Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • TUĞYAN05.10.2007 - 12:16

    TUĞYÂN / TAĞUT




    Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti

    İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler

    Siyasî Otoritenin Tuğyânı

    İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır

    Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı

    Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması

    Tâğut Kimdir?

    Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur




    'Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.' (2/Bakara, 15)




    Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti


    Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. 'Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi) de taşıdık.' (69/Haakka, 11) Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması caiz değildir. İnsanın değeri, Allah'a kul olması itibariyledir; onun için Rabbına itaatı ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah'a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8'i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.


    Tuğyan, istikametten bir sapmadır (11/Hûd, 112) . Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur'an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları 'tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller' olarak tanıtır. (Bkz. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186)


    İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür insanlar da Kur'an diliyle tâğîdir.


    Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar. (Bkz. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19)


    Ayetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.


    Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir. (79/Nâziât, 17, 21-24) Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. 'Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.' (11/Hûd, 112)


    Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: 'Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur.' (20/Tâhâ, 80-82)


    Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. 'Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.' (55/Rahmân, 8-9) Buradaki ölçü ve tartıya riayet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.


    Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih (a.s.) 'ın uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın ayetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mucize olan deveyi boğazlamakla (26/Şuarâ, 146, 157) tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedi hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd (a.s.) 'ın çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı (26/Şuarâ, 128-130) .


    En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi (53/Necm, 52) kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla (11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23) şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı. (89/Fecr, 11-12) Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.


    Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zalimlerini Kur'an, 'zulme sapan, tuğyan edip azan' bir kavim olarak anmaktadır. 'Ceza, amel cinsindendir' prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu ayetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka suresi 5. ayette, Semud kavmi azgınlarının 'tâğıye' ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu 'tâğıye' de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu ayette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helakine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: 'Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.' (69/Haakka, 5)


    Esas ceza ahirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen 'Allah'ın askerleri' (48/Fetih, 7) olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.




    İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler


    Tuğyan, insanın tabiatında vardır: 'İnsan gerçekten azar.' (96/Alak, 6) Ayetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması. (bkz. 96/Alak, 7 ve 1-5) . İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.


    Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: 'Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir.' (42/Şûrâ, 27) 'İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan' (12/Yûsuf, 5) ve 'kötülüğü çok emreden nefis' (12/Yûsuf, 53) insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır (75/Kıyâme(t) , 36) . Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.


    Tuğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur. (Bkz. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17) Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu. (2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6) . Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: 'Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? (43/Zuhruf, 51) Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: 'Görmedin mi Rabbin ne yaptı? O sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.' (89/Fecr, 11-13)


    Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.


    Tuğyancı zalimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur. (Bkz. 79/Nâziât, 39) Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir. (78/Nebe', 21-22) Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: 'seni tuğyana ben itmedim' şeklinde konuşacaklar; 'tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu! ' hitabını duyacaklardır. (50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56)




    Siyasî Otoritenin Tuğyânı


    Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. '(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi.' (79/Nâziât, 23-24)


    Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rububiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok ayetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. 'Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı) .' (79/Nâziât, 15-17) Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.


    Firavun, rububiyet (rab'lık) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablık iddiasıyla şunları diyordu: 'Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim! '




    İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır


    'Görmedin mi Rabbın ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbın onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbın her an gözetlemededir.' (89/Fecr, 6-14) Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Ayetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.




    Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı


    Tuğyanın temelinde 'kibir' ve 'benlik' yatar. Tağutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. 'Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.' (31/Lokman, 13) Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez. (5/Mâide, 45) Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tağutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibadetlerdendir. 'Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.' (İbn Mâce, Fiten 20)


    İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as

    ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyanına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)


    Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...


    Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm) , ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslamî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. 'Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.' (5/Mâide, 45)




    Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını

    Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması


    Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tağut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tağut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar (2/Bakara, 257) . Böylece, tağutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş (5/Mâide, 60) olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' silahıyla tağuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tağuta iman etmiş olurlar (4/Nisâ, 60) . Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır (5/Mâide, 64) . Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tağut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tağuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. (1)




    Tâğut Kimdir?


    Tağut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın

    indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tağuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: 'Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.' (16/Nahl, 36) İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibadet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. 'İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar.' (4/Nisâ, 76) Yani insanlar ya Allah'a ibadet edecekler veya tağuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.


    Kur'an-ı Kerim'de: 'Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.' (4/Nisâ, 60) buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu ayetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tağutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: 'Bu ayet-i kerimede (4/Nisâ, 60) Hz. Muhammed (s.a.s.) 'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.' (İbn Kesir, 1/519)


    Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada 'tâğutî' özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslam'ın dışındaki bütün sistemler tağutîdir. Tağutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tağutun hükümlerine 'evet' diyenler, Allah'ın dinine 'hayır ' demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; 'Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının' diye tebliğat yaptıkları ayetlerle sabittir. Tağutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tağutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, 'müsteşrik' çizgisini asla geçemez. (2)


    Tağut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tağut denmiştir. Tağut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan herşeyi ifade eder. Tağut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur. (2/Bakara, 256) Tağutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tağut, Allah'a ibadetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasülü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.


    Mevdudi'ye göre tağut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tağutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tağutun kölesi olur. (3) Tağut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tağut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasülü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. (4)


    Seyyid Kutub da tağutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tağuttur. Tağut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. (5)


    Yusuf el-Kardavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur. Tağut, kulun haddi tecavüz ederek, ibadet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tağutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibadet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibadet ve itaatten yüz çevirmiş, tağutlara ibadet ve itaat eder halde görürüz. (6)


    Nisa, 76. Ayetine göre tağut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tağut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tağuta itaat ve ibadet olarak nitelemektedir (16/Nahl, 36) . İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tağuta itaatin ta kendisi olmaktadır (4/Nisâ, 60) .


    Tağut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tağut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tağut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tağut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tağut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. (7)


    Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tağut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tağut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.


    Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tağut bulunur. Tağutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tağutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tağutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor (2/Bakara, 257) . (8)


    Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tağutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse 'ilahlık' iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dahil olmuş demektir. Bu açıdan 'çağdaş devlet modelleri' iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tağut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. (9)


    Hz. Adem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tağut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tağut demektedir.


    Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslam'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tağutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslam'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. 'Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.' (2/Bakara, 85)


    Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslam ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tağutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tağutlara ibadet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, manasının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tağut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tağutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.




    Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur


    Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi 'tağut' olarak isimlenir.


    Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takva iledir. (49/Hucurât, 13) Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda 'ilâhlık' iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tağutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır (4/Nisâ, 76) .


    Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, 'hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır' sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tağut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslam nizamının dışındaki bütün sistemler 'tağutî' özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tağutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.


    Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: 'Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) . Sizin Allah'tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz.' (11/Hûd, 113)


    İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: 'Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.' (28/Kasas, 8) Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: 'Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.' (20/Tâhâ, 78) 'Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu! ' (28/Kasas, 40)


    Tağut tanımına girenler şunlardır:

    a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tağuttur.

    b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslam nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tağuttur.

    c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur.

    d- Şeytan tağuttur.

    e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tağuttur. (10)


    Tağutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibadet ve kulluktan vazgeçip tağutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslam nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz. (Bkz. 2/Bakara, 256) Müslüman olmak için şart olan tağutun şiddetle reddedil-mesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tağutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:

    a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tağut olan nefisle savaşmak,

    b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tağut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.


    İslam'da emrolunan cihad, işte bu tağutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tağutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tağutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tağuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor (4/Nisâ, 76) . Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: 'Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.' (Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346) buyurmuşlardır. Tağutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tağut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Halbuki Allah, tağuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. (Bkz. 2/Bakara, 257)


    Müslümanlar, bugün Allah ve tağut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslam'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tağut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslam insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tağut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tağut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tağut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tağuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. (Bkz. 4/Nisâ, 60)


    Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tağutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslam nizamına; diğer yollar tağuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, 'bu Allah'ın yoludur' dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve 'bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tağut vardır.' buyurdu ve şu ayeti okudu: 'Şüphesiz ki bu (İslam) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tağuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tağutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.' (6/En'âm, 153) (11)




    Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tağuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tağutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslam'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: 'Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.' (39/Zümer, 17-18) Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!


    “İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76) 9; 9;



    Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321

    Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317

    Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202

    Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375

    Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269

    Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57

    Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170

    Kur'an'ın Temel Kavramları, 562

    Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, 140

    Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869

    Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, II/ 41






    A- Tuğyanla İlgili Ayet-i Kerimeler


    Bakara, 15; En'am, 110; Maide, 64, 68; A'raf, 186; Hud, 112; Yunus, 11; Mü'minun, 75; İsra, 60; Kehf, 80; Taha, 24, 43, 45, 81; Saffat, 30; Sat, 55; Kaf, 27; Zariyat, 53; Tur, 32; Rahman, 8; Kalem, 31; Nebe', 22; Necm, 17, 52; Hakka, 5, 11, Naziat, 17, 37; Fecr, 11; Alak, 6; Şems, 11.


    B- Tağutla İlgili Ayet-i Kerimeler


    Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76; Maide, 60; Nahl, 36; Zümer, 17.




    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar


    1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 215-216

    2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 193-196

    3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb) , Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 49-51

    4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 90-91,; c 3, 269

    5. Tefhimül Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, 202, 375

    6. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83

    7. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 140-141

    8. Tağut, Ahmed Kettan, Muhammed ez Zeyn, Esra Y.

    9. İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 226-228, 77-79

    10. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 297-307

    11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 319-321

    12. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 316-317

    13. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 143-145

    14. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 105-109

    15. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 248-261

    16. İman Risalesi, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. s. 166-171

    17. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 1, s. 31-45, 203-211

    18. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 67-70, 149-162

    19. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 55-58

    20. Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 53-57

    21. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyumi, Eksen Y.

    22. Alim ve Tağut, Yusuf el-Kardavi, Bengisu Y.

    23. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y. s. 135-141

    24. İslam Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 41-46

  • tağut05.10.2007 - 12:00

    T U Ğ Y Â N / TAĞUT




    Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti

    İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler

    Siyasî Otoritenin Tuğyânı

    İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır

    Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı

    Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması

    Tâğut Kimdir?

    Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur




    'Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.' (2/Bakara, 15)




    Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti


    Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. 'Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi) de taşıdık.' (69/Haakka, 11) Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması caiz değildir. İnsanın değeri, Allah'a kul olması itibariyledir; onun için Rabbına itaatı ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah'a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8'i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.


    Tuğyan, istikametten bir sapmadır (11/Hûd, 112) . Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur'an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları 'tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller' olarak tanıtır. (Bkz. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186)


    İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür insanlar da Kur'an diliyle tâğîdir.


    Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar. (Bkz. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19)


    Ayetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.


    Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir. (79/Nâziât, 17, 21-24) Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. 'Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.' (11/Hûd, 112)


    Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: 'Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur.' (20/Tâhâ, 80-82)


    Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. 'Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.' (55/Rahmân, 8-9) Buradaki ölçü ve tartıya riayet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.


    Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih (a.s.) 'ın uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın ayetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mucize olan deveyi boğazlamakla (26/Şuarâ, 146, 157) tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedi hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd (a.s.) 'ın çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı (26/Şuarâ, 128-130) .


    En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi (53/Necm, 52) kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla (11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23) şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı. (89/Fecr, 11-12) Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.


    Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zalimlerini Kur'an, 'zulme sapan, tuğyan edip azan' bir kavim olarak anmaktadır. 'Ceza, amel cinsindendir' prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu ayetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka suresi 5. ayette, Semud kavmi azgınlarının 'tâğıye' ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu 'tâğıye' de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu ayette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helakine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: 'Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.' (69/Haakka, 5)


    Esas ceza ahirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen 'Allah'ın askerleri' (48/Fetih, 7) olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.




    İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler


    Tuğyan, insanın tabiatında vardır: 'İnsan gerçekten azar.' (96/Alak, 6) Ayetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması. (bkz. 96/Alak, 7 ve 1-5) . İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.


    Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: 'Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir.' (42/Şûrâ, 27) 'İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan' (12/Yûsuf, 5) ve 'kötülüğü çok emreden nefis' (12/Yûsuf, 53) insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır (75/Kıyâme(t) , 36) . Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.


    Tuğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur. (Bkz. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17) Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu. (2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6) . Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: 'Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? (43/Zuhruf, 51) Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: 'Görmedin mi Rabbin ne yaptı? O sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.' (89/Fecr, 11-13)


    Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.


    Tuğyancı zalimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur. (Bkz. 79/Nâziât, 39) Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir. (78/Nebe', 21-22) Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: 'seni tuğyana ben itmedim' şeklinde konuşacaklar; 'tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu! ' hitabını duyacaklardır. (50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56)




    Siyasî Otoritenin Tuğyânı


    Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. '(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi.' (79/Nâziât, 23-24)


    Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rububiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok ayetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. 'Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı) .' (79/Nâziât, 15-17) Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.


    Firavun, rububiyet (rab'lık) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablık iddiasıyla şunları diyordu: 'Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim! '




    İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır


    'Görmedin mi Rabbın ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbın onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbın her an gözetlemededir.' (89/Fecr, 6-14) Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Ayetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.




    Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı


    Tuğyanın temelinde 'kibir' ve 'benlik' yatar. Tağutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. 'Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.' (31/Lokman, 13) Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez. (5/Mâide, 45) Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tağutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibadetlerdendir. 'Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.' (İbn Mâce, Fiten 20)


    İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as

    ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyanına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)


    Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...


    Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm) , ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslamî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. 'Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.' (5/Mâide, 45)




    Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını

    Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması


    Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tağut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tağut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar (2/Bakara, 257) . Böylece, tağutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş (5/Mâide, 60) olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' silahıyla tağuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tağuta iman etmiş olurlar (4/Nisâ, 60) . Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır (5/Mâide, 64) . Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tağut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tağuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. (1)




    Tâğut Kimdir?


    Tağut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın

    indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tağuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: 'Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.' (16/Nahl, 36) İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibadet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. 'İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar.' (4/Nisâ, 76) Yani insanlar ya Allah'a ibadet edecekler veya tağuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.


    Kur'an-ı Kerim'de: 'Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.' (4/Nisâ, 60) buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu ayetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tağutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: 'Bu ayet-i kerimede (4/Nisâ, 60) Hz. Muhammed (s.a.s.) 'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.' (İbn Kesir, 1/519)


    Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada 'tâğutî' özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslam'ın dışındaki bütün sistemler tağutîdir. Tağutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tağutun hükümlerine 'evet' diyenler, Allah'ın dinine 'hayır ' demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; 'Allah'a ibadet edin, tağuta kulluktan kaçının' diye tebliğat yaptıkları ayetlerle sabittir. Tağutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tağutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, 'müsteşrik' çizgisini asla geçemez. (2)


    Tağut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tağut denmiştir. Tağut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan herşeyi ifade eder. Tağut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur. (2/Bakara, 256) Tağutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tağut, Allah'a ibadetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasülü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.


    Mevdudi'ye göre tağut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tağutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tağutun kölesi olur. (3) Tağut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tağut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasülü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. (4)


    Seyyid Kutub da tağutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tağuttur. Tağut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. (5)


    Yusuf el-Kardavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur. Tağut, kulun haddi tecavüz ederek, ibadet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tağutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibadet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibadet ve itaatten yüz çevirmiş, tağutlara ibadet ve itaat eder halde görürüz. (6)


    Nisa, 76. Ayetine göre tağut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tağut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tağuta itaat ve ibadet olarak nitelemektedir (16/Nahl, 36) . İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tağuta itaatin ta kendisi olmaktadır (4/Nisâ, 60) .


    Tağut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tağut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tağut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tağut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tağut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. (7)


    Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tağut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tağut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.


    Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tağut bulunur. Tağutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tağutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tağutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor (2/Bakara, 257) . (8)


    Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tağutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse 'ilahlık' iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dahil olmuş demektir. Bu açıdan 'çağdaş devlet modelleri' iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tağut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. (9)


    Hz. Adem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tağut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tağut demektedir.


    Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslam'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tağutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslam'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. 'Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.' (2/Bakara, 85)


    Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslam ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tağutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tağutlara ibadet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, manasının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tağut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tağutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.




    Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur


    Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi 'tağut' olarak isimlenir.


    Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takva iledir. (49/Hucurât, 13) Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda 'ilâhlık' iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tağutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır (4/Nisâ, 76) .


    Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, 'hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır' sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tağut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslam nizamının dışındaki bütün sistemler 'tağutî' özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tağutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.


    Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: 'Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) . Sizin Allah'tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz.' (11/Hûd, 113)


    İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: 'Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.' (28/Kasas, 8) Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: 'Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.' (20/Tâhâ, 78) 'Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu! ' (28/Kasas, 40)


    Tağut tanımına girenler şunlardır:

    a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tağuttur.

    b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslam nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tağuttur.

    c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur.

    d- Şeytan tağuttur.

    e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tağuttur. (10)


    Tağutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibadet ve kulluktan vazgeçip tağutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslam nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz. (Bkz. 2/Bakara, 256) Müslüman olmak için şart olan tağutun şiddetle reddedil-mesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tağutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:

    a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tağut olan nefisle savaşmak,

    b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tağut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.


    İslam'da emrolunan cihad, işte bu tağutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tağutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tağutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tağuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor (4/Nisâ, 76) . Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: 'Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.' (Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346) buyurmuşlardır. Tağutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tağut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Halbuki Allah, tağuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. (Bkz. 2/Bakara, 257)


    Müslümanlar, bugün Allah ve tağut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslam'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tağut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslam insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tağut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tağut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tağut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tağuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. (Bkz. 4/Nisâ, 60)


    Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tağutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslam nizamına; diğer yollar tağuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, 'bu Allah'ın yoludur' dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve 'bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tağut vardır.' buyurdu ve şu ayeti okudu: 'Şüphesiz ki bu (İslam) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tağuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tağutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.' (6/En'âm, 153) (11)




    Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tağuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tağutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslam'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: 'Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.' (39/Zümer, 17-18) Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!


    “İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76) 9; 9;



    Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321

    Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317

    Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202

    Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375

    Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269

    Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57

    Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170

    Kur'an'ın Temel Kavramları, 562

    Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, 140

    Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869

    Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, II/ 41






    A- Tuğyanla İlgili Ayet-i Kerimeler


    Bakara, 15; En'am, 110; Maide, 64, 68; A'raf, 186; Hud, 112; Yunus, 11; Mü'minun, 75; İsra, 60; Kehf, 80; Taha, 24, 43, 45, 81; Saffat, 30; Sat, 55; Kaf, 27; Zariyat, 53; Tur, 32; Rahman, 8; Kalem, 31; Nebe', 22; Necm, 17, 52; Hakka, 5, 11, Naziat, 17, 37; Fecr, 11; Alak, 6; Şems, 11.


    B- Tağutla İlgili Ayet-i Kerimeler


    Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76; Maide, 60; Nahl, 36; Zümer, 17.




    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar


    1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 215-216

    2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 193-196

    3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb) , Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 49-51

    4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 90-91,; c 3, 269

    5. Tefhimül Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, 202, 375

    6. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83

    7. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 140-141

    8. Tağut, Ahmed Kettan, Muhammed ez Zeyn, Esra Y.

    9. İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 226-228, 77-79

    10. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 297-307

    11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 319-321

    12. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 316-317

    13. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 143-145

    14. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 105-109

    15. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 248-261

    16. İman Risalesi, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. s. 166-171

    17. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 1, s. 31-45, 203-211

    18. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 67-70, 149-162

    19. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 55-58

    20. Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 53-57

    21. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyumi, Eksen Y.

    22. Alim ve Tağut, Yusuf el-Kardavi, Bengisu Y.

    23. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y. s. 135-141

    24. İslam Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 41-46

  • hamd05.10.2007 - 09:45

    H A M D



    'Her hâline hamdet. İstisnâ; küfür ve dalâlet.'




    Hamd; Anlam ve Mâhiyeti

    Kur’an’da Hamd Kavramı

    Hamd, 'Övgü' ve 'Şükür' Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır

    Hamd Kelimesinin Çağrıştırdıkları

    Hamd, Allah'a Aittir; Çünkü...

    Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır

    Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk

    Hamd, Hayata Gülümsemektir

    Hamd Bilinciyle Hayata Bakış

    İbâdetlerimiz ve Hamd

    Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...

    Hamd ve Günümüz İnsanı

    Hamd – İman İlişkisi

    Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları




    'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin' Hamd, âlemlerin rabbı Allah'a mahsustur (Kâinatın yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun) .' (1/Fâtiha, 2)



    Hamd; Anlam ve Mâhiyeti


    Hamd, sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme (medhetme) ve övme manasına gelir. Terim olarak, bütün medih türlerini içerip sevgi ve tazimle Allah'a yönelen övgü ve şükrü ifade eder. Hamd, Allah'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini, O'na şükürlerini bildirmeleri demektir. 'El-hamdü lillâh' sözüne 'hamdele' denir.




    Kur’an’da Hamd Kavramı


    Kur'an'da hamd, hepsi Allah'a nisbet edilmiş olarak 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de esmaü'l-hüsnadan “hamîd” ismi yer almaktadır. Bir yerde de hamd edenler anlamında “hâmidûn” kelimesi kullanılır. Peygamberimiz’in ismi olan ve hamd kökünden türeyen “Muhammed” kelimesi, 4; “Ahmed” ise 1 yerde geçer. Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olan, “makam-ı mahmûd”, yine 1 yerde kullanılır. Dolayısıyla “hamd” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 67 yerde geçmektedir. Kur'an’ın ilk âyeti olan 'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin' (Kâinatın rabbi, yani yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun) cümlesi Kur'an'da 7 yerde geçmektedir. 'El-hamdü lillâh' cümlesi ise 23 yerde tekrarlanır. El-hamdü lillâh cümlesiyle başlayan 5 sûre vardır. (1/Fâtiha, 6/En'am, 18/Kehf, 34/Sebe' ve 35/Fâtır sûreleri.)


    Namazın esasını Allah'a hamd oluşturduğundan Kur’an, bazı yerlerde namaza hamd ismi verir (20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39) . Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur (10/Yûnus, 10) . Zaten ilkte de, sonda da hamd, Allah'a mahsustur (28/Kasas, 70) . Her şey Rabbına devamlı hamdediyor (17/İsrâ, 44) . İnsan ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a hamdetmektedirler (13/Ra'd, 13) . 'Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.' (17/İsrâ, 44) . 'Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.' (30/Rûm, 18) Hamd ve şükür, nimetleri arttırır: 'Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.' (14/İbrahim, 7) Bütün bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür (14/İbrahim, 34) . 'Kullarımdan şükreden ne kadar az! ' (34/Sebe' 13)


    'El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.' (29/Ankebut, 63) “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de) .” (17/İsrâ, 111) El-hamdü lillâh.





    Hamd, 'Övgü' ve 'Şükür' Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır


    'Hamd'i, 'övmek' diye tek kelimeyle ifade etmek yeterli olmaz. Türkçede yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik ve nimeti bizzat kendisinin kaynak ve sahip olup olmamasına bakmadan ve yüceltme duygusu taşımadan övmektir ki, hamdin yerini tutmaz. Her hamdde bir medih yönü olmasına rağmen; medihte hamd yoktur.


    Her durumda hamdin övüldüğü halde; övgü, medih (met etmek) bazan kınanmış bir eylem olur. Allah'ın Elçisi; ' Yüzünüze karşı medh edenlerin, övenlerin yüzlerine toprak saçın.' (Müslim, Zühd 69; Ebû Dâvud, Edeb 9) buyurarak böyle medhi kınıyor. Ama insanlara teşekkürü ve Rabb'a şükrü, nankörlükten (ki küfürle aynı kökten türemiştir.) kurtulmak için ısrarla tavsiye ediyor: 'İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen) , onlara nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamdetmez.' (Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35) . Demek ki medh (övgü) ile hamd başka başka şeylerdir.


    Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd, en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine 'şükretmek' diyemeyiz. Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür ederiz. Hamdetmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir. Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına ulaşmış olması da hamdetmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillah diyerek, kişi kendi adına Allah'a hamdettikten başka, O'nun nimetine kavuşan bütün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah'a hamd, her hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.



    'Hamd', Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir şükür türüdür. Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allah'tır. Onun için Allah'a hamdetmek, Allah'a şükretmekten daha faziletli, daha üstündür.


    Allah'a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür; nankör olmayan, Allah’ın nimetlerinin farkında olan, sâdık ve kadirşinas insanların özelliğidir. Şükre muvaffak olan insanların sayısı da çok değildir. Allah'ın sayısız nimetleri vardır. 'Allah'ın nimetlerini saymaya kalksan, onları sayamazsın, saymaya gücün yetmez.' (14/İbrahim, 34; 16/Nahl, 18) Sâdi-i Şirazi, Gülistan'ında; 'Bir insan, her nefesinde Allah'a karşı iki şükür borçludur.' der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icab eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. 'Kullarımdan şükreden ne kadar az! ' (34/Sebe' 13)



    Hamd Kelimesinin Çağrıştırdıkları


    Allah'ın güzel isimlerinden biri de hamîd (çok hamdedilen) dir. Allah'ı en iyi tanıyan ve O'na en güzel şekilde hamd eden en büyük insan Son Peygamber'in ismi olan Muhammed ve Ahmed de hamd kökünden gelmektedir. Rasülüllah'ın gök ehli arasındaki ismi Ahmed'dir. (Bkz. 61/Saff, 6) Ahmed, çok hamdeden demektir. Gök ehli, Allah'ı devamlı övmekle, hamdetmekle meşguldür. Onların içinde hamdetmekte de örnek gösterilen, en çok hamdeden Ahmed (s.a.s.) ' dir. Efendimiz, müjdeci ve kurtarıcımızın yeryüzündeki adı Muhammed'dir. Muhammed, övülen, çok medh edilen demektir. Rehberimiz, Peygamberimiz, Allah'ın yerdekilerden en çok övdüğü canlı olduğundan; aynı zamanda yerde yaşayanlarca en çok sevilip övülen, salevat getirilip kendisi için duâ edilen insan olduğundan, kendisine Muhammed ismi verilmiştir. O, yine, Kur'an'ın beyanına göre, 'Makam-ı Mahmûd'un (hamdedilip övülen makam) sahibidir. (bkz. 17/İsrâ, 79) O yüzden, o kılavuzumuzun bir diğer adı da Mahmud'dur. Makam-ı Mahmud sahibi anlamında kullanılan Mahmud ismi de, kelime olarak hamd kökünden gelmektedir.


    Her ezan-ı Muhammedi'den sonra da biz, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz tek önderimize Allah'ın makam-ı mahmudu vermesi için dua ederiz. O liderimiz, Makam-ı Mahmud'daki komutanımız, onun dâvâsı için dünyada mücadele edecekleri, âhirette 'Livâü'l-hamd' sancağı altında toplayacak ve bu sayede 'Ve âhıru da'vâhüm eni'l-hamdü lillahi rabbi'l âlemin' (10/Yunus, 10) diyerek O'nun askerleri cennete girecektir. 'Livâü'l-hamd', hamd, övgü sancağı demektir.


    Kıyamet günü, Allah tarafından övgü ve şerefden en yüksek payı alacak olan o en büyük insanın, kurtulanları altında toplayacağı bayrağa hamd sancağı ismi verilmiştir. Böylesine hamdle ilgi bir Rasülün ümmeti, hamdetmeyi unutarak, şükrü ve ibadeti ihmal ederek onu temsil edebilir ve Küçük Ahmed, Muhammedcik (Mehmedcik) olabilir mi? Allah hamîd (çok hamdedilen, çokça övülen) 'dir. Muhammed de medh edilen, övülen demektir. Biz bunun böyle olduğuna gerçekten inanıyor, bu isimleri kabul ediyor muyuz? Kimleri övüyoruz, neleri medh ediyoruz günlük yaşantımızda? Çok hamd edilen'le, Övülen'le aramız nasıl? Hamd ile, övgü ve senâ ile, salevât ile irtibatımız ne kadar? !


    'El-hamdü lillâh', 'hamd Allah'a aittir' anlamına gelir. (Arapça ilmî ifadesiyle El-hamdü kelimesinin başındaki lâm-ı tarif cins, ahd, umum ve istiğrak için olabildiğinden) El-hamdü lillâh cümlesinin kapsamlı anlamları vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Hamd çeşidi ve cinsinden olarak bilinen şeylerin hepsi yalnız Allah içindir. Tam ve gerçek anlamıyla peygamberlerin ve salih kulların hamdi yalnız Allah'a aittir. Bütün hamd ve senâlar hak itibariyle Allah'a aittir.


    Hamd, müteşekkirane övgüdür. Bazı âyetlerde (mesela, 20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39) namaz, hamd ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Zira namazın esasını Allah'a hamd ve şükrün takdimi teşkil etmektedir.


    Hamd, Allah'ın ilahlık vasfının sayısız hikmetlerini düşünerek kemal ve celal sıfatlarını ve kudretini övmektir. Bu kudretin karşımıza çıkardığı varlık veya olay bizim kişisel hesabımıza ters düşse de hamd yapılmalıdır.


    Bu yüzdendir ki, Fâtiha'nın ilk âyetinde 'ben hamdederim' yerine 'hamd Allah'a mahsustur' gibi, evrensel değerde bir ifade kullanılmıştır. Böylece hamd, insanların sübjektif tespit ve bağlarından kurtarılmış, Yaratıcı Kudret'in bir hakkı olarak sunulmuştur. (1)


    Çok sevilen, çok sayılan bir zâtın, bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi, o kimse tarafından bize verilen hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu, ondan alınacak zevk ve lezzet, sadece maddî değeri kıymetindedir. İkincisi ise, onun, çok saygın bir zâtın, bir padişahın hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî değerin hiçbir kıymeti yoktur. Bu makamda önemli olan, bu hâtıranın o saygın kişiye ait oluşudur. Böyle bir hediyeden alınacak zevkin, öncekinden kat kat fazla olduğunu herkes kabul eder. Çünkü, bu hâtırayla, onu bağışlayan zata bağlanılır, bu hediye, ikram edenle yakınlığın simgesi kabul edilir.


    Bu örnekle anlaşılmaktadır ki, nimet verilen kimse, nimetten çok, nimet vereni hatırlamalıdır. Verilen nimetlerden yararlanmaktan daha çok önemlidir, nimet verenin bize önem verip, bağış ve ikramlarını sunması. Nimetten, nimet sahibine intikal edilmelidir; Araçlardan amaca, postacıdan mektup sahibine, aracıdan her şeyin gerçek sahibine; Ve bunca acziyet ve isyanımıza rağmen bize ihsan ve bağışından vazgeçmeyen gerçek mürebbimiz Rabbimize. O yüzden tüm nimetlerin sahibi olan zât, büyüklüğünden ve bize değer verdiğinden dolayı devamlı hamdedilmeye lâyıktır. Şükür, sadâkat makamıdır; hamd ise ihlâs makamı. Hamd, ihlâs zirvesinde söylenir; hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmese bile Allah'a karşı kulluğunu idrak edip El-hamdü lillâh demek, ancak samimi ve ihlâslı kimselerin şiârıdır.






    Hamd, Allah'a Aittir; Çünkü...


    İnsan dünya hayatında ya mutluluk ve huzur içinde; ya da kederle sıkıntılar içindedir. Eğer saâdet ve selametteyse, bu durum, mutluluk sebeplerini Allah'ın yaratması ve ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Böylece, Allah, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tecelli etmiştir; hamde lâyık yalnız O'dur. Eğer kul, sıkıntı içindeyse, bu sıkıntı ve keder, ya Allah'tan, ya da diğer insanlardan gelmiştir. Allah'tan ise, Allah'ın dinini yaşama ve yaşatma mücadelesinden dolayı ise, O, bu musibetlere karşı, sonsuz nimetler verecektir. Eğer insanların zulmünden dolayı ise, O, zâlimden mazlumun intikamını alacağını vadetmiştir. Son iki durumda, Allah'ın Rahim, Müntekım ve din gününün sahibi gibi sıfatları tecellî eder; hamde lâyık yalnız O'dur. O yüzden insan, ister Allah'ın nimetleri sayesinde mutluluk içinde; ister belâlarla imtihan içindeyken olsun, daima Allah'a hamd içinde yaşamalı, her durumda Allah'a hamdetmesini bilmelidir.


    Hamdi Allah'a has kılarak, O'nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye lâyık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O'nu övmekle, O'ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rıza göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O'nun Peygamberinin yegâne önder oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna râzı olmuş ve boyun eğmiş oluyoruz.


    Hamd, insanlar yapsa da, yapmasa da ve insanların hamdlerinden önce de, sonra da Allah'a mahsustur, O'nun hakkıdır. Bu Fatiha'nın başlangıcında 'El hamdü lillâh' (Hamd Allah'a aittir) yerine; 'Ahmedullahe' (Ben hamd ederim) diye 'ben' tabiri kullanılsaydı, Allah'ın hakkı olan hamdi, ölümlü varlık insanın istek ve iradesiyle kayıtlamak olurdu. Kur'an, hamdin başlangıçta ve sonda, ezelde ve ebedde Allah'ın hakkı olduğunu söylemektedir: 'İlkte de, sonda da hamd, Allah'a mahsustur.' (28/Kasas, 70) Yine hamd, yalnız insanlık dünyasından değil; bütün varlıklardan Yaratıcı'ya yükselmektedir. 'Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.' (30/Rûm, 18) Kur'an, Allah'a inananların son söz ve isteklerinin âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmek olduğunu söyler. 'Onların dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur.' (10/Yûnus, 10)


    Kul 'el-hamdü lillâh' demekle, hamdolunmak Allah'ın hakkıdır, demiş olur. Çünkü Allah, nimetlerinin bolluğu ile, kullarına karşı çeşit çeşit lutuflarıyla hamde en lâyık olandır. Hamd yalnız O'na yaraşır ve başka hiçbir varlığa yakışmaz. Çünkü her nimeti veren O'dur. Verdiği hiçbir nimeti, bir karşılık bekleyerek vermemiştir. O'nun nimetleri bütünüyle ihsandır. Onun için hamd, yalnız Allah'a yaraşır. Lutfettiği her nimet, mutlaka bize fayda verir ve nimetlerin ardı arkası kesilmez. Nimetin bu özellikleri taşıyanını yaratmak yalnız Allah'a ait olduğu için, biz de yalnız O'na hamdederiz. Fakat nimetlerine karşı şükretmekten de âciz olduğumuzu bilerek hamdimizi yaparız. Çünkü O'nun nimetleri o kadar çoktur ki, bunları aklımızla da gönlümüzle de kavramaktan âciz kalırız. Ancak O'nun bize verdiği kudret derecesinde yine O'na hamdederiz.


    O'na hamdettiğimizi söylemekten maksadımız, bize her nimeti veren Allah'a karşı duyduğumuz şükrânı, gönlümüzün bütün coşkunluğunu anlatan kelimelerle ifade etmektir. Gücümüz buna yettiği için bu kelimeleri kullanıyoruz. Yoksa, bu kelimelerin Allah'ın nimetlerine denk olduğunu iddia etmiyoruz. Böyle bir iddiadan o kadar uzağız ki, uzaklığımızı da kelimelerle ifadeden âciziz. Yoksa şükrânımız, nimetlere tam karşılık kabul edilse, bu büyük bir küstahlık olurdu. Çünkü Allah'ın nimetlerine denk olmak iddiasında bulunulurdu. Buna ise imkân yoktur. Biz hiçbir vakit hamdimizi ve şükrânımızı O'nun nimetine denk tutmak gibi bir günahı işlemeyiz. Bizim hamdimiz ve şükrânımız kendi içimizden fışkıran bir görev duygusudur. Biz bu görevi, aczimizle birlikte elimizden geldiği kadar yaparız.


    Biz hamdetmekle geçmişe de, geleceğe de bağlantısı olan bir harekette bulunuruz. Yani Allah'ın geçmişte erdiğimiz lutuflarına hamdettiğimiz gibi, gelecekte de nâil olacağımız ihsanlarına şükretmiş oluruz. Geçmişte nâil olduğumuz nimetler, bizi itaate teşvik eder ve biz bu nimetlere şükretmekle aklımızı da gönlümüzü de O'nun yeni nimetlerini karşılamak için açarız.


    Allah, insanlar için çeşit çeşit nimetler yaratmış, onlara yol gösterici olarak peygamberler gönderip kitaplar indirmiştir. Kendileri için kulaklar, gözler ve kalp var etmiş, ayrıca doğru yolda olsunlar ve dünya-âhiret saâadetini kazansınlar diye emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bütün bunların karşılığında insana düşen O'nun yolunda yürümek ve emirleriyle yasaklarının dışına çıkmamaktır. İşte hamd ve şükür budur. Allah'ın insanlardan insanlar için istediği budur. (5/Mâide, 6, 89; 16/Nahl, 78...) Yoksa, Allah insanların hamd ve şükrüne muhtaç olmadığı gibi, küfürlerinden de etkilenecek değildir. Hamdeden, şükreden biri, kendi iyiliği için şükreder, hem dünyada, hem âhirette gerçek saâdete erer. Allah, şükrünün karşılığında nimetlerini artırır ve kendisini mükâfatlandırır, yani O da kullarının şükrüne karşı şükredendir (27/Neml, 40; 14/İbrahim, 7) . (2)



    Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır


    Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok mânevî nimetler için hamdetmemiz gerekir. Allah'a hamdetmek, bize her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah'a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta'zim etmektir. Bu hamd işi de kalp, dil ve organlarla yapılabilir. Yani, hamd yalnız dil ile yapılan bir şey değil; gönül ve bütün organlarla yapılan bir görevdir.


    Kalp ile yapılanı, nimetlerin en önemlisi olan imanı bize taddıran ve sevdiren Allah'ı zikretmek (hatırlamak) , O'nun sıfatlarını tefekkür etmek, düşünmek, imanda kemale ulaşma yollarını aramaktır. Dil ile yapılan, Allah'ın bu sıfatlarını anlatmak, sık sık, Allah, şükür, hamd... kelimelerini kullanarak zikirle meşgul olmak, hakkı söylemektir. Organlar ile yapılanı, onları Allah'ın yolundan ayırmamaktır. Allah'ın emir ve yasaklarına mümkün olduğu kadar dikkat ederek kulluk görevini yerine getirmek fiilî hamddir.


    Küfür ve dalâlet dışında her olay, her fiilî durum karşısında Allah'a hamdedilmelidir. Kerim Elçi Peygamberimiz 'Elhamdü lillâh alâ külli hal' (Her durum karşısında Allah'a hamdolsun) buyururlardı. Bu da ancak her organın yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Kişinin iç dünyası ile ve iç dünyasına da hamdetmesi gerekir. Buna tatbikî hamd denir. Her çeşit fazilet ve erdemleri elde etmek, İslâm ahlak esaslarını öğrenip uygulamak, bu çeşit hamdin vâsıtasıdır. Yalnız unutmamak lâzımdır ki, her duruma hamdeden mü'min, küfür ve dalâlete, haramlara hamdedip el-hamdü lillâh demez. 'Faizler artmış, yaşadık, elhamdü lillâh! ' nasıl bir turşu ve inanç salatasıysa; mesela Mısır'da Firavun'un anıtkabirini, yani kutsal(!) mezarını ziyaret ederken 'elhamdü lillâh' ile başlayan Fâtiha'yı orada okumak gibi bir acaipliğe düşmez. 'Müslümansan kilisede işin ne? Hıristiyansan Meryem heykelinin üzerine niçin pisledin? ' denilen kuşa benzemez. Sormazlar mı bu insana; müslümansan Firavunların mezarında işin ne? Gâvursan bu okudğun Fâtiha da neyin nesi? !


    Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok manevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab'ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.


    Hamd ederken, Allah derken başımıza belâ ve musibet gelmez. Biz, O hamd edilmeye, zikr edilmeye lâyık olduğu için bunu yapacağız; ama bu hamdler, zikirler aynı zamanda görecek ve yaşayacaksınız ki dünyamızı da güzelleştirecektir. Bir kuş, avcının kurşununa zikrederken hedef olmaz; zikirden gâfil iken avlanır.


    Çay ikram edene teşekkür eden kadirşinas kimse, hiç bunca nimet verene teşekkürü unutur mu? 'El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.' (29/Ankebut, 63) “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de) .” (17/İsrâ, 111) El-hamdü lillâh.


    Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından teşekkür eder. İşte hamdin bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımız-dan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah'a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun içindir ki, Kur'an hamd ile başlamıştır.


    Kur'an'ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah'a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü. Allah'ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak; İnsanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü'minlerden bir mü'min olduğunu hatırlayarak; Bir 'dâhi' olduğunu zannederek değil. Eğer hamdi olmazsa bir hiç olacağını düşünerek. Kur'an'ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu veya benzeri duyguları meydana getirecektir. Çünkü hamd insanın kendini bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki, ve sadırlardaki ayetleri tefekkür ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak vererek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd bir itiraftır, âcizlik ve kulluk itirafı.


    İnsanların ve cinlerin kâfirleri hariç, doğadaki her şey Allah'ı övmekte, O'na hamdetmek-tedir. (bkz. 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13) İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birisini veya birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etme ihtiyacındadır. Suyun, çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah'ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, sadece sınav olmaktadır ve yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmek için yaratılmıştır. İbâdetini Allah'a etmezse, başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. (3)



    Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk


    Kitabımızın ilk âyeti 'Elhamdü lillâh' diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Hamdetmek, şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi ama, gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı. 'Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.' (20/Tâhâ, 123) Hamd zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: 'Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.' (14/İbrahim, 7)


    Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis gibi kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde 'nasılsınız? ' sorusuna cevap 'elhamdü lillah' idi. Şimdi, beylik bir 'iyiyim'den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: 'Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel! ' Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbına devamlı hamdediyor (17/İsrâ, 44) . Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör (14/İbrahim, 34) . Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.



    Hamd, Hayata Gülümsemektir


    Hamd insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Akraba ve fakir insanları ziyaretin de hamde katkısı vardır. Hamdi artırdığı için hadis-i şeriflerde bu ziyaretlerin önemi vurgulanmıştır. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi hamd ve şükre götürür. Dilimiz hamdettiği gibi, yüzümüz de her an hamdetmeli. Yüzün hamdi-şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemail kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahudilerin hainlikleri, münafıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.


    Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. 'Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız! ' (Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1) buyuran o büyük zâtın insanların içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, hamdinin dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden duâ, haşyet, takvâ, İslâm'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, hamdettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zalumlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

    İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boşvermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Aldığı ilâhî prensipleri yaşayıp, çevreye hâkim kıldığı için Hz. Peygamber, öylesine huzur ve mutluluğu etrafına yayıyordu ki, toplumun ve çağının yüzünü güldürdü. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâbla deviren Peygamber nizamının ve o çağın adı 'asr-ı saâdet', yani mutluluk çağıdır. Müslüman, dünyada da haseneler içindedir; etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın öncelikle dolu tarafını görür. Elbette, boş tarafını görmezden gelmez; gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır. Devamlı karanlıklardan şikâyette bulunup kendi içini ve çevresini de karartmaz; bir mum olsun bulup yakmaya, gücü ve imkânı oranında içini ve ortamını aydınlatmaya çalışır.









    Hamd Bilinciyle Hayata Bakış


    Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik.


    Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha da kötüsü, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlaksız... olabilirdik.


    Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli? ! Bütün bunlara hamdedilmez, şükredilmez de ne yapılır?

    İnsanlar Allah'a layık olduğu şekilde hamdedemezler. Ancak mecaz yoluyla ve hamdle ilgili emirlere uyarak hamdetmeye çalışırlar. Çünkü Allah'a hamdetmek, ancak yüce Zatının gerçek mahiyetiyle bilinmesi ve O'na layık olan bir hamd ile hamdedilmesiyle mümkündür. Oysa Kur'an'da, insanların O'nu bilgi bakımından kuşatamayacakları açıkça bildirilmiştir. Nitekim Peygamberimiz, mirac gecesi Yüce Allah'ın 'Allah'a senâ et' emrine muhatap olunca 'Seni gerçek anlamıyla hamd ü senâ edemem' demesi bu gerçeğin ifadesidir. Fakat bu ilahi emre uyulmalı ve kulluk durumu açıklanmalıydı. Bunun için Allah Rasûlü 'Ey Allah'ım, Sen yüce Zâtını senâ ettiğin, medhettiğin, hamdettiğin gibisin! ' diyerek bu emre karşılık vermiştir.


    Biz de Yüce Allah'ın 'El-hamdü lillâh deyin' (17/İsrâ, 111; 29/Ankebût, 63) emrine uyarak O'na hamdetmekle yükümlüyüz. O'nun için, ulaştığımız her çeşit nimetten dolayı “el-hamdü lillâh” demeliyiz. Hamd, sadece bir nimete karşılık değildir. Hamd, kulun nimet içinde yaşamasından dolayı iç âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak hamd vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir. (4)



    İbâdetlerimiz ve Hamd


    Ne Türkçede, ne başka herhangi bir dilde 'hamd' kelimesinin tam karşılığı yoktur. Hamd bir özgün Kur'an kavramıdır. Hamd, bütün anlamıyla Allah'a aittir. Çünkü övülmeğe lâyık her şey Allah'tandır. Zikir, şükür ve dolayısıyla dua ögelerini içeren hamd, tıpkı besmele gibi, müslümanların hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Her gün kılınan 5 vakit namazda kırk defa tekrarlanan Fâtiha sûresi hamd ile başladığı gibi, namazın girişinde okunan Sübhâneke'de, rükûdan kalkarken okunan tahmidde hamd kelimesi kullanılır. Tahiyyât'ın ilk cümlelerinde, “Salli” ve “Bârik” duâlarında, Kunut'ta, namazdan sonra çekilen tesbihlerde, ardından okunan tevhid cümlesinde, bayramlarda ve diğer bazı dinî merâsimlerde getirilen tekbirlerde senâ ve şükür manalarıyla birlikte hamd kavramı tekrarlanmaktadır. Hac ibâdetinin îfâsı sırasında her fırsatta tekrar edilmesi istenen telbiye'de de hamd yer almaktadır.


    Efendimiz, Kurtarıcımız, Allah'a hamd ile başlanmayan her işin eksik ve bereketsiz olduğunu açıklamış (Ebû Dâvud. Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19) ve aksıran her mü'minin 'el hamdü lillâh' demesini emretmiştir (Buhâri, Edeb 126) . Hamdetmeyi içeren duâları okumanın, günahların bağışlanmasına vesile olacağını ve hamdin en faziletli zikirlerden biri olduğunu açıklamıştır. Yine hamdi içeren zikirlerin sadaka yerine geçeceğini haber vermiş, duânın en faziletlisinin el-hamdü lillâh sözü olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezan 155, İman 19; Müslim, Tahâret 1, Müsafirîn 84) .


    Hz. Peygamber'den rivâyet edilen ve (besmeleyle birlikte) hamd ile başlamayan her önemli işin hayırsız ve bereketsiz olacağını belirten hadisin ve fiilî sünnetin etkisiyle olacaktır ki, İslâmî gelenekte bütün ciddi işlerin başında besmele çekilip hamdedilir. Bitiminde de bütün başarı ve nimetleri lutfeden Allah'a yine hamdedilip şükürde bulunulur. Rasülü Ekrem'in tavsiyeleri ve uygulamalarından olmak üzere konuşmalara, zikir ve dualara hamd cümlesiyle başlamak, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmek, aksırdıktan sonra hamdetmek gerekir.


    Cuma hutbesinin her iki bölümü de hamd cümleleriyle başlar. İslâmî eserlerin ilk cümlelerini genellikle besmele ve hamdele oluşturur. Bir yazıda hamdeleye yer verilmemesi, o yazının önemli olmadığının bir işareti sayılmıştır. O yüzden müslümanların bütün resmî yazışmaları ile önemli akidlerinde besmeleden sonra hamdele zikredilirdi. Ayrıca, hamdele, müslümanların uykuya yatma, uykudan kalkma gibi günlük faaliyetlerinin başında ve sonunda zikredilen bir duâ cümlesi haline gelmiştir. (5)






    Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...


    Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de hamd edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım. Bu konuda sünnet, yemek sonrası sofradan kalkmadan herkesin kendisinin hamdetmesi. Olayı merâsim havasına koyup, bir aracının, bir hocanın, veya içlerinden birinin hamdetmesi değil. Sünnette meşhur olan hamd ifadesi de şöyle: 'El-hamdü lillâhi’llezî et'amenâ ve sekaanâ ve cealenâ mine'l-müslimîn (Bizi doyuran, susuzluğumuzu gideren ve bizi müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun) .”


    Su, çay veya meşrubat içtikten sonra hamdetmeyi de unutmamalı. Duâya başlarken ve bitirirken, derse, sohbete, kitleye konuşmaya başlarken ve bitirirken hamdetmeli. Başlangıçta hamd ile Allah'ın nimeti hatırlanıp, O'nun yardımı istenirken; bitişte de verdiği güce ve güzelce tamamlanan nimete karşı şükür makamında hamd edilmelidir. 'Onların duâ, dâvet ve dâvâlarının sonu 'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn'dir.' (10/Yûnus, 10) Okumayı bitirdikten, uykudan uyandıktan, elbise giydikten sonra Rasulullah'ın hep hamdettiğini biliyoruz. Tuvalet ve banyodan sonra 'El-hamdü lillâhi'llezi ezhebe anni'l-ezâ ve âfânî min zâlik (Benden eziyeti gideren ve böylece bana âfiyet veren Allah'a hamdolsun) ” denilmesi tavsiye edilmiştir.


    Hapşırma (aksırma) da hamd için bir vesiledir. Aksırdıktan sonra 'elhamdü lillâh' denilmesi, yanımızda bulunan insanların bize hayır duâda bulunmalarına sebep olacak olan önemli bir sünnettir. Aksıran tahmid'de bulunur. Yanındaki müslüman 'teşmit' eder, yani 'yerhamuke’llah” (Allah sana merhamet etsin) der. Aksıran da 'yehdînâ ve yehdîkümu’llah' (Allah bize ve size hidayet etsin.) diye mukabelede bulunur. 'Biriniz hapşırır ve hamdederse, ona teşmitte bulunun. Allah'a hamdetmezse teşmitte bulunmayın.' (Buhâri, Edeb 127; Müslim, Zühd 53) 'Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine 'yerhamuke’llah' (Allah sana merhamet etsin) demesi hak (bir vazife) dır. Ancak, esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.' (Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül halk 11; Müslim, Zühd 56)


    Görüldüğü gibi her vesileyle hamd, Allah'ı hatırlayıp ona şükür tavsiye edilmiş, hayatın tüm alanlarını Allah doldurmuştur. Müslümanın Allah'tan uzak, O'ndan gafil hiçbir zamanı ve hiçbir hali olmaması istenmiştir. Böylece her yapılan eylemin ibâdet olması sağlanarak kulluk bilinci perçinlenmiştir.


    Kemal derecesinde bir hamdin üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibâdet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele) , ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızâsını istemek) ve sonunda şükür (el-hamdü lillâh demek) .



    Hamd ve Günümüz İnsanı


    İnsanların bir kısmı Allah'a hamd etmezken, bir kısmı da hamd konusunda gâfil görünmektedirler. Günümüzde insanları Allah'a hamdetmekten alıkoyan pek çok sebep/bahane vardır. Doymak, tatmin olmak bilmeyen, reklâm ve kötü örneklerle kamçılanan dünya hırsı, tâğûtî yönetimler, kapitalist ve emperyalist dünya düzeni, kolay yollardan zengin olma isteği, ümitsizlik, kötümserlik... hamdi unutturucu sebepler arasında sayılabilir. Kanaat etmemek, kendini kendinden daha fakirlerle değil; daha zenginlerle karşılaştırmak, maddeci dünya görüşünün sonucunda tüketim toplumunun bireyi olarak hep şikâyetçi olmak da insanı hamd ve şükürden alıkoyan sebeplerdendir. Bütün bu sebeplerle birlikte cehâlet ve gafleti de belirtmeliyiz. İnsanların, Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetlere karşı hamdetmeyişleri bu tür sebeplerle ilgilidir. Bütün bunların çözümü için, insanın iyimser, kanaatkâr, tokgözlü, diğergâm, hamdeden, şükreden özellikler kazanması gerekir. Bu kalitede bir toplum inşâsı için de, tevhidî imana dayalı bir altyapı şarttır. Allah'ın nimetlerine hamd, öncelikle o nimetleri bilmekle mümkün olur. Nimeti bilenler, bu nimetlerle Allah'a ibâdet edilmesi gerektiğinin şuurunda olup, böylece Allah'a hamd edebilenlerdir.


    Günümüzde bir kısım insanlar da, Allah'a hamdetmeyi 'Allah'a hamdolsun' demekten ibaret saymaktadırlar. Oysa, gerçek anlamda hamd, sahip olunan nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla olur. Bütün varlıklarda Allah'ın nimetleri vardır. Her insanda Allah'ın sayısız nimetleri mevcut olduğu gibi, kişilere bazı belâlar da isâbet edebilir. Belânın bulunmaması nimet; nimetin bulunmaması da bir belâdır. İşte, Allah'a mutlak hamd, O'nun bütün nimetlerine karşı olmalıdır. Bu da, her nimetin ve her şeyin sahibi Allah'a, yine Allah'ın istediği şekilde hamdetmekle mümkün olur.


    Dille hamd, 'El-hamdü lillâh' demektir. Kalble hamd, Allah'ın büyüklüğünü, nimetlerini tefekkür etmek ve O'nunla beraber olabilmektir. Kalıpla (vücut organlarıyla, el ve ayakla...) yapılan hamd, nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla yapılır. Nimetlerin sahibini unutmayan, kendisinin emanetçi ve veznedar olduğunu bilen insan, emânete ihânet etmez. Sahibi o nimet ve emânetleri niçin verdiyse, nasıl davranmasını istediyse, O'nun tâlimatları doğrultusunda o görevleri yerine getirir.




    Hamd – İman İlişkisi


    Allah Teâlâ, insanlara devamlı yardımını bahşeder, rahmet ve keremini bol bol ihsan buyurur. Bu, O'nun lutuf ve kereminin sonsuzluğundandır. Hamdi yalnız Allah'a has kılmak, O'nun ulûhiyetini idrak ederek, O'ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığını kabul edip inanmaktır. Varlıklar âlemine olan mutlak hâkimiyetini kabul etmek, her şeyin en sonunda Allah'a varacağını idrâk etmektir. İbâdet ve itaatle Allah'a yönelmek, aynı zamanda Allah'a hamdetmektir.


    Hamd, Allah’ı hakkıyla tanımak ve O’na tâzimdir. O yüzden imanla, tevhidle yakından ilgilidir. Bu sebepten olsa gerektir ki, hamd ve şükrün zıddı nankörlüktür. Nankörlük, nimeti ve nimet vereni örtüp görmezlikten gelmek, inkâr etmek demektir. “Nankör” kelimesi Kur’an’da “küfür” kelimesiyle aynı kökten gelen ve benzer anlamı paylaşan sözcükle karşılanır. Dolayısıyla hamd, imandır; nankörlük de küfür.


    Hamd imanın bir gereğidir. Gerçek anlamda hamd, iman, ilim ve sâlih amelle yapılandır. İnsan, diliyle söylediği hamdi ve onun gerçek anlamını, kalbiyle de tasdik edince, bu hamd, imanının kuvvetlenmesini sağlar. Hamdi sadece Allah'a tahsis etmek, insanın O'nun emir ve yasakları doğrultusunda yaşamasını sağlar. Allah'a hamd, Allah'ın rahmetinin ve nimetlerinin genişliğine imanı da ifade eder. Bütün bunlar gösteriyor ki, hamd ile iman arasında kopmaz bir bağ vardır.


    Allah'ın her türlü nimetini bolca tadan günümüz insanının çoğunluğu, O'na bolca hamdetmesi gerekirken; aksine Allah'a şirk koşacak derecede sapıklık veya isyan içindedir. Bunun en başta gelen sebebi de, Kur'an'ın getirdiği gerçeklerin ve bildirdiği hikmetlerin akıllara ve vicdanlara ilham kaynağı olamayışıdır. Kur'an'ın ilâhî hükümlerine teslim olan akıllar, hakikati anlar. O'nun eşsiz hikmetinin sesine kulak veren vicdanlar ancak doğruyu bulurlar ve gerçeği görürler. (6)


    Hamde lâyık olan hiç şüphesiz yalnız yüce Allah'tır. Hiçbir insan Allah'a hamdetmese bile, O, kendisini her saniye tesbih ve senâ etmekte olan bu kâinatta, haliyle hamdedilmekte ve bütün mahlûkatın lisanıyla övülmektedir. Âhirette de hamd Allah'a mahsustur.






    Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları


    Hamd şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır) :

    Hamd, Allah'ı tanıma, O'na ta'zim ve dua etmedir. O'na inanıp ibadet/kulluk etmedir. O yüzden hamd, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan hamd, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah'a muhtaç olduklarını, Yüce Allah'ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin hamdine Allah'ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği gibi iman etmelidir.


    Hamd, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. 'Küfür'le aynı kökten gelen nankörlüğün zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık görevi biliyoruz. Halbuki, bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği, nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren, bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Öyleyse her şeyden önce, O'na hamd etmeliyiz. Bize hediye getirmede aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram sahibini unutmak uygun olur mu?


    Sabahlara kadar, göz yaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan En Çok Hamdeden'e (Rasûlullah’a) , hanımı; 'Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibadet ediyorsun? ' diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: 'Şükreden bir kul olmayayım mı? ' Peki, bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?


    'Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.' (17/İsrâ, 44) buyruluyor. Allah'ın bütün mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır. Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhâtap olduğumuz halde; bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamdetmeden, nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?


    Fâtiha'ya, namaza başlarken, duâ ederken, yemekten, içmekten sonra, aksırdıktan, uyandıktan, tuvaletten sonra, konuşmaya başlarken ve bitirdikten sonra, arabaya bindikten ve kazasız belâsız indikten sonra... El-hamdü lillâh demeli, böylece en güzel, en kısa duâyı yapmış olmalıyız.


    Hamd, ruhları Allah'a bağlayan mânevî bir bağdır. Gerçek anlamda hamd, Allah'la kul arasında hiçbir engele müsaade etmez. Hamd, insanı Allah'la devamlı irtibatı olan bir varlık haline getirir. El-hamdü lillah'ı sık sık şuurluca günlük konuşmalarımıza, güncel davranış ve eylemlerimize katık ederek, Allah'la bağımızı her dem tazelemeli ve kuvvetlendirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu bağ, bu hat koptuktan sonra, hat kopukken telefonla ses karşıya ulaşmadığı gibi, Allah'a ulaşmaz niyazımız, ricamız.


    Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için hamd olsun O Hamîd'e.


    Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin: Dâvâmızın sonu âlemlerin Rabbı Allah'a hamdetmektir.






    1- Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 160

    2- A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 446

    3- İ. Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, s. 32

    4- Y. Çiçek, F. Yıldız, Hamd Rabb, s. 13

    5- İslam Ans, Diyanet Vakfı Y. c.15, s. 448

    6- Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 40




    Hamd İle İlgili Âyet-i Kerimeler


    Hamde Layık olan Yalnız Allah'tır: Bakara, 267; Nisa, 131; Fatır, 1, 15, 34; Kasas, 70; Ankebut, 63; Sebe', 1, 6; Fussılet, 42; İbrahim, 1, 8; Hacc, 64; Buruc, 8

    Bütün Varlıklar Allah'a Hamdeder: İsra, 44; Mü'min, 7; Zümer, 75.

    Hamd, Alemlerin Rabbı Allah'a Aittir: Fatiha, 1; En'am, 1, 45; A'raf, 43; Casiye, 36; Kaf, 39; Kehf, 1; İsra, 111; Ta-Ha, 130; Ra'd, 13; Mü'min, 55, 65; Şura, 55; Mü'minun, 28; Rum, 18; Saffat, 182; Yunus, 10; İbrahim, 39; Lokman, 25; Neml, 15, 59, 93; Hıcr, 98; Teğabün, 1; Zümer, 29, 74; Tur, 48.





    Hamd İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları


    Buhari, Edeb 126, Ezan 155, İman 19;

    Müslim, Taharet 1, Müsafirin 84, Zühd, 69;

    Tirmizi, Birr 35;

    Ebu Davud, Edeb 9, 11, 18;

    İbn Mace, Nikah 19.

    Müsned, II, 257, 259, 303, 388; III, 32, 74; IV, 278, 375; V, 211, 212.







    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar


    Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 307 ve devamı

    Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 56-62

    Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 36-37

    Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 73-78

    Tefhimü'l- Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c.1 s. 40-41

    Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 62-63

    Hamd Rabb, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 7-41

    İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 15; s. 442-445 ve 448-449

    Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2 s. 320

    Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 78-79

    İslam ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. S. 31-33

    Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 74- 93

    Fatiha Tefsiri, Azad, s. 51-54

    Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 107-114

    Hamd, İmam Humeyni (Çeviren, M. Kerim Seçkin) , Endişe Y.

    Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 442

    Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 41

    Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 137-144

    Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 36-39

    Esma'ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 154-158

    Ayet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 184-185

    Esmaü'l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 216-218

    Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 103-104

    Esmaü'l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. 85-87

    24. Esma-i Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 115-116

  • Besmele05.10.2007 - 09:42

    B E S M E L E



    'Besmele: Tâğutun adıyla değil; Allah'ın ismiyle ve izniyle'




    Besmele; Anlam ve Mâhiyeti

    Kur'an ve Besmele

    Besmelenin Anlam Derinlikleri

    Besmele, Allah'la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir

    Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir

    Besmele, Allah'tan İzin ve Onay İstemektir

    Besmele, Laik Mantığı Protestodur

    Besmele Çekmenin Hükmü

    Besmele Şuurunun Mü'mine Kazandırdıkları




    'Bismillâhirrahmanirrahim: Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım) '




    Besmele; Anlam ve Mâhiyeti


    Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak ve bu adla işe başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: 'Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlarım) ' anlamına gelir. Besmeleyi 'esirgeyen, bağışlayan Tanrı'nın adıyla' gibi yanlış; yanlış olduğu kadar gaflet ve cehâlet kokan tercümeyi kabul etmek mümkün değildir. 'Allah' lafzı, özel isim olduğu ve Yaratıcımızın tüm güzel isimlerini içinde barındıran bir anlam taşıdığı için başka bir dile tercüme edilemez. Ayrıca 'esirgeyen' tabiri çok yanlış bir tercümedir. Türkçede “esirgemek”, daha çok olumsuz bir sıfat anlamında kullanılır. Saklamak, korumak gibi anlamlarından daha çok; kıyamamak ve cimrilik yapmak manalarında kullanılır ki Allah'ın Rahmân sıfatının kesinlikle karşılığı değildir.


    Kur'ân-ı Kerim'in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi, 'Yaratan Rabbinin adıyla (besmele çekerek) oku! ' mealindeki 96/Alak suresi 1. âyetidir. Bu 'Rabbinin ismiyle oku' emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz için değil; bütün mü'minleredir. Mü'minler, meşrû (şer'î, mubah) herhangi bir işe başlarken besmeleyi unutmazlar. Çünkü bilirler ki, 'besmeleyle başlanmayan herhangi bir işte bereketsizlik ortaya çıkar.' (İbn Mâce, Hadis no: 1894) Kur'an okurken, hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi ihmal etmezler.


    Kur'ân-ı Kerim'de 'Fir'avn' kıssası haber verilirken, sihirbazların 'bi-izzet-i Fir'avn' (Fir'avn'ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir (26/Şuarâ, 44) . Fir'avn, Mısır'ı tanrı kabul ettikleri 'Ra' adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler(di) . Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyla Fir'avn'a bağlı olan sihirbazların kıssasında bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir. (1)


    İslâm'dan önce Araplar, işlerine 'bismi'l- Lât ve'l-Uzzâ” diye putlarının adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, 'bismikellahümme' derlerdi. Haniflerin bu âdeti İslâmiyet'in ilk yıllarında da devam etmiştir. 27/Neml sûresindeki besmele âyeti (30. âyet) nâzil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar hep bu ibareyi kullanmış, besmelenin yazıldığı ilk satıra başka hiçbir şeyin yazılmamasını da emretmiştir. 'Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür.' (İbn Mâce, 1894) buyuran Efendimiz'in, günlük hayatındaki birçok iş münasebetiyle besmele çektiği ve besmeleyi tavsiye ettiği bilinmektedir.


    Bir müslüman besmele çekmekle, 'nefsim veya başka bir varlık adına, tâğut adına değil; Allah adıyla, O'nun rızası için ve O'nun izniyle başlıyorum.' demek ister. O'nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin devamlı olarak O'nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü'min, 'O'nun müsaadesiyle bu işi yapıyorum. Çünkü, bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet O'nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti vermezse, ben bu işi tamamlayamam' demek ister. (2)




    Kur'an ve Besmele


    Besmele’yi oluşturan kelimeler Kur’an’da en çok tekrar edilen kelimelerdir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesini meydana getiren kelimelerden “ism” (isim) kelimesi, türevleriyle birlikte 71 yerde geçer; aynı kökten gelen semâ ve çoğulu semâvât kelimelerini de ilâve edersek, isim kelimesinden türeyen kelimeler toplam olarak 381’e çıkar.


    Besmeleyi meydana getiren ikinci kelime olan “Allah” lafzı ise, Kur’an’da tam 2697 yerde kullanılır; ayrıca “ey Allah’ım” anlamına gelen “Allahümme” kelimesi de 5 yerde geçer. Üçüncü kelime olan “Rahmân” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de 57, “Rahîm” kelimesi ise 115 yerde tekrar edilir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin kendisinden türediği “rahmet” ve türevleri ise Kur’an’da toplam 339 yerde geçer.


    Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur'an-ı Kerim'de buna işaret eden pek çok emir vardır (2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi) .


    İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip edilen Kur'an-ı Kerim'in ilk âyeti de besmeledir. Besmele, Kur'ân-ı Kerim'in 114 sûresinden 113'ünün giriş cümlesi olarak yer almaktadır. 27/Neml sûresin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur'an'da 114 yerde 'bismillâhirrahmânirrahîm' vardır.


    “O (mektup) Süleyman’dandır, ve o 'bismillâhirrahmânirrahîm'le (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta) dır.” (27/Neml, 30)

    “(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” (11/Hûd, 41)

    “Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin/ anın.” (2/Bakara, 200)


    “Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” (4/Nisâ, 103)


    “Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.” (73/Müzzemmil, 8)


    “Sabah akşam Rabbinin adını an.” (76/İnsan, 25)


    Besmeleye vücut veren 4 kelime (isim, Allah, Rahmân, Rahîm) 'den 3'ü Allah'ın isimleri olup, bunların 2'si bağış, merhamet, cömertlik, affetmek gibi anlamlar taşımaktadır. Kur'an'ın ilk cümlesine bunları koyarak, temel konusu ülûhiyet ve insan - Allah ilişkisi olan Kur'an'da hâkim olan ögenin rahmet ve merhamet olduğuna Rabbimiz dikkat çekmektedir. Rahmân ve Rahîm'in kökü olan rahmet kelimesi Kur'an'ın açık beyanlarına göre Allah'ın hâkim niteliğidir. 21/Enbiyâ sûresi 107. âyette Son Peygamber'i de Kur'an 'âlemlerin rahmeti' olarak nitelendirmektedir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur'an'ın tanıttığı Allah, yarattığı mahlûkata, her şeyden önce rahmet sıfatıyla tecellî etmektedir. (3) İslâm’ı korku dini, Allah’ı sadece korkulacak bir zât olarak göstermeye çalışan besmelesizlere en büyük darbe, besmeledeki rahmet ve merhamet ifadeleridir.




    Besmelenin Anlam Derinlikleri


    İslâm ahlâkı, incitme, öldürme ifade edecek davranışlarda ve bu davranışlara müsaade eden sözlerde besmeleyle başlamayı yasaklamıştır. Savaşmaya müsaade eden ve putperestlere ültimatom içeren Tevbe sûresi, besmelesiz başlayan tek suredir. Eti yenen hayvanların kesimi ve avlanması sırasında besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatlarının anılması uygun görülmemiştir. Hayvan keserken 'bismillâh' veya 'bismillâhi Allahu Ekber' denilir.


    Kur'ân-ı Kerim'in konusunun; Allah ile evren, özellikle de insanlık âlemi arasındaki münasebeti bildirmekten ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Besmelenin başındaki 'ba' edatı (“b” harfi) bu münasebeti ortaya koymakta ve kulun, Yaratanından yardım isteyerek hep O'na bağlı kalışını ifade etmektedir. Hz. Ali'ye atfedilen meşhur bir söz vardır: 'Kur'an'ın tümü Fâtiha sûresinde eksiksiz özetlenmiştir. Fatiha'nın özeti de besmeledir. Besmele de 'b' harfinde özetlen-miştir. Dolayısıyla besmele'nin b'si Kur'an'ın özetidir.' İlk planda abartılı gibi gelen bu ifade doğrudur. Arapçada harf-i cer olan 'b' ilsak içindir. Türkçe tam karşılığını, '..... ile.....' şeklinde gösterebiliriz. Kendi başına bir anlamı olmayan bu harf, en az iki kişi arasındaki bir ilişkiyi belirten bağlaçtır. 'Ahmed ile Mehmed' örneğinde olduğu gibi. Aralarında bir münasebet, bir bağ olmadan bu bağlaç kullanılmaz. Besmele'de deki 'B' aralarında alâka olan iki tarafı belirtir. Bu tarafların biri, besmeleyle işe başlayan kul; diğeri Allah'tır. 'B' Allah ile kul arasındaki ilişki ve bağı anlatır. Kur'an'ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-ilâhlık münasebetidir. Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. 'B' harfi de bu ilişki ve bağı içerdiği için Fâtiha ve Kur'an'ın özeti olmuş olur.


    Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce 'ba'nın ilgili bulunduğu mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir: 'Bismillâh diye başlıyorum', 'Allah'ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan kesiyorum...' gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan derûni münasebeti ifade eden besmele, İslâm'ın bir sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip O’ndan medet umulacağını (1/Fâtiha, 4) idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sayesinde daha da güzelleşeceğini anlamaktır.




    Besmele, Allah'la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir


    Evet, Besmele, Allah'la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O'nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah'ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: 'Ya Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum.'


    O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane görevi yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.


    En doğrusu, Allah'ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak turar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.


    Besmele, 'Allah'ın adı ile' demektir; 'Allah'ın adına' değil. Bu ikisi arasında önemli fark bulunmaktadır. Müslüman her yaptığı şeye, her söylediği söze Allah'ın adı ile başlar. Allah'tan izin alarak; Ama Allah adına değil. İnsan beşer ve âciz olduğu için hatalar yapabilir. Allah adına demek; yapılana bir anlamda ilâhî özellik, günahsızlık, hatasızlık iddiası atfetmektir. O'nun adına iş iddiası, Allah'ın temsilcisi olma anlayışını, bu da ruhban sınıfını oluşturur. Tarihte Allah adına nice zulümler işlenmiştir. Teokrasi de budur. Kulun yaptığı iş, müslümanca olmalıdır ama, beşerî özellik taşıdığından iddiasız olmalıdır.

    Besmeledeki “isim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında 'semâ' kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, 'bismillâh' ın anlamı, 'Allah'ı yücelterek' şeklinde de anlaşılabilir. (4)



    Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir


    Besmele, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine has bir anahtar değil; önceki ümmetlerin de kullandığı bir şifredir. Besmele'nin Hz. Muhammed (sa.s.) 'den önceki peygamberler döneminde de kullanıldığını Kur’ân-ı Kerim’den anlıyoruz: Hz. Süleyman'ın, Saba kraliçesi Belkıs'a yazdığı İslâm'a dâvet mektubu bu cümleyle başlamaktadır. 'O (mektup) Süleyman'dandır ve o bismillâhirrahmânirrahîm -Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla- (başlamakta) dır.' (27/Neml, 30) Hz. Nuh da tufandaki gemi yolculuğuna bu ifadeyle başlıyor. Gemiyi bu cümleyle hareket ettiriyordu: “(Nuh) dedi ki: 'Gemiye binin! Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ -Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır.-' (11/Hûd, 41) bu vesileyle ifade edelim ki, ister sürücü ve ister yolcu olarak bindiğimiz tüm araçlara binerken besmele çekmek, Kur’an’ın işaret yollu tavsiyesidir.


    İnsanlık tarihi boyunca İslâm peygamberlerinin tümü tarafından bir şifre, bir anahtar olarak kullanılmıştır besmele. O yüzden, değişmez evrensel değerlerin öbür ismi olan İslâm'ın, değişmez değerlerinden biri de besmelenin verdiği bakış açısıdır. Bu bakış açısı, bize şu gerçekleri gösterir: Allah, insanın her işine karışır. İnsan, eğer Allah'ın yardımını istiyorsa, her hayırlı işine Allah ile başlamak durumundadır. İnsan yaptığı her bir şeyde Allah'a olan borcunu hatırlamak ve O'na teşekkür etmek durumundadır. İşte bunlar, insanlığın değişmez değerlerinin değişmez göstergesidir.


    Her değerli iş gibi, Kur'an okumaya başlarken de Eûzü Besmele çekmek gerekir. 'Kur'an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Eûzü çek) .' (16/Nahl, 98) diye emreden Allah, okumaya besmeleyle başlamamızı da emretmektedir: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku.' (96/Alak, 1)


    Kur'an'a başlarken, besmeleden önce istiâze gelir. Çünkü istiâze'yi aşmadan besmeleye geçilmez. Eûuzü ile Allah'ı yardıma çağırdıktan, O'nun yardımı ile şeytanları etkisiz hale getirdikten sonra, şirki ve şirke götüren şeytanî isyanları kendimizden uzaklaştırarak Allah'ı lâyıkı ile anabileceğimizi düşünüyoruz.


    Gönlümüzde ve düşüncemizdeki, dilimizde ve davranışlarımızdaki şeytanî pisliklerden temizlenerek tertemiz bir şekilde Allah'la beraber oluyoruz. Eûzü süpürgesiyle temizlediğimiz gönül ve dil sarayımıza Allah'ın ismini yazıyoruz. Tıpkı kelime-i tevhidde önce 'lâ ilâhe' (hiçbir ilâh yok) deyip Allah dışındaki ilâh taslaklarını kaldırıp atarak gerçekleştirdiğimiz tevhidî temizlikten sonra, 'illâllah' (ancak Allah var) dediğimiz gibi.


    Kur'an'a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması sonsuz olan Allah'ı hatırlıyoruz. Kur'an'ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O'na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. O'nun Rahmân sıfatıyla dünyada mü'min-kâfir herkese merhametine şahid oluyor, dünya hayatında bu nimetlerin kadrini bilerek verene teşekkür edip kulluğa/ibâdete, Kur'an'a yöneliyoruz. Rahîm sıfatının ise, âhirette adâleti gereği sadece mü'minlere merhamet edip, kâfirlere azab etmesi olduğunun bilincine vararak âhireti, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur'an okumaya, tefekküre başlıyoruz.


    Sadece Kur'an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O'na yaraşır, ahirette de O'nun rızasını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz. Kur'an, besmeleyle başlıyor, biz de Allah'ın Kitabını Allah'ın ismiyle okuyoruz.


    Eğitimle ilgili eserler başta olmak üzere nice kitaplar, gazeteler, dergiler, besmele ile mi başlıyor? Öğrenciler için hazırlanan bazı din kültürüyle ilgili kitaplar, bir müslümanı “bu, benim dinim değil! ” diye isyan ettirecek modern hurâfe ve tuğyanla dolu olabiliyor. Peki, İslâm’a ters içeriği kalarak yayınların besmele ile başlamasını tercih edebilir miyiz?


    Laiklik, resmî din kabul edilmediği için ve bazı İslâmî âdetlere ses çıkarılmadığından Arap ülkelerinin çoğunda televizyonlarda sunucular besmele ve hamdele ile başlıyor programlarına. Besmele ile başlanan programda ise Allah'ın yasakladığı neler yok ki? ! Düşünün bir kere, İslâm düşmanlığını her fırsatta en rezil şekilde gösteren bir tv. kanalı, programlarını sunarken besmele ile başlıyor. İslâm’a her gün hakaretler yağdıran, ahlâksız bir gazetenin ilk satırında besmele yazıyor. Bu Allah ile, din ile alay olmaz mı? Haram katmerleşmez mi bu tavırlarla? Peki, “onlar besmele ile başlamasınlar da biz onlara bakarken besmele çekelim” diyebilir misiniz?


    'Yaratan Rabbinin ismiyle oku.' (96/Alak, 1) âyeti bizden sadece şekil ve lafızla değil; muhtevâ ile ilgili tavır beklemektedir öncelikle. Okuduklarımızın Allah'ın ismiyle okunması; Allah'ın izniyle, O'nun rızası için, O'nun yolunda, O'nu unutturmayan, O'na yaklaştıran yapıda olmasını gerektirir. Okumak gibi, artısı büyük olan bir eylemde besmele bilinci bunu gerektiriyorsa, diğer eylemlerimizde bu özelliklerin aranma zorunluluğu daha fazla olmaz mı?





    Besmele, Allah'tan İzin ve Onay İstemektir


    Bismillâh, “Evvel Allah (önce Allah) ” deyip, O'na danışmak, yapacağımız herhangi bir işte Allah'ın onayını istemektir. Allah'ın adını herşeyin önüne geçirip yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O'nun adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz 'Allah'ın adıyla' derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle O'nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz 'Allah'ın adıyla' derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah'ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.


    “Bismillâh” diyor ve sonra ekliyoruz 'Rahmân, Rahîm' sıfatlarını. Aslında “Allah” ismi, Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatlarıyla birlikte Rahmân ve Rahîm sıfatlarını da içermektedir. Ama bunlar özellikle hem besmelede, hem Fâtiha sûresinin ilk âyetlerinde özel yer alır. Kur'an, Allah'ın rahmetle ilgili sıfatlarını öncelikle ve ısrarla vurgular. O'nun başka isim ve sıfatları değil de, özellikle Rahmâan ve Rahîm sıfatları! Çünkü varlığımızı O'nun Rahmân ve Rahîm oluşuna borçluyuz. O'nun üzerimizdeki merhametiyle varız ve varlığımızı bu sayede sürdürüyoruz. O'nun merhameti olmadan, nefes alıp vermemiz bile imkânsız. Bedenimiz, aklımız, ruhumuz hep O'nun rahmetinin birer eseri. Peygamberimiz'in ve vahyin bize gelişi de O'nun rahmetiyledir. İşte bunları hatırlamak için 'Rahmân' diyoruz, 'Rahîm' diyoruz.


    Rahmet, her çeşit âfetlerden kurtulup her türlü hayra ermektir. Rahmân, mü'min-kâfir ayırt etmeden tüm herkese hayat hakkı tanıyan, yaşaması için gereken şartları hazırlayıp nimetleri veren demektir. Rahîm ise, hak edenlere ve lâyık olanlara nimetini bol bol, sürekli olarak veren demektir. Bu yüzden Rahmân sıfatı, O'nun dünyadaki tecellîsi; Rahîm ise âhiretteki tecellîsidir. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı, hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde dünyada da O'nunla, O'nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz. (5)






    Besmele, Laik Mantığı Protestodur


    Bir mü'min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah'la iş yapması, Allah'ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu manada besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah'tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.


    Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine 'Rahmân, Rahîm Olan Allah'ın adıyla' başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. (6)


    Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden) birisidir. Mü’min, her vesileyle ve sık sık besmele çeker. Günümüzde müslümanım diyen insanların çoğu, yemek vb. bir iki şeyin dışında besmele çekme gereği duymuyor, her hayırlı şeye başlarken besmele çekmek, tarihe karışıyor. Yine, günümüzdeki insanların ağızlarından çıkan besmele, formalite icabı, âdet ve alışkanlık gereği söylenmiş gibi, ruhsuz ve cansız kelimelerden ibaret kalıyor. Mekanik bir telaffuzdan ibaret, şuursuzca dudaklardan dökülüveriyor. Adını andığı Allah’a isyanla meşgul bir işyerinin açılışında besmele okunarak kurdela kesilmesi, örneklerden sadece biri. Günlük hayatımızın her zaman diliminde Allah’ın ilkelerine ve hükümlerine bağlı olduğunu göstermek için her çeşit hayırlı işlere besmele ile başlar. Besmele ile Allah’a ilticâ eder, şeytânî düşünce ve eylemlerden O’na sığınarak, O’nun yüceliğini itiraf eder ve O’ndan yardım ister. Allah’ın rahmân sıfatını düşünerek, her çeşit nimetin Allah tarafından kendisinin istifadesine sunulduğunu düşünür, O’na şükürde bulunur. Rahîm sıfatını düşünerek de ümitsizliğe giden yolu tıkar, dünyada başına gelen musîbet ve zorlukların geçici olduğunu, esas ve sonsuz rahmetin âhirette tecelli edeceğini değerlendirir.




    Besmele Çekmenin Hükmü


    Besmelenin yerine göre farz, vâcip, sünnet, mendup, haram ve mekruh gibi hükümleri vardır. 'Üzerlerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etinden yemeyin. Çünkü bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır.' (6/En'âm, 121) mealindeki âyet, hayvan keserken besmelenin farz olduğunu gösterir. 'Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın.' (5/Mâide, 4) âyeti de av üzerine hayvanı gönderirken veya av için silâh kullanırken, yani avcılık yaparken besmele çekmenin farz olduğunu belirtmektedir. Hayvan keserken besmelenin kasten terkedilmesi halinde, o hayvanın etinden yemek haramdır. Namaz dışında Kur'an okumaya başlarken sûrenin başında istiâze ve besmele âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Namazda ise, Hanefî mezhebine göre her rekâtta Fâtiha'dan önce besmele sünnet; Şâfiî mezhebine göre farzdır.


    Önemli sünnetlerden ve yaygın muâşeret kurallarından biri de yemek yemeye başlarken besmele çekmektir. Konu ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği üzere (Ebû Dâvud, Et'ıme 15; Tirmizî, Et'ıme 47) başlanırken unutulduğu takdirde hatırlandığı zaman, 'Başında da sonunda da Allah'ın adıyla' anlamında 'Bismillâh fî evvelihî ve âhirihî' demek gerekir. Herhangi bir işe başlarken besmele çekmenin hükmü işin mahiyetine göre değişir. Meselâ içki içmek, gasbedilen veya çalınan bir şeyi yemek gibi yasak fiillere besmele ile başlamak, onları meşrû saymak anlamına geleceği veya dinle alay hükmüne gireceği için haram kabul edilmiştir.


    Abdest almak, duâ okumak gibi ibâdetlerle, yenilmesi helâl olan gıdaları yemek, helâl şeyleri içmek gibi fiillere besmele ile başlamak sünnettir. Besmele, Allah'ı hatırlattığı, zikr olduğu, kul - ilâh ilişkisi ve kurallarını düşündürdüğü için, her meşrû eylemimize besmeleyle başlamak, sürüden ayrılıp seviye kazanmak ve işimize bereket katıp ibâdet sevabı almaktır. Necâset mahallerinde besmele çekmek ise mekruh sayılmıştır. Cünüp ve âdetli olanların duâ ve senâ maksadıyla besmele çekmesinde bir sakınca yoktur. (7)






    Besmele Şuurunun Mü'mine Kazandırdıkları

    Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır) :


    Müslümanın her işi Allah'ın adıyla ve O'nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı.


    Müslümanın her işinde 'evvel Allah' olmalı. Yani mü'min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah'a danışmalı.


    Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz.


    'Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur' (İbn Mâce, hadis no: 1894) hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.


    Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir.


    Besmele Allah'tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder. (8)


    Müslüman, her türlü davranışa İslâmî ölçüler ışığında başlamalı, eylem, hizmet ve faâliyet yaparken ilâhî rahmet ve merhamet üzere bulunmalıdır. Besmele bu bilinci yansıtmalıdır.


    Müslüman, bütün düşünce ve davranışlarında merhametle hareket etmek zorunda olduğunu besmeledeki rahmetle ilgili iki sıfatla idrak etmelidir.


    Müslüman, besmeleyi hayatının tamamına yansıtmalıdır. Şuursuz bir şekilde söylenen besmelenin, istenen faydayı sağlamayacağını bilmelidir.


    Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını sağlar/sağlamalıdır.


    Besmelenin her işte sürekli tekrar edilmesi, Allah’ı zikir olduğu gibi, müslümanın Allah’la rahmet üzerine iş yapacağına, O’nun izin verdiği şekilde davranacağına dair sözleşme yenilemesidir.


    Besmele, her işte Allah’tan yardım istemenin gerekliliğini, başarı ve zaferin Allah’a ait olduğunu unutmamak demektir. (9)


    Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah'tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz.


    Allah'ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O'nun dini için yapılan bir gayret şeklini alıyor.


    Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.


    Allah'ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş, tüm müşrikler ve putperestlere muhâlefet etmiş oluyor. (10)


    Mü'minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur. (11)







    Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler, Kavramlar, 1/ 41

    Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 226, 227

    Kur'an'ın Temel Kavramları, 66

    İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 24

    Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sûreleri, s. 23-24

    Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 180

    İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Y. c. 5, s. 531

    Ali Akpınar, a.g.e. s. 28

    Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, s. 19

    10- İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 22

    11- Yusuf Kerimoğlu, a.g.e. 1/ 42







    Besmele ile İlgili Âyet-i Kerimeler

    96/Alak, 1

    1/Fâtiha, 1

    27/Neml, 30

    11/Hûd, 41




    Besmele ile İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları

    Sünen-i İbn-i Mace, Hadis no: 1894;

    Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2, 259



    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

    Tefsir-i Kebir (Mefâtihu'l-Gayb) , Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c.1, s. 139-241

    Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 15-49

    Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 57-61

    Ahkâm Tefsiri, M. Ali Sabuni, Şamil Y. C. 1 s. 13-14

    Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 34-36

    Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. C. 1 s. 40-41

    Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 35-73

    Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 23-27

    İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. C. 5 s. 529-540

    Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1 s. 226-229

    Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 36-59

    Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 75-104

    Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. C. 1 s. 41

    İman Risalesi, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. S.180

    Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. S. 21-24

    Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. S. 21-26

    İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. S. 20-24

    Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 135-136

    Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 15-26

    Kendimizi Tartışmak, Selâmi Çekmegil, Timaş Y. s. 200-201

    Besmele ve Fatiha Tefsiri, Ebulleys Semerkandi, Sezgin Neşriyat

    Besmelenin Şerhi, Abdülkerim b. İbrahim Cili, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.

    Besmele Tefsiri, Hacı Bektaş Veli, Kültür Bakanlığı Y.

    Besmele Albümü, Ziya Bilgiç, Osmanlı Y.

  • İstiaze05.10.2007 - 09:41

    İ S T İ Â Z E




    'Kur'an'a başlamak için şeytanı taşlamak ve şerden uzaklaşmak'



    İstiâze; Anlam ve Mâhiyeti

    Kur’an ve İstiâze

    Şeytandan Kurtuluş, Allah'a Sığınmakla Sağlanır

    Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan

    Şeytanın İbâdetlere Tasallutu ve Şeytanı Kaçıran Şey

    Günümüzde İstiaze Anlayışı

    Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?

    İstiaze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar




    'Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Euzü billahi mineşşeytanirracim' de) .' (16/Nahl, 98)



    İstiâze; Anlam ve Mâhiyeti


    İstiaze: Euzü çekmek, 'Euzü billahi mineşşeytanirracim' demektir. İstiaze kelimesi, sığınma, bağlanma, güvenme ve korunma istemek anlamlarına gelir. Şeytandan ve her türlü şerlerden Allah'ın korumasına ve yardımına sığınmaya istiaze denir.


    Euzü billahi mineşşeytanirracim: 'Kovulmuş şeytanın şerrinden, her türlü kötülüğünden Allah'a sığınırım.' anlamına gelir; 'Şeytanın ahiret ve dünya işleriyle ilgili hususlarda bana zarar vermesinden veya yapmakla emrolunduğum şeylerden beni alıkoymasından Allah’a sığınır ve O’nun yardımıyla korunurum.' İstiaze, insanların kötülüklerden korunabilmeleri için bütün ilahi emir ve yasaklara uyarak, söz ve işleriyle Allah'a sığınma istemelerini ifade eder.


    Bir imtihan yeri olan dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır. O, insanı aldatmaya, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de gizli açık her yola başvurur. Bu nedenle mü'min, şeytanın oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak Kur'an'ın gösterdiği yoldan gitmelidir. İnsana yaraşan, daima Rabbına sığınması, koruyucusunun O olduğunu bilmesidir.




    Kur’an ve İstiâze


    Allah’a sığınmak anlamında “istiâze” ve bu kelimenin kökü olan “âze” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçmektedir. “Allah’ı sığın” anlamında “isteız” 4 yerde (7/A’râf, 200; 16/Nahl, 98; 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 36) geçmekte, “ben sığınırım” anlamında “eûzü” kelimesi 7 yerde (2/Bakara, 67; 11/Hûd, 47; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1) , “ben sığındım” anlamına gelen “uztü” 2 yerde (40/Mü’min, 27; 44/Duhân, 20) kullanılır. Yine “sığınırlar” anlamındaki “yeûzûne” kelimesi 1 yerde (72/Cinn, 6) “ondan sığınıyorum” manasına gelen “üîzühâ” 1yerde (3/Âl-i İmrân, 36) ve yine “sığınırım” anlamında kullanılan “meâz” kelimesi de iki yerde (12/Yûsuf, 23, 79) kullanılır.


    Kur'an okunduğunda O'ndan yeterince yararlanmak, öncelikle şeytan ve her çeşit şeytanî düşünceden Allah'a sığınmakla mümkündür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Euzü billahi mineşşeytanirracim' de) .' (16/Nahl, 98)


    Kur'an, Allah'ın insanlara gönderdiği tâlimatıdır. Şeytan, Kur'an okuyan kişiyi, Kur'an'ı anlamaktan, doğru yorumlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır. Kalbine vesvese sokarak Kur'an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır. Kur'an okumaya istiaze ile başlayarak, Kur'an'ı yanlış anlamaya, yanlış yorumlamaya, O'nun iniş gayesi dışında bir okumaya sevkedecek her türlü şeytanî düşünce, akım ve yaklaşımdan Allah'a sığınıyoruz. Allah'ın kelamını okuduğu veya bildiği halde Ondan yararlanamayan şeytanî özelliklerden de Allah'a sığınıyoruz.


    Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, Kur'an tilavetine zemin hazırlamak için bir mukaddimedir. Böylece okuyan, samimi bir kalb ve açık bir zihinle Kur'an'ı okumağa başlar.


    Bilindiği gibi, namaz kılmadan önce, vücut ve gönül Allah’ın huzuruna çıkmaya hazırlanmalı, bunun için de abdest alınmalıdır. Namaz için abdest ne ise, Kur’an okumak için de istiaze odur. Cafer b. Sadık, “Kur’an okunmak istendiğinde ve diğer ibadetlerden önce istiaze’nin emredilmesinin sebebi, dilini gıybet, yalan ve dedikodu gibi kötü işlerle kirleten insanın istiaze ile onu temizlemesi, böylece her türlü noksanlıklardan uzak olan Rabb’inin kelamını temiz bir lisanla okumasıdır.” demiştir.


    Ayette hitabın Peygamber Efendimiz'e yöneltilmiş olması ve 'Kur'an okumak istediğin zaman' ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece Peygamberimiz'e has olduğunu ve bunun sadece Kur'an okunacak zamanlarda olacağını ifade etmez. Hitap, Peyğamberimiz'in şahsında bütün müslümanlaradır. Kur'an okunduğunda böyle bir ihtiyaç söz konusu ise, diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. (1)




    Şeytandan Kurtuluş, Allah'a Sığınmakla Sağlanır


    Allah, insanlara görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün kötü ve korkunç şeylerden Kendisi'ne sığınmalarını emrediyor. 'Eğer seni şeytan (vesvese vererek) dürter kışkırtırsa hemen Allah'a sığın.' (41/Fussılet, 36)


    Allah, insanlara himayesine iltica etmelerini bildirmiş oluyor. Bu ifadeden Allah'ın himayesine sığınmayı gerektiren pek çok kötülüklerin var olduğu açık olarak anlaşılmaktadır.


    Kötülüğün kaynağı ister bizzat şeytan, isterse onun oyuncağı haline gelmiş bir kısım insanlar olsun, bu kötülüğü defetmenin mümkün olduğu bilinmelidir. Şeytandan kurtuluş, tüm yaratıkların yaratıcısı ve Rabbı olan Allah'a sığınmak, O'nun hayat nizamı olan İslam Dininin emir ve yasaklarına uymakla mümkündür.


    İnsanlar ona tutunarak semaya doğru yükselsinler diye Allah'ın gökten indirip bize uzattığı ipine (Kur'an'a) dört elle sarılarak yapışmamız gerekiyor. Kopması mümkün olmayan Allah'ın ipini bırakıp, boynumuza ve beynimize kement gibi geçirilmek için hazırlanmış şeytanın ipini, yularını istemediğimizi ilan etmeliyiz. İşte bu özgürlük ilanının adı ve andı, istiazedir. Rabbımız'ın Daru's-selama (cennete) davetiyesi olan Kitab'ı, istenildiği gibi okumazsak, davete icabet edemeyiz. Ana vatanımıza, baba yurdumuza hicretimizi gerçekleştirmemiz, vuslata ermemiz için zor sınavlardan başarıyla geçmemiz gerekiyor. İşte, insan ve cin şeytanlarıyla kıyasıya mücadelenin zafer parolasıdır istiâze.


    Allah'a güvenip bağlananlara, hayat görüşü ve yaşama biçimi olarak İslam'a yönelenlere şeytanın hâkimiyeti ve ciddi bir etkisi olamaz. Çünkü bu nitelikteki mü'minler, Kur'an'ı hayatlarında uygulamak için okumuşlar ve Allah'ın emirlerine teslim olarak O'na sığınmışlardır. Her yere kolayca sızabilen şeytan, bu nizama sığınanlara yaklaşamaz. Zaman zaman vesvese verse de kendi buyruğu altına alamaz onları. Bunun için, mü'minler, Allah'ın askerleridir; şeytanın askerleri olmazlar. Kur'ânî anlamdaki istiaze, şeytandan, onun temsilcisi olduğu tüm kötülüklerden Allah'a sığınmayı, O'na inanmayı ve Allah'ı her şeye kadir bir ilah tanıyıp buna göre kulluk vazifesine sarılmayı ifade etmektedir.


    İnsanoğlu, fıtratı gereği nefsanî ve hayvanî duygulara sahiptir. Bu duyguları açıkça ve gizli olarak kötü yolda tahrik eden düzenler, tâğutlar, insan ve cin şeytanları her zaman var olagelmiştir. Bunların her türlü kötülüklerinden uzak kalmak ve korunmak, ancak Allah'ın bildirdiği esaslara uyarak O'na sığınmakla mümkündür. Bu konuda insana düşen görev, her şeyden önce düşmanlarını tanımak ve onları kendinden uzaklaştırmaktır. Ancak, insanın bu mücadeleyi kazanması için Allah'ın yardımına ihtiyacı vardır. Allah, mü'minlere bu savaşı kazanabilmeleri için, takip edecekleri metodu göstermiştir. (2)


    'Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.' (41/Fussılet, 36) 'Mü'minlere ve Rablerine güvenip dayananlara o şeytanın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır. O sadece onları kandırabilir.' (16/Nahl, 99-100) 'Sen onların sana yaptığı kötülüğü, en güzel şeyle sav. Kötülüğe iyilikle karşılık ver. Biz onların seni ne kötü sıfatlarla vasıflandıracaklarını biliyoruz. Ve de ki: 'Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım Rabbim.' (23/Mü'minûn, 96-98)


    İlgili ayet ve hadislerden anlaşılan istiaze; İnsanın Allah'a sığınmak istemesi, O'nun rahmetine iltica etmesi, İslam'ın esaslarına teslim olarak tüm kötülüklerden korunma isteğini diliyle söylemesi, kalbiyle bu anlayışta olması demektir.




    Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan


    İstiaze'de üç öge vardır: 'Sığınan', 'Kendisine sığınılan' ve 'kendisinden sığınılan'. Sığınan ve sığınmaya muhtaç olan sadece bir şahıs değildir. Bütün yaratıklar O'na sığınmaya muhtaçtır. Peygamberlerin de sık sık Allah'a sığındıklarını, bu konuda da bize örnek olduklarını Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Sığınmaya ihtiyacımız olduğunu kabul etmek, âciz ve zayıflığımızı, âciz olmayan birinin yardımına ihtiyacımız olduğunu kabullenip itiraf etmek demektir. Bu anlayış da bizi, yaratılış amacımız olan kulluk ve ibadet şuuruna ulaştırır.


    Kendisine sığınılan ve sığınılması gereken yüce varlığın, sadece Allah olduğunu biliyoruz. O'nun hak dini, O'nun emir ve yasakları, insanlığı tüm kötülüklerden koruyan ilâhî bir sığınaktır.


    Kendisinden kaçınılan, kötülüğünden sakınılması gereken varlığın şeytan ve onun temsilcisi bulunduğu tüm şerler olduğu, şeytanın cinlerden olduğu gibi, insan cinsinden de olabileceği Kur'an'dan anlaşılmaktadır.


    İnsanların, Allah'a sığınmaları, O'nun emirlerine bağlı kalarak, yasaklarından kaçınarak, azgın ve kovulmuş şeytandan ve her türlü kötülük ve günahlardan uzaklaşmalarıyla mümkündür. Allah'ın istekleri doğrultusunda yaşayış ve kötülüklerden kaçış; Allah'a sığınıştır. Bunun için insan, daima Kur'an'a yönelmeli, O'ndaki gerçekleri Allah'ın istediği şekilde yerine getirmelidir.


    Kur'an'ın bildirdiği ilâhî kuralları yerine getirirken, onu Allah'ın dininden uzaklaştıran bir duygunun, düşüncenin, varlığın, sistemin şeytan veya onun temsilcisi durumundaki şeytanî bir kötülüğün olabileceği bilincinde bulunmalıdır.


    Kur'an okurken, namaza başlarken istiaze terkedilmez. Çünkü şeytan bu ibadetleri de hakkıyla yaptırmamak için peşimizi namazda ve kıraatte bile bırakmaz.




    Şeytanın İbâdetlere Tasallutu ve Şeytanı Kaçıran Şey


    Namaz kılarken, ibadet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular çoğumuzun aklına gelmiyor mu? İstiaze şuurundan mahrum olduğumuz için şeytan bizi namazda bile meşgul etmiyor mu? Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde şu hadis-i şerif rivayeti vardır:


    'Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve 'şunu hatırla', 'bunu düşün' diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir.' (Buhari, Ezan 4, Amel fi's-Salat 18, Sehv 6; Müslim, Salat 19, Mesacid 89; Ebu Davud, Salat 31; Nesai, Ezan 30; Muvatta, Nida 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320)


    Rasülüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasülüllah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.


    Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir) : Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi caiz olmayan bir ibadet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibadettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, davettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilah olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder

    ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza davet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tabliğdir ezan, çünkü şahidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, 'ezan-ı Muhammedî' denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.) ’e ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usul ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.


    İnsanların, her türlü kötülüklerden korunabilmeleri için, Allah’a sığınma isteklerini ifade eden istiaze kavramı, günümüzde büyük önem taşımaktadır. Çünkü asrımızda insanlar, her zamankinden daha çok şeytanî tahriklerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslam’ın bildirdiği gerçeklerin unutulduğu günümüzde, insanlar iyiyi ve kötüyü ayırt edemez hale gelmişlerdir. Bu durum onların işini daha da zorlaştırmaktadır. Çünkü kötülüğe açılan pek çok kapılar yanında iyiliğe açılan tek bir kapı vardır. Bu kapı da hakka, hakikate açılan İslâm kapısıdır. İnsanları her yönden kaplamış olan şerlerin zifiri karanlığı, Kur’an ve sünnet ışığı ile yok edilmedikçe, insanlığın kötülüklerden kurtulması ve Allah’a sığınması mümkün olamaz.


    Kur’an ve sünnetten, istiâze’nin, anlam yönüyle iman ve onun gereği olan sâlih amelleri kapsayan bir terim olduğunu öğrenmekteyiz. İnsanların yaşantı şekilleri, onların sahip oldukları inanç, duygu ve düşünceleri ile yakından ilgilidir. İslam’ın iyi olarak bildirdiğini iyilik; kötü olarak bildirdiğini de kötülük kabul etmek öncelikle bir iman işidir. İslam’a göre nelerin iyilik, nelerin kötülük olduğunun bilinmesi ve iyiliklerin yapılıp, kötülüklerden sakınılması da bir uygulama (amel) meselesidir. İstiâze bilinci, referansını Allah’tan almayan, O’nun ilkelerine ters şeylerin kötü ve şeytanî olduğuna inanmayı ve bu inanca uygun yaşamayı gerektirir. Yine, istiâzenin tevhidî yönü, kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” diye reddedilen kısım istiâze ile paralellik arzetmesinden anlaşılır. Besmele de “illâllah” demektir.


    Öyle şeytani düzende ve öyle zalimlerin işgalindeki ortamda imtihan oluyoruz ki, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi taşlar bağlanmış, köpekler salıverilmiş. Salıverilmiş de ne kelime? ! Üstümüze üstümüze saldırtılmış. İşte istiaze, taşları yerinden oynatmak, azgın köpekleri bağlamaktır.



    Günümüzde İstiaze Anlayışı


    Günümüz insanının istiaze anlayışı ve inancı üç bölümde özetlenebilir:


    a- Allah tarafından, iyilik ve kötülük olarak bildirilen hüküm ve değerleri kabul etmeyip, Allah’a ve O’nun dininin hükümlerine sığınmayı reddedenler. Bunlar, şeytanın oyuncakları, şeytanın askerleri, şeytanın kul ve köleleri, şeytana tapanlar ve ins şeytanlarıdır.


    b- Sözle, yani dilleriyle Allah’a sığındıkları halde, yaptıkları işleriyle şeytanın peşinden gidip, pek çok kötülüğü işleyenler. Bu durumdaki insanlar, gerçek anlamıyla Allah’a sığınmış değillerdir; O’na sığınmış olduklarını zannedenlerdir.


    c- Allah’ın bildirdiği ve yapılmasını emrettiği ilâhî emirlerin tümünü iyilik (hayır) , yasaklarını da kötülük (şer) kabul edip, bu inancın gereğini yerine getirenler. Bu özelliğe sahip olanlar, gerçek anlamda Allah’a sığınmış ve kötülüklerden korunmuş olanlardır.


    Kur’an’daki âyetlerde ve Peygamberimizin mübarek sözlerinde, insanların kaçınmak zorunda oldukları kötülükler açık olarak ortaya konulmuştur. Günümüzde, insanları, her türlü kötülüklerden korumak için öncelikle onlara bu kötülükleri tanıtmak gerekmektedir. Çünkü şeytanın ve onun temsilcisi olanların hilelerinden biri de kötülüğü, iyilik gibi göstermeleridir.


    Ayet ve hadislerde bildirilen kötülüklerden en önemlileri: Şirk, şeytan, kibir ve büyüklenme, cehalet, vesvese, şehvet, heva, hased, şüphecilik, zulüm, gazab, cinler, tüm korkunç şeyler, sihir, büyü, büyücü kadınlar, korkaklık, cimrilik, kötü ömür, fitne, kabir azabı, âcizlik, tembellik, cehennem azabı, deccal fitnesi, yoksulluk sefaleti, zenginlik gurur ve şımarıklığı, iyiliklerin azlığı, batıl inançlar... gibi kötülüklerdir. (3)


    Şeytanın taktiklerinden biri de, küçük günahları, mekruhları önemsiz göstermek, sünnetleri, vacibleri olmasa da olur dedirtmektir. Şeytanın bu tâvizlerle açtığı gediğin giderek nasıl genişlediği çevremizdeki nice örnekten kolay anlaşılacaktır. Küçük görülen bir mekruh veya haram, kalpte siyah bir leke oluşturur. Sonra, önemsenmediği ve başka benzerleri de işlendiği zaman, bu mânevî leke, büyüye büyüye bütün kalbi, bütün bünyeyi kaplar. 'Hiçbir küçük günah yoktur ki, önemsiz görüldüğü müddetçe büyüyüp büyük günah olmasın; Hiçbir büyük günah yoktur ki, tevbe çeşmesindeki gözyaşı suyuyla küçülüp yok olmasın.' Sağlıklı bünyeye giren küçücük, gözle görülemeyen mikroplar, önemsenmez ve temizlenmezse, mikropların nasıl çabuk büyüyüp vücudun tümünü mahvettiklerini biliriz. Kanser, kangren gibi hastalıkların önceden tedbir alınınca hastalıktan kurtuluşun kolay olması, geciktikçe çözümün imkânsızlaşması, manevî mikrop ve hastalıklara da örnek olması açısından önemlidir.


    Bir meyvedeki küçük bir çürüğün önemsenmemesi, çürüğün temizlenmemesi sonucunda meyvenin tümünün kısa zamanda ne hale geldiğini hepimiz biliriz. Yine, bir çürük meyvenin, içinde ilişkide bulunduğu ve aynı mekânı paylaştığı diğer sağlam meyvelere nasıl zarar verdiğini de bilmeyenimiz yoktur. Mânevî alanda da durum bundan farklı değildir. İslâm’ın kendilerinden Allah’a sığınılmasını istediği kötülükler, işlendiği takdirde şeytanın, insana hakim olmasını sağlar. Bu kötülükler şeytanın giriş yollarıdır. Bunlarla şeytan kime yaklaşırsa, ya da kim şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olursa, o kişi, artık hakikati göremez. Çünkü Allah'ın nuruyla bakamadığından basireti, firaseti kalkar, bakar kör olur. Tabii, dünyada görülmesi gereken hakkı göremeyenler, gerçek hayatta da kör olarak haşrolunacaktır.


    İnsanı kötülüklere sevkeden sebepler, genel olarak, insanın içindeki (dahilî) sebepler ve dışındaki (haricî) sebepler olarak iki bölümde incelenebilir.


    İç sebepler: İnsan, arzu edebilen, herhangi bir şeye ilgi duyabilen sosyal bir varlıktır. Bu arzu ve ilgiyi tahrik eden etkenler, düşünceler ve hâtıralardır. Bunlar insanı ya iyiliğe, ya da kötülüğe çağırırlar. Genelde, onu iyiliğe çağıran duygu ve düşüncenin sebebine melek; kötülüğe çağıran sebebe ise şeytan denilmiştir. Şu halde, insanı içinden tahrik edip, onu Allah’a isyana sevkeden her türlü duygu ve düşünce şeytanîdir.


    İnsanlığı kötülüğe sevkeden dış sebepler ise pek çoktur. Bunların başında, Allah’tan ve O’nun dininden uzaklaştıran insanlar, sistemler, görüşler ve bunların temsilcileri gelir.


    İnsanı, içten veya dıştan, tahrik ederek Allah’a isyana sevkeden her şey, mü’min için bir zarar unsurudur. Bunun için o, kendisini Allah’a isyana sevkeden gizli ve açık düşmanlarıyla savaşmakla emrolunmuştur. İşte bu savaşta insanın ilk kullanacağı silahı istiaze’dir. Kur’an’daki şu ayetler bu gerçeği ifade eder: “Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasülünün haram kıldığını haram saymayan, dinini din edinmeyen kimselerle, küçülüp (boyun eğerek) elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.” (9/Tevbe, 29) “Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tutun.” (35/Fâtır, 6) “Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü) ndendir.” (4/Nisa, 79)


    İnsan, dünyada iyilikle kötülüğün savaşını yaşar. Bu savaş, karanlıkla aydınlık gibidir. Biri galip olursa, diğeri bulunmaz. Bu savaşa insan, düşmanını iyi tanıyarak başlamalıdır. Burada bilinmesi gereken hakikat, insanın, içindeki düşmanla savaşının, dışındaki düşmanla savaşından daha önemli olduğudur. Çünkü içteki şeytanî duygu ve düşünceler yok edilmeden dış düşmanla savaşılamaz. Ayrıca insan, dıştaki düşmanla savaşında ölürse şehid olur. Allah’ın bir emrini yerine getirdiği için de sevabını alır. Fakat iç düşmanıyla mücadelesinde yenilirse, müslüman olarak ölememe ihtimaliyle karşılaşır. Bu durum ise, Allah’a sığınılacak çok büyük bir kötülüktür. Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.) : “Allah’ım, ölüm anında şeytanın beni istilâ ederek yaptıklarımı boşa çıkarmasından, senin doğru yolundan (dininden) yüz çevirmiş olarak ölmekten sana sığınırım.” buyurarak Allah’a sığınması bu hakikati bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.

    Her asırda olduğu gibi, günümüzde de insanlığın uğradığı en büyük felaketler, kendi içinden gelen ve zihnine hâkim olan kötülüklerdir. İnsanın, iç dünyasındaki bozukluk, imansızlık, iradesizlik, yanlış düşünce, aldanış, şüphecilik ve vesvesecilik insanî özelliklerin yok olmasına yol açmıştır. Bu günkü toplum fotoğrafımız, kişisel görüntüde nefret, bencillik, stres, bunalım, cinayet, intihar... toplumsal manzaramızda tek kelimeyle fesat, düzen açısından ise...


    İnsanın kalbinde ve düşüncesindeki kötülükler, ya yanlış itikadlardan veya kötü işlerden oluşur. Kim, yaptığı işleriyle şeytanın peşinden giderse, dili ile Allah’ı ansa da o, şeytanın yolundadır. Bu duruma düşmüş insanların gizlice itaat edip dostluk kurdukları şeytandan gelen vesveseyi yok edebilmeleri, Allah’a imanla mümkündür. Peygamberimiz’e gelip, “Ey Allah’ın Rasülü, içimizde (vesveseden) olduğuna inandığımız bazı şeyler buluyoruz. Onları size söylemeyi uygun bulmuyoruz.” diyen sahabilere Rasulullah’ın “Bu, imanın açık belirtisidir.” buyurması bu gerçeğin isbatıdır. Gerçek anlamda Allah’a iman, şeytanın içinize attığı vesveseyi kabullenmenize engel olan imandır. Şeytanın vesvesesini küçük görmemek, Allah’ın azabına sebep olmasından korkmak, kişinin imanının açık belirtisidir. Şeytan ve onun işi olan tüm kötülüklerden kaçınılmadıkça, Allah’a itaat edilmiş olunamaz. Mü’minin görülebilen ve görülemeyen pek çok düşmanı vardır. O halde bu düşmanlar, insanı hak yoldan uzaklaştırmaya kasd ettikleri zaman insan, her şeye galip olan mutlak Rabb’e sığınmalıdır. Çünkü Allah, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayı kötülükleri yok etmek için bir vesile kılmıştır. Allah, insanın açlığını ve susuzluğunu gidermek için yemeyi ve içmeyi nasıl sebep kılmışsa, ilâhî emirlerin gereğini de insanların mutluluğuna bir sebep kılmıştır.


    İnsanlığın fikir ve yaşantısının karanlıklardan kurtulması, sapıklık dalgalarından korunması, ancak âlemlerin Rabbi Allah’ın yardımıyla mümkün olur. Allah’ı Rab olarak tanımayanlar, O’nun emirlerini anlamak istemeyenler, kendi arzu ve heveslerinin gereğini yerine getirmek için hiç bir ölçü tanımayanlar, hakka, gerçeğe saygı duymazlar. Kötüyü iyi zannederler. Onların bu tarzdaki yaşayışları, gerçeği görmelerine engeldir. İslâm âlimlerinin şu sözü bu konuya açıklık getirmektedir: “Yediği, içtiği haram olan bir insan, iyiliği ve kötülüğü ayıramaz.” Bâtıl peşinde koşanlar, hangi asırda olurlarsa olsunlar Kur’an’dan hidayet alamazlar.


    İnsanları, Allah tarafından emrolundukları şeyleri yapmaktan alıkoyacak, onları Allah’ın emrinin hilafına sevkedecek tuzaklar, günümüzde her zamankinden daha fazladır. Öyleyse Allah’a nasıl sığınmalıyız? O’na sığınış tarzımız nasıl olmalıdır? (4)




    Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?


    Allah’a nasıl ve hangi tarzda sığınmamız gerektiğini Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürterse (hemen) Allah’a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.” (7/A’raf, 200) İnsan, ne zaman şeytanî bir tahrikle karşılaşırsa, hemen Allah’a sığınmalıdır. O kötülüğün doğuracağı cezadan sakınarak Allah’ın dinine iltica etmelidir. Allah’ın nimetinin büyüklüğünü, azabının şiddetini düşünerek hayatında kötülüğe yer vermemelidir. Allah’a sığınış tarzı budur. Allah, gönülden kendine bağlananları bilir. Kendisine sığınmak için söylenen her sözü işitir. İnsanın görüş ufkunun genişlemesi, Allah’a teslimiyetle olur.


    Allah’a gerçekten sığınan insanların belirgin özellikleri, âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Allah’a sığınan insan, O’nun dininden ve hükümlerinden habersiz, cahil olamaz. Kendisine vesvese dokunduğu zaman Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlar, hemen gerçeği görür. Vesvese karşısında bilinçli olarak Allah’ın nizamına sığınır. Allah’a gerçekten sığınan insanın özelliklerinden biri de, Allah’a tam bir teslimiyet içinde bağlanarak, bildiği ilahî emri her durumda kesin olarak uygulamasıdır.


    Allah’a sığınmayı kabullenmeyen insanların en belirgin özelliği de kibirliliktir. Büyüklenme ve cehaletle birlikte, diğer özellikler de hased, taassub, gazab ve kindir.


    İslam’ı değiştirmek ve yok etmek isteyenlerin her türlü fitne ve kötülüğünden, Allah’ın ilahî nizamına sığınmak gerektiğini “Muavvizeteyn/koruyucu sûreler” adı verilen “Felak ve Nâs” surelerinden öğreniyoruz. “De ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım! ” (113/Felak, 1-5) “De ki: ‘İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahibi ve hâkine) , insanların ilâhına sığınırım! ” (114/Nâs, 1-6)


    Şeytandan Allah’a sığınmak, Allah’ın adını anmak, O’ndan yardım dilemek demektir. Hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslamî bir anlam kazanır. Euzü besmele bir hayat görüşüdür. Dünyayı ilahî vahye göre yorumlamaktır. Hayatı, eşyayı ve kendini, tarihin derinliklerinden gelen Âdem–şeytan, vahy, risalet, hidayet, dalalet kavramları ışığında cevaplamaktır.


    “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” Şeytan nereden kovulmuştu? Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Adem ve anamız Havva ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak ve insanları “iğvâ” ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu mücadele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız bitip kıyamet kopana kadar...


    Görüldüğü gibi, İslam’a göre, dinlerin kaynağı ikidir. Allah’tan gelen ve şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahy”dir. Bununla “hak din” oluşur. Şeytandan gelen ise “vesvese”dir, bununla da “izm”ler oluşur. İnsan ya Allah’tan yana olur, ya da şeytandan yana. İşte euzü besmele bu tercihin açıklanmasıdır. Allah’ı kabul ederek, ona göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklük taslayıcı sistemi arasındaki tercih. Her ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücadele, mühlet dolana kadar devam edip gidecektir. Bu mücadelenin sonucunu Kur'an haber veriyor: Hizbullah (Allah taraftarları, Allah'ın askerleri) galip gelecek; Hizbüşşeytan ise hüsrana uğrayacaktır. (5/Maide, 56; 58/Mücadele, 19) . Ne mutlu Allah'ın safındakilere! Yazıklar olsun şeytanın askerlerine! ..


    Peygamberimiz tüm dualarında euzü besmeledeki ruh ve anlamı yaşatmıştır. Onun yaptığı dualar genellikle şu iki cümleden biri ile başlamaktadır. “Euzü bike” (sana sığınırım) veya “es’elüke” (senden isterim) . Peygamberimiz, Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar istemektedir. Bununla, hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden ilişki olduğu açıklanmış oluyor. Efendimiz “Allah’tan bağışlanma, nur, dünya ve ahirette afiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını, şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini, mustaz’aflara yardım etmesini... istiyor. Şeytandan, küfürden, kötü ahlak ve kötü heveslerden, cehennemden, kabir fitnesinden, her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin şerrinden, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yoksulluk ve borca batmaktan, kederden, çok yaşlılıktan, yangın ve sel felaketinden... Allah’a sığınıyor ve bu şekilde dualar yapmamızı öğütlüyor. (Buhâri, Deavât, 35-46)


    Eûzü besmelede iki şey vurgulanır: 1- Düşman şeytandan Dost Allah’a sığınma, 2- Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama, öbürüne sığınma. Çünkü hayatın manası bundan ibarettir. Ya Allah’tan gelen vahyi din edinir, ona göre yaşar, düşünür, konuşursun. Ya da şeytandan gelen fücur ilhamını din edinir ona göre konuşur, yaşarsın. Bunun dışında, Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun. (5)


    Şeytandan istiâze etmek, yalnızca tek bir kötüden ve tek bir kötülükten uzak durmak anlamıyla sınırlı kalmaz; tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır. Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Onu şahsî bir menfaat (basit dünyevî çıkar) için okumama da bu anlama dahildir; bir dünya ehlinin menfaati için okumama da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmama da. Ona şöhret için muhatap olmama da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, onu ise aklın kölesi kılmama da.


    Zaten, istiâze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabullenmeyip kendisine güvenen, başkasına sığınmaz. Başkasına sığınma, ancak acziyetini görenlerin işidir. Allah'a sığınma ise, O’ndan başka tüm şeylerin kendisine sığınılmaya lâyık olmadığını bilip görmeyi gerektirir. Allah'a sığınan, başka herşeyin mahluk olduğunu biliyor ve kendileri birer yaratık olarak korunmaya muhtaç bulunan şeylerin sığınılmaya lâyık olmadığını görüyor demektir. Bu bakımdan şeytandan istiâze, imanın ve ubûdiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Şeytandan ne kadar istiaze ediyorsak, acziyetimizi o derece kabul ediyor ve Rabbimizin koruma ve rahmetini o derece görüyoruz demektir.


    Dolayısıyla, istiâzeye niyet eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere 'kibirlenerek kâfir olan' şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak enaniyetimizi kamçılamaktır. 'Şeytanlar, ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derekelerine atıyorlar.' İstiâze sayesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir. (6)


    Kur'an okumaya, Fâtiha'dan, besmele'den de önce istiâze ile başlanır; Muavvizeteyn sureleri ile Kur'an sona erer. Muavvizeteyn, Korunma, sığınma yollarını gösteren iki sure demektir, Felak ve Nas surelerine denir. Yani Kur'an'a başlarken ne kadar istiaze bilincine ihtiyaç varsa, Kur'an'ı kaparken de o kadar sığınmaya ihtiyaç vardır. Başlangıçta istiaze, kapanışta istiaze. Başla son arasında uyum. Dikkat etmemiz gereken bir husus da; Kur'an'a başlarken cinlerden olan şeytandan Allah'a sığınırken, Kur'an okumayı sona erdirirken 'mine'l- cinneti ve'n- nas' cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığınmamız gerektiğidir.


    Kur'an okumaya başlamadan önce istiâze okumak sünnettir. Namazda istiâze okumanın hükmünde ihtiâf vardır.Bazı âlimlere göre vâcib olup, her rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce istâze de okunur. Ebu Hanife Ve İmam Şâfii'ye göre, okunması sünnet olup sadece birinci rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce okunur. Çünkü bu iki imama göre namazdaki kıraatin hepsi bir tek kıraat sayılır.


    Hz. Peygamber'in istiaze duasını okuduğuna dair pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bu ifadelerden bazıları 'Eûzü billâhi's-Semîı'l-Alîmi mine'ş-şeytânirracîm', 'Esteıyzü billâhi mine'ş-şeytânirracîm' şeklindedir. Yine istiâze, 'neûzü billâh', 'meâzallah' şeklinde de kullanılır. Tuvalet veya banyoya girerken, kapıya yaklaşınca, 'eûzü billâhi mine'l hubsi ve'l-habâis' denilir veya eûzü çekilir.




    İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar


    Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah'a sığınmalı ve O'ndan yardım istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız sürece Allah'a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze şuuruyla bağdaşmaz.


    İstiâze, 'hicret'tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan, şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saadetlere hicret. İstiaze şuuruna sahip bir mü'min, Kur'an'da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları olan ashab'a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.


    Kul ne yaparsa yapsın, Allah'ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse O'nun yardımına müstahak olarak O'ndan istemeliyiz.


    Şeytandan Allah'a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah'a sığınmış demektir. 'Şeytan' azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve hakka uzak olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya çalışmalıyız.


    Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız. Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.


    Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.


    Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde Allah'ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki, şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi yerine getirirsek, şeytana da uymamış oluruz. (7)


    Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa dım atarken, iş başında, aş başında, gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden, istiazedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur'an okurken istiaze gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?


    İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü'min için sanki düşmana karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.


    Allah'ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O'na sığınanlara, Allah'ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saadeti, şuurlu bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah'ın dinine sığınıp sakınmalarıyla mümkün olacaktır. 'En iyi koruyan Allah'tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.” (12/Yûsuf, 64) “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir.' (8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173)




    1- İslam Ansiklopedisi, Şamil, c. 3, s. 211

    2- Y. Çiçek, F. Yıldız, İstiâze Şeytan, 11-13

    3- a. g. e. 33

    4- a. g. e. 37

    5- İ. Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 20-23

    6- M. Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, s.17-18

    7- A. Akpınar, Namaz Duâları ve Sûreleri, s. 21, 26






    İstiâze İle İlgili Âyet-i Kerimeler


    a- Allah'a Sığınmak: Felak, 1-5; Nas, 1-6

    b- Kur'an Okumak İstendiğinde Şeytandan Allah'a Sığınmak: Nahl, 98

    c- Şeytanın Şerrinden Allah'a Sığınmak: A'raf, 200; Nahl, 98; Mü'minun, 97-98; Fussılet, 36; Nas, 1-6

    d- Kafirlerin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü'min, 56; Mümtehıne, 5

    e- Yaratıkların Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1-2

    f- Gecenin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,3

    g- Büyücülerin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,4

    h- Hased Edenlerin (kıskançların) Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,5

    i- Bazı Peygamberlerin Bazı Kötülüklerden Allah'a Sığınmaları: Bakara, 67; Hud, 48; Yusuf, 23-24 ve 79; Mü'min, 27; Meryem, 16-18; Duhan, 18-22

    j- Günah İşlemekten Allah'a Sığınmak: Yusuf, 23

    k- Şeytanın Yanımızda Bulunmasından Allah'a Sığınmak: Mü'minun, 98

    l- Hesap Gününe İnanmayan Her Kibirliden Allah'a Sığınmak: Mü'min, 27

    m-Büyüklük Taslayıp, Delilsiz Olarak Allah'ın Ayetleri Hakkında Tartışanlardan Allah'a Sığınmak: Mü'min, 56

    n- Cahillerden Olmaktan Allah'a Sığınmak: Bakara, 67

    o- İçyüzünü Bilmediği Bir Şeyi Allah'tan İstemekten Allah'a Sığınmak: Hud, 48.







    İstiâze İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları

    Sahihü'l Buhari: Deavat 35-46; Et'ıme, 28; Eşribe, 30; Bed'ül Halk, 11; Edeb, 76; Tefsir, 6/2; Ezan, 149; Cihad, 25; Fiten, 15; Rikak, 52; Ezan, 4; Amel fi's-Salat, 18; Sehv, 6.

    Sahihü'l Müslim: Salat, 19; Mesacid, 89; Fiten, 4,7,10; Zikr, 47-52, 61,62,66,73,76,96; Birr, 109,110; Fedailü's-Sahabe, 140; Eyman, 36.

    c- Tirmizi: Tahare, 4; Deavat, 15, 19, 67, 74, 76, 110.

    d- Nesai: İstiaze, 7, 12, 17, 18, 25, 26, 33, 38, 60; Ezan, 30;

    e- Ebu Davud: Salat, 31; Edeb, 98, 104; Salat, 18, 119, 120, 122; Tıbb, 19.

    f- Müsned, Ahmed b. Hanbel: 1/ 247; 2/ 202; 3/ 50, 427; 5/ 356; 6/ 31, 100, 139, 190.

    g- Muvatta: Nida, 6



    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

    Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 88 - 127

    Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. c. 2, s. 23 - 34

    İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.

    Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 16-18

    İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 3 s. 211 - 212

    Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 11 - 35

    Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 56 - 75

    Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. S. 21 - 26

    İşaratü’l- İcaz, Said Nursi, Tenvir Y.

    Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 19-21

    İslam ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 20-24

    Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 16-18

    Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275

    Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42

    Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284

    İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153

    Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216

    İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287

    Hz Adem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144

    Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.

    Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.

    Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.

    Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbni Kayyim El-Cevziyye, Uysal Kit. Y.

    Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.

    Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.

    Şeytanın Varlığı ve Mahiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.

    Şeytanizme Rağmen İslami Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.

    Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.

    Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.

    Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.

    İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.

    Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.

    Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.

    Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.

    Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler

    İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.

    Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.

    Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.

    Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.

    Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.

    İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.

    Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

  • iman04.10.2007 - 09:44

    İman; Anlam ve Mâhiyeti

    Kur’an’da İman

    İmanın Artması eksilmesi

    İmanın Gerektirdikleri

    İman ve İslâm

    İman ve Amel

    İnsan Niçin İman Eder?

    İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)

    İmanı Bozan Haller

    Bâtıla İman




    “O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (2/Bakara, 3)



    İman; Anlam ve Mâhiyeti


    İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.


    Kavram olarak, Rasûlüllah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Alemlerin Rabbı olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.


    İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.




    Kur’an’da İman

    İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.


    Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor (7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...) . Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor (26/Şuarâ, 193) . Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir. (Bkz. 33/Ahzâb, 72) İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.


    Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu herşeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de herşeye tercih etmemiz gerekir. 'İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır.' (2/Bakara, 165)


    İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.


    Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab'a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü olan ahiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır (2/Bakara, 1-5) .


    Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm'ın temel binâsı ve üçüncü âyetinde 'gaybe iman' şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyeti olan 286. âyette de perçinlenir: 'O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur'an'a) iman etti. Mü'minler de Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.' 'Gaybe iman' olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur'an'ın değişik yerlerinde topluca

    veya tek tek, veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.


    'Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin.' (2/Bakara, 41) 'Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.' (3/Âl-i İmran, 179) 'Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ine, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.' (4/Nisâ, 136) “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: 'Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, ahirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir...' (2/Bakara, 177)


    İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. (Bkz. 2/Bakara, 256) . İmandan yoksun kalanları Kur'an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır. (Bkz. 8/Enfâl, 55) Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır. (Bkz. 11/Hûd, 17; 13/Ra'd, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103) 40/Mü'min, Allah'ın yardımcısı, Allah'ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir. (Bkz. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68) .






    İmanın Artması eksilmesi


    İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz: 'Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında 'bu sûre, hanginizin imanını artırdı? ' diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.' (9/Tevbe, 124) 'Onlara bazı kimseler, 'insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.' demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve 'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.' demişlerdi.' (3/Âl-i İmran, 173) “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (33/Ahzâb, 22) “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.” (8/Enfâl, 2) “Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” (74/Müddessir, 31) “Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” (47/Muhammed, 17) 'Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.' (4/Nisâ, 46) 'İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine sekînet (güven) indiren O'dur.' (48/Fetih, 4) .


    İman, muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça, peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. 'Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayâtında zillet, kıyamet gününde azabın en şiddetlisine uğratılmaktır.' (2/Bakara, 85) . Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir. Bir bardak temiz suya bir damla zehir katılmış olsa, o su, faydalı olmaktan çıkar, tehlike sebebi olur.




    İmanın Gerektirdikleri


    İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. 'İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.' (29/Ankebut, 2) 'Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele' (2/Bakara, 155) '(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman? ! ' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır.' (2/Bakara, 214)


    Kâmil iman sahibi mükemmel mü'minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur'an, bunu şöyle ifâde eder: 'Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli) , kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar) . Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah'ın lütfu ve ilmi çok geniştir.' (5/Mâide, 54) 'Bir kısım insanlar, mü'minlere: 'düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! ' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'hasbüna’llahu ve ni'me'l- vekîl', yani, 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! ' dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.' (3/Âl-i İmran, 173-175) .


    Gerçek mü'minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir. (Bkz. 103/Asr sûresi) Mü'minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü'minler olacaktır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 28) Mü'min erkekler ve mü'mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır. (Bkz. 9/Tevbe, 71) Mü'minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir. (Bkz. 49/Hucurât, 10) .


    İmanda ortak olmayan, mü'min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dahil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler. (Bkz. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22) Kur'an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.


    Hayâtın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.


    İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.


    Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.


    İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.


    Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...




    İman ve İslâm


    “Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.” (49/Hucurât, 14) . Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhari ve Müslim dahil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: “Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: ‘Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim! ” Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama, ondan daha çok sevdiklerin dururken, yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.” (Buhârî, İman 27) . Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”


    İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...” (33/Ahzâb, 35) . Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned) Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, hac ve Ramazan orucu.” (Buhârî, İman 8) . Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekat, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehadette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehadet olmadan ne namaz ve zekat, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehadet etmek” şart koşulmaktadır. Şehadet etmek ise, sözle yapılan zahirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.


    O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrail, Allah’ın Rasûlü’ne bir “İman nedir? ” bir de “İslâm nedir? ” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara,

    rasüllere, ahirete ve kadere iman etmek” (Buhârî, İman 47; Müslim I/ 161-162) olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda şehâdet kelimesi, namaz, zekat, oruç ve haccı zikretmiştir. (Buhârî, İman 47; Müslim, I/ 161)


    İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buhârî, İman 10) Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir? ” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır? ’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslâm budur.” İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezahürüdür.


    Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. 49/Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:


    1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği 49/Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (49/Hucurât, 14)


    2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri

    açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki iman ettiler, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” (4/Nisâ, 137)


    Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikatı” denilir; “İslâm’ın hakikatı” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatın hükmü de odur. Hakikatsız şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.


    İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehadet, dilin amelidir) maddelerdir.


    Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak

    demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.” (Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221) (1)


    Kuru bir 'iman ettim' sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi 'ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum.' demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, heva ve hevesleri doğrultusunda hayâtını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.


    İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. 'İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; halbuki onlar, mü'min değillerdir.' (Bakara, 8) 'Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü'min değillerdir.' (24/Nur, 47) 'Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.' (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. 'Ey iman edenler, Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O'na teslim olmuş şekilde can verin.' (3/Âl-i İmran, 102) İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: 'İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Halbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.' (29/Ankebut, 2-3) .


    Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 7)


    İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek

    demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24) İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”


    İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. 'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.' (49/Hucurât, 15)


    İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. 'Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.' (33/Ahzâb, 39)


    İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır. 'Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.' (24/Nur, 51-52) 'Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.' (33/Ahzâb, 36) 'Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.' (4/Nisâ, 65)


    Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi heva ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım! ” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar (bkz. 33/Ahzâb, 36) .

    İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Salih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen

    geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; salih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)




    İman ve Amel


    Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve salih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143) . Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.


    Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir? ’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi? ’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi? ’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhârî, İman 26) . Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman 14) . Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehadeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî, İman 37) . Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman 24)


    Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illa’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, Müslim) . Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.


    İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir? ” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz? ” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” (Buhârî, İman 53)


    İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.


    “Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/Secde, 15) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (24/Nur, 62)


    Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.


    Bu noktada İmam Ebu Hanife'nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü'mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. 'Ey insanlar, Rabbinizden korkun.' (22/Hac, 1) âyetinde 'Ey mü'minler Allah'a itaat edin! ', 'Ey kâfirler Allah'a iman edin! ', 'Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun! ' anlamı vardır. (Vasıyet, İmam Âzam'ın Beş Eseri, s. 75) İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.


    İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan 'insan' adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin 'kaza'ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dahildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir. (2) Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi? !


    İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. 'Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.' (40/Mü'min, 85) Fir'avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum'daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah'ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü'min olamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, 'efendim çoğuna inanıyor ya? ' diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef'âl-i küfür) bilinmelidir. Mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden 'ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir' demelidirler.






    İnsan Niçin İman Eder?

    İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)


    İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp kendini Allah'a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat, doğru bir şekilde iman edip, Allah'ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. 'Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.' (76/İnsan, 2-4) 'İman edenlere ve doğru hareket edenleri müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır.' (2/Bakara, 25)


    İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayât sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: 'Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.' (24/Nur, 55)


    Müjdeler, mü'minler içindir (13/Ra'd, 29) . Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir (58/Mücâdele, 22) . Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz (16/Nahl, 99; 34/Sebe', 20) . Onlara yardımcı olmak, Allah'ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. 'Mü'minlere yardım etmek, bize haktır (Bize düşen görevdir) .' (30/Rûm, 47) . Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir (Bkz. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4) . Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır (Bkz. 3/Al-i İmran, 139) . Allah'ın lütuf ve bağışı mü'minler içindir (3/Âl-i İmran, 152) . Mü'min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü'mini kasten öldüren, ebediyyen cehennemde kalır (4/Nisâ, 93) . 'Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.' (98/Beyyine, 7)


    'Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.' (3/Âl-i İmran, 139) Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah'la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.


    'Ve mü'minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.' (4/Nisâ, 141) Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü'minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü'minlerindir. Mü'minler, imanın hakikatını yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı, Allah'ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.


    Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü'minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatında meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatında meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü'minlere hak olarak döner. (Fî Zılâl'den)


    'Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak' diye yazmıştık.' (21/Enbiyâ, 105)


    'Kim mü'min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.' (21/Enbiyâ, 94)


    'Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek olsun kim mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.' (40/Mü'min, 40)


    'Erkek ve kadından her kim mü'min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayâtla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.' (16/Nahl, 97) Mü'min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü'min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, bir çok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi'nan) , iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr) , mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah'tır.


    İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah'a bağlanma ve O'nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü'min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbımızın hazineleri, sevabı ne büyüktür!



    İmanı Bozan Haller


    İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu sürmesi gerekir. Kur'an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:


    a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurafeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. 'Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.' (4/Nisâ, 51-52) 'Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.' (4/Nisâ, 60)


    b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır. 'Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.' (39/Zümer, 65) 'Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.' (4/Nisâ, 48 ve 116)


    c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur. 'Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.' (2/Bakara, 257) 'Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.' (3/Âl-i İmran, 100) 'Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz? ' (4/Nisâ, 144)






    Bâtıla İman


    Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. 'De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.' (29/Ankebut, 52) 'Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır.' (40/Mü'min, 12) 'Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler.' (12/Yûsuf, 106)


    Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir (Bkz. 2/Bakara, 256) . Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)


    Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. 'İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.' (6/En'âm, 82) Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217)


    Doğru iman Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)






    1- M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 302-308))

    2- A.g. e. s. 311-313 ve 346-348




    İmanla İlgili Âyet-i Kerimeler

    Gaybe İman: Bakara, 3; En'am, 59; Yunus, 20; Nahl, 77; Fâtır, 82; Yasin, 11; Mülk, 12.

    Haktan Şüphe Etmemek: Bakara, 147; Al-i İmran, 60; En'am, 114; Yunus, 94-95; Hucurat, 15.

    İmanda Samimi Olmak: Al-i İmran, 16-17; Mü'minun, 57-61; Ankebut, 2-3; Feth, 29; Hadid, 7

    Ye's (Ümitsizlik Halinde İman Geçersizdir: Nisa, 159; En'am, 158; Yunus, 90-91, 98; Enbiya, 122-15; Sebe', 54; Mü'min, 84-85; Muhammed, 18-19; Fecr, 21-23.

    İman Edilecek Şeyler: Bakara, 177, 285; Nisa, 136.

    İman Edenlerin Mükâfatı: Bakara, 62, 82, 186, 218, 277; Al-i İmran, 57; Nisa, 57, 122, 173; Maide, 9; En'am, 48; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22; Yunus, 9, 26; Hud, 23; Ra'd, 29; Kehf, 107-108; Ankebut, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Ahzab, 35; Fâtır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Tûr, 21-24; Mülk, 12; İnşikak, 25; Buruc, 11; Leyl, 5-7; Tîn, 6; Beyyine, 7-8; Asr, 1-3.

    Mü'minlerin İmanını Artıran Allah'tır: Feth, 4-5; Hucurat, 7-8.

    Gerçek Mü'minler: Enfal, 2-4; Tevbe, 71, 112; Ra'd, 19-23; Hacc, 41; Mü'minun,1-11

    57-61; Nur, 51, 62; Furkan, 63-68, 72-75; Neml, 3; Ankebut, 2-3; Secde, 15-18; Sebe', 6; Şura, 36-39; Hucurat, 15; Mearic, 22-35

    Mü'minlerin Mükâfatı: Bakara, 25; Nisa,57; En'am, 127; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22, 72; Yunus, 9-10; Ra'd, 23-24; İbrahim, 23; Nahl, 97; Kehf, 30-31, 107-108; Meryem, 61-63; Taha, 75-76; Enbiya, 101-103; Hacc, 14, 23, 50, 56; Mü'minun, 10-11; Furkan, 75-76; Secde, 17; Ahzab, 47; Zümer, 10, 61; Duhan, 51-57; Ahkaf, 16; Muhammed, 2-3; Feth, 5; Hadid, 12; Mücâdele, 22; Teğabün, 9; İnsan, 12-22; İnfitar, 13, 15-16; Mutaffifin, 22-28.

    Allah, Mü'minlerin Yardımcısıdır: Bakara, 257; Al-i İmran, 139, 160; En'am, 127; Tevbe, 40; Rûm, 47; Casiye, 19; Muhammed, 11.

    Mü'minlerin Kutsal Kitaplardaki Özellikleri: Feth, 29.

    Mü'minlerin Dostluğu: Al-i İmran, 118; Nisa, 144; Tevbe, 16, 71, 119.

    Mü'minle Kâfir Karşılaştırması: Al-i İmran, 162-163, 196-198; En'am, 50, 122; Hud, 24; Ra'd, 19-21; Kehf, 32-44; Kasas, 61; Secde, 18; Fâtır, 19,22; Sâd, 28; Zümer, 9, 21-22; Mü'min, 58; Fussılet, 40; Casiye, 21; Muhammed, 14; Haşr, 19-20.

    Mü'minle Münafığın Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.

    Mü'minlerin Misali: Beyyine, 7.

    Mü'minlerin Fazileti: Tevbe, 20-22, Beyyine, 7.

    Allah, Mü'minleri Sevdirir: Meryem, 96.

    Kur'an, Mü'minlerin İmanını Artırır: Enfal, 2; Tevbe, 124-125; Nahl, 102; Furkan, 73; Secde, 15; Zümer, 23; Zariyat, 55.

    Mü'minler İçin Firavun'un Karısı Misal Getirildi: Tahrim, 11.

    Mü'minlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.

    Kâfirler Mü'minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En'am, 10; A'raf, 49; Yunus, 48; Meryem, 73-75; Furkan, 63.

    Kâfirlerin Hayâtı Mü'minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü'min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.

    Mü'minlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 32-33; Vâkıa, 88-91; Naziat, 2-3; Fecr, 27-30.

    y- Allah'ın Rahmetine Ulaşacak Mü'minler: A'raf, 156-157.

    z- Kıyamet Günü Mü'minler: Taha, 112; Enbiya, 101-103; Furkan, 24; Rum, 14-16; Yâsin, 55; Zümer, 73; Mü'min, 51; Zuhruf, 68-73; Câsiye, 30; Fecr, 27-30






    İman'la İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları


    (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)

    İman, İslâm, İhsan Nedir? 2, 216-217.

    İman Kapısı Her Zaman Herkese Açıktır: 3, 366.

    İman Sahibi ve Doğru Olan Cennete Girer: 17, 603.

    İman ve İslâm'a Giren Müteferrik Hadisler: 2, 319-325.

    İman ve İslâm'ın Fazileti: 2, 197-198.

    Kâmil İmana Ermenin Yolu: 12, 398-399.

    Kalbinde Hardal Tanesi Kadar İmanı Bulunan Cennete Gidecek: 14, 407.

    İmanın Artıp Eksilmesi: 10, 494-497.

    İmanın Fazileti: 14, 381-382.

    İmanın Hakikatı: 2, 213.

    İmanın Şu'beleri: 2, 240-245.

    İmanın Tadını Almak İçin Üç Şeyin Yapılması: 2, 234-235.

    Diliyle İmanını İkrar Edenin Kanı Haramdır: 14, 139.

    Hz. Peygamber'in Müslüman Olan Mülteci Kadınların İmanını İmtihanı: 5, 120-1

    Kimsenin İmanının Varlığı ve Yokluğu Hakkında Konuşamayız: 12, 221.

    İmanla Ölen Herkes, Cezasını Çektikten Sonra Cennete Girecektir: 14, 467-469.

    İmansız İyiliğin Sevabı Olmaz: 2, 203.

    İmtihan Olunacak Beş Şey: 17, 540.

    Asırlarca Her Yerde Aynı İnançlar: 11, 231-232.

    Mü'minler

    Mü'min Bir Yılanın Deliğinden İki Defa Sokulmaz: 16, 337-338.

    Mü'minde Bulunması Gereken İki Mümtaz Sıfat: Şükür ve Sabır: 2, 208.

    Mü'min Kabirde Bile İbâdeti Düşünür: 17, 600.

    Mü'min Neden En Çok Hayır Görür: 17, 193.

    Mü'min Olabilmenin Asgari Ölçüsünü Belirten Hadis: 2, 201.

    Mü'mine Ancak Hüsn-i Zan Edilir: 17, 522.

    Mü'mine La'net Etmek Onu Öldürmek Gibidir: 16, 366.

    Mü'mine Yakışmayan Sözler: 15, 143.

    Mü'mine Yakışmayan Vasıflar: 15, 143.

    Mü'mine Zarar ve Hile: 16, 358-359.

    Mü'mini Kasten Öldürenin Günahının Affedilip Affedilmeyeceği: 3, 414-415.

    Mü'minin Devamlı Bela ve Musibetlere Giriftar Olması: 2, 320; 4, 326.

    Mü'min Hususiyetleri: 15, 392; 16, 337-338.

    Mü'minler Birbirine Buğzetmez: 10, 93.

    Mü'minler Kardeştir: 15, 145.

    Mü'minler Sayıca Az Olmalarına Rağmen Kâfirleri Yener: 3, 499.

    Mü'minlerin Düştüğü Bir Vesvese: Her Zaman Aynı Uhrevî Hâleti Yaşayamamak: 2, 366-367.

    Mü'minin Hastalığı: 9, 545.

    Mü'minin Kanı, Malı Haramdır: 17, 521.






    Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar


    Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 160-172

    Tefsir-i Kebir, -Mefatih-i Gayb- Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1 s. 449-456

    Fi Zılali'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80

    Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 162-170

    Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 82-83

    Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 33

    Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 486-500

    Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 98-100

    İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3 s. 145-151

    İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.

    Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.

    İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 218-230

    İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 302-309

    İslâm, Mevdudi, Furkan Y.

    Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 37-53

    Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-124

    İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah) , Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 290-301

    Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 1-127

    Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 262-263

    Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 11-31

    Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 208-223

    Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 129-225

    Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 113-117

    İslâm'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 25-49

    İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 76-80

    İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 219-220

    Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 98

    Terimler Sözlüğü -Kitabu't- Ta'rifat-, Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 29, 31, 43

    Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 82-99; 278-281

    Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 13-72

    Akide, Şeriat ve Hayât Yolu La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 73-89

    İslâm'da İman Esasları, Bekir Topaloğlu, İFAV Y. s. 20-25

    İslâm'da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y. s. 33-43

    İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 11-57

    İman ve Sosyal Hayât, Beheşti, Birim Y. s. 11-25

    Güven: İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 178-183

    İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 19-54

    Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 269-270

    Esmaü'l Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 52-55

    Esmaü'l Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 80-82

    Esmaü'l Hüsna Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 91-93

    Esmaü'l Hüsna, A. Süleyman Tilmisani, İnsan Y. s. 181-182

    Esmaü'l Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 21-22

    Kur'an Okulu, Cüz Cüz Kur'an Meal ve Tefsiri, 5. Sayı s. 234-238

    Kur'an'da İman, Veysel Özcan, Mirfak Y.

    İman, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat

    İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.

    İman, Mustafa Kasadar, Ravza Y.

    İman, A. Nedim El-Cisr 1, 2 Kitabevi Y.

    İman Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat

    İman Buhranı, Isamüddin Attar, Yunus Emre Y.

    İman Hakikatları, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.

    İman Hakikatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İ. Fenni Ertuğrul, Sebil Y.

    İman-İslâm-İhsan, Abdülaziz Hatip, Nesil Y.

    İman-Küfür Muvazeneleri, Bediuzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat

    İman Nurları, Ahiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.

    İman Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.

    İman Risalesi, Salih El-Sırriyye, Sor Y.

    İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Y.

    İman ve Ahlakın Hayâti Değerleri, Mikdat Yalçın, Hikmet Y.

    İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

    İman ve Cihad, Yusuf Yiğitalp, Rehber Y.

    İman ve İnsan, Haydar Baş, Belge Neşriyat

    İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.

    İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.

    İman-Mü'min, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.

    İmana Çağrı, Hatice Özyiğit, Şelale Y.

    İmanın Tadı Alınınca, Abdullah Ulvan, Uysal Y.

    İmanın Temel Esasları, Süleyman Aksoy, Sır Y.

    İmanla Gelen İlim, Haluk Nurbaki, Damla Y.

    İman Aynası (Müslüman Yiğit Erkekler) , Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat

    İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.

    İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.

    İnançta Hassas Ölçüler, İmam Gazali, Hisar Y.

    Kur'an'da İnsan, İman ve Ahiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.

    Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kafir, Münafık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.

    İmanı Çabuk Anlamak, Harun Yahya, Vural Y.

    Kâmil İman, Harun Yahya, Vural Y.

    İman-Amel İlişkisi: İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-283

    İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 171-174; 342-349

    İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. 32-40

    Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 249-260

    Yirminci Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 80-82

    İslâm, Mevdudi, Furkan Y. s. 39-50

    Kelimetü'l İhlas, 37-38

  • la ilahe illallah04.10.2007 - 09:39

    (La İlahe) Yoktur Küfrediyorum İnkar ediyorum Tanımıyorum Kabul etmiyorum Sevmiyorum Herhangi bir şeye herhangibir zaman küçüçükte olsa bir fayda veya zarar veremeyeceğini biliyorum O'ndan herhangi bir beklentim yok O'na dua etmiyorum O'ndan bir şey istemiyorum O'na asla güvenmiyorum Korkmuyorum O'na ibadet etmiyorum O'na itaat etmiyorum - Ne Zaman - Nefes Bende Olduğu Müddetçe Her zaman - Nerde - Ruhumla bedenimin bir arada bulunduğu her yerde - Kimi - Kendini zanneden veya Kendisini zannedilen veya dayatılan Var Helal ve/ya haram serbest ve/ya yasak belirleyeni Sosyal hayatı düzenleyici yasalar oluşturanı Hayata müdahele edebileni

    (İllallah) Vardır ALLAH (c.c) iman ediyorum ALLAH'ı (c.c.) seviyorum ALLAH'a (c.c) dua ediyorum ALLAH'tan (c.c) istiyorum ALLAH'a (c.c) ibadet ediyorum ALLAH'A (c.c) güveniyorum ALLAH'tan (c.c) korkuyorum ALLAH'a (c.c) itaat ediyorum ALLAH'ın (c.c) sözünü dinliyorum - Ne Zaman - Nefes Bende Olduğu Müddetçe Her zaman - Nerde - Ruhumla bedenimin bir arada bulunduğu her yerde - sadece ALLAH (c.c) helal ve/ya haram serbest ve/ya yasak belirler sadece ALLAH (c.c) sosyal hayatı düzenleyici yasalar oluşturur sadece ALLAH (c.c) insan hayatına müdahele eder.