıkları andan itibaren,2 asırdan biraz fazla bir zaman içinde, bütün Akdeniz medeniyetini bir imparatorlukta birleştirmeye teşebbüs edecek kudret ve kabiliyetteydiler.'
Dünyanın en kudretli devletinin Osmanlı Devleti olduğunu, pek çok hristiyan yazar da yazmaktadır. Avrupa devletlerinin Türk Devleti örnek alınarak ıslah edilmesi fikri ve tecrübeleri pek çoktur. Bunun için Poncet.1572 de müstakil bir eser kaleme almış ve Fransa Kralığı'nın Osmanlı İmparatorluğu örnek alınarak, nasıl ıslah edilebileceğini anlatmış ve 9. Charles'a bu teklifleri sunmuştur. Poncet'in Fransa Kralı'na sunduğu tekliflerin arasında şunlar mevcuttur:
'İç isyanları önlemek için halka, Osmanlı'da halka sağlanan hayat şatlarını temin etmelidir. Gene hükümdara karşı baş kaldırmaları önleyebilmek için, Osmanlı'da nasıl bunu yapacak asil aileler yoksa, Fransa'da da asilzâdelerin yetkileri kral lehine büyük ölçüde kısıtlanmalıdır.'
Fransa'da Poncet'in bu teklifleri birçok menfaati sarstığı için tepki görmüş ve o sırada tatbik edilememiştir.
Güçlü bir otorite, adaletli bir yönetim sahibi olan Osmanlı'nın asırlar boyunca iktisadî bakımdan kendi kendine yeterli, dünyanın belki de tek devleti olduğu bir gerçektir.
Yine Osmanlı için Fernard Grenard'ın görüşleri şöyledir:
'Osmanlı toplumunda itaat etmek bir şeref, âmirin emri altında can vermek, münâkaşa götürmez bir vazife idi.'
KAYNAK.65.122.110.233/webs/osm/index.html
Anadolu'da evvelce Bizans İmparatorluğu var idi. Bu topraklar kazanılınca her yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışılmıştır. Maddi ve manevi olarak İslâm eserleriyle donatılmaya başlanmıştır. Yeni yurdun dinî, askerî, sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilatlarının büyük payları vardır. Bu teşkilatlara Aşıkpaşazade Tarihinde:
1- Anadolu Gazileri
2- Anadolu Ahîleri
3- Anadolu Abdalları
4- Anadolu Bacıları
gibi adlar verilmiştir.
Anadolu Ahîleri: 13. yüzyılda doğan Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilatları, alpler ve alp erenler de bulunan bir teşkilattır. Çapulculuğu önlemek can ve mal güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yapmıştır.
Bu teşkilatın başlangıcı insanlığın başlangıcıyladır. İlk defa Cebrail A.S.'ın, Hz. Adem A.S.'a peştamal kuşattığı kabul edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında İslâmî Fütüvvet Teşkilâtı olarak var olmuştur. Arapça'da fütüvvetin kelime manası: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan cömert, yiğit, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Arapça'da ah ve ahî kelimesi, erkek kardeş anlamına gelir.
Ahîlik, İstanbul'un fethine kadar kuvvetli olarak yaşandı. Yerini, XV. yüzyılda yayıldığı için bir esnaf teşkilâtı zannedilmiştir. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini kolaylaştıran askeri bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da bütün mensuplarının dinî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve TASAVVUF hareketidir. Her sanayi grubu için Kur'-an-ı Kerîm'deki Peygamberlerden kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayılmıştır.
Çiftçiler için Adem (A.S) , hallaçlar için Şit (A.S.) , terziler ve yazıcılar için İdris (A.S) , marangozlar için Nuh (A.S.) , tüccarlar için Hud (A.S) , de-veciler için Salih (A.S) , sütçüler ve dülgerler için İbrahim (A.S) , avcılar için İsmail(A.S.) , çobanlar için İshak(A.S) , saatçiler için Yusuf (A.S) , Musa (A.S) , ekmekçiler için Zülküf (A.S) , tarihçiler için Lût (A.S) , bağcılar için Üzeyir (A.S) , çulhacılar için İlyas (A.S) , zırhçılar için Davut (A.S) , hekimler için Lokman (A.S) , balıkçılar için Yunus (A.S) , gezginler için İsa(A.S) ve tüccarlar için Hz. Muhammed (S.A.V) PîR addedilmiştir.
Ahî başkanları zaviye (küçük tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alıyorlardı. İlk giren adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar, başlarına büyük beyaz serpuş giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir şerit bulunurdu. Ayaklarında mest olurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir AHî olunurdu. Ahîliğe giren talip 'nim tariyk' (yarı yol) ve 'sahib-i tariyk'
(yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı. Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd denirdi. (sıkı bağlama-kuşak)
Kuşak bağlamada:
'Beline kuşatıyorum tâki sözünde durasın,
Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,
Dünyaya muhabbet etmeyesin,
Allah'ın kaza ve kaderine sabredesin,
Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,
Allah'ın bunda hikmeti vardır' denirdi.
Çıraklarla, ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi. (Bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş) .
Ahîliğin kuralında, eli, kapısı, sofrası açık, gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.
Seyyah İbnî Batuta Seyahatnamesinde;
'Tekke mensuplarının türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçindiklerini söylemiştir. Ahîler Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde vardır. Yabancılara şevkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların dünyaya misli yoktur. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar, mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri alırlar. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler, toplanıp yemek yerler' demiştir.
Anlıyoruz ki; tekkeler 'bir hırka, bir lokma' edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değil. Aksine Necm suresinin 39.'ayet-i Kerimesinde belirtildiği gibi:
've en leyse lil'insâni illâ mâ se'â'
'İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur.'
Âyet-i kerimesinin gereğinin yapıldığı, hem de tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindedir. İnsanlar hem dünya işlerini yapmakta, hem de ahret için çalışmaktadırlar. Böylece Kur'an-ı Kerîm'deki Zülcenahayn olma (çift kanatlı) standardını yakalamaya çabalamaktadırlar.
Bir ordu düşünün ki, askerlerinin hepsi tasavvufu yaşıyor Osmanlı Ordusu - Yeniçeriler.
Bir esnaf teşkilatı düşünün ki, mensuplarının hepsi Tasavvufu yaşıyor, Osmanlı Esnafı-Ahîler.
Osmanlıyı askerî alanda olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan budur. O halde bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye nedir? Nedir bu tasavvuf?
Tasavvuf nefsimizin 28 basamakta temizlenmesi neticesinde 3 vücudumuzun da (ruh, vech, nefs) Allah'a teslimiyetidir.
Bu 28 basamak Kur'an-ı Kerîm âyetleri ışığında şöyle sıralanmaktadır.
1- Olaylar
2- İntibalar (olayların muhakemesi)
3- Meyil (Allah'a ulaşmaya meyil)
4- Rahîm esması
5- Mürşide ulaşmanın garanti edilmesi (Ön rıza)
6- İşitmek
7- İdrak etmek
8- Kalbe hidayet konması
9- Kalbin Allah'a dönmesi
10- Göğüsten kalbe yol açılması
11- Kalbe Allah'ın nurunun ulaşması
12- Huşû oluşması
13- Hacet namazı ile Mürşidin gösterilmesi
14- Tövbe (Mürşide ulaşma)
15- Nefs-i Emmare
16- Nefs-i Levvame
17- Nefs-i Mülhime
18- Nefs-i Mutmainne
19- Nefs-i Raziye
20- Nefs-i Marziye
21- Nefs-i Tezkiye
22- Fena Makamı
23- Beka Makamı
24- Zühd Makamı
25- Vechin (fizik vücudun) teslimi
26- Ulûl Elbab Makamı
27- İhlâs Makamı
28- Salâh Makamı
Ahilikte adet olan kuşak ve peştamal kuşanma törenleri, o esnaf Allah'a verdiği yeminleri yerine getirdikçe yapılırdı. Çıraklık mutlaka Mürşidin önünde tövbe etmekle başlardı.21. basamağa gelince, yani Vuslat olunca KALFA (Kuşak kuşanma) 27. basamağa gelince de, yani İhlâs olunca da USTA (Peştamal kuşanma) olurdu.
İşte Ahîlik yukarıdaki 28 basamakta Tasavvufun yaşanması, yani Kur'an-ı Kerîm'in hayata geçirilmesi, yani Sahabenin hayatının örnek alınmasıdır. Allah'ın insanlardan istediği ruh, vech (fizik vücud) ve nefs üçlüsünün yaşarken Allah'a teslimini içerir. Bu teslimiyet, bu 28 basamağın yaşanmasıyla gerçekleşir. Bu da Al-i İmran suresi 191.Âyet-i kerimede emredildiği gibi Allah isminin biribiri ardına daimi olarak tekrarlanmasıyla olur.
' elleziyne yezkürûnallahe kıyâmen ve ku'ûden ve alâ cünûbihim'
Onlar ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler.
Yunus'un söylediği gibi 'Daim zikrullah ile' (Allah'ın daimi zikri ile.)
Esnaflık, çok ince insan menfaatlerinin karışacağı bir iştir. Hile ve aldatma olmaması, Allah'ın En'am suresinin 151 ve 152'inci âyetlerinde ifadelendirdiği 10 emirden biri olan 'ölçü ve tartıda hile yapmayın' emrinin gerçekleşebilmesi için, o insanların nefslerine uymadan sanatlarını yapmaları lâzımdır.
Başlangıçta kapkara olan,19 afeti bünyesinde barındıran nefsin, Allah'ın zikriyle, nurlarla temizlenip beyaza dönüşmesi ve ruhun 19 hasletiyle bezenen bir nefs hüviyeti olması gerekir. İşte bu terbiyeye girmeden esnaf olunamazdı. Nefsinin karadan beyaza dönüşebilmesi için insanın Hacet Namazıyla bu terbiyeyi ona yaptıracak olan Mürşidini, şeyhini bulması, Allah'a verdiği yeminleri yerine getirmesi gerekir. Bu iş 28 basamakta yalnız ve ancak Allah'ın zikriyle tamamlanır.
Ve bunu Sahabe, Peygamberimizin (S.A.V) önderliğinde 23 senede tamamlamıştır. Yunus Emre Taptuk Emre'nin, Mevlâna Şemsi Tebrizi'nin, Akşemseddin Hacı Bayram Veli'nin önderliğinde bu terbiye sürecinden geçmişler ve Allah'a dost olmuşlardır.
Günümüzde bazı meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa etmektedirler. Bakırcılar çekiçlerini iki darbede indirirler bakırların üstüne. Tak-tak. Ve her bir indirişte o iki heceli kelimeyi söylerler. Zikrederler. 'Al-lah, Al-lah'.
Yine keçeciler, yünü vücutlarına vurdukça kendi terlerini, Allah zikriyle katarlar keçelerine. 'Al-lah, Al-lah'.
Şimdilerde çok uzaklarda kalan bir örnekten söz edelim:
Sabah olmuş, esnaf dükkânını yeni açmıştır. Müşteri dükkândan içeri girer. İstediği malı gösterir. Dükkân sahibi:
- Ben onu satmıyorum, der.
Adamın ısrarı üzerine karşı dükkânı işaret eder;
- Bak, aynı maldan onda da var. Ben siftahımı ettim. O henüz siftah etmedi, git ondan al.
O dönemin Tasavvufu yaşayan, İslâmı yaşayan bu esnaf davranışının, günümüzde de yaşanması temennisiyle...
Osmanlı deyince ne düşünmeliyiz?
Her şeyden evvel adaleti düşünmeliyiz.
Hangi açıdan?
Objektif açıdan, âfâkî açıdan.
Bütün Avrupa'da, Osmanlı'ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?
Çünkü Osmanlı kadıları, adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde, Allahû Tealâ'nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah, bir kral, halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldâr etmişse; o hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.
Oysa ki Avrupa'da, asillerle halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Vermeye gerek görmezdi. O asildi, ötekiler de halktı. Osmanlı'da da asiller vardı; beyler, beylerbeyleri... Bunlar asaletin temsilcileriydi. Ama adalete geldiği zaman konu, beylerle, beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi. İşte adalet bu demektir.
Her toplumda ileri gelenler vardır ve halk vardır. Bu ileri gelenler, her yerde kendilerine mevki edinirler, bir şeylerin sahipleridir; zengindirler, çevre yapmışlardır. Bütün ileri gelenler birbirleriyle yakın ilişki içerisindedirler ve ötekiler halktır. Adalet dağıtanlar, bu şehrin ileri gelenleri tarafındandır ve adalet hep tek taraflı olarak dağıtılır.
İşte, böyle bir Orta Avrupa, Ortaçağ Avrupası'nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyor. Allahû Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'de söylediği gibi kıst'ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyor. Tatbik ediyor, %100 yerli yerine oturtuyor. Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsade etmiyor. Bu hakkı çiğneyen kişi padişahta olsa bu durum değişmiyor.
İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum:
Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:
'Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.'
Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu, bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor. Ama Rum vermemekte ısrarlı. Bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmuyor.
Fatih Sultan Mehmed ise 'O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermiyor. Demek ki bunu, inadından yapıyor; nefsani ir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani.' diye düşünyor.
Ve sonuçta Rum'un arsasını alıyor, camiyi yaptırıyor.
Adam perişan. Sonra, diyorlar ki:
'Ya, bu kadar üzüntünün sebebi ne? '
'İşte, yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti! ' diyor.
Diyorlar ki:
'Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır.'
'Yani? Ne demek istiyorsunuz? ' diyor.(Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) '
Diyorlar ki:
'Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür.'
Adamcağız hiç inanamıyor böyle bir şeye; ama diyor hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.
Ve kadıya müracaat ediyor.
Adamın gözleri hayretten açılıyor; Fatih Sultan Mehmet mahkemeye geliyor. Padişah ayakta, kadı efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisab etmektan suçlu bulunuyor ve elinin kesilmesi kararı alınıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek; ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer.
Bu kanuna göre teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki:
'Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, o ödemese bile (Padişah ödemese bile) onu sana beytülmal öder. Razı mısın? '
Rum: 'Şey...' Bir Padişaha bakıyor, inanamıyor, sonra: 'Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah. ' diyor.
Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
'Benden beytülmalın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata.'
Ve kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor:
'Padişahım, şu ana kadar ben Allah'ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer.' diyor.
Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra Padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Bu size neyi anlatıyor?
Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)
İşte bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı'ya teslim etmiş.
KADI VE MAHKEME
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.
Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:
'2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır.' (d'Ohsson, VI,204-5) .
'En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez'. (Sir Paul Ricaut, II,327) .
'XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi.' (Cantacasin,14-5) .
Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir: (Kânûnî Devrinde İstanbul,95-102) .
'Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir.'
'Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var? ' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz...'
Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.
HUKUK
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
.
Osmanlı'da hukuk sistemi için 'Hâkânî' veya 'Sultânî' denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.
Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.
Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku
Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.
Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.
Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.
SOSYAL SINIFLAR
Devletten dirlik veya maaş alan bütün görevlilere 'askerî' denirdi. 'Askerî' sınıf, yalnız savaşan sınıf değil, bütün devlet görevlileri idi. Vergi vermezlerdi. Yani sistem şu idi: Kendilerine bir maaş verilip o maaştan vergi kesilmek yerine, devletin ödeme gücü neyse, o miktarda net olarak hesaplanır ve verilirdi. İkinci bir sosyal sınıf, şehirlilerdi: Tüccar ve esnaftı. Nihayet 'reâyâ' denilen köylü gelirdi.
'Reâyâ' adı altında, herkesin zannettiği gibi, aşağı derecede bir sınıf veya mezheb kastedilmemektedir. İmparatorluğun bütün çiftçileri, Anadolu'nun İslâm halkı ile Tisza vâdisindeki Hristiyanlar, Padişah'ın bütün tebaası, reâyâ olarak adlandırılır. Daima reâyâ, Padişah'ın himayesinde yaşar.
Askerî, şehirli ve râiyyet dışında bir sosyal sınıf daha vardır: Esirler. Harp esirleri değil, hizmet maksadıyla kullanılan, para ile alınmış insanlar, kölelerdi. Esir, daha doğrusu köle ve cariye, efendisi aleyhine kadı'ya müracaat edip dâvâ açabilmekte, hakkını koruyabilmektedir. Kölesine efendi, kızını verebilmekte, efendisi cariyesi ile evlenebilmektedir. Demek ki; kölelik de bir sosyal baraj değildir.
Sosyal sınıfların batıdaki sosyal sınıflardan farkı, asaletin olmamasından ve serf bulunmamasından doğmaktadır. Bu iki büyük fark, Avrupa ile Türkiye'nin sosyal yapıları arasında çok büyük bir ayrılık manzarası arz etmektedir. Osmanlı Türkiyesi'nin her asrında pek çok örneği gösterilebileceği gibi, ayağında çarık, sırtında heybe, beş parasız İstanbul'a gelen bir Türk köylüsü, gerekli kademelerden geçip, bir çeyrek asır sonra, bazen daha fazla, fakat bazen de daha kısa bir müddet içinde, sadrazam olmakta, hattâ Padişahın kızını almaktadır. Böyle bir durum, Batı'da mümkün değildir.1975 Batısı'nda bile başbakan olması mümkün bulunan böyle bir şahıs, kral kızı ile evlenememektedir.
kaynak:65.122.110.233/webs/osm/sistem/adalet.htm
nurullah genç'in yağmur şiirini o'ndan dinlemek çok güzek bir şey...
şiirin bulunduğu kasetin ismi:beb aşkı bir üveykten satın aldım
'Birisi geldi; bir dostun bir sevgilinin kapısını çaldı:
sevgilisi:
-kimsin a güvenilir er? dedi.
adam.
-benim, deyince,
-git! dedi.şimdi çağı değil; böylesine sofrada ham kişinin yeri yoktur.
ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, iki yüzlülükten başka ne kurtarabilir?
o yoksul gitti.tam bir yıl yollara düştü, sevgilisinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı.
o yanmış yakılmış kişi pişti; olgunlaştı; geri geldi.gene sevgilisinin evinin çevresine düştü.
yüzlerce korkuyla, yüzlerce defa edebi gözeterek kapının halkasını çaldı.ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak diye korkup duruyordu.sevgilisi:
-kapıdaki kim? dedi.
adam.
-a gönüller alan, kapıdaki sensin.
sevgilisi.
-mademki bensin, gel, içeriye gir.ev dar iki kişi sığmıyor, dedi.'
NEYİ ARIYORSAN SEN; O'SUNDUR.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
14 asır öncesini hatırlatıyor.sevgili peygamberimiz hz.muhammed (s.a.v) ve o'na tabi olarak yaşayan eşsiz sahabesini...
bugün bir adım daha yaklaştık hep beraber...