tüketim alışkanlıklarının esir aldığı, tüketme dışında başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen; mevcûdiyetlerinin hiçbir anlamı olmayan, irâdelerinin üzerine yatarak münzevileşmeyi tercih eden; hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayanlar…
Uyuyan bir kızın insanı böylesine perişan edebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi…
…. Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı ben de bilmiyorum… başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendime konuşuyordum… saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla, şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde, içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde ‘ Aşkımdan çıldırıyorum ‘ yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum…
….
… İnsanın aşkından ölmesinin dilde dilde hoş görülebilir şiirsel bir abartı olduğunu düşünmüşümdür hep… o akşam, bir kez daha kedisiz ve onsuz olarak eve döndüğümde, yalnızca insanın ölmesinin mümkün olduğunu değil, benim de böyle yaşlı ve kimsesiz bir halde aşkımdan ölmekte olduğumu anladım… ama aynı zamanda bunun tam tersi bir gerçeğin de geçerli olduğunun farkına varmıştım: yaşadığım kâbusun verdiği zevki dünyada hiçbir şeye değişmezdim… Leopardi’nin şarkılarını çevirmeye çalışırken on beş yıldan fazla zamanımı vermiştim ve ancak o akşam yürekten hissediyordum onları: Heyhat, bu aşksa, nasılda acı çektiriyor…
….
…. O günden sonra hayatı yıllarla değil, onyıllarla ölçmeye başlamıştım… ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım… altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu… yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu… her şeye rağmen, doksanıncı yaşamın ilk sabahı Delgadina’nın mutlu yatağında uyandığımda, hayatın Herakleitos’un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan….
Gabriel García Márquez / Benim Hüzünlü Orospularım
.... İçte yaşanan bir muhalefetin bir oyunudur bu… kalbe karşı bu muhalefetin akıldan veya gururdan geldiği sanılır… bence bu, kalbin kendi kendisine karşı müdafaasıdır… sevgilide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır… işte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır… kendini affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza…
‘aşıklara haber vermek isterim… Kalbin bütün meseleleri kalpte halledilir… çünkü bir hissin hakkından ancak başka bir his gelir… ümitsiz bir aşkın panzehiri nefrettir… fikirler ancak bu mukavemet hislerini yaratan tahrik ve telkin unsurlarıdır’…
kitap sayfalarını üst köşesinden kıvırmak, sayfaları ortadan ikiye katlamak, beğenilen, dikkat çeken cümlelerin altını renkli kalemler ile çizmek, sayfa kenarlarına not düşmek, hoyratça kullanıp hırpalamak, yırtmak, lekelemek ve hâttâ öfkeli bir ânda elimizdeki kitabı fırlatıp atmak gibi faşizan davranışlar hiç de tasvip edilmez…
kitap sayfası kıvırmak ise tamamen bir takıntı hâlidir… alternatif çözümler geliştirip ve önemlisi bu yöntemler denenmeye başlandığında bu takıntılardan sıyrılmak mümkün… değer verdiğimiz ve hâttâ sahip olduğumuz tüm eşyalara karşı itinâ göstermek lazım gelir… zirâ, bizimdir ve değerlidir… aracımızın ya da mobilyalarımızın bir yeri çizildiğinde nasıl iç geçiriyorsak, kitaplarımızı da kıymetini vererek okumak gerektiği önerilir…
efendim, sanıyor musunuz ki beste bunları yapıyor…. İtiraf ediyorum ki, bunların hiçbirini yapmıyorum :) sayfa köşelerini kıvırıyorum, dikkatimi çeken cümlelerin altını kurşun kalem ile yorum, kitabı bir fincan çay eşliğinde okuyorsam kimi zaman sayfanın orta yerine damlatıyorum, bazı paragraf başlarını renkli kalemle çizdiğim yıldızla taçlandırıyorum, o esnâda gelen bir telefon görüşmesi ile ilk sayfa kapağına (kimi zaman son) notlar alıyorum; anlayacağınız gayet keyifle ve özgürce okuyorum… kimine göre bu davranışlar kitaba saygısızlık olarak değerlendirilse de; ben, aksine kitaba verdiğim önem ve saygının böylesi özgür davranışlar sergileyerek de verilebileceği kanaatindeyim, kime ne…
eski kitap satın almayı çok severim meselâ… eski kitapları bulabilmek ya da okumadığım bir kitabı almak için sahaflara gitmeyi tercih ediyorum… sahaftan aldığım kitapları okurken aldığım haz çok daha başkadır… altı çizilmiş, kenarları işaretlenmiş cümleleri okurken benden evvel okuyan kişi hakkında psikolojik gözlemler yapabilmeyi tecrübe ettiriyor diyebilirim… ya da adını yazanlara rastlıyorsunuz; kimi zaman ise şekilsiz, alelâde yazılmış rakamlardan acele ile yazılmış olduğunu anladığınız telefon numaraları… sonra, merak ediyorsunuz okuduğunuz kitabın sizden evvelki sahibini… altı çizilmiş cümlelerden, sayfa kenarına alınmış notlardan, kitapla ilgisi olmayan ve genelde kitap kapağına gelişigüzel yazılmış yazılardan anlayabildiğiniz kadarı ile kitabın eski sahibinin az çok düşünce dünyasını anlayabiliyor, hayâli canlandırmalar yapabiliyorsunuz; bir ân, yaşanmışlıkların izleri ile dolu olan o sayfalar kitabın ilk sahibinin ruhunun derinliklerinin sahnelendiği beyaz bir perde oluveriyor gözlerinizin önünde… eski bir kitap ve sanki, yeni bir keşif; eski bir kitap, varlığından habersiz ve fakat düşsel ve psikolojik varlığı ile tanıştığınız yeni bir arkadaş…
İtiraf etmeliyim ki, yenilerine kıyasla sahaftan aldığım eski kitapların değeri ve okurken aldığım zevk kat be kat daha fazladır gözümde…
efendim, kişilik gelişimi ömür boyu devam etmesine rağmen en hızlı gelişmeler; bebeklik, çocukluk ve ergenlik çağında görülür ki bu, bireyde kalıcı izler bırakır; her ne kadar eğitim olumsuz etkilenmeleri terbiye etmeyi denese de çoğu zaman çevresel faktörler daha baskın olur ve kişide inanılmaz bir iç çatışma yaratır… bu iç çatışma da kişiyi yaşadığı toplumla uyumsuz hâle getirir ya da doğru anlaşıldığı takdirde kendisini ifâde eden, saygı gören biri hâline getirir…
bebeklik, çocukluk ve ergenlikte hâlledilemeyen sorunların ileri yaşlardaki etkilerine de kişilik çatışması diyoruz…
şimdi, bazı tiplerde görülen savunma mekanizmaları vardır… savunma mekanizmaları her koşulda elbette zararlı değildir… ama kişi alışkanlık düzeyinde bunlara başvuruyorsa, artık vaka hâline gelmiş kompleks dediğimiz aşağılık duygusu gelişir ki, bu kendini farklı biçimlerde yansıtır… meselâ, tüm dikkatlerin kendi üzerinde olduğunu hisseden, tüm gözlerin kendisini izlediğini sanan bir tür davranış bozukluğunun yol açtığı bir karmaşa vardır… yâni, ‘ben-merkezcilik’ dediğimiz olay…
efendim, tüm bu malûmatlardan da netice itibâri ile anlayacağımız gibi; aşağılık duygusu, psikolojik rahatsızlık hâli idir, kişiye göre değişen nedenlere dayanan bu kompleksli duygu bilinç, bilinçaltı, bilinçüstü dediğimiz bilincin bütününden bilinçli ya da kimi zaman bilinçsizce meydana çıkıveren dürtülerin tetiklenmesi ile gün yüzüne çıkıvermektedir… geçmişlerinin bir evresinde fikri devinimlerini oluşturamayan beceri, bilgi, üretkenlik ve kazanım girişimleri menfi yönde sonuç bulan kişilerin yaşamları boyunca, ne hazindir ki, muhtelif ortamlarda kendilerini yetersiz, değersiz, ezilmiş, verimsiz hissettikleri durumlarda bezginliklerini gizleyememelerinden dolayı ortaya çıkan bir ezilmişlik hâlet-i ruhiyesi idir…
efendim, hâl böyleyken, samimî ve dahi oldukça yerinde tespitlerimi ezilmişlik ve güvensizlik duygusunun etkisi ile istihfâfla karşılayanlarda işkenceye dönüşmesi hasebi ilen ruhsal çöküntüleri sonucu dayanılmaz ıstıraplarını anlıyor, elbette ki bu pek yerinde olan şaşmaz, yanılmaz tespitlerim isabet tâyin oluyor ki, tâ benliğinizden sarsıldığınızı, kökünüzün, topunuzun ağır bir sarsılma geçirmiş olduğunuzu görüyor, üzülüyor ve dahi bu, hâl-i pür melâlinize acıyor, ammavelâkin tüm iyi dilek ve dualarımla izliyorum…
biz, bu duruma psikolojide paranoid reaksiyonun diyoruz, şifâ ilen…
bu yazı, ellerini ovuşturarak beni takip eden hayranlarıma şifâ niyeti ilen ithâf olunmuştur…
tüketim alışkanlıklarının esir aldığı, tüketme dışında başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen; mevcûdiyetlerinin hiçbir anlamı olmayan, irâdelerinin üzerine yatarak münzevileşmeyi tercih eden; hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayanlar…
ay yüzlü..
ya da: mâhruyân...
'fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası? '...
Necip Fazıl
Uyuyan bir kızın insanı böylesine perişan edebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi…
…. Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı ben de bilmiyorum… başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendime konuşuyordum… saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla, şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde, içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde ‘ Aşkımdan çıldırıyorum ‘ yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum…
….
… İnsanın aşkından ölmesinin dilde dilde hoş görülebilir şiirsel bir abartı olduğunu düşünmüşümdür hep… o akşam, bir kez daha kedisiz ve onsuz olarak eve döndüğümde, yalnızca insanın ölmesinin mümkün olduğunu değil, benim de böyle yaşlı ve kimsesiz bir halde aşkımdan ölmekte olduğumu anladım… ama aynı zamanda bunun tam tersi bir gerçeğin de geçerli olduğunun farkına varmıştım: yaşadığım kâbusun verdiği zevki dünyada hiçbir şeye değişmezdim… Leopardi’nin şarkılarını çevirmeye çalışırken on beş yıldan fazla zamanımı vermiştim ve ancak o akşam yürekten hissediyordum onları: Heyhat, bu aşksa, nasılda acı çektiriyor…
….
…. O günden sonra hayatı yıllarla değil, onyıllarla ölçmeye başlamıştım… ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım… altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu… yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu… her şeye rağmen, doksanıncı yaşamın ilk sabahı Delgadina’nın mutlu yatağında uyandığımda, hayatın Herakleitos’un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan….
Gabriel García Márquez / Benim Hüzünlü Orospularım
.... İçte yaşanan bir muhalefetin bir oyunudur bu… kalbe karşı bu muhalefetin akıldan veya gururdan geldiği sanılır… bence bu, kalbin kendi kendisine karşı müdafaasıdır… sevgilide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır… işte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır… kendini affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza…
‘aşıklara haber vermek isterim… Kalbin bütün meseleleri kalpte halledilir… çünkü bir hissin hakkından ancak başka bir his gelir… ümitsiz bir aşkın panzehiri nefrettir… fikirler ancak bu mukavemet hislerini yaratan tahrik ve telkin unsurlarıdır’…
Peyami Safa / Yalnızız romanından…
kitap sayfalarını üst köşesinden kıvırmak, sayfaları ortadan ikiye katlamak, beğenilen, dikkat çeken cümlelerin altını renkli kalemler ile çizmek, sayfa kenarlarına not düşmek, hoyratça kullanıp hırpalamak, yırtmak, lekelemek ve hâttâ öfkeli bir ânda elimizdeki kitabı fırlatıp atmak gibi faşizan davranışlar hiç de tasvip edilmez…
kitap sayfası kıvırmak ise tamamen bir takıntı hâlidir… alternatif çözümler geliştirip ve önemlisi bu yöntemler denenmeye başlandığında bu takıntılardan sıyrılmak mümkün… değer verdiğimiz ve hâttâ sahip olduğumuz tüm eşyalara karşı itinâ göstermek lazım gelir… zirâ, bizimdir ve değerlidir… aracımızın ya da mobilyalarımızın bir yeri çizildiğinde nasıl iç geçiriyorsak, kitaplarımızı da kıymetini vererek okumak gerektiği önerilir…
efendim, sanıyor musunuz ki beste bunları yapıyor…. İtiraf ediyorum ki, bunların hiçbirini yapmıyorum :) sayfa köşelerini kıvırıyorum, dikkatimi çeken cümlelerin altını kurşun kalem ile yorum, kitabı bir fincan çay eşliğinde okuyorsam kimi zaman sayfanın orta yerine damlatıyorum, bazı paragraf başlarını renkli kalemle çizdiğim yıldızla taçlandırıyorum, o esnâda gelen bir telefon görüşmesi ile ilk sayfa kapağına (kimi zaman son) notlar alıyorum; anlayacağınız gayet keyifle ve özgürce okuyorum… kimine göre bu davranışlar kitaba saygısızlık olarak değerlendirilse de; ben, aksine kitaba verdiğim önem ve saygının böylesi özgür davranışlar sergileyerek de verilebileceği kanaatindeyim, kime ne…
eski kitap satın almayı çok severim meselâ… eski kitapları bulabilmek ya da okumadığım bir kitabı almak için sahaflara gitmeyi tercih ediyorum… sahaftan aldığım kitapları okurken aldığım haz çok daha başkadır… altı çizilmiş, kenarları işaretlenmiş cümleleri okurken benden evvel okuyan kişi hakkında psikolojik gözlemler yapabilmeyi tecrübe ettiriyor diyebilirim… ya da adını yazanlara rastlıyorsunuz; kimi zaman ise şekilsiz, alelâde yazılmış rakamlardan acele ile yazılmış olduğunu anladığınız telefon numaraları… sonra, merak ediyorsunuz okuduğunuz kitabın sizden evvelki sahibini… altı çizilmiş cümlelerden, sayfa kenarına alınmış notlardan, kitapla ilgisi olmayan ve genelde kitap kapağına gelişigüzel yazılmış yazılardan anlayabildiğiniz kadarı ile kitabın eski sahibinin az çok düşünce dünyasını anlayabiliyor, hayâli canlandırmalar yapabiliyorsunuz; bir ân, yaşanmışlıkların izleri ile dolu olan o sayfalar kitabın ilk sahibinin ruhunun derinliklerinin sahnelendiği beyaz bir perde oluveriyor gözlerinizin önünde… eski bir kitap ve sanki, yeni bir keşif; eski bir kitap, varlığından habersiz ve fakat düşsel ve psikolojik varlığı ile tanıştığınız yeni bir arkadaş…
İtiraf etmeliyim ki, yenilerine kıyasla sahaftan aldığım eski kitapların değeri ve okurken aldığım zevk kat be kat daha fazladır gözümde…
Perişan gençliğim üzgün bakıyor.
Kalbimi bir korku sarmış yakıyor.
Şimdi gözlerimden seller akıyor.
Hayat ne çabuk harcadın beni...
* link veremiyoruz efendim, umut akyürek'ten dinlenilesi bir eser...
efendim, kişilik gelişimi ömür boyu devam etmesine rağmen en hızlı gelişmeler; bebeklik, çocukluk ve ergenlik çağında görülür ki bu, bireyde kalıcı izler bırakır; her ne kadar eğitim olumsuz etkilenmeleri terbiye etmeyi denese de çoğu zaman çevresel faktörler daha baskın olur ve kişide inanılmaz bir iç çatışma yaratır… bu iç çatışma da kişiyi yaşadığı toplumla uyumsuz hâle getirir ya da doğru anlaşıldığı takdirde kendisini ifâde eden, saygı gören biri hâline getirir…
bebeklik, çocukluk ve ergenlikte hâlledilemeyen sorunların ileri yaşlardaki etkilerine de kişilik çatışması diyoruz…
şimdi, bazı tiplerde görülen savunma mekanizmaları vardır… savunma mekanizmaları her koşulda elbette zararlı değildir… ama kişi alışkanlık düzeyinde bunlara başvuruyorsa, artık vaka hâline gelmiş kompleks dediğimiz aşağılık duygusu gelişir ki, bu kendini farklı biçimlerde yansıtır… meselâ, tüm dikkatlerin kendi üzerinde olduğunu hisseden, tüm gözlerin kendisini izlediğini sanan bir tür davranış bozukluğunun yol açtığı bir karmaşa vardır… yâni, ‘ben-merkezcilik’ dediğimiz olay…
efendim, tüm bu malûmatlardan da netice itibâri ile anlayacağımız gibi; aşağılık duygusu, psikolojik rahatsızlık hâli idir, kişiye göre değişen nedenlere dayanan bu kompleksli duygu bilinç, bilinçaltı, bilinçüstü dediğimiz bilincin bütününden bilinçli ya da kimi zaman bilinçsizce meydana çıkıveren dürtülerin tetiklenmesi ile gün yüzüne çıkıvermektedir… geçmişlerinin bir evresinde fikri devinimlerini oluşturamayan beceri, bilgi, üretkenlik ve kazanım girişimleri menfi yönde sonuç bulan kişilerin yaşamları boyunca, ne hazindir ki, muhtelif ortamlarda kendilerini yetersiz, değersiz, ezilmiş, verimsiz hissettikleri durumlarda bezginliklerini gizleyememelerinden dolayı ortaya çıkan bir ezilmişlik hâlet-i ruhiyesi idir…
efendim, hâl böyleyken, samimî ve dahi oldukça yerinde tespitlerimi ezilmişlik ve güvensizlik duygusunun etkisi ile istihfâfla karşılayanlarda işkenceye dönüşmesi hasebi ilen ruhsal çöküntüleri sonucu dayanılmaz ıstıraplarını anlıyor, elbette ki bu pek yerinde olan şaşmaz, yanılmaz tespitlerim isabet tâyin oluyor ki, tâ benliğinizden sarsıldığınızı, kökünüzün, topunuzun ağır bir sarsılma geçirmiş olduğunuzu görüyor, üzülüyor ve dahi bu, hâl-i pür melâlinize acıyor, ammavelâkin tüm iyi dilek ve dualarımla izliyorum…
biz, bu duruma psikolojide paranoid reaksiyonun diyoruz, şifâ ilen…
bu yazı, ellerini ovuşturarak beni takip eden hayranlarıma şifâ niyeti ilen ithâf olunmuştur…
smileyyy smileyyy, smileyyy leyyyy….
ahh..!
min'el aşk..
min'el garaib...
min'el hüzün....
gözlerde olanından korkar, şahsımız...