Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • imf29.08.2003 - 16:16

    Türkiye'de büyüyen dev: İşsizler ordusu


    Türkiye'de işsizler ordusuna her gün yüzlerce kişi katılıyor. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) 'nin açıkladığı verilere göre 2 milyon işsiz bulunuyor. Ancak yapılan araştırmalar, gerçek işsizlik oranının yüzde 18 olduğunu ve her 5 kişiden 1'inin işsiz kaldığını gösteriyor. Çalışabilir nüfus içindeki işsiz sayısı 3.5 milyonu buluyor. Eksik istihdam dikkate alınmadan belirlenen açık işsizlik oranı 2002 başında yüzde 12'ye yaklaşırken 2002'nin ikinci çeyreğindeki canlanmayla yüzde 10'lara düştü.


    İktisatçı Mustafa Sönmez'in eksik istihdam da dikkate alınarak yaptığı hesaplamaya göre, işsizlerin yüzde 22'sini işten çıkarılanlar, yüzde 21'ini de hiç işi olmamış gençler oluşturuyor. Kadınların işgücüne katılma oranı yüzde 23 ve işi olanların yüzde 76'sı erkek, yüzde 24'ü kadın. Krizde yüzde 12'ye yaklaşan işsizlik oranı kadınlar arasında yüzde 18'i aştı. Üretimin yapılmadığı koşullarda işsizliğin azalmasının söz konusu olmayacağını biliyoruz. Yüzde 12'yi bulmuş işsizlik oranını her yıl yarım puan azaltmak, en az yüzde 6'lık büyüme gerektiriyor. Bu, Türkiye ekonomisinin sürekli ve istikrarlı büyüme sürecine geçmesi gerektiği anlamına gelir. IMF programlarıyla dışa bağımlılığı derinleştiren hakim sınıflar, halkın sırtına 210 milyar doları aşan iç ve dış borç kamburu yüklemişlerdir. Bu koşullarda bu ölçüde bir büyüme ölçeği yakalanamayacağı gibi, işzilik ve sefalet artacaktır. İşçi ve emekçiler açısından ağır geçecek bu süreçte çözüm ezilen halk kitlelerinin örgütlenmesinde, kendi iktidarlarını oluşturma mücadelesinden geçmektedir.

    http://www.devrimcidemokrasi.org/guncel/2002/Sayi-2/emek3.htm#2
    kaynak:65.122.110.233/webs/ekonomi/referaslar.asp

  • imf29.08.2003 - 16:14

    KÜRESEL SİSTEMDE BORÇ KRİZİ - YOKSULLUK ve IMF

    Kaan Öğüt

    Uluslararası Para Fonu IMF, Dünya Bankası ile birlikte,1944 yılında toplanan Bretton Woods konferansında kurulmuştur. Başlıca amacı uluslararası para sisteminin düzenli bir biçimde işlemesini sağlamak ve üye ülkelerin dış ödeme güçlüklerinin çözümüne katkıda bulunmaktır. IMF'ye üye ülkeler aynı zamanda Dünya Bankası'na da üyedirler. Her iki kuruluşun merkezi de Washington D.C.'dedir. (Seyidoğlu 1996)

    IMF'nin görevinin ödeme güçlüğü çeken ülkelere yardımcı olmak olarak belirlenmesine karşılık borç sorunu yaşayan ülkelerin nasıl bu duruma geldiklerini sorgulamadığı görülüyor. Krugman borçlanma sorununun kaynağını açıkça gösteriyor.1973'ten sonra gelişmekte olan ülkelere uygun faizle verilen borçlar, gelişmiş ülkelerdeki kazanç kar hadlerinin düşmesi ve OPEC'in cari hesap fazlasının ekonomide yeniden kullanılma ihtiyacı ile hız kazandı.1970'ler boyunca gelişmekte olan ülkeler yurtdışından borç alarak üretimlerini ve harcamalarını yüksek büyüme hızlarında sağlayabildiler. Ağır borçlanma ikinci petrol krizinden sonra sorunlara yol açtı. Ağustos 1982'de Meksika'nın artık kredi aldığı ülkelere planlı takside bağlanmış geri ödemelerini yapamayacağını açıklaması gelişmekte olan ülkelere borç vermeyi yavaşlatışına neden oldu (Krugman) . Bundan kısa bir süre sonra Brezilya ve Arjantin de aynı duruma düştüler,1983'ün ilkbaharına kadar 25 dolayında azgelişmiş ülke uluslararası bankalara olan borçlarının üçte ikiye yakın kısmını ödeyemediler (Seyidoğlu,2001) .

    Aynı dönemde temel madde fiyatlarının düşmesi, dış ticaret hadlerinin aleyhe dönüşü ve gelişmiş ülkelerde korumacılık duvarlarının giderek yükseltilmesi, yeni sanayileşen ekonomilerin ciddi bir finansman sorunuyla karşılaşmalarına yol açmıştır (Sönmez) . Yine aynı dönemde doların değerinin ülke paralarına göre artması, gelişmekte olan ülkelerin genelde dolarla ifade edilen borçlarının gerçek yükünü artırdı (Hatiboğlu) . IMF'nin bir rolü de ülkelerin dış borçlarını daha iyi yönetebilmelerine katkıda bulunmak, dış borçların çeşitlendirilmesi için teknik yardım sağlamak, borç alan ve kredi veren ülke ve finans kuruluşları arasında işbirliğini geliştirmektir (Apak 1993) .

    IMF ve DB'nin işlevini anlayabilmek için 1970'lerdeki ekonomik bunalımla ilişkilendirmek faydalı olacaktır. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri doğası gereği emperyalist - sömürgeci bir karaktere sahip. Dolayısıyla düştüğü her ekonomik bunalımdan, bunalımın faturasını azgelişmiş ülkelere çıkararak kurtulmayı bilmiştir. ABD başta olmak üzere gelişmiş dünya kendi yaşadığı krizi kolayca dışlayabiliyor. Kendini krize girer hissettiği zaman dünyayı kendisine göre biçimlendiriyor.1970'lerden günümüze gelen süreçte mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve tüm gelişmekte olan ülkelerin bu sürecin içine sokulması bunun örneği. Çünkü eğer Batı'da fon biçiminde oluşan büyük çaplı sermaye, sistem içinde kalsa getirisi düşecek, batacak; oysa böyle bir açılım sermayeye bütün dünyayı kapsayan açık pazarlar sunuyor. (Kazgan) Batı'nın 1970'lerdeki bunalımdan kurtulmak için bir seçeneği kalıyordu. Yeni - sömürge ülkelerden kaynak transferini hızlandırmak. Bu amaçla söz konusu ülkeler için de teoriler geliştirildi. Bu teoriler, ithal ikameci büyüme modelinin, dolayısıyla, korumacılığın kötülüklerini diline dolamıştı. Bu olumsuzluğun alternatifi de dışa dönük model olabilirdi. Böyle bir strateji önermenin çok açık iki gerekçesi vardı. Birincisi, kriz koşullarında korumacılık ve tarife dışı uygulamaların da etkisiyle iyice daralan Batı pazarından pay almak isteyen bu ülkeler arasındaki rekabeti daha da kızıştırmaktı. Bu ihraç ürünlerinin fiyatlarını iyice düşürecekti. İkinci önemli nedeni, borç ödemelerini güvence altına almaktı. (Başkaya 1995

    ) Mısırlı iktisatçı Samir Amin'in IMF hakkındaki yorumu şöyle; 'IMF tıpkı öteki Bretton Woods, kurumu Dünya Bankası gibi gerçekleştirdiği müdahalelerde ABD'ye tam bir denetim sağlayacak biçimde tasarımlanmıştır. Keynes tarafından savunulan Dünya Merkez Bankası seçeneğinin reddiyle ABD kendine bağımlı, üzerinde daha etkili olabileceği daha güçsüz bir kurumu yeğlemiştir. IMF'nin hedefleri tanımlamakta gerçek bir yetkisi yoktur. Fon daha çok G7 tarafından tanımlanan stratejilerin yürütücüsüdür'. (Amin,1999)

    Gelişmekte olan ülkeleri etkileyen başlıca ekonomik kararların çekim merkezi olan IMF ve DB demokratik olmayan karakterleri, saydam olmayışlarının, dogmatik ilkelerinin, fikir tartışmasında çoğulculuktan yoksun oluşları eleştiriliyor. Ve GATT anlaşmalarıyla kurulmuş olan WTO'nun IMF ve DB ile birlikte gelişmekte olan ülkeleri yönlendirirken gelişmiş ülkelerin gerektiğinde kendi aralarındaki anlaşmaları G7'de alabilecekleri söyleniyor (Chomsky,2000) .1980'lerin başından bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere (dış borçlarının yeniden görüşülmesinin bir koşulu olarak) dayatılan 'makro-ekonomik istikrar' ve 'yapısal uyum' programları yüz milyonlarca insanın yoksullaşmasına yol açtı. Yapısal uyum programları büyük oranda ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinin batışına katkıda bulundu. Yurtiçindeki alım gücü çöktü, kıtlıklar patlak verdi, sağlık klinikleri ve okullar kapandı, ilköğretim hakkı yüz milyonlarca çocuktan esirgendi. Reformlar, gelişmekte olan dünyanın çeşitli bölgelerinde verem, sıtma ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına yardım etti. (Chossudovsky,1999) IMF'nin Yapısal Uyum Programı'nın içeriği hemen her yerde aynıydı: Kamu harcamalarının, özellikle sosyal harcamaların kısılması; ücret artışlarının sınırlandırılması, hatta ücretlerin düşürülmesi; tarım ve sanayide desteklerin kaldırılarak iç fiyatların dünya düzeyine getirilmesi, iç pazarın dış rekabete açılması; yabancı yatırımcıları ve sermaye hareketlerini teşvik edecek yasal ve kurumsal reformların uygulanması; ihracatçının rekabet gücünü arttırmak için paranın sürekli devalüe edilmesi ve ihracatın vergi iadesi, teşvik vb. desteklenmesi. Kısaca tüm ekonomik kaynakların borç ödemek için döviz kazanmaya yönlendirilmesi, bu arada Batı ülkelerine yeni ticaret ve yatırım olanakları sunulması. (Yıldızoğlu,1996)

    IMF'nin ihracat teşvikleri yerel üreticiyi, iç pazarın değil dış dünyanın gereksinimine uygun tarım malları üretmeye zorladı, bu ise yerleşik ekonomiyi ve beslenme dengelerini altüst etti. Bu sırada ithalat serbestleştirildiği için gelişmiş ülkelerde çok yüksek verimlilikle üretilen hayvancılık ve tarım ürünlerinin ithal edilerek iç pazarda çok ucuza satılmasının yerel üreticiyi ve ekonomiyi tarumar etti. Bir sonuç, yerel tarımın yok olması, kendine yeterli ekonomilerin kısa zamanda besin ithalatçısı durumuna gelmesi ve böylece de dış kaynak/borç gereksiniminin artmasıydı. Bir diğer sonuç da, sınırlı sayıda ihracata yönelik ürünün üretiminin yaygınlaşması, ülke gelirlerinin dünya piyasasındaki döviz dalgalanmalarına endeksleşmesi ve bu arada örneğin ormanların Gana'da olduğu gibi birkaç sene içinde kesilerek satılması ile doğal dengenin tümü ile bozulması ve birbiri ardına gelen kuraklıklar, çölleşme ve açlık. IMF Yapısal Uyum Programlarının uygulandığı 1980'ler boyunca gelişmekte olan ülke halklarının geliri ortalama % 60 geriledi.1980'lerin başında bu programlar Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanmaya kalkıldığında sanayi tarumar oldu, işsizlik muazzam boyutlara ulaştı, yoksulluk önceki devlet kapitalisti dönem ile karşılaştırılamayacak düzeylere indi. Açlık, yoksulluk ve doğal felaketlerin, savaşların yanı sıra özellikle tüberküloz, kolera, bağırsak enfeksiyonları, AIDS, trahom gibi salgın hastalıkların yaygınlaştığı, ortadan kalktığı düşünülenlerin de tekrar hortlamaya başladığı görüldü. Küresel kuruluşlar ulusal ekonomilerin yeniden yapılanma sürecinde önemli bir rol oynuyor. GATT anlaşmasının imzalanması ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) kurulması küresel ekonomik sistemin gelişiminde önemli bir dönüm noktasıdır.

    WTO kuruluş tüzüğü, ulusal ticaret politikalarının 'denetlenmesi' gibi dünya ticaretinin uluslararası bankalar ve ulusötesi şirketler yararına düzenlenmesini de içeriyor. GATT anlaşması, özellikle yabancı yatırımlar, biyolojik çeşitlilik ve fikri mülkiyet hakları alanlarında, temel insan haklarını ihlal ediyor. Bir başka biçimde ifade edilirse, IMF, Dünya Bankası ve WTO'nun gelişmekte olan ülkelerin ekonomik politikalarının 'gözetim'ine dönük yakın işbirliğine dayanan yeni bir 'üçlü yetki paylaşımı' çıktı ortaya. IMF-Dünya Bankası reçeteleri yalnızca ülkeler düzeyindeki 'hukuken bağlayıcı' belgeler olmayan geçici kredi anlaşmaları aracılığıyla dayatılmıyor. Yapısal uyum programının pek çok maddesi (örneğin ticaret liberalizasyonu ve yabancı yatırım düzenine ilişkin olanlar) WTO anlaşmasının maddeleri sayesinde yerleşiklik kazandı. Söz konusu maddeler ülkelerin uluslararası hukuk çerçevesinde 'denetlenmesinin' ve ülkelere 'kredi alma koşulları' dayatılmasının temellerini oluşturdu.Aynı bütçe disiplini, devalüasyon, ticaret liberalizasyonu ve özelleştirme 'menü'sü, eşzamanlı olarak 100'den fazla borçlu ülkede uygulanıyor. Borçlu ülkeler ekonomik bağımsızlıktan, maliye ve para politikalar üzerindeki denetim haklarından vazgeçiyor.

    Ekonomik reformların doğası gerçek bir demokratikleşmenin önüne geçiyor. Uygulanmaları her zaman ordunun ve otoriter devletin desteklenmesini gerektiriyor. Caracas'taki IMF karşıtı isyanlar ekmek fiyatındaki % 200'lük artış sonucunda patlak vermişti. Erkek, kadın ve çocuklara ayrım gözetilmeksizin ateş edildi: Tunus, Ocak 1984: Ekmek isyanının başını çekenler yiyecek fiyatlarının artışını protesto eden genç işsizlerdi; Nijerya,1989: Öğrencilerin, Yapısal Uyum Programı karşıtı isyanı ülkedeki üniversitelerden altısının Silahlı Kuvvetler Komuta Konseyi tarafından kapatılmasına yol açtı; Tunus,1990: Hükümetin IMF destekli reformlarına karşı genel grev ve halk ayaklanması; Meksika,1993: Zapatista Kurtuluş Ordusu'nun Güney Meksika'daki Chiapas bölgesindeki ayaklanması; Rusya Federasyonu'ndaki protesto hareketleri ve 1993'te Rusya Parlamentosu'na saldırı.Yapısal uyum programları dört milyardan fazla insanın geçimini doğrudan etkiliyor. Yapısal uyum programının hayata geçirilmesi, tekil borçlu ülkelerin büyük bir bölümünde, makro-ekonomik politikanın, güçlü mali ve siyasal çıkar grupları adına hareket eden IMF ve Dünya Bankası'nın doğrudan denetimi altında 'uluslararasılaştırılmasını' sağlıyor. Söz konusu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçimi (bir tür 'piyasa sömürgeciliği') piyasa güçlerinin görünüşte 'tarafsız' etkileşimi aracılığıyla insanları ve hükümetleri ikinci plana itiyor.

    Uluslararası kredi kuruluşları ve çokuluslu şirketler dünya nüfusunun % 80'den fazlasının geçimini etkileyen bir küresel ekonomik tasarımın hayata geçirilmesi işini Washington merkezli uluslararası bürokrasiye emanet etmiş durumda. Yüzyılın bitiminde dünya nüfusunun yaklaşık % 15'ine sahip olan zengin ülkeler toplam dünya gelirinin % 80'ine yakınını kontrol ederken, üç milyarı aşan nüfuslarıyla dünya nüfusunun 'düşük-gelirli ülkeler' grubunu (Hindistan ve Çin dahil) temsil eden % 56'sı 1993 yılında toplam dünya gelirinin yaklaşık % 5'ini aldı. Dünya nüfusunun yaklaşık % 85'ini temsil eden düşük ve orta-gelirli ülkeler (eski 'sosyalist' ülkeler ve eski Sovyetler Birliği dahil) bir arada toplam dünya gelirinin yaklaşık % 20'sini alıyor. Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980'lerin başından bu yana % 60'dan daha büyük bir oranda geriledi. Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masraflar ile gelişmiş ülkelerdeki geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bulunmasına karşın, (yapısal uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırılması ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların 'dolarizasyon'una yol açtı. Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları giderek dünya piyasalarındaki düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının uluslararasılaşmasına ve tam olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına karşın, iki farklı 'emek piyasası' arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir başka deyişle, söz konusu küresel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği, zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik. Fiyatlar tekleştirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda. Uluslar arasındaki gelir eşitsizlikleri, ulusların içindeki toplumsal gelir grupları arasındaki aşırı büyük gelir eşitsizliklerinin üzerine biniyor. Çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde ulusal gelirin en az % 60'ı nüfusun üst % 20'lik diliminde yoğunlaşıyor.

    Eşitsizlikler,80'ler ve 90'lar boyunca, ulusal ekonomilerin yapısal uyum programı ile 'yeniden biçimlendirilmesi'nin ürünü olarak arttı.1970'lerde üçüncü dünya ülkelerinin çoğu, şimdi kendisinin de kabul ettiği gibi Dünya Bankası'nın tavsiyeleri ile ağır borç yükü altına girdiler. Bu ülkeler borç döngüsünden kurtulamıyorlar, çünkü ihraç ettikleri mallarına verilen fiyatlar gerçek değerde gerilemektedir. Ancak uluslararası örgütler bu ülkelere sürekli olarak (değerleri düşse de) ihracatı önermektedirler. Bu öğüt bir defa da sadece bir kaç ülkeye verilse geçerli olabilir. Düzinelerle borçlu halen ellerinde ne varsa ihraç ederek, daha fazla kazanmanın yolunu arıyorlar. Özellikle madenler, tropikal bitkiler, kereste, et ve balık olmak üzere doğal kaynaklar, IMF ve DB'nin üzerinde ısrar ettikleri dışsatım güdümlü gelişme modeli kaynakların yönetiminden çok (korunmaları hemen hiç gözetilmeden) madencilik gibi doğal kaynakların ihracına dayanıyor (Lang, Hines) . Mal bedellerinin uluslararasılaştırılmasıyla fiyatlar evrensel fiyatlara göre ayarlanırken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler OECD ülkelerindeki ücretlerden ortalama on ila 20 kat daha düşükler. İstikrar ve yapısal uyum politikalarının en büyük tahribatı eğitim ve sağlıkla birlikte sosyal planda ortaya çıkmıştır. AGÜ'lerde ciddi boyutlara ulaşan gelir bölüşümündeki eşitsizlik daha da artmıştır. 'Serbest' piyasa ekonomisine geçişi sağlayacağı iddia edilen politikalar ücretin ulusal gelir içindeki payını daraltırken, kâr ve rantın payı hızla genişlemiştir.

    Sübvansiyonlann azaltılması hatta tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının yukarı çekilmesi, fiyat denetimine son verilmesi sabit gelirli emekçi kesimler üzerinde olumsuz etkiler yaratırken, tasarruf eğilimi yüksek olan varsıl grupların ulusal gelirden aldıkları pay yükselmiş ve sonuçta bir rant ekonomisi yaratılmıştır. Altyapı alanında (içme suyu, kanalizasyon) kamu harcamalarının azaltılmasının dayatılması sağlık alanına ayrılan fonların azalmasıyla birleşince yıllarca önce kökü kazınmış kimi hastalıkların yeniden ortaya çıktığı görülüyor. Sağlık hizmetlerinin paralı olması dayatılıyor. Mali'de 1960 ve 1980 yılları arasında %23'lük bir düşüş gösteren bebek ölüm oranı 1980'den 1985 yılına kadar %26,5 oranında arttı. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası'nın ideolojisine göre yapısal düzenleme programının toplumsal bedeli, istenmeyen yan etkilerdir ve ekonomik modele isnat edilemezler. Toplumsal bedeller kısa vadelidir. Oysa ekonomik kazançlar uzun vadelidir (Toussaint) .

    Önümüzdeki sayıda uluslararası ekonomik sistemin iki önemli boyutunu, Asya Krizi deneyimlerinin ışığı altında uluslararası finans hareketlerinin azgelişmiş ülkelere etkileriyle, IMF'nin bu süreçteki rolünü ve WTO'nun azgelişmiş ülkelere serbest ticareti dayatırken gelişmiş merkez ülkelerin nasıl korumacılık yaptığını, WTO'nun IMF ve Dünya Bankası ile birlikte küresel sistemde oynadığı rolü tartışacağız.


    http://www.aydinlanma1923.org/sayi/35/35-06.htm
    kaynak:65.122.110.233/webs/ekonomi/referaslar.asp

  • imf29.08.2003 - 16:11

    IMF POLİTİKALARI YOKSULLAŞTIRIYOR

    İçinde yaşadığımız sistem büyük bir zenginliği küçük bir azınlığa sunarken büyük çoğunluğu ise açlık ve sefalete itiyor. Birleşmiş Milletler'in hazırladığı 1998 yılı İnsani Kalkınma Raporu, dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğinin korkunç boyutlara eriştiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünyanın en zengin üç işadamının (Bill Gates, Paul Allen, Werren Buffet) servetlerinin toplamı 48 ülkenin milli gelirine eşit hale geldi. Zenginlerin dünya gelirinden aldıkları pay yüzde 70'den yüzde 85'e çıkarken yoksulların payı Yüzde 2.3'ten yüzde 1.4'e geriledi. Zenginle yoksul arasındaki 30 katlık fark 60 katına çıktı.

    Gelir dağılımında yaşanan bu bozulmanın temel nedeni şimdi Türkiye'de de dayatılan IMF, Dünya Bankası kaynaklı ekonomik politikalardır. Emperyalist sistemin önemli kuruluşlarından olan IMF ve Dünya Bankası özellikle yoksul ülkelerin sınırlı kaynakların batılı sermayedarlara aktarılması ve böylece bu ülkelerde yoksulların daha kötü koşullara düşmesine neden olmaktadır.


    Kapitalizmin barbarlığını gözler önüne seren IMF Dünya Bankası uygulamalarının en çarpıcı güncel örneklerden biri Mozambik. Geçen ay bir sel felaketi ile karşılaşan Mozambik'te en az 1000 kişi öldü,1 milyondan fazla insan evsiz kaldı. Buna karşın Mozambik IMF ile imzaladığı yapısal uyum programı çerçevesinde her hafta 1.4 milyon dolarlık dış borç geri ödemesi yapıyor. Sel nedeniyle oluşan yaraların sarılması için kullanılabilecek bu para, 'yoksul ülkelere yardım etmek' söylevi ile ortaya çıkan IMF, Dünya Bankası ve batılı bankerlerin cebine akıtılıyor. Mozambik'in her yıl ödediği dış borç eğitime yatırdığı paranın 8, sağlığa ayırdığı paranın ise 16 katı. IMF ve Dünya Bankası'yla yapılan anlaşmalar gereği Mozambik hükümeti kamu harcamalarını kıstı, gıda maddelerinin fiyatlarına uyguladığı desteği kaldırdı ve 900'ün üzerinde kamu kuruluşunu özelleştirdi. Sonuç ortada, Mozambik'te doğan her dokuz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor. IMF ve Dünya Bankası ise acımasız harcama kesintileri ve özelleştirme taleplerine devam ediyor. Bu kurumlar, fakir ülkeleri kalkındırmayı bırakın daha da fakirleştiriyor. IMF ve Dünya Bankası'nın asıl amacı mümkün olan en fazla zenginliği yağmalamak ve kendi konrolleri altına almak.

    Bu kuruluşların Türkiye ekonomisine etkisi de yoksulluğu artırıcı yönde. Türkiye tarihinde başarıyla uygulanabilen tek IMF programı olan 24 Ocak 1980 istikrar paketi bunun en çarpıcı kanıtı.

    IMF paketi öncesi 1979'da Türkiye'de gerçek işçi ücretleri 100 iken 1989'a gelindiğinde bu rakamın 68.8'e düştüğünü görüyoruz. Memur maaşları ise aynı 100'den yıllarda 53.3'e düşüyor.24 Ocak kararları öncesi Türkiye'nin dış borç geri ödemesi 1.1 milyar dolarken bu rakam 1983'te 3.3 milyar dolara çıktı. Yine 24 Ocak öncesi dış borç faiz ödemesi 600 milyor dolarken üç yıl içinde 1983'te bu rakam 1.1 milyar dolara çıktı. Şu anda Türkiye'nin dış borçları 100 milyar doları aşmış durumda.
    Bu istatistiklere baktığımızda memur-işçi ücretleri düşerken dış borç ödemelerinin arttığını rahatça görebiliyoruz. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların önerdiği politikalar yoksulların yaşam standartlarını düşürüp, sosyal devlet anlayışını yok ederken zengini daha zengin yapıyor.

    Bu nedenle Türkiye yönetici sınıfı IMF politikalarını uygulamaya çok hevesli. Ama bu politikalar bizler için daha fazla açlık, daha fazla sefalet anlamına geliyor.
    Bu gidişe dur demek isteyen muhaliflerin IMF'ye karşı mücadelesi sürüyor. Bir çok ülkede 16 Nisan'da Washington'da IMF ve Dünya Bankası'nın yapacağı toplantıyı protesto gösterileri inşa ediliyor. Biz de Türkiye'de bu protestoların bir parçası olmalı IMF ve onun yaratıcısı kapitalizme karşı mücadele etmeliyiz.


    http://www.antikapitalist.net/yeni/makaleler/imfyok.html
    kaynak.65.122.110.233/webs/ekonomi/referanslar.asp

  • imf29.08.2003 - 16:03

    IMF POLİTİKALARININ ÇEŞİTLİ ÜLKELERDEKİ SONUÇLARI

    Enerji Yapı Yol Sendikası Yayın Kurulu tarafından hazırlanmıştır.

    IMF Yapısal Uyum Programlarını uygulayan ülkeler arasında yapılan araştırmalar, hiç bir ülkenin bu programı uygulayarak bir ekonomik büyüme kaydetmediğini, aksine ekonomik krizler yaşadığını gösteriyor. Bu ülkelerde, ekonomide tam bir istikrarsızlık hakim olmuş, kamu harcamaları kısılmış, ücretler dondurulmuş, ulusal paraları değer kaybetmiş, kişi başına düşen milli gelir gerilemiş, sefalet ve yoksulluk hakim olmuştur.

    IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük ekonomik krizler yaşarken, neden hala bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini bu yönde planlamaktadırlar? Bunun nedeni dünyada artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin oluşmasıdır. Kısacası artık ülkeler IMF'ye bağımlı hale gelmişlerdir.1947'den 1989'a kadarki dönemde altı ülke IMF'den 30 yıldan fazla,24 ülke 20-29 yıl arası ve 47 ülke 10-19 yıl arası bir süre yardım talebinde bulunmuşlardır. Borçlar, bir ülkenin kalkınması ve ödemeler dengesini düzeltmek için değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak amacıyla verilmektedir.

    Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin 1965'den 1995'e kadarki ekonomik büyümesi incelenmiştir. Araştırma sonuçları ilginçtir: Bu ülkelerden 48'i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32'si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14'ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür.

    Büyük ölçüde ABD emperyalizminin denetiminde olan IMF ve DB, 'yapısal uyum programları' ve bu programları dayatmanın yolu olan 'krediler' aracılığıyla azgelişmiş ülke halklarını sefalete ve emperyalistlere giderek artan bir bağımlılığa sürükledi. Uygulanan ekonomik programlar bu ülkelerde dış borç sarmalına ve mali krizlere neden oldu. IMF, bir ahtapot gibi her ülkeye yayılmış durumda. İşte bu ülkelerden bazı örnekler:

    Afrika kıtası felaketin eşiğinde

    DB tarafından yayınlanan bir rapor, Afrika ülkelerinin çoğunun,40 yıl öncesine göre çok daha geride olduklarını gösteriyor. Emperyalistlerce kışkırtılan savaşların pençesindeki kara kıtadaki 48 ülkenin toplam yıllık geliri, Belçika'nın yıllık gelirini ancak geçiyor.

    Mozambik

    Dünya Bankası ve IMF tarafından 'önerilen' politikalarla, maun cevizi işleme sektörü tamamen yok edildi. Ham cevize uygulanan ihracat tarifelerinin kaldırılmasının ardından, çoğu kadın 10 bin işçi, işini yitirdi.

    Zaire (Demokratik Kongo Cumhuriyeti)

    ABD ve Fransa emperyalizmi tarafından desteklenen diktatör Mobutu Sese Seko,35 yıllık iktidarının son dönemlerine kadar IMF kredileriyle beslendi. Ülkeye verilen yüzmilyonlarca dolar kredi Mobutu'nun kişisel servetine aktı ve IMF,1982 yılında bu durumu 'resmen' öğrenmesine rağmen yardıma devam etti. Zaire halkı Mobutu'yu devirdi. IMF ise diktatöre akıttığı 'borçları' şimdi halktan istiyor.

    Çad/Kamerun

    İnsan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı iki Afrika ülkesi olan Çad ve Kamerun hükümetleri, bugünlerde Dünya Bankası'ndan akan yüzmilyonlarca doların keyfini çıkarıyor. Banka, iki ülke arasında yapılması planlanan petrol boru hattı için 3.5 milyar dolar destek sağlamış durumda.1000 kilometrelik hattı inşa edecek şirketler ise, ABD'li Exxon-Mobil ve ortakları Chevron ile Petronass. Boru hattı, çok önemli orman, su kaynakları ve kıyı bölgelerini tahrip edecek.

    Benin

    1993'te uygulanmaya başlanan yapısal uyum programları nedeniyle, ülkenin odun ihracatı 6 yıl içinde 4 kat arttı ve bu yükü kaldıramayan topraklar çoraklaşmaya başladı.

    Doğu Avrupa ve SSCB'de Batan Deney

    IMF,1989-91'de Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmasıyla dünyanın bu parçasına da kendi iradesini dayatma fırsatı buldu. Bu ülkeler, IMF ve DB temsilcileriyle yeni-liberal ekonomistleri kurtarıcı mesihler olarak gördüler ve IMF stili 'şok terapi' bütün Doğu Avrupa'ya, Rusya'ya ve eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin çoğuna uygulandı. Batı medyası 'ekonomik mucizeler' olacağını haber veriyordu. Ancak bunun tam tersi gerçekleşti. Her yerde üretim azaldı. Neo-liberal deneyi uygulayan en büyük ülke olan Rusya'da üretim yarı yarıya düştü. Aynı şey Ukrayna, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ın başına geldi.

    Rusya

    Rus halkı, IMF programlarıyla ilk kez 1992'de tanıştı, ancak yoksullukta diğer halklara 'yetişmekte' gecikmediler.1996 yılında, ülkenin ulusal geliri yarı yarıya düşmüştü. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı, aynı sürede 2 milyondan 60 milyona fırladı. Erkeklerde ortalama ömür 65.5'ten 57'ye düştü. Uzmanlar, böylesi bir felakete, dünya tarihinde savaş veya büyük bir doğal felaket dışında rastlanmadığını belirtiyorlar. Büyük bir hızla gerçekleştirilen özelleştirmeler ile bir 'özelleştirme mafyası' doğdu. Çeteler ve mafya örgütlenmeleri mantar gibi çoğalarak, iktidar ve medyayı tamamen kontrolleri altına aldılar.

    Bolivya

    IMF'nin bir diğer kurbanı olan Bolivya'da, tarım ürünleri ihracatı 1980'lerde rekor düzeyde arttı. Bu 'mucize artış'ın istatistiki sonuçları ise 1990 yılında alındı: Yoksulluk sınırının altında yaşayan köylülerin oranı yüzde 95'e fırladı. IMF, DB ve DTÖ politikaları sayesinde;

    - Yabancı şirketlerin verimli toprakları ele geçirmesine olanak tanındı. Toprakları ellerinden alınan çiftçiler, ölümcül heyelanlara açık bayırlarda tarım yapmaya veya ormanları yakıp kendilerine alan açmaya zorlandılar. Çoğu köylü, şehirlere göçtü.
    - Küçük çiftçilere verilen devlet desteği kesilirken, tarımda tekelleşme hızlandı. Tarım alanında sendikalaşma, devlet baskısıyla önlendi.
    - Yabancı tekeller, yerli halklar tarafından yüzlerce yılda geliştirilen tarım tekniklerinin patentini aldılar.
    - Tamamen ihracata dayalı tarım politikaları, kimyasala bağımlı tarım tekniklerini geliştirdi. Toprak zehirlendi.

    KOLOMBİYA

    IMF ve DB politikaları nedeniyle Kolombiya tarihinin en büyük krizini yaşıyor. İşsizlik oranı %19'a çıktı. Geçen yıl IMF ile imzalanan 2,7 milyon dolarlık kredi anlaşması ise özelleştirmenin hızlandırılmasını, maaşların dondurulmasını ve zaten yetersiz olan sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesini gerektiriyor.

    GUYANA

    DB ve IMF'nin dayatmaları sonucu, bugün ülkenin kesilebilir ormanlarının yarısı yabancı tekellere ait.

    GUATEMALA

    Dünya Bankası,1982 yılında, ABD destekli Guatemala diktatörlüğüyle işbirliği yaparak Chixoy Barajı'nın yapımını destekleyeceğini ilan etti. Barajın önündeki tek engel, Rio Negro köyüydü. Köylüler topraklarından çıkmayı reddedince, ordu birlikleri çoğu kadın ve çocuk 400 köylüyü katletti. DB, katliamla ilgili sessizliğini uzun süre korudu. Kamuoyu baskısı sonucunda 1996'da açılan iç soruşturma ise, banka yönetiminin aklanmasıyla sonuçlandı.

    El Salvador

    El Salvador'un telefon şirketinin özelleştirilmesi; gizli anlaşmalar, yüzde 400'lük konuşma zamları, ölüm tehditleri ve işçi haklarının ihlal edilmesiyle, tam bir 'Dünya Bankası uygulaması örneği' oldu.

    4000 işçisi bulunan telefon şirketi ANTEL, çok kârlı bir kamu işletmesiydi. Ancak kasıtlı olarak kurumun başına getirilen rüşvetçi yöneticiler, kısa zamanda zengin olurken şirketi de batma noktasına getirdiler. İşçi sendikası, verimliliği artırmak için özelleştirme yerine, ANTEL yönetiminin görevden alınması gerektiğine ilişkin bir kampanya başlattı. Ancak Dünya Bankası'nın tercihi özelleştirme idi. Büyük bir medya propagandasına rağmen, sendikanın yaptığı referandumda, halkın yarısından çoğu özelleştirmeye karşı çıktı. ANTEL yönetimi ise, güçlü bir sendikanın 'potansiyel müşteri'leri kaçıracağını söyleyerek,1998'de 72 sendika liderini işten attı. Hemen ardından, Toplu İş Sözleşmesini tanımadığını ilan etti. Şirket, DB'nin destğiyle, El Salvadorlu bir holding ile Fransa Telekom tarafından oluşturulan konsorsiyuma devredildi. 'Halka ucuz hizmet götüreceği' iddia edilen özelleştirmeden bir süre sonra telefon ücretlerine yüzde 400 zam yapıldı. DB, şimdi de sağlık sisteminin tamamen özelleştirilmesi için bastırıyor.

    Meksika

    1994-1995 yıllarında yüksek enflasyon ve rezervlerin erimesi nedeniyle IMF'den kredi aldı.IMF programına karşın ülkede pek çok işyeri kapandı, yoğun işten çıkarmalar yaşandı. Meksika'da bugün gelir adaletsizliği ve yoksulluk sürüyor ve gün geçtikçe artıyor.ü

    HAİTİ

    DB ve IMF, hükümetin asgari ücreti artırmasını önlediler. Ardından, kârlı kamu kuruluşlarının derhal özelleştirilmesini istediler. IMF baskısıyla, özellikle eğitim ve sağlık alanındaki kamu harcamaları yüzde 50 oranında azaltıldı. Böylece, rekor düzeyde öğretmen ve sağlık görevlisi açığı bulunan, ortalama ömrün erkeklerde 49, kadınlarda 53, okuma yazma oranının yüzde 45, bebek ölümlerinin neredeyse yüzde 10 olduğu Haiti, 'piyasanın insafına' terk edildi.

    Güney Kore

    50 yıl boyunca işçi ve emekçilerin kan ve teri üzerinden dev bir sanayi kuran Güney Kore sermayesi,1997'de patlak veren Asya ekonomik krizi ile, o güne dek kaydettiği bütün sınai-teknolojik ilerlemeleri kaybetti. Japonya'nın ardından, bir de iyice gelişen Güney Kore sanayisi ile rekabet etmek istemeyen ABD, fırsatı iyi değerlendirdi. Krizi bitirmek bahanesiyle ülkeye akıtılan 30 milyar dolarlık dev IMF kredisinin karşılığı, ülke tarihinde görülen en ağır 'yapısal uyum paketi' oldu. Bu kuralları harfiyen uygulayan Güney Kore hükümeti, iki yıl içinde ülkeyi adeta bir harabeye çevirdi. Ekonomi küçülür, halkın alım gücü büyük ölçüde düşerken, yüzbinlerce işçi işten atıldı. Neredeyse ABD ile rekabet edecek duruma gelmiş Koreli şirketler, başta otomotiv sektörü olmak üzere, emperyalist tekellerin eline geçti. Benzer 'yapısal uyum' programları Asya krizinin etkilediği tüm bağımlı ülkelerde uygulandı.

    Endonezya

    1980'lerin sonunda Tayvan ve Güney Kore'de gelişen işçi hareketi, uluslararası tekelleri kısmen de olsa 'başka arayışlara' yöneltti. ABD'li spor malzemesi şirketi Nike de, 'maraton ayakkabılarını' giyerek Endonezya'ya koştu. ABD tarafından desteklenen Suharto diktatörlüğü, ülkeyi tam bir 'işçi cehennemi'ne çevirmişti. DB ve IMF de, yabancı tekellere ucuz işgücü sağlama garantisi karşılığında, devlete bol bol kredi sağlıyorlardı. Bu elverişli koşullar altında faaliyete geçen Nike patronlarının, işçilerin hak alma mücadelesini bastırmak için diktatörlükle el ele vererek çok sayıda işçi önderini öldürtüp cezaevine attırdığı belirtiliyor.1997 krizi vurduğunda ise durum daha da kötüleşti ve Nike'ı ülkede tutmak için, işçi ücretleri günde 2.46 dolardan 1 dolara düşürüldü. IMF'nin 'yapısal uyum programı'nın devreye girmesiyle, Güney Kore benzeri gelişmeler yaşandı. Ancak program, halk direnişiyle karşılandı ve çıkan ayaklanma sonucu, diktatör Suharto devrildi. Nike ise, uygulamalarına karşı başlatılan ve giderek güçlenen uluslararası kampanya karşısında zor anlar yaşıyor.

    ABD

    Yapısal uyum programları, gelişmiş ülkelerde de emekçilerin aleyhine oldu. 'Kemer sıkma uygulamaları' nedeniyle,1998-99 yıllarında sadece çelik sektöründe 10 bin işçi sokağa atıldı. Bunun en büyük nedenlerinden biri, azgelişmiş ülkelerden gelen ucuz çelikti.

    2001 Ocak ayında ise 33 milyon nüfusuyla ülkenin en kalabalık eyaleti olan Kaliforniya eyaletinde elektrik üretim ve dağıtım şebekelerinde serbest rekabet ortamı yaratılmasına yönelik özelleştirmenin acı yüzü büyük bir fiyaskoyla ortaya çıktı. Kaliforniya eyaletinde enerji tekelleri arasında aylardır süren serbest rekabet kavgası, tüm çabalara karşın sona erdirilemeyince enerji krizi patlak verdi. Eyalette halk, II. Dünya Savaşından bu yana ilk kez mumlara saldırdı. Hayat durma noktasına geldi ve birçok bölgeye saatlerce elektrik verilemedi. Bankaların para çekme makineleri çalışmadı, fabrikalar üretime ara verdi. Trafik ışıklarının çalışmaması yüzünden onlarca trafik kazası oldu. Eyalette olağanüstü hal ilan edilirken, sistemin tümden çökmesi Kanada'dan elektrik alınarak önlenebildi.

    TÜRKİYE: IMF'nin yeni örneği

    Yıllardır IMF ve Dünya Bankası'nın örnek olarak gösterdiği Güney Kore, Tayvan gibi 'mucize ekonomiler' 1990'ların sonunda büyük krizlere girdiler. Eski doğu bloku ve Latin Amerika ülkelerindeki uygulamaları da tam bir fiyaskoya dönüşen IMF şimdi yeni bir 'mucize örnek' yaratmak istiyor. Bunun için de Türkiye'yi bir laboratuvar gibi kullanıyor.

    Ülkemizde yıllardır uygulanan IMF politikaları sonucunda 1999 yılında iç borçlar 18 katrilyon liraya ulaşmış, dış borçlar 110 milyar doları bulmuştur. Faizlerin bütçe içindeki payı 1992 yılında 18,2 iken,1999 yılında %43'e çıkmıştır.1999 yılında sayıları 4600'ü bulan yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye'de sayılarının hızla artması rastlantı değildir. Ülkede IMF politikaları ile gittikçe geriletilen ücretler ve baskı altına alınan işçi hak ve özgürlükleri onlara uygun ortam sağlamıştır.

    IMF ne istiyor?

    2000 yılında uygulanmaya başlayan istikrar programı uyarınca emeklilik yaşı yükseltildi, özelleştirmelere hız verildi, ücret artışları enflasyonun altında tutuldu, en adaletsiz vergiler artırıldı, ek vergiler koyuldu. Önümüzdeki yıllarda da kıdem tazminatlarının kaldırılması, en kârlı KİT'lerin satılması, büyük kamu bankalarının özelleştirilmesi, çiftçilere devlet desteğinin kaldırılması, sosyal güvenliğin özel sektöre açılması, SSK hastanelerinin ticari işletmelere dönüştürülmesi planlanıyor.

    IMF'nin ısrarla istediği özelleştirmeler bizleri daha da yoksullaştırıyor, güçsüzleştiriyor. Bugüne değin özelleştirilen 128 kuruluşta çalışan sendikalı her 10 işçiden 8'i işten atıldı, bu işyerlerinde sendikasızlaştırma oranı yüzde 72 oldu. Özelleştirmeler nedeniyle toplam 400 bin işçi işinden oldu.

    Gelir dağılımı

    Türkiye'nin en zengin 650 bin kişisinin gelirleri 30 milyon kişinin gelirleri toplamından daha fazla. İki grup arasındaki 236 katlık bir gelir uçurumu var.1994'de DİE'nin yaptığı araştırmaya göre nüfusun en alttaki yüzde 20'lik bölümünün toplam gelirden aldığı pay yüzde 4.9 iken en üstteki yüzde 20'lik bölümün payı yüzde 54.9. Uzmanların hepsi bu eşitsizliğin son 7 yılda daha da arttığı görüşünde.

    Faiz bütçesi

    Bizlerden 2001 yılında toplanacak vergiler yine faiz ödemeleri olarak kullanılarak bankacılara aktarılacak. Devlet bütçesinden harcanan her üç liranın bir lirasından fazlası faiz ödemeleri için kullanılacak. Bu para sağlık için harcanacak paranın 13, eğitim için harcanacak paranın 4.25 katı.

    IMF'nin dostları kim?

    IMF politikalarının uygulandığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de küçük bir azınlık çok mutlu. Borçların, yoksulluğun, işsizliğin artması onları etkilemiyor, tam tersine uygulanan bu politikalar nedeniyle hızla devasa bir zenginliğe ulaşıyorlar. Bundan 20 sene önce sıradan bir zengin olan Mehmet Emin Karamehmet (Çukurova Holding, Yapı Kredi, Türkcell'in sahibi) bugün dünyanın en zengin 29'uncu kişisi olarak Bill Gates'le yarışıyor. Sakıp Sabancı (52'inci) , Rahmi Koç (82'inci) ve Ayhan Şahenk (132'inci) dolar milyarderleri listesinin ön sıralarına doğru tırmanıyorlar. IMF politikaları büyük bir çoğunluğu yoksullaştırırken bir avuç yönetici ve patronun ceplerini dolduruyor.

    Türkiye bugüne kadar toplam 18 Standby anlaşması yaptı. Son Stand-by anlaşmasından sonra IMF'ye döret kez niyet mektubu verildi. Bu mektuplarda neyin ne zaman yapılacağı taahhüt edildi. Örneğin 18.12.2000 tarihli niyet mektubunda hükümet;

    · Telekomun %33,5'nun özelleştirme ihalesinin duyurusunun 14 Aralık 2000 tarihinde yapılacağı ve Mayıs 2001 tarihinde kazanan şirketin açıklanacağı,
    · THY'nin hissesinin %51'inin satışının Mart 2001 tarihine kadar tamamlanacağı,
    · Elektrik sektörünün yabancı sermayeye tümden açacak olan 'Elektrik Piyasası Kanunu'nun,14 Aralık 2000 tarihine kadar meclise sunulup, Ocak ayında bu yasanın çıkarılacağı,
    · Tekelin özelleştirilmesini sağlayacak yasanın Şubat ayında çıkarılacağı,
    · Kamu Bankalarının özelleştirme stratejilerinin Kasım 2000 ayına kadar oluşturulacağı
    sözünü verdi.

    Aralık 1999'da imzalanan son Stand-by anlaşmasının üzerinden daha bir yıl geçmişken, mali durumu düzelteceği ilan edilen bu politikalar ülkeyi çok ağır bir kriz içine soktu.19 Şubat 2001'de meydana gelen bu kriz sonucunda, emeği ile yaşayanların yaşama hakkından %50 çalındı, hükümet, işverenler ve medya tarafından yere-göğe sığdırılamayan ekonomik program yerle bir oldu.

    Hükümet şimdi, Dünya Bankası'ndan atadığı bir uzmanın hazırladığı 'ulusal program'la herşeyi düzelteceğini iddia ediyor ve toplumdan destek istemeye devam ediyor.
    IMF ile hazırlanan ve 'ulusal' olduğu öne sürülen 'yeni' ekonomik program daha önceden saptanan tüm hedefleri yeniden düzenliyor. Yeni programın hedeflediği enflasyan rakamı % 45 / 49,7. Ulusal gelirin %2 küçülmesini öngören program, kamuda küçülmeyi de beraberinde getiriyor. Bu programa göre;

    - Ek Bütçe çıkarılacak
    - Memurlara enflasyon farkı oluştukça zam verilecek
    - Kamu işçisi enflasyon hedefinin altında zamlara razı edilecek
    - Kamu bankaları tek bir çatı altında toplanıp, kısa sürede özelleştirmeye çalışılacak
    - Kamuda resen emeklilik ve erken emeklilikler yapılacak
    - KİT'lerde personel sayısı azaltılacak
    - Telekom'un %51'inin blok, kalanının halka arz ve çalışanlara satılması yoluyla, tamamının satılması için yasal değişiklik yapılacak
    - THY, Tekel, Şeker Fabrikaları gibi, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın sorumluluğunda bulunan kamu kuruluşlarının özeleştirilmesi hızla tamamlanacak
    Görüldüğü gibi program ne 'yeni', ne de 'ulusal'.

    KAYNAK: Enerji Yapı Yol Sendikasının Web Sitesi. http://www.eyysen.org.tr
    65.122.110.233/webs/ekonomi/referanslar.asp

  • imf29.08.2003 - 15:59

    Gelişmekte olan ülkeler ve IMF

    Muhammet Akdiş

    Bilindiği gibi IMF,1944 yılında Amerika'nın New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında toplanan, kasaba ile aynı adı taşıyan uluslararası konferansın sonucunda kurulmuş iki kurumdan (diğeri Dünya Bankası) birisidir. Kuruluşunu takip eden yıllardan itibaren de uluslararası parasal işbirliği, döviz kurlarının istikrarı, dünya ekonomileri üzerindeki gözetim, denetim, teknik ve parasal yardım işlevlerini sürdürmektedir.

    IMF'nin gelişmekte olan ekonomilere yönelik politika önerileri ve stand-by anlaşmasına ön şart koyduğu ekonomik tedbirler ise uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar özellikle 1997 yılında gerçekleşen Güneydoğu Asya krizinden sonra daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü reel ekonomilerinde hiçbir sorunları olmayan ve IMF'nin de övgülerine muhatap olan bu ekonomiler, hiçbir öngörü ve ikaz olmadığı halde krize yakalanmışlardır. IMF yönünden işin daha vahimi ise, gözetleme ve uyarma görevini zamanında yapmayan IMF'nin, kriz olduktan sonraki bütün politikalarının krizdeki ülkeleri değil, bu ülkelere para yatıran yabancı yatırımcıları korumaya yönelik olmasıdır.


    Güneydoğu Asya krizini takip eden Rusya krizi, Brezilya krizi ile yakın zamanlarda ortaya çıkan Arjantin krizi de IMF öneri ve politikalarının daha şiddetle eleştirilmesine yol açmıştır. Özellikle Dünya Bankası eski başdanışmanlarından Nobel ödüllü Joseph Stiglitz'in IMF'yi hastalarını tek tek öldüren doktora benzetmesi ilginçtir. Aynı iktisatçı IMF telkinlerinin ülkedeki baş aşağıya gidişi hızlandırmaktan öteye bir anlam taşımadığını da belirtmektedir. ABD'li ünlü ekonomi dergisi Forbes'ın uluslararası finans yazarı ve Türkiye'deki krizi üç ay önceden bilen iktisatçı olarak tanınan Prof. Steve Hanke de, Türkiye'nin IMF politikaları ile değil, kendi politikaları ile kurtulacağını ifade etmektedir.


    Benzer bir yaklaşım da yine Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Merkez Bankası eski danışmanı olan Prof. Dani Rodrik'ten gelmektedir. Rodrik, 'Gelişmekte olan ülkelerdeki IMF reçeteli liberal ekonomi modellerinin verimli olmadığını gördük. Büyümeyi sağlamak kolay değil. Yapısal reformlar gerekiyor. Ekonomik canlanma olmadan makro ekonomik dengeler yerine oturmaz. Türkiye sadece IMF reçetelerini uygulamak değil, kendi çözümlerini bulmalı.' demektedir. Aynı düşünceler 1997 yılında büyük bir kriz geçiren ve şu anda toparlanma sürecinde olan Güney Kore, Endonezya, Malezya yetkililerince de ifade edilmektedir. IMF politikalarını harfiyen uygulayan Türkiye'deki 22 Kasım ve 21 Şubat krizleri, bu krizler sonrasında uygulamaya sokulan ve önceki ile tamamen ters politikalar, yani sabit kurdan dalgalı kura geçiş, şu andaki kırılgan yapı, geçmişteki 17 stand-by düzenlemesi, IMF politikalarının ülkemizdeki başarısı konusunda da yeterli güveni vermemektedir. Bu eleştiriler arasında IMF'nin ABD politikalarının uygulayıcısı konumuna geldiğini ve uluslararası finansal sistemin gözetleyicisi ve düzenleyicisi konumundan uzaklaştığını söyleyen görüşler de bulunmaktadır. Özellikle IMF'nin kuruluş aşamasında tartışılan 'Keynes Planı'nın önericisi meşhur J.M. Keynes'in IMF ve Dünya Bankası'nın Washington'da kurulmasına karşı çıkarak bunların New York'ta kurulmasını istediğine işaret edilmektedir. Keynes'e göre eğer bu kurumlar Washington'da kurulacak olursa uluslararası kuruluş olma fonksiyonlarını zaman içinde yitirecekler ve Amerikan yönetiminin bağlı kuruluşları haline geleceklerdir. Amerikan Hazine Bakanı Vinson da 'Hayır, ABD'nin öngörüsü de, bu kuruluşlar esas New York'ta kurulurlarsa uluslararası finans çevrelerinin etkisinde kalırlar ve beklenen fonksiyonlarını icra edemezler.' noktasındadır. Ancak geçen zaman nerede ise Keynes'i haklı çıkarma durumuna gelmiştir.


    Peki IMF neden çok tenkit edilen politika ve uygulamalarını bütün dünyada aynı kararlılıkla sürdürmektedir? Pek çok ülkede başarısız olmasına rağmen kendi politikalarını gözden geçirme gereği duymamaktadır? Bunun en önemli sebebi IMF'nin konumu ile ilgilidir. IMF, ülkelerin kalkınmasından sorumlu bir kuruluş değildir. Onun amacı ülkeye verdiği kredilerin ödenmelerini sağlamak ve garantörlük yaptığı uluslararası fonların geri dönüşlerinde problemlerle karşılaşılmasını önlemektir. Bu da bir ülkenin büyümesi ile değil, küçülmesi ile gerçekleşmektedir. Yani büyüyen ekonomi kaynak tüketir, açıkçası para yer; küçülen ekonomi ise tasarruf yapar ve borç öder. Bu nedenle de IMF ülkelerin kemer sıkmasını, talebi bastırmasını, küçülmesini ister. Ancak bu geçici bir durumdur. Çünkü, üretimi artmayan, reel geliri yükselmeyen bir ekonominin uzun dönemde borçlarını da ödemesi mümkün değildir.


    Görüldüğü gibi ülkelerin kalkınma talebi ile IMF'nin borçların geriye dönüşünü sağlama düşüncesi birbiri ile örtüşmemektedir. Bu nedenle 18. stand-by ile ilgili teftişlerin yapıldığı şu günlerde ülke tercihleri ile IMF tercihlerinin optimalinin yakalanmasına çalışılması gerekmektedir. Büyümenin eksi % 9'lara indiği, kayıtlı işsizliğin % 8,5'lere çıktığı, ihracatın can çekiştiği, bütçe açığının büyüdüğü ve ekonominin gaz sıkışmasına uğradığı bir dönemde enflasyonla mücadele ve yapısal düzenlemelerle ilgili tüm kazanımları geri döndürecek bir süreç ne kadar yanlış olacaksa, IMF taleplerine kesin ve tartışmasız bağlılık da o derece yanlış olacaktır. IMF'nin katı politikalarında yumuşama gerçekleştirememek ileride hazin sonuçlar da doğurabilecektir.

    http://www.zaman.com.tr/2002/05/26/yorumlar/yorum2.htm

  • ilm-i ledun29.08.2003 - 15:32

    KÂNÛNİ SULTAN SÜLEYMÂN HAN
    ve YAHYÂ EFENDİ MENKIBESİ

    Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi'nin bir evliya mürşid olduğunu, Hızır Aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini istermiş.

    Bir gün Yahyâ Efendi ve Kânûnî, kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahyâ Efendi yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi'nin ahbâbı, devamlı Kânûnî'nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyormuş. Kânûnî bu hâli fark edince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; 'Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz' diye uzatmış. O zât yüzüğü alıp, evirip çevirdikten sonra, denize atıvermiş. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etmişler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân'a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük varmış. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayrete düşmüşler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş. Kânûnî, Yahyâ Efendi'ye dönerek; 'Ağabey, neler oluyor? ' diye sormuş; 'O gördüğünüz Hızır Aleyhisselâm idi' cevâbını vermiş Yahyâ Efendi. Kânûnî bunun üzerine; 'Bizi niye tanıştırmadınız? ' diye sorunca, Yahyâ Efendi şöyle cevap vermiş; 'O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız'.

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml

  • osmanlı29.08.2003 - 15:28

    FATİH SULTAN MEHMED MAHKEMEDE

    İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum;

    Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:

    'Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.'

    Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır; yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen şey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.

    'O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani' diyor.

    Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor.

    Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:

    'Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne? '

    Anlatıyor adam derdini 'İşte' diyor. 'Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti'. diyor.

    Bizim Osmanlı diyor ki: 'Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabı görür'.


    'Yani' diyor 'ne demek istiyorsun? ' (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) Adamcağız hiç inanamıyor; ama 'Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.' diyor. Kadıya müracaat ediyor.

    Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisab etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.

    Deniyor ki: 'Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, , Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı mısın? '

    Rum, şaşkın şaşkınPadişah'a bakıyor, inanamıyor, sonra 'Tabi razıyım. Razı olmaz mıyım? O padişah' diyor.

    Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki:

    'Benden beyt'ül mal'ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata.'

    Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,

    'Padişahım şu ana kadar ben, Allah'ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer' diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml

  • osmanlı29.08.2003 - 15:23

    KÂNÛNİ SULTAN SÜLEYMÂN HAN
    ve YAHYÂ EFENDİ MENKIBESİ

    Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi'nin bir evliya mürşid olduğunu, Hızır Aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini istermiş.

    Bir gün Yahyâ Efendi ve Kânûnî, kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahyâ Efendi yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi'nin ahbâbı, devamlı Kânûnî'nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyormuş. Kânûnî bu hâli fark edince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; 'Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz' diye uzatmış. O zât yüzüğü alıp, evirip çevirdikten sonra, denize atıvermiş. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etmişler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân'a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük varmış. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayrete düşmüşler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş. Kânûnî, Yahyâ Efendi'ye dönerek; 'Ağabey, neler oluyor? ' diye sormuş; 'O gördüğünüz Hızır Aleyhisselâm idi' cevâbını vermiş Yahyâ Efendi. Kânûnî bunun üzerine; 'Bizi niye tanıştırmadınız? ' diye sorunca, Yahyâ Efendi şöyle cevap vermiş; 'O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız'.

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml

  • osmanlı29.08.2003 - 15:20

    PREVEZE DENİZ SAVAŞI
    ve BARBAROS HAYRETTİN PAŞA


    Andrea Dorya yaptığı hesaplamaların sonunda görüyor ki; o mevsimde kendisi rüzgarı arkadan alacak, mutlaka Osmanlı donanmasını perişan edecek. Andrea Dorya'nın gemileri Osmanlı'nın 3 katı. Askeri de bununla paralel olarak gene 3 katı; ama Andrea Dorya sinirli, Andrea Dorya zaferden emin degil, huzursuz.

    Osmanlı'yı tanımayanlar ona diyorlar ki;
    -Neden bu kadar huzursuzsun? Onların 3 katı askerin var. Rüzgarı da arkadan alacağın kesin. Gemilerin de yüksek bordalı. Onları duman edersin.

    Andrea Dorya;

    -Beni düşündüren bir husus var. Onlar Osmanlı, ölüme koşuyorlar, bunu anlayamıyorum. Şehit olmak diye bir şeyden bahsediyorlar. Herkes savaşta ölmeye koşuyor. Bizim aramızda böyle insanlar yok.


    Savaş başlıyor. Sabahleyin rüzgarı arkadan alan Andrea Dorya'nın donanması, Osmanlı donanmasını perişan ediyor. Çok şehit veriyoruz; ama öğleden sonra herşey değişiyor. Bu sefer Osmanlı donanması rüzgarı arkadan almaya başlıyor ve ortalık kararana kadar Andrea Dorya'nın işi bitiriliyor. Osmanlı donanması galip geliyor. Acaba Osmanlı nasıl galip gelmişti biliyor musunuz?


    Barbaros Hayrettin Paşa sabaha kadar uyumamış ve Allahû Tealâ'ya, Allah'ın bir evliyası olarak demiş ki: 'Ya Rabbi! Ben i'lay-ı kelimetullah için savaş veriyorum. Şanım artsın diye, onları öldüreyim diye, onlara hakim olayım diye değil. Onlara adalet götüreyim diye savaş veriyorum. Böyle olup olmadığını sen benden daha iyi bilirsin. Eğer öyle değilse benim emanetimi al, öyleysem bana yardım et.'


    Allahû Tealâ Barbaros Hayrettin Paşa'ya buyurdu ki: 'Gemilerin bordasına 'Allah rüzgarları dilediği zaman başka istikametlerden estirir' âyetini yaz.'.

    Bütün donanma gemilerine, bütün donanmaya yazıldı. O gece şafak sökmeden evvel, savaş başlamadan evvel bütün donanmaya yazıldı. 'Allah rüzgarları dilediği zaman başka istikametlerden estirir.' Öğlene kadar tabiat hükmünü inzal etti. Andrea Dorya'nın donanması rüzgarı arkadan aldı, saldırısını tamamladı ve çok şehit verdik. Çok insan Allah'ın yanında en mümtaz yerini aldı şehit olarak; ama öğlenden sonra Allahû Tealâ Barbaros Hayrettin Paşa'ya verdiği sözü tuttu ve rüzgar Osmanlı donanmasının arkasından gelmeye başladı. Bunun neticesi de Osmanlı'nın zaferi kazanmasıydı.

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml

  • osmanlı29.08.2003 - 15:19

    KARDEŞİM SİFTAHINI YAPMADI

    İstanbulda Kapalıçarşı'nın yanında alelade bir dükkan... Sabah namazını kılan bir adam dükkana girerek
    raftaki bir malı gösteriyor: 'Şunu istiyorum' diyor.
    Ama dükkanın sahibi diyor ki;

    ' Satılık değil.'

    Adam diyor ki:

    'Yaa kardeşim dükkanını açmışsın, bunu rafa koymuşsun, ben de gelmişim, buna ihytiyacım var. Sana paranı veriyorum, bu malı ver diyorum, neden vermiyorsun? '
    Neden vermediğimi söyleyeyim diyor adam:
    - Bak, şu karşıda bir dükkan var ya!
    - Var
    - O dükkana gidersen, bu malın aynı orda da var. Ondan al.
    Adam diyor 'Hayır'.
    - Buradan almak istiyorum, neden oradan alacakmışım?
    - Çünkü ben siftahımı yaptım; ama o kardeşim daha siftahını yapmadı.

    Adam bunun üzerine lazım geleni yapmış. Gitmiş öteki dükkandan alacağını almış. Yabancı olan bir kişi, Osmanlı'nın bu standartlarına şaşırırmış. Şimdi düşünün zamanımızda bir adam müşterisi gelmiş, ona diyecek ki; 'Ben sana satmıyorum hadi git öteki dükkana'...
    Köprülerin altından ne kadar çok sular geçmiş hissedebiliyor musunuz?

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml