İslâm nâmına ortaya çıkıp, dinimizin aslına uymayan şeyleri söyleyenler geçmişte olduğu gibi, günümüzde de mevcuttur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? ”(Casiye: 23)
Bir kimse, hükmü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile sabit olan bir hususta kendi arzusuna göre ayrı bir hüküm ortaya koyarsa nefsini ilâh edinmiş olur. Artık o, din-i İslâm’dan sıyrılmış, kendi dinini kurmuş, kalbi mühürlenmiş, dalâlet batağına saplanmış, şeytana arkadaş olmuştur.
Bir diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?) ” (Furkan: 43)
İlâhı nefsi olanın, Allah ve Resulü ile ne ilgisi kalır? Artık onun için helâl-haram mefhumu ortadan kalkar. Din-i İslâm’ı aslından çıkarmak, hurafelerle doldurmak, kendi arzu ve çıkarlarına bakmak ister. Nefsini ilâh edindiği için Allah-u Teâlâ’nın hükümleri yerine kendi arzularını hükm-ü ilâhi yerine koymaya çalışır. Artık o bir din kurucu, bir deccal, bir ateşe çağıran imam olmuştur. Ona tâbi olanlar da Allah ve Resul’ünün hükmünü bırakıp, onun nefsinin hükmünü kabul ettiğinden dolayı onu ilâh kabul etmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü asla yardım görmezler.” (Kasas: 41)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
Bunlardan bir tanesi memleketimizin dâr-ül harp olduğunu ve fâizin helâl olduğunu söylemiş, kendi dinini ilân etmiş, ona tâbi olanları küfre kaydırmıştır.
Onlar kirli gaye ve amaçlarına ulaşmak için her şeyi mübah görmüşler, Dâr-ül harp maskesinin altında fâizin helâl olduğunu söylemişler, fâiz kapılarını açmışlar, imanı zayıf olanların hepsini o kapıdan dışarı çıkarmışlardır.
Dâr-ül harp diyerek bütün millete küfür damgası vurmuşlar, bir taraftan memleketimizin İslâm olmadığını savunarak haram olan fâizi helâl kabul etmişler, bir taraftan dükkân dükkân, ev ev gezerek halka, mahsulünün öşürünü vermelerinin gerektiğini telkin etmişler, fakirin hakkı olan zekâtı gasbetmişler, bu milleti ahmak yerine koymuşlardır. Çünkü zekât da, öşür de müslümanlardan alınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.”(Yunus: 36)
Öncelikle dâr-ül İslâm nedir, dâr-ül harp nedir, bunun ayırımını yapmak lâzımdır.
Dâr-ül İslâm, Dâr-ül Harp:
Dâr-ül İslâm, müslümanların eli altında, hakimiyetleri dâiresinde bulunan, emniyet içinde yaşayarak dini vazifelerini korkusuzca yapmaya muktedir oldukları yerlerdir.
Dâr-ül Harp ise müslümanlar ile aralarında barış ve antlaşma bulunmayan gayr-i müslimlerin hakimiyetleri altında bulunan yerlerdir.
İmâm-ı Âzam (r. aleyh) Hazretleri’ne göre bir dâr-ül İslâm’ın dâr-ül harbe dönüşmesi için üç şartın tahakkuk etmesi gerekmektedir:
1- Dâr-ül harbe bitişik olmalıdır.
2- İçerisinde şirk hükümleri uygulanmalıdır.
3- İçinde evvelki eman ile emin bir müslüman veya zimmî kalmamış olmalıdır. (Evvelki emandan maksat, müslüman için İslâmiyet’i yaşama emniyeti, zimmî için de can ve mal emniyet ve selâmetidir.)
Yani ülkede bir müslüman veya zimmînin bulunması, küfrün tam hakimiyet kurmadığına delildir.
“Asl’ın eserlerinden bir şey bâki kaldıkça hüküm ona aittir, ârız olana (sonradan meydana gelene) değil.”
Dolayısıyla, ülke temelde dâr-ül İslâm iken, orada bir müslüman veya zimmî kalınca, aslın eserlerinden birisi mevcut demektir, dolayısıyla da bu ilk hüküm devam eder, yani İslâm eserlerinden bir eser kaldıkça bu yer dâr-ül İslâm kalır. Bir kişi için eman ve ismet (can ve mal dokunulmazlığı) dâr-ül İslâm ile sabit olduğuna ve bu eser mevcut bulunduğuna göre, delillerin çatışması durumunda, “İslâmiyet daima âli ve gâliptir, mağlup olmaz.” (Buhârî) Hadis-i şerif’i gereğince o yer dâr-ül İslâm olarak kalmaya devam eder. Orada can emniyetine sahip bir müslüman veya zimmînin bulunması, daha önce olduğu üzere, o yerde dâr-ül İslâm’dan bir hükmün mevcut olduğunu gösterir. Bu da oranın dâr-ül harp hükmüne geçmesine mânidir. (Radiyuddin es-Serahsi, el-Mebsût - Cessâs, el-Fetâvâ’l-Velvâliciyye)
Örneğin Almanya, hükümet erkânının ve milletin ekserisinin gayr-i müslim olması ve de asıl olarak küfür üzere gelen bir toplum olması hasebiyle küfür diyarıdır. Bugün içerisinde binlerce müslüman Türk işçisinin çalışmasına rağmen orası İslâm diyarı değildir.
Aynı şekilde Osmanlı Devleti gibi asırlarca İslâm’ın müdafiliğini yapmış bir asıldan gelen, nüfusunun yüzde doksandokuzu müslüman olan memleketimize “dâr-ül harp” demek ise büyük bir sapmışlıktır. Bunu söyleyenler, kendi kurdukları bâtıl dinlerine göre hüküm vermişlerdir.
“Sual: O halde memleketimiz dâr-ül İslâm mıdır?
Cevap: Dâr-ül İslâm denilebilmesi için, ilâhi hükümlerle hükmetmek şarttır. Bir hükümet erkanı bu hükümleri değiştirmeye ve azınlıkta olan küfürü savunanları kaldırmaya gücü yetmezse dâr-ül İslâm’dır denilemez. O halde nedir? Dâr-ül harptir denilemediği gibi dâr-ül İslâm’dır da denilemez.
Ohalde ne yapmamız lâzım? Bunu bizzat Allah ve Resul’ünden öğrenelim.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Ben Allah’ım! Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve Meliklerin melikiyim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler. Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.”(Mişkât’ül-Mesabih: 3721) ” (Ömer ÖNGÜT, İslâm İlmihali sh: 404-405)
Fâiz Haramdır:
Fâizin haram oluşu hem Âyet-i kerime, hem Hadis-i şerif ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Fâizi yemeyiniz! ” (Âl-i imran: 130)
“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.”(Bakara: 275)
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” buyuruyor. (Bakara: 279)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele.”(Münâvî)
Fâiz Hakkında Temsil:
“Ebu Hüreyre (r.anh) ’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Size bir temsil arzedelim:
Bir baba oğlu ile Hacc’a giderken bir handa kalıyorlar. O gece baba vefat ediyor. Oğlu bir bakıyor ki ceset hınzır sûretine dönüşmüş, o kadar müteessir oluyor ki, o üzüntü ile kendinden geçtiği bir anda kapının açıldığını, içeriye nûranî bir zâtın girdiğini görüyor.
Gelen o zât, babasının örtüsünü açıyor ve eliyle meshediyor. Elinin meshettiği yerler hem nur oluyor, hem de sıfatı değişiyor. Genç hayretle “Siz kimsiniz ki, beni bu kadar sıkıntılı bir anda kurtardınız? ” diye sorduğunda “Ben âhir zaman peygamberiyim. Babanın bu hâle düştüğünü melekler bana haber verdi. Ben de Allah-u Teâlâ’dan ona şefaat etmem için izin istedim, bana o izni verdi. Çünkü baban her gece yüz salâvât-ı şerife getirmeden yatağına girmezdi. Bu hâle dönüşü de fâiz yüzündendi.”
Fâiz deyince bir şey daha ilâve edeceğim. Bir gün Manisa’dayım. Bir zât bir şeyler söylemek istiyor, fakat çekiniyor. Bunu anlar gibi oldum. “Buyurun” dedim. “Ben” dedi. “Mühim rüyâ gördüm, annemle zinâ halinde imişim.” “Fâizle iş yapıyor musunuz? ” dedik. “Tüccarım” dedi. Bu budur.
Bir noktayı daha ilâve edeyim. Bir gün Giresun’dan bir zât geldi. “Ben o bölgenin tüccarıyım, yirmiiki-yirmiüç milyarla iş yapıyorum, buna rağmen sıkıntıdayım. Duydum, bunun hikmetini sormak için geldim.”dedi. “Fâizle iş yapıyor musunuz? ” “Yapıyorum” dedi. Manisa’daki durumu ona arzettik, “Aynı rüyayı ben de gördüm.” dedi.
İşte efendiler fâiz budur. İstediğiniz kadar alın.
İşte kardeşler, Hazret-i Allah’a dönmemiz için bu son bir fırsattır.
Hiçbir fâizcinin bu domuz şekline dönmeyeceği hayalinize bile gelmesin!
Âhirete de bu şekilde intikal edecek. İşte fâizcilerin âkıbeti budur.” (Ömer ÖNGÜT, Süleymancıların İçyüzü, sh: 301-302)
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru: 131. sh)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.
Oysa bir insan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman iman sahibi olmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Lâilâhe illallah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” demek Tevhid’in iki rüknünden biridir. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişi müslüman sayılmaz.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Kâfir de Allah’a inandığını söylüyor. Ama Peygamber’imize inanmadığı için imanı makbul değildir. Allah’a inandığını söylüyor ama O’nun gönderdiği peygamberine 'Ben senin peygamberini kabul etmiyorum! ' diyor.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur. Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Cennete sadece müslüman olan girer.” (Buhârî)
Bunlar kimi aldatmaya çalışıyor!
Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmünü beyan ediyoruz. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Mâide: 45)
Âllah-u Teâlâ böyle buyuruyor, bu din-i İslâm’dan sapanlar ne söylüyor?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiyâ: 107)
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin.” (Enfâl: 1)
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
İlâhi hüküm budur. Bu yoldan sapmışlar halkı aldatmaya mı çalışıyorlar?
Biz elhamdülillah müslümanız. Bizim kitabımızda bunlar var. Amma onların kitabında bunlar yazmaz ki!
Fethullah Gülen bir beyanında da şöyle demiştir:
“Bu tavır benim şahsi yapımla ilgili değildir. Ben inancımın gereğini yerine getiriyorum.” (Zaman. H. Gülerce -09.07.2004-)
“İnancımın gereğini yerine getiriyorum” diyor. İslâm inancının gereği başka olduğuna göre ayrı bir inanç, ayrı bir din edindiğini kendisi ilân ediyor. Bu kendi icadı, kendi görüşü ve kendi inancıdır.
İslâm inancı ise şudur:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Ve Hazret-i Allah; Kelâm-ı kadim’i, beyân-ı hâkim’inin Tevbe: 23, Nisa: 144, Âl-i imran: 28, Nisâ: 139, Mümtehine: 1, Mâide: 80-81-82, Mücâdele: 14-15, Bakara: 120, Mümtehine: 13, Bakara: 217, Bakara: 105, Âl-i imran: 100-101-102, Âl-i imrân: 118-119-120, Tevbe: 28, Tevbe: 95, Enfâl: 73, Âl-i imrân: 179, En’âm: 125, Yunus: 100, En’âm: 121 ve buna mümasil birçok Âyet-i kerime’lerinde küfrü ve kâfirleri hoş görmeyi kesinlikle yasaklamış, onlarla kurulacak dostluğun vehametini, zararını beyan etmiş, âkıbetlerinin büyük bir azap olduğunu haber vermiştir.
İslâm’ın kitabındaki Âyet-i kerime’ler bunlardır. Onların kitabında bu Âyet-i kerime’ler yok mu?
Bunların müdafiliğini yapan buna göre yapsın.
Ya ilâhi hükme göre konuşun ya da İslâm sıfatı ile karşımıza çıkmayın.
Zaman müslüman olarak cevap verdiğini iddia ediyorsa ilâhi hüküme göre cevap vermesi lâzım.
Küfrü hoş gördüğünü ilân ediyorsa açıktan açığa etmesi lâzım.
Artık herşey meydana çıkmıştır. Hakk biliyor, halk da bilsin.
Daha önce Müslümanların ön safında görünüyordu. O büyük Zât-ı muhterem’in izinde yürüyormuş gibi göründü.
•
Bu Zat-ı muhterem’i kendilerine alet etmesinler. Bu Allah dostuna iftira ve zulüm yapmasınlar. Zira bu gibilerin durumunu Said-i Nursi Hazretleri adeta feryat ile tarif etmiştir:
“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz) .
Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça) , hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir) .
(.......)
İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar) , Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler) .”/(Lem’alar)
İmâm-ı Rabbânî -kudise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
'Allah-u Teâlâ'nın ve Resûl'ünün düşmanı olan kâfirleri kendine düşman bilmelidir. İslâm düşmanlarını aşağı tutmalı, kıymetsiz ve rezil olmaları için uğraşmalıdır. O alçaklara hiçbir zaman ve hiçbir yerde saygı göstermemelidir! Onlarla görüşmemeli, hiç mi hiç buluşmamalıdır. O düşmanlara hep sert davranmak, elden geldiği kadar yüzlerini görmemek ve işe karıştırmamak lâzımdır! ..' (Mektûbât; 165. Mektup)
•
Göz yaşlarıyla: “Bir evimden başka hiçbir şeyim yok.” diyordu. Müslümanların merhametini celbediyordu. Ne para, ne senet, ne ev, ne araba, hiçbir şey bırakmadı.
O kadar para topladılar ki nihayet arzu ettikleri noktaya gelince, paralarını muhafaza edemez oldular, koyacak yer bulamadılar.
Âyet-i kerime’de:
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Buyurulduğu halde onlar bu Âyet-i kerime’ye karşı geldiler ve banka kurdular.
Daha sonra papazlarla anlaştı, kiliseler açtı.
Allah-u Teâlâ’nın murdar dediğine;
“Şüphesiz ki Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır.” (Enfâl: 55)
Küfrü hoş gördüğüne göre hıristiyanlar namına çalışıyor, İslâm’ın ise aleyhinde çalışıyor. Amerika’da yaşayıp oradan idare ettiğine, Amerika kendi nam-ı hesabına kullandığına göre onlar için çalışır, onların himayesi altındadır. Türkiye ve İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur. ABD’nin direktifi ile çalışır. Hususi görüntülü telefonları vardır, oradan idare eder, konuşur. Ayna gibi halk onu görsün. Küffarın ajanlığını yapmak, gerçek gadab-ı ilâhi’ye muciptir.
Bu güzelim vatanı bölmek için küfrü yaymak için çok çalışıyorlar. Bunu müslüman yapar mı? Bu icraat bizden görünüp içten tehlike arzedenlere yakışır.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar? ” (Münâfikun: 4)
“Allah münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 2-3)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! ” (Tevbe: 73)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde böyle buyuruyor, iman edenlere de duyuruyor. Siz ne diyorsunuz?
İman İle Küfrün Berzahı:
Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış, küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.
Nitekim küffar bütün gücü ile İslâm’ın üzerine yöneldiği, İslâm’ın üzerine abanmaya çalıştığı bu günlerde aynı zamanda memleketimizde ve İslâm dünyasında küfrünü yaymak için gizliden gizliye icraatını yürütmeye çalışmakta, müslümanların birlik ve beraberliğini bozmak için elinden geleni yapmaktadır.
Küfrün İslâm’a olan husumetinin iyice ortaya çıktığı, çok büyük zulümlerin yapıldığı bu devirde küfrü hoş göstermeye çalışıp küffarın ekmeğine yağ sürenler de iyi bilinsin onlardandır. Küfür ehline yardımcı olan, küfür ehlinin ajanıdır, küffârın casusudur. Onun namına çalıştığı için onlardandır. Bu böyle bilinmelidir.
Son günlerde “Hoşgörü”, “Diyalog” adı altında bu küfür icraatları bütün hızıyla devam etmektedir. Bu durumu fırsat bilen papazlar yıllardır ulaşamadıkları emellerine kavuşabilmenin umuduyla ellerini ovuşturmakta, birçok gencimiz misyonerlerin tuzağına düşüp din değiştirmekte, harabe halde bekleyen eski kiliselerde ayinler tertip edilmekte, yenilerinin açılması için izin verilmektedir.
Bir taraftan insanımız hıristiyanlaştırılmaya çalışılırken bir taraftan da bu İslâm beldesi hıristiyan memleketi gibi gösterilmeye uğraşılmaktadır. Bu yıkıcı faaliyet -maalesef- idare mevkiindeki bazı zevatça da şuursuzca desteklenmektedir. Fethullah Gülen’in çıkarttığı fitne, akıttığı zehir bir taraftan İslâm’a, bir taraftan vatanımıza çok büyük tehlikeler arzetmektedir.
Biz bunu daha evvel de neşretmiştik.
Ve fakat Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Gayemiz bu fitneyi söndürmek, fitne çıkaranların başını ezmektir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19) buyururken, islâm’ı ve peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa’yı yok farz etmek hangi anlayış, izan ve zihniyetin ürünüdür.
Şeytan da birçok vaatlerde bulunur. İmanı alınıncaya kadar. Bunlar da bu kabildendir.
Zaten Fethullah Gülen çıkardığı bir kitabında bunu açıkça ortaya koymuştur:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel barışa doğru: 131. sh)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle ferman buyuruyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.” (Âl-i imrân: 100)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve en mükemmel şeklini aldı.
“Allah katında din İslâm’dır. Ancak kendilerine Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
Mitinglerde müslüman olarak çıkıyorlar. Koltuğa oturduğu zaman maskesini çıkarıyor, asıl hüviyeti meydana çıkıyor. Bir de bakıyorsun kıpkızıl kâfirmiş.
Ve hep küfrü methediyor, kâfir için çalışıyor. Kilise açıyor, küffarın vatan toprağı almasına zemin hazırlıyor. Bütün bunları bir de iftihar vesilesi kabul ediyor. Bunlar iki yüzlü münafık değil de nedir?
Bunları nasıl tanırsınız? Papaları öldü mü hepsi koşarlar. Ermeni, yahudi öldü mü cenazelerine giderler. Mehmetçik şehit olduğu zaman 'Bize ne! ' derler. 'Bizden değil bu! '
Bunlar için din, iman, vatan mevzu değil! .. Bunlara 'Din ve Vatan Hâini Sahte Kahramanlar! ' diyoruz.
Her fırsatta küfrün lehine, din ve vatanın aleyhine çalışanların durumunu bizzat Âyet-i kerime'den öğrenin: 'Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, O ONLARDANDIR.' (Mâide: 51)
İşte bunlar da bunlardandır. Küfrün İslâm kalesinin içerisine sızmasına yardım edenler; müslümanların imanlarını küffara peşkeş çekmek isteyenler, İslâm dinine ihânet edenlerdir.
Hâin nasıl ki bir kale kapısını gizlice açıp düşmanın içeriye nüfuz etmesine yardım ediyor, böylece ihânetini icra ediyorsa; bu din hâinleri de imanlı gönüllerin kapılarını küffara gizlice açıyorlar, nicelerinin imandan kaymasına sebep oluyorlar.
Bu nasıl olur? Allah-u Teâlâ kâfiri ve küfrü necis kılmıştır. Küffarı dost edinmeyi yasaklamıştır. Bu hâinler ise 'kâfirin küfrü hoştur' derler, 'Medeniyetler ittifakı', 'Medeniyetler buluşması', 'Dinlerarası diyalog', 'Avrupa Birliği' adı altında kâfirin küfrünü hoş göstermeye çalışırlar. Gönüllerde bir kararsızlık meydana gelir. Bu kararsızlık esnasında 'küfür de hoşmuş, kâfir de hoşmuş.' dediği an artık gönüldeki iman kalesi düşmüştür. İman kaymıştır.
'Hoşgörü' kelimesini küfürlerine alet ederek 'Küfrü hoşgörü' olarak kullanıyorlar. Bir kimse ailene, namusuna uzanmak istese hoş görüyor musun? İslâm dininin senin nazarında hiç mi değeri yok? Küffarın küfrünü hoş görmek bundan daha ağırdır. Zira İslâm ve iman bir müslümanın en mukaddes varlığıdır.
Bu 'Küfrü hoşgörücü'ler yeni türedi. 1400 yıllık İslâm tarihinde bu küfrü icat etmeyi kimse akıl edememişti. Bu bahtsızlık bunların nasibi imiş. Çok yazık!
Daha önce de arzetmiştik. Çok büyük bir yangın var. İmanlar kayıyor. Bunu gördükçe içimiz ağlıyor. Müslümanların küfre kaymasına gönlümüz razı olmadığı için her fırsatta hakikati duyurmaya çalışıyoruz.
Bir hıristiyan öldüğü zaman yüzlerce kişi 'Biz de hıristiyanız', 'Biz de ermeniyiz' diye yürüyor. Bunların hepsi bu küfrü hoş göstermekten kaynaklanan işlerdir. Hıristiyan misyonerlerinin yapamadığını bu hoşgörü zihniyeti bu memlekette yapmıştır. Bunun içindir ki 'Bunların yaptığını, hıristiyan da, yahudi de yapamaz. Hatta Deccal bile yapamaz.' Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
'Biz bir memleketi, yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helâke müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.' (İsrâ: 16)
Bunlar tarihte birer ibret numunesi olmuş olurlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bu Âyet-i kerime'ye şu şekilde mânâ vermiştir:
'Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.'
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
'Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.' (En'âm: 123
DÂR-ÜL HARP MASKESİ ALTINDA YAPILANLAR
İslâm nâmına ortaya çıkıp, dinimizin aslına uymayan şeyleri söyleyenler geçmişte olduğu gibi, günümüzde de mevcuttur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? ”(Casiye: 23)
Bir kimse, hükmü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile sabit olan bir hususta kendi arzusuna göre ayrı bir hüküm ortaya koyarsa nefsini ilâh edinmiş olur. Artık o, din-i İslâm’dan sıyrılmış, kendi dinini kurmuş, kalbi mühürlenmiş, dalâlet batağına saplanmış, şeytana arkadaş olmuştur.
Bir diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?) ” (Furkan: 43)
İlâhı nefsi olanın, Allah ve Resulü ile ne ilgisi kalır? Artık onun için helâl-haram mefhumu ortadan kalkar. Din-i İslâm’ı aslından çıkarmak, hurafelerle doldurmak, kendi arzu ve çıkarlarına bakmak ister. Nefsini ilâh edindiği için Allah-u Teâlâ’nın hükümleri yerine kendi arzularını hükm-ü ilâhi yerine koymaya çalışır. Artık o bir din kurucu, bir deccal, bir ateşe çağıran imam olmuştur. Ona tâbi olanlar da Allah ve Resul’ünün hükmünü bırakıp, onun nefsinin hükmünü kabul ettiğinden dolayı onu ilâh kabul etmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü asla yardım görmezler.” (Kasas: 41)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
“Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Hakikat ile Dalâlet:
Bunlardan bir tanesi memleketimizin dâr-ül harp olduğunu ve fâizin helâl olduğunu söylemiş, kendi dinini ilân etmiş, ona tâbi olanları küfre kaydırmıştır.
Onlar kirli gaye ve amaçlarına ulaşmak için her şeyi mübah görmüşler, Dâr-ül harp maskesinin altında fâizin helâl olduğunu söylemişler, fâiz kapılarını açmışlar, imanı zayıf olanların hepsini o kapıdan dışarı çıkarmışlardır.
Dâr-ül harp diyerek bütün millete küfür damgası vurmuşlar, bir taraftan memleketimizin İslâm olmadığını savunarak haram olan fâizi helâl kabul etmişler, bir taraftan dükkân dükkân, ev ev gezerek halka, mahsulünün öşürünü vermelerinin gerektiğini telkin etmişler, fakirin hakkı olan zekâtı gasbetmişler, bu milleti ahmak yerine koymuşlardır. Çünkü zekât da, öşür de müslümanlardan alınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.”(Yunus: 36)
Öncelikle dâr-ül İslâm nedir, dâr-ül harp nedir, bunun ayırımını yapmak lâzımdır.
Dâr-ül İslâm, Dâr-ül Harp:
Dâr-ül İslâm, müslümanların eli altında, hakimiyetleri dâiresinde bulunan, emniyet içinde yaşayarak dini vazifelerini korkusuzca yapmaya muktedir oldukları yerlerdir.
Dâr-ül Harp ise müslümanlar ile aralarında barış ve antlaşma bulunmayan gayr-i müslimlerin hakimiyetleri altında bulunan yerlerdir.
İmâm-ı Âzam (r. aleyh) Hazretleri’ne göre bir dâr-ül İslâm’ın dâr-ül harbe dönüşmesi için üç şartın tahakkuk etmesi gerekmektedir:
1- Dâr-ül harbe bitişik olmalıdır.
2- İçerisinde şirk hükümleri uygulanmalıdır.
3- İçinde evvelki eman ile emin bir müslüman veya zimmî kalmamış olmalıdır. (Evvelki emandan maksat, müslüman için İslâmiyet’i yaşama emniyeti, zimmî için de can ve mal emniyet ve selâmetidir.)
Yani ülkede bir müslüman veya zimmînin bulunması, küfrün tam hakimiyet kurmadığına delildir.
Asıl Esastır:
İmâm-ı Âzam (r.aleyh) Hazretleri’nin prensibi şudur:
“Asl’ın eserlerinden bir şey bâki kaldıkça hüküm ona aittir, ârız olana (sonradan meydana gelene) değil.”
Dolayısıyla, ülke temelde dâr-ül İslâm iken, orada bir müslüman veya zimmî kalınca, aslın eserlerinden birisi mevcut demektir, dolayısıyla da bu ilk hüküm devam eder, yani İslâm eserlerinden bir eser kaldıkça bu yer dâr-ül İslâm kalır. Bir kişi için eman ve ismet (can ve mal dokunulmazlığı) dâr-ül İslâm ile sabit olduğuna ve bu eser mevcut bulunduğuna göre, delillerin çatışması durumunda, “İslâmiyet daima âli ve gâliptir, mağlup olmaz.” (Buhârî) Hadis-i şerif’i gereğince o yer dâr-ül İslâm olarak kalmaya devam eder. Orada can emniyetine sahip bir müslüman veya zimmînin bulunması, daha önce olduğu üzere, o yerde dâr-ül İslâm’dan bir hükmün mevcut olduğunu gösterir. Bu da oranın dâr-ül harp hükmüne geçmesine mânidir. (Radiyuddin es-Serahsi, el-Mebsût - Cessâs, el-Fetâvâ’l-Velvâliciyye)
Örneğin Almanya, hükümet erkânının ve milletin ekserisinin gayr-i müslim olması ve de asıl olarak küfür üzere gelen bir toplum olması hasebiyle küfür diyarıdır. Bugün içerisinde binlerce müslüman Türk işçisinin çalışmasına rağmen orası İslâm diyarı değildir.
Aynı şekilde Osmanlı Devleti gibi asırlarca İslâm’ın müdafiliğini yapmış bir asıldan gelen, nüfusunun yüzde doksandokuzu müslüman olan memleketimize “dâr-ül harp” demek ise büyük bir sapmışlıktır. Bunu söyleyenler, kendi kurdukları bâtıl dinlerine göre hüküm vermişlerdir.
“Sual: O halde memleketimiz dâr-ül İslâm mıdır?
Cevap: Dâr-ül İslâm denilebilmesi için, ilâhi hükümlerle hükmetmek şarttır. Bir hükümet erkanı bu hükümleri değiştirmeye ve azınlıkta olan küfürü savunanları kaldırmaya gücü yetmezse dâr-ül İslâm’dır denilemez. O halde nedir? Dâr-ül harptir denilemediği gibi dâr-ül İslâm’dır da denilemez.
Ohalde ne yapmamız lâzım? Bunu bizzat Allah ve Resul’ünden öğrenelim.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Ben Allah’ım! Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve Meliklerin melikiyim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler. Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.”(Mişkât’ül-Mesabih: 3721) ” (Ömer ÖNGÜT, İslâm İlmihali sh: 404-405)
Fâiz Haramdır:
Fâizin haram oluşu hem Âyet-i kerime, hem Hadis-i şerif ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Fâizi yemeyiniz! ” (Âl-i imran: 130)
“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.”(Bakara: 275)
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” buyuruyor. (Bakara: 279)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele.”(Münâvî)
Fâiz Hakkında Temsil:
“Ebu Hüreyre (r.anh) ’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Size bir temsil arzedelim:
Bir baba oğlu ile Hacc’a giderken bir handa kalıyorlar. O gece baba vefat ediyor. Oğlu bir bakıyor ki ceset hınzır sûretine dönüşmüş, o kadar müteessir oluyor ki, o üzüntü ile kendinden geçtiği bir anda kapının açıldığını, içeriye nûranî bir zâtın girdiğini görüyor.
Gelen o zât, babasının örtüsünü açıyor ve eliyle meshediyor. Elinin meshettiği yerler hem nur oluyor, hem de sıfatı değişiyor. Genç hayretle “Siz kimsiniz ki, beni bu kadar sıkıntılı bir anda kurtardınız? ” diye sorduğunda “Ben âhir zaman peygamberiyim. Babanın bu hâle düştüğünü melekler bana haber verdi. Ben de Allah-u Teâlâ’dan ona şefaat etmem için izin istedim, bana o izni verdi. Çünkü baban her gece yüz salâvât-ı şerife getirmeden yatağına girmezdi. Bu hâle dönüşü de fâiz yüzündendi.”
Fâiz deyince bir şey daha ilâve edeceğim. Bir gün Manisa’dayım. Bir zât bir şeyler söylemek istiyor, fakat çekiniyor. Bunu anlar gibi oldum. “Buyurun” dedim. “Ben” dedi. “Mühim rüyâ gördüm, annemle zinâ halinde imişim.” “Fâizle iş yapıyor musunuz? ” dedik. “Tüccarım” dedi. Bu budur.
Bir noktayı daha ilâve edeyim. Bir gün Giresun’dan bir zât geldi. “Ben o bölgenin tüccarıyım, yirmiiki-yirmiüç milyarla iş yapıyorum, buna rağmen sıkıntıdayım. Duydum, bunun hikmetini sormak için geldim.”dedi. “Fâizle iş yapıyor musunuz? ” “Yapıyorum” dedi. Manisa’daki durumu ona arzettik, “Aynı rüyayı ben de gördüm.” dedi.
İşte efendiler fâiz budur. İstediğiniz kadar alın.
İşte kardeşler, Hazret-i Allah’a dönmemiz için bu son bir fırsattır.
Hiçbir fâizcinin bu domuz şekline dönmeyeceği hayalinize bile gelmesin!
Âhirete de bu şekilde intikal edecek. İşte fâizcilerin âkıbeti budur.” (Ömer ÖNGÜT, Süleymancıların İçyüzü, sh: 301-302)
Küfrü Hoş Görenlere Cevap:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru: 131. sh)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.
Oysa bir insan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman iman sahibi olmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Lâilâhe illallah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” demek Tevhid’in iki rüknünden biridir. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişi müslüman sayılmaz.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Kâfir de Allah’a inandığını söylüyor. Ama Peygamber’imize inanmadığı için imanı makbul değildir. Allah’a inandığını söylüyor ama O’nun gönderdiği peygamberine 'Ben senin peygamberini kabul etmiyorum! ' diyor.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur. Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Cennete sadece müslüman olan girer.” (Buhârî)
Bunlar kimi aldatmaya çalışıyor!
Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmünü beyan ediyoruz. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Mâide: 45)
Âllah-u Teâlâ böyle buyuruyor, bu din-i İslâm’dan sapanlar ne söylüyor?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiyâ: 107)
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin.” (Enfâl: 1)
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
İlâhi hüküm budur. Bu yoldan sapmışlar halkı aldatmaya mı çalışıyorlar?
Biz elhamdülillah müslümanız. Bizim kitabımızda bunlar var. Amma onların kitabında bunlar yazmaz ki!
Fethullah Gülen bir beyanında da şöyle demiştir:
“Bu tavır benim şahsi yapımla ilgili değildir. Ben inancımın gereğini yerine getiriyorum.” (Zaman. H. Gülerce -09.07.2004-)
“İnancımın gereğini yerine getiriyorum” diyor. İslâm inancının gereği başka olduğuna göre ayrı bir inanç, ayrı bir din edindiğini kendisi ilân ediyor. Bu kendi icadı, kendi görüşü ve kendi inancıdır.
İslâm inancı ise şudur:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Ve Hazret-i Allah; Kelâm-ı kadim’i, beyân-ı hâkim’inin Tevbe: 23, Nisa: 144, Âl-i imran: 28, Nisâ: 139, Mümtehine: 1, Mâide: 80-81-82, Mücâdele: 14-15, Bakara: 120, Mümtehine: 13, Bakara: 217, Bakara: 105, Âl-i imran: 100-101-102, Âl-i imrân: 118-119-120, Tevbe: 28, Tevbe: 95, Enfâl: 73, Âl-i imrân: 179, En’âm: 125, Yunus: 100, En’âm: 121 ve buna mümasil birçok Âyet-i kerime’lerinde küfrü ve kâfirleri hoş görmeyi kesinlikle yasaklamış, onlarla kurulacak dostluğun vehametini, zararını beyan etmiş, âkıbetlerinin büyük bir azap olduğunu haber vermiştir.
İslâm’ın kitabındaki Âyet-i kerime’ler bunlardır. Onların kitabında bu Âyet-i kerime’ler yok mu?
Bunların müdafiliğini yapan buna göre yapsın.
Ya ilâhi hükme göre konuşun ya da İslâm sıfatı ile karşımıza çıkmayın.
Zaman müslüman olarak cevap verdiğini iddia ediyorsa ilâhi hüküme göre cevap vermesi lâzım.
Küfrü hoş gördüğünü ilân ediyorsa açıktan açığa etmesi lâzım.
Artık herşey meydana çıkmıştır. Hakk biliyor, halk da bilsin.
Daha önce Müslümanların ön safında görünüyordu. O büyük Zât-ı muhterem’in izinde yürüyormuş gibi göründü.
•
Bu Zat-ı muhterem’i kendilerine alet etmesinler. Bu Allah dostuna iftira ve zulüm yapmasınlar. Zira bu gibilerin durumunu Said-i Nursi Hazretleri adeta feryat ile tarif etmiştir:
“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz) .
Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça) , hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir) .
(.......)
İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar) , Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler) .”/(Lem’alar)
İmâm-ı Rabbânî -kudise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
'Allah-u Teâlâ'nın ve Resûl'ünün düşmanı olan kâfirleri kendine düşman bilmelidir. İslâm düşmanlarını aşağı tutmalı, kıymetsiz ve rezil olmaları için uğraşmalıdır. O alçaklara hiçbir zaman ve hiçbir yerde saygı göstermemelidir! Onlarla görüşmemeli, hiç mi hiç buluşmamalıdır. O düşmanlara hep sert davranmak, elden geldiği kadar yüzlerini görmemek ve işe karıştırmamak lâzımdır! ..' (Mektûbât; 165. Mektup)
•
Göz yaşlarıyla: “Bir evimden başka hiçbir şeyim yok.” diyordu. Müslümanların merhametini celbediyordu. Ne para, ne senet, ne ev, ne araba, hiçbir şey bırakmadı.
O kadar para topladılar ki nihayet arzu ettikleri noktaya gelince, paralarını muhafaza edemez oldular, koyacak yer bulamadılar.
Âyet-i kerime’de:
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Buyurulduğu halde onlar bu Âyet-i kerime’ye karşı geldiler ve banka kurdular.
Daha sonra papazlarla anlaştı, kiliseler açtı.
Allah-u Teâlâ’nın murdar dediğine;
“Şüphesiz ki Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır.” (Enfâl: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu kâfirlere “Hazret” diyor.
Çünkü bu duruma düşmüş.
Küfrü hoş gördüğüne göre hıristiyanlar namına çalışıyor, İslâm’ın ise aleyhinde çalışıyor. Amerika’da yaşayıp oradan idare ettiğine, Amerika kendi nam-ı hesabına kullandığına göre onlar için çalışır, onların himayesi altındadır. Türkiye ve İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur. ABD’nin direktifi ile çalışır. Hususi görüntülü telefonları vardır, oradan idare eder, konuşur. Ayna gibi halk onu görsün. Küffarın ajanlığını yapmak, gerçek gadab-ı ilâhi’ye muciptir.
Bu güzelim vatanı bölmek için küfrü yaymak için çok çalışıyorlar. Bunu müslüman yapar mı? Bu icraat bizden görünüp içten tehlike arzedenlere yakışır.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar? ” (Münâfikun: 4)
“Allah münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 2-3)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! ” (Tevbe: 73)
“Birbirine hasım iki zümre.”
(Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde böyle buyuruyor, iman edenlere de duyuruyor.
Siz ne diyorsunuz?
İman İle Küfrün Berzahı:
Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış, küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.
Nitekim küffar bütün gücü ile İslâm’ın üzerine yöneldiği, İslâm’ın üzerine abanmaya çalıştığı bu günlerde aynı zamanda memleketimizde ve İslâm dünyasında küfrünü yaymak için gizliden gizliye icraatını yürütmeye çalışmakta, müslümanların birlik ve beraberliğini bozmak için elinden geleni yapmaktadır.
Küfrün İslâm’a olan husumetinin iyice ortaya çıktığı, çok büyük zulümlerin yapıldığı bu devirde küfrü hoş göstermeye çalışıp küffarın ekmeğine yağ sürenler de iyi bilinsin onlardandır. Küfür ehline yardımcı olan, küfür ehlinin ajanıdır, küffârın casusudur. Onun namına çalıştığı için onlardandır. Bu böyle bilinmelidir.
Son günlerde “Hoşgörü”, “Diyalog” adı altında bu küfür icraatları bütün hızıyla devam etmektedir. Bu durumu fırsat bilen papazlar yıllardır ulaşamadıkları emellerine kavuşabilmenin umuduyla ellerini ovuşturmakta, birçok gencimiz misyonerlerin tuzağına düşüp din değiştirmekte, harabe halde bekleyen eski kiliselerde ayinler tertip edilmekte, yenilerinin açılması için izin verilmektedir.
Bir taraftan insanımız hıristiyanlaştırılmaya çalışılırken bir taraftan da bu İslâm beldesi hıristiyan memleketi gibi gösterilmeye uğraşılmaktadır. Bu yıkıcı faaliyet -maalesef- idare mevkiindeki bazı zevatça da şuursuzca desteklenmektedir. Fethullah Gülen’in çıkarttığı fitne, akıttığı zehir bir taraftan İslâm’a, bir taraftan vatanımıza çok büyük tehlikeler arzetmektedir.
Biz bunu daha evvel de neşretmiştik.
Ve fakat Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Gayemiz bu fitneyi söndürmek, fitne çıkaranların başını ezmektir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19) buyururken, islâm’ı ve peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa’yı yok farz etmek hangi anlayış, izan ve zihniyetin ürünüdür.
Şeytan da birçok vaatlerde bulunur. İmanı alınıncaya kadar. Bunlar da bu kabildendir.
Zaten Fethullah Gülen çıkardığı bir kitabında bunu açıkça ortaya koymuştur:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel barışa doğru: 131. sh)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle ferman buyuruyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.” (Âl-i imrân: 100)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve en mükemmel şeklini aldı.
“Allah katında din İslâm’dır. Ancak kendilerine Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
Belali Cadi sana katiliyorum.
SİYASETİN İÇYÜZÜ
Mitinglerde müslüman olarak çıkıyorlar.
Koltuğa oturduğu zaman maskesini çıkarıyor, asıl hüviyeti meydana çıkıyor.
Bir de bakıyorsun kıpkızıl kâfirmiş.
Ve hep küfrü methediyor, kâfir için çalışıyor.
Kilise açıyor, küffarın vatan toprağı almasına zemin hazırlıyor.
Bütün bunları bir de iftihar vesilesi kabul ediyor.
Bunlar iki yüzlü münafık değil de nedir?
Bunları nasıl tanırsınız?
Papaları öldü mü hepsi koşarlar. Ermeni, yahudi öldü mü cenazelerine giderler.
Mehmetçik şehit olduğu zaman 'Bize ne! ' derler. 'Bizden değil bu! '
Bunlar için din, iman, vatan mevzu değil! .. Bunlara 'Din ve Vatan Hâini Sahte Kahramanlar! ' diyoruz.
Her fırsatta küfrün lehine, din ve vatanın aleyhine çalışanların durumunu bizzat Âyet-i kerime'den öğrenin:
'Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, O ONLARDANDIR.'
(Mâide: 51)
İşte bunlar da bunlardandır.
Küfrün İslâm kalesinin içerisine sızmasına yardım edenler; müslümanların imanlarını küffara peşkeş çekmek isteyenler, İslâm dinine ihânet edenlerdir.
Hâin nasıl ki bir kale kapısını gizlice açıp düşmanın içeriye nüfuz etmesine yardım ediyor, böylece ihânetini icra ediyorsa; bu din hâinleri de imanlı gönüllerin kapılarını küffara gizlice açıyorlar, nicelerinin imandan kaymasına sebep oluyorlar.
Bu nasıl olur? Allah-u Teâlâ kâfiri ve küfrü necis kılmıştır. Küffarı dost edinmeyi yasaklamıştır. Bu hâinler ise 'kâfirin küfrü hoştur' derler, 'Medeniyetler ittifakı', 'Medeniyetler buluşması', 'Dinlerarası diyalog', 'Avrupa Birliği' adı altında kâfirin küfrünü hoş göstermeye çalışırlar. Gönüllerde bir kararsızlık meydana gelir. Bu kararsızlık esnasında 'küfür de hoşmuş, kâfir de hoşmuş.' dediği an artık gönüldeki iman kalesi düşmüştür. İman kaymıştır.
'Hoşgörü' kelimesini küfürlerine alet ederek 'Küfrü hoşgörü' olarak kullanıyorlar. Bir kimse ailene, namusuna uzanmak istese hoş görüyor musun? İslâm dininin senin nazarında hiç mi değeri yok? Küffarın küfrünü hoş görmek bundan daha ağırdır. Zira İslâm ve iman bir müslümanın en mukaddes varlığıdır.
Bu 'Küfrü hoşgörücü'ler yeni türedi. 1400 yıllık İslâm tarihinde bu küfrü icat etmeyi kimse akıl edememişti. Bu bahtsızlık bunların nasibi imiş. Çok yazık!
Daha önce de arzetmiştik. Çok büyük bir yangın var. İmanlar kayıyor. Bunu gördükçe içimiz ağlıyor. Müslümanların küfre kaymasına gönlümüz razı olmadığı için her fırsatta hakikati duyurmaya çalışıyoruz.
Bir hıristiyan öldüğü zaman yüzlerce kişi 'Biz de hıristiyanız', 'Biz de ermeniyiz' diye yürüyor. Bunların hepsi bu küfrü hoş göstermekten kaynaklanan işlerdir. Hıristiyan misyonerlerinin yapamadığını bu hoşgörü zihniyeti bu memlekette yapmıştır. Bunun içindir ki 'Bunların yaptığını, hıristiyan da, yahudi de yapamaz. Hatta Deccal bile yapamaz.'
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
'Biz bir memleketi, yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helâke müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.' (İsrâ: 16)
Bunlar tarihte birer ibret numunesi olmuş olurlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bu Âyet-i kerime'ye şu şekilde mânâ vermiştir:
'Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.'
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
'Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.' (En'âm: 123
Milletimize gecmis olsun.................