Efendim her şeyden evvel şu, iftira ve hakâretlerle süslenen, allanan-pullanan yalan rivâyetlerinizden mürekkeb hikâyelerde saçma ve dahi sapan -boş atayım belkim dolu tutar zihniyetiylen- yazan zât’a sü’âl olunur ki; amacınıza yönelik ürettiğiniz ve cümle-i âleme neşrettiğiniz mesnetsiz şâyialarla bezeli hikâyyelerinizden ne vâkit vezgeçeceksiniz..şahsımı, istihkâr bir dil ilen, yalanlarınız ilen, dolanlarınız ilen harâbiyete, mağlubiyete, utandırıcı hâllere terk edilmiş göstermek ve vâhim hâle düşürmek amacındaki gayretiniz; aslında hakikâti cü’retkârâne bir sûrette tahrîf etmek maksadında olduğunuzun ve de bunu ne içün yaptığınızın siz de benim ve de herkes gibi farkındasınız…-sus inkâr eyleme, farkındasın diyorsam farkındasın- (iç sesim) :)
şahsımı böyle bir ittihâm altında bulundurmak ise son derece çığırtkan ve ihtirasla dolu bir adaletsizliğe düşürmektedir, görmez misin a zâlim kul...bir kış günü sarayımızın kapısını çalan ve merhamet edilip bahçevâna evlâdlık olarak verilen bi-çâre sen değil misin allah’ın gâribânesi… lânet olsun sarayımıza geldiğin güne :)
neden sebep müstahâk görürsün bana bu acz oyunları, yalanları, dolanları ve dahi bu zûlmü… yalan hikâyeler ihtira eden dillerin tutula :)
Öteden beri; ‘muzmer’ olan kin-u adâveti ahz-ı intikam içün irtikâb edilmiş bir hareket olduğunu, daha evvelde belirttiğim gibi derinliklerinde barındırdığı fesâdlıktan ötürü sırf muvaffakiyetlere mazhâr olamayım deyu bu zulm-i sarîhi irtikâb eylediğini düşünüyorum…efendim bu hep böyleydi; şuan aramızda geçen münâkâşada bile hasis menfaatleri içün doğruyu kendinden bile saklamaktadır…ancak istediği kadar yalan hikâye üretsin efendim, ne fayda…şöyle ki, hayâlât-ı fâsideye düşmeksizin doğruluğu görmek ve bunları ifşâ etmek için cesâretli bir yürek olması lâzım gelir... demem o ki, ve o yürekte bende var; sen havanda su dövmeye ede dur :)
Bir de reçete lûtfetmiş zât-ı âlileri, hem de olmadık derde..kezâ olsa bile bu ne cûret âzizim, niye ben ölmüşmüyem? ..niye benim icâzetim yok mudur; allah’ın alelâde tabâbeti…kaldı ki, ’’yarım hoca dinden, yarım hekim candan eder’’ miş ;)
efendim bakmayınız siz bu gâribânenin acz-ü hiyânetine ve inkâr çabalarına…hiç unutmam bir gün, sene 1924 :) mâbeynin kapısından has bahçeye çıkmış idim, eteklerimi süre-süre, salınaraktan güllerin arasından havuza doğru arz-ı endâm ediyordum ki, bir ses duydum…bu garib-i gurebâ peşimde her zamanki gibi…yine benim içün yeni bestelettiği bir eseri mırıldanmakta, kısa donuna bakmadan haspam ;) …ömrümce hep adım adım/her yerde seni aradım/ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım/kenarlarda köşelerde/kadehlerde şişelerde/ben kalbimden başka yerde/inan seni bulamadım… efendim daha nasıl ifâde edebilirim, anlayınız işte; şu eserin derûnunda akan vahşi mûsîkiye bakınız ;)
el-not: bana ait olan ve dahi en samimi hislerimi, en sahih şekilde ihtiyât ve itinâ ilen neşrettiğim canım paragraflarımı çalmayınız âzizim…niye senin kalemin yok mu, allah’ın kabiliyetsizi ve dahi allah’ın hırsızı ;)
kelime anlamı 'Müzik evi' yani; 'seslerin evi' anlamına gelir..
1917'de kurulan ilk musiki okulunun adıdır. daha sonra cumhuriyetin kurulması ile 1923'te adı 'istanbul belediye konservatuarı' olarak değiştirilmiştir. 1986 yılında ise kurum 'istanbul üniversitesi devlet konservatuarı' adını almıştır..
Efendim, daha evvel neşredilmiş, münâkaşa sahasına dökülmüş mes’eleler üzerinde dâr’ül elhân’da daha fazla konuşmak istemiyorum… ben bir başka odada izâhlarımı dercetmeye devam edeceğim :)
Kendimi bildim bileli sesin peşinden koştum… bir yaprak hışırtısı, bir nehrin dingin akıntısı.. kimselerin bilmediği enstrümanların büyülü tınısı.. bu merakla dokundum tellere.. ve duyduğum her sesin bir karşılığı olsun istedim bağlamamın tellerinde... uzağı yakın kılan, onu biz yapan geniş ve verimli ovalarda, hiç bilmediğimiz ağaçlarla kaplı gür ormanlarda insanlığın var oluşuyla harmanlanmış müziğin çağrısını duyabilmektir.. bir şey söyleyeceksem hayatım hakkında; beni ben yapan sadece peşinden koştuğum sesin aksidir…
Efendim, pek değerli mûsîki-şinâsların yetiştirildiği dar’ül elhân’ın mâzisinde, demâdem ve dahi her dem, çenesi ishale gark fiyakalı’nın anlattığı gibi kat’iyyen aslı ve de astarı olmayan rivayetler sâhih olmamakla birlikte; gerek ehl-i ilim, gerekse edeb ve dahi gerekse ehl-i akıldan yoksun tek bir sanatçı çıkmadı pek mümtâz okulumuzdan…anlatılan hikâyyenin ve rivâyetin tek kelimesinin dahi sahih olmadığını, tamamının külliyen yalan ve iftira olduğunu tarafımdan bilgilerinize arz ederim…
Efendim, dün gibi hatırlarım bundan yaklaşık 8 sene evvel yani sene 1928 idi :)
Fî- yakalı gâribesinin el-gururu incinmesin deyyu bir evvelki hikâyemde yer vermemiş idim; ammavelâkin müsâdeniz ilen izâh-ı merâm içün bazı tafşîlâtların lüzûmu gerekir artık…vaktiyle her şey, karlı ve fekât ileriki yıllarda nankörlüğünden de anlayacağımız üzere kârsız bir gün sarayımızın kapısını çalan, bu, bî-çâre fî-yakalı garibânesinin paşa babamın el-vicdânının elvermeyip bir emir ilen sarayımızın bahçevânı olan zebbîlli hikmet efendi’nin himâyesine evlâtlık olarak verilmesi ilen başlamıştı…lâkin nereden bilecek idik efendim, bu nankör fî-yakalı’nın ve dahi ne yazık ki gaddar-i bî-inşâf’ın gerek sarayımızı, gerekse dar’ül elhân’da ve hâttâ tebâbet mektebimizde hûsûmet, fitne ve fesât çıkaracağını...
bknz: besle kargayı, oysun gözünü
paşa babam el-vicdânından ve adâletli oluşundan mütevellid, hangi alanda tahsil göreceksem sırf bu gâribâne kendini ayrı tutulmuş, yalnız hissetmesin deyyu gittiğim tüm mekteblere bu fî-yakalıyıda gönderdi…lâkin ne tabâbet mektebinde, ne de dar’ül elhân’ da, derûnunda barındırdığı kıskançlık ve dahi fesâdlıktan ve de üzerinden silkünüp atamadığı zîllet ve meskenetsizliğinden başarıya vâkıf olamadı..alelâde bir tabâbet ve basid bir zurnacı oldu çıktı :)
Efendim, diyeceksiniz ki, peki neden yaptı bunları, neden iftira attı …neden bu acz-ü hiyânet..mazisini tarîfden de müstagnî olduğu üzere ne olabilir efendim, ne olabilir; sizi te’mîn eylerim ki kezâ ve kezâ kıskanıyordu Allah’ın gâribesi :) varın gerisini siz düşünün….evet efendim, pek tabi efendim ne yalan ne de entrikaya tenezzül etmem…zirâ, hukûkumuz tegayyür kabûl etmez bir hikmete müsteniddir…ve dahi kuvvetimiz kendimizden ibârettir…
Efendim netice-i kelâm; şahsıma yapılan iftira, hakaret ve yalan rivâyetlere karşın hak ve hürriyetimi istihsâle aşk-u şevkle, itina ile ve hulûs-i niyyetle korumuş buluyorum izâh ilen…
Bir de efendim unutmadan; bir ben uykusuz, bir ben huzursuz, bir ben çâresiz, bir ben sensiz…gel sen ne çektiğimi bir de bana sor, sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor, ak düşmüş saçlarımı tel tel sayarken bunca yıl nasıl geçti gel de bana sor diye devam eden ‘deli divâne’ isimli şarkıyı benim için bestelettiğini duymuşumdur vakt-i zamanında…vâh ilen..
Aman! kalsın efendim kalsın, bundan sonra adını kırk yılda bir anarım…âh ilen…
sanırım bu başlık daha uygun hikâyemiz için...
Efendim her şeyden evvel şu, iftira ve hakâretlerle süslenen, allanan-pullanan yalan rivâyetlerinizden mürekkeb hikâyelerde saçma ve dahi sapan -boş atayım belkim dolu tutar zihniyetiylen- yazan zât’a sü’âl olunur ki; amacınıza yönelik ürettiğiniz ve cümle-i âleme neşrettiğiniz mesnetsiz şâyialarla bezeli hikâyyelerinizden ne vâkit vezgeçeceksiniz..şahsımı, istihkâr bir dil ilen, yalanlarınız ilen, dolanlarınız ilen harâbiyete, mağlubiyete, utandırıcı hâllere terk edilmiş göstermek ve vâhim hâle düşürmek amacındaki gayretiniz; aslında hakikâti cü’retkârâne bir sûrette tahrîf etmek maksadında olduğunuzun ve de bunu ne içün yaptığınızın siz de benim ve de herkes gibi farkındasınız…-sus inkâr eyleme, farkındasın diyorsam farkındasın- (iç sesim) :)
şahsımı böyle bir ittihâm altında bulundurmak ise son derece çığırtkan ve ihtirasla dolu bir adaletsizliğe düşürmektedir, görmez misin a zâlim kul...bir kış günü sarayımızın kapısını çalan ve merhamet edilip bahçevâna evlâdlık olarak verilen bi-çâre sen değil misin allah’ın gâribânesi… lânet olsun sarayımıza geldiğin güne :)
Elbette baktınız daha evvel: ‘‘besle kargayı oysun gözünü’’, ’’merhametten maraz doğar’’
neden sebep müstahâk görürsün bana bu acz oyunları, yalanları, dolanları ve dahi bu zûlmü… yalan hikâyeler ihtira eden dillerin tutula :)
Öteden beri; ‘muzmer’ olan kin-u adâveti ahz-ı intikam içün irtikâb edilmiş bir hareket olduğunu, daha evvelde belirttiğim gibi derinliklerinde barındırdığı fesâdlıktan ötürü sırf muvaffakiyetlere mazhâr olamayım deyu bu zulm-i sarîhi irtikâb eylediğini düşünüyorum…efendim bu hep böyleydi; şuan aramızda geçen münâkâşada bile hasis menfaatleri içün doğruyu kendinden bile saklamaktadır…ancak istediği kadar yalan hikâye üretsin efendim, ne fayda…şöyle ki, hayâlât-ı fâsideye düşmeksizin doğruluğu görmek ve bunları ifşâ etmek için cesâretli bir yürek olması lâzım gelir... demem o ki, ve o yürekte bende var; sen havanda su dövmeye ede dur :)
Bir de reçete lûtfetmiş zât-ı âlileri, hem de olmadık derde..kezâ olsa bile bu ne cûret âzizim, niye ben ölmüşmüyem? ..niye benim icâzetim yok mudur; allah’ın alelâde tabâbeti…kaldı ki,
’’yarım hoca dinden, yarım hekim candan eder’’ miş ;)
efendim bakmayınız siz bu gâribânenin acz-ü hiyânetine ve inkâr çabalarına…hiç unutmam bir gün, sene 1924 :) mâbeynin kapısından has bahçeye çıkmış idim, eteklerimi süre-süre, salınaraktan güllerin arasından havuza doğru arz-ı endâm ediyordum ki, bir ses duydum…bu garib-i gurebâ peşimde her zamanki gibi…yine benim içün yeni bestelettiği bir eseri mırıldanmakta, kısa donuna bakmadan haspam ;) …ömrümce hep adım adım/her yerde seni aradım/ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım/kenarlarda köşelerde/kadehlerde şişelerde/ben kalbimden başka yerde/inan seni bulamadım… efendim daha nasıl ifâde edebilirim, anlayınız işte; şu eserin derûnunda akan vahşi mûsîkiye bakınız ;)
el-not: bana ait olan ve dahi en samimi hislerimi, en sahih şekilde ihtiyât ve itinâ ilen neşrettiğim canım paragraflarımı çalmayınız âzizim…niye senin kalemin yok mu, allah’ın kabiliyetsizi ve dahi allah’ın hırsızı ;)
saygı ilen
sevgi ilen
yâlân ve de dolân ilen :)
kelime anlamı 'Müzik evi' yani; 'seslerin evi' anlamına gelir..
1917'de kurulan ilk musiki okulunun adıdır. daha sonra cumhuriyetin kurulması ile 1923'te adı 'istanbul belediye konservatuarı' olarak değiştirilmiştir. 1986 yılında ise kurum 'istanbul üniversitesi devlet konservatuarı' adını almıştır..
yalaann :)
Efendim, daha evvel neşredilmiş, münâkaşa sahasına dökülmüş mes’eleler üzerinde dâr’ül elhân’da daha fazla konuşmak istemiyorum… ben bir başka odada izâhlarımı dercetmeye devam edeceğim :)
peki o halde yazanlar daha mı zekiymiş :)
ruha şifâ diyelim, buyurunuz:
Kendimi bildim bileli sesin peşinden koştum… bir yaprak hışırtısı, bir nehrin dingin akıntısı.. kimselerin bilmediği enstrümanların büyülü tınısı.. bu merakla dokundum tellere.. ve duyduğum her sesin bir karşılığı olsun istedim bağlamamın tellerinde... uzağı yakın kılan, onu biz yapan geniş ve verimli ovalarda, hiç bilmediğimiz ağaçlarla kaplı gür ormanlarda insanlığın var oluşuyla harmanlanmış müziğin çağrısını duyabilmektir.. bir şey söyleyeceksem hayatım hakkında; beni ben yapan sadece peşinden koştuğum sesin aksidir…
Kim istemez mutlu olmayı,
Ama mutsuzluğa da var mısın?
Cemal Süreyya
Efendim, pek değerli mûsîki-şinâsların yetiştirildiği dar’ül elhân’ın mâzisinde, demâdem ve dahi her dem, çenesi ishale gark fiyakalı’nın anlattığı gibi kat’iyyen aslı ve de astarı olmayan rivayetler sâhih olmamakla birlikte; gerek ehl-i ilim, gerekse edeb ve dahi gerekse ehl-i akıldan yoksun tek bir sanatçı çıkmadı pek mümtâz okulumuzdan…anlatılan hikâyyenin ve rivâyetin tek kelimesinin dahi sahih olmadığını, tamamının külliyen yalan ve iftira olduğunu tarafımdan bilgilerinize arz ederim…
Efendim, dün gibi hatırlarım bundan yaklaşık 8 sene evvel yani sene 1928 idi :)
Fî- yakalı gâribesinin el-gururu incinmesin deyyu bir evvelki hikâyemde yer vermemiş idim; ammavelâkin müsâdeniz ilen izâh-ı merâm içün bazı tafşîlâtların lüzûmu gerekir artık…vaktiyle her şey, karlı ve fekât ileriki yıllarda nankörlüğünden de anlayacağımız üzere kârsız bir gün sarayımızın kapısını çalan, bu, bî-çâre fî-yakalı garibânesinin paşa babamın el-vicdânının elvermeyip bir emir ilen sarayımızın bahçevânı olan zebbîlli hikmet efendi’nin himâyesine evlâtlık olarak verilmesi ilen başlamıştı…lâkin nereden bilecek idik efendim, bu nankör fî-yakalı’nın ve dahi ne yazık ki gaddar-i bî-inşâf’ın gerek sarayımızı, gerekse dar’ül elhân’da ve hâttâ tebâbet mektebimizde hûsûmet, fitne ve fesât çıkaracağını...
bknz: besle kargayı, oysun gözünü
paşa babam el-vicdânından ve adâletli oluşundan mütevellid, hangi alanda tahsil göreceksem sırf bu gâribâne kendini ayrı tutulmuş, yalnız hissetmesin deyyu gittiğim tüm mekteblere bu fî-yakalıyıda gönderdi…lâkin ne tabâbet mektebinde, ne de dar’ül elhân’ da, derûnunda barındırdığı kıskançlık ve dahi fesâdlıktan ve de üzerinden silkünüp atamadığı zîllet ve meskenetsizliğinden başarıya vâkıf olamadı..alelâde bir tabâbet ve basid bir zurnacı oldu çıktı :)
Efendim, diyeceksiniz ki, peki neden yaptı bunları, neden iftira attı …neden bu acz-ü hiyânet..mazisini tarîfden de müstagnî olduğu üzere ne olabilir efendim, ne olabilir; sizi te’mîn eylerim ki kezâ ve kezâ kıskanıyordu Allah’ın gâribesi :) varın gerisini siz düşünün….evet efendim, pek tabi efendim ne yalan ne de entrikaya tenezzül etmem…zirâ, hukûkumuz tegayyür kabûl etmez bir hikmete müsteniddir…ve dahi kuvvetimiz kendimizden ibârettir…
Efendim netice-i kelâm; şahsıma yapılan iftira, hakaret ve yalan rivâyetlere karşın hak ve hürriyetimi istihsâle aşk-u şevkle, itina ile ve hulûs-i niyyetle korumuş buluyorum izâh ilen…
Bir de efendim unutmadan; bir ben uykusuz, bir ben huzursuz, bir ben çâresiz, bir ben sensiz…gel sen ne çektiğimi bir de bana sor, sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor, ak düşmüş saçlarımı tel tel sayarken bunca yıl nasıl geçti gel de bana sor diye devam eden ‘deli divâne’ isimli şarkıyı benim için bestelettiğini duymuşumdur vakt-i zamanında…vâh ilen..
Aman! kalsın efendim kalsın, bundan sonra adını kırk yılda bir anarım…âh ilen…
Sevgi ilen
Saygı ilen
mecaz anlamda işkillenmek, telâşlanmak …
esasen, 'yağırı olan gocunur’.. tamamı ise: ‘Al kaşağıyı gir ahıra, yağırı (yarası) olan gocunur’ şeklinde söylenir…
yağırı ne peki: yük ve binek hayvanlarının sırtında semer ve eğerden dolayı açılan yara…
yanlışlığın, yolsuzluğun sorumluları aranırken, hatanın, yolsuzluğun sahibi telâşa kapılır mânâsına gelmektedir…
kaşınanı da kaşağılamak lazım gelir ;)
vesselâm
sanma ki bir aşığın iç yakan ağıtları sevgilinin kalbini çalar, mırıldandığı şarkı, ansızın gökten boşalan yağmur olsa; o, duymak istediğini duyar…