Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Resul Cengiz
Resul Cengiz

CÜMLELER DOĞRUDUR, SEN DOĞRU İSEN. DOĞRULUK BULUNMAZ SEN EĞRİ İSEN

  • tayyip erdoğan31.05.2003 - 15:27

    Türkiyenin uzun zamandır beklediği genç bir başbakan...

  • necip fazıl kısakürek31.05.2003 - 15:22

    Aşk Korkusu

    Ask korkuya perdedir, korku da aska perde;
    Allah'tan nasil korkmaz insan O'nu sever de...

  • bediüzzaman said nursi28.05.2003 - 14:40

    BEDİÜZZAMAN son yüzyılda yetişen en büyük islam alimlerinden biridir. Bir çok gerçek alim gibi çok çile çekmiştir. Bazıları rahat koltuklarda din adına fetva verirken o din adına nasıl çalışılacağını yaşayarak göstermiştir. Allah rahmet eylesin...

  • necip fazıl kısakürek28.05.2003 - 11:56

    Necip Fazıl'ın Şiirlerini andırıyor yazı...

    Vezin ve kafiyeyi atalım mı?
    İSKENDER PALA
    Divan şiirinin her çevrede yeniden gündeme gelmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz.

    Klasik şairlerin şiirlerini yeniden serbest şiire dönüştürüp söyleme çabaları, çeviri çalışmalarının secili bir üslupla yapılma gayretleri, antolojilerin eskisinden daha güzel hazırlanıp basılmaya başlanması, en azından Divan şiiri kitaplarının eskisinden birkaç misli daha fazla muhatap bulması sevindiricidir. Bunun bir nedeni geleneği arama ve yitik hazineyi bulma gayreti, bir başka nedeni sosyal alanlara yönelmenin gittikçe daha fazla prim yapması ve son nedeni de bu çağa ait söyleyecek sözlerimizin azalmış olmasıdır. Biz bu son neden üzerinde durmak istiyoruz.
    Günümüzde maalesef söyleyecek sözleri besleyen kültür ortamı zayıflamış, birikimler gelgeç söylemlere kilitlenmiş, kuşatıcı bilgi ile şiir, yollarını ayırmıştır. Divan şairi için durum bunun tam tersidir. O, rafine bir kültür ve işlenmiş bir dili önemsemiş, söylediklerini bu zenginlik ile kalıcı yapabilmiş ve işte bu yüzden çağımızda yeniden okuyucuya gülümsemeye başlamıştır. Öyle görünüyor ki günümüz Türk şiirinin biçimsellik arayışını henüz tamamlayamamış olması da Divan şiirinin yeniden gündeme gelmesinde önemli bir etkendir. Vezin (ölçü) ve kafiyeden (uyak) uzaklaşan Türk şiiri, biçim olarak gelebileceği yeri hâlâ sorgulamakta ve zaman zaman kaçamaklar yapıp eski tavır üzre ölçülü, uyaklı koçaklama yahut gazeller söyleyebilmektedir. Belki de şairler bunca light şiir içinde vezinli ve kafiyeli şiir söylemeyi, hiç de farkında olmadan taş fırın misaline benzetmekte ve o eski lezzetleri özlemektedirler.
    Günümüz Türk şairleri, kendilerini yeni (modern) şiir içinde formatladıkları, yahut öyle bir ortama mahkum oldukları için gelenek şiirini dışlama yoluna gitmekte ve belki de vezin ve kafiyenin dışına çıkmakla kendilerine ayak bağı olabilecek unsurlardan kurtulduklarını sanmaktadırlar. Nitekim vezin ve kafiyenin şiir söyleme konusundaki özgürlükleri kısıtladığını öne süren şairler bile vardır. Onlar, kafiye bağından kurtulan yahut veznin dışına çıkan şairin kendini daha iyi ifade edebileceğini düşünürler. Oysa bana göre her söz kafiyeli söylenebilir, vezin ile ahenkli hale getirilebilir, yeni sözler de, sözlerin en yenisi de kafiye kalıbına sığdırılabilir. Mevlana “Artık yeni şeyler söylemek zamanıdır cancağızım” derken şüphesiz şekli ve kafiyeyi gözardı eden kalıbın (dış yapının) değil, sözü ve mânâyı öne çıkaran ruhun (iç yapının) yeniliğini kastetmekteydi. Bugüne kadar Türk şiirinde Yunus’tan yahut Fuzuli’den daha yeni bir söz söyleyen şairi doğrusu ben görmedim. Bugünün vezinsiz ve kafiyesiz söylenmiş ‘light’ şiiri içinde pek çok söz vardır ki beş yüz yıl önce, yedi yüz yıl önce daha güzelleri vezin ve kafiye ile söylenmiştir. Gökkubbenin altında söylenmedik söz yoktur elbette; ve elbette sonra gelen önce gideni aşmalıdır. O halde bir şiirde yeniliğin ölçüsü tarzın değil, mesajın yeniliği olmalıdır. Madem söylenmedik söz yoktur, o halde bin yıl önceki mesajı bu çağa göre, yeniden söylemektir önemli olan. Eskiler bunu kafiye ve vezin ile başarabilmiş ve sözlerini bu sayede günümüze kadar ulaştırabilmişlerdir.
    Bir şair çıkmalı, eskilerin mânâ renklerinden, sevgi desenlerinden, ruh kokularından süzdüğü dizeleri kendi yorumuyla pekiştirip bugünün sözcükleriyle ve çağın düşüncesine uygun olarak özenle dillendirmelidir. Bu şiir, elbette yeni bir şiir olacaktır ve bu şiir serbest olsa da gam değil; ama kafiyeli ve vezinli olursa gelecek zamanlara da hitap edecektir, emin olunuz. Çünki gökkubbe, ahenkli ve kafiyeli (musıkî gibi) sözlere, vezinsiz ve kafiyesiz sözlerden daha munis davranıyor.

    Tarıhın dıpnotlari
    Bir gönülde iki sevgili
    Bir derviş, Basra şehrine giderken susadı. Bir kapıdan bir içim su istedi. O evden bir kız bir bardak su çıkardı. Derviş suyu içerken gözü, kızın cemaline erdi. Gönül kuşu kızın zülfü tuzağına giriftar oldu. Adımını atmağa dermanı kalmadı. Kapıda düştü. Ev ıssı (sahibi) geldi. Gördü ki aşk leşkeri (ordusu) dervişin gönlünü yağmalamış, gözünden yaş revan oldu. Sordu:
    –Derviş ne oldun, sana ne geldi? Derviş eydür (söyler) ,
    –Ya hoca (Ey efendi) ! Hiç bilmezem ne oldum. Evet o kadar bilirim ki bir kişi işbu evden bir içim su verdi. İçtim. Gönlüm ki “Hû! ” hazinesidir; yağmalandım. Uş (şimdi) banda kaldım (şaşırdım) . Ya hoca! Ben bu pazara razı değilem. İçtiğim suyu ödeyeyim, gönlümü geri versin, gideyim. Hoca evine girdi, sordu.
    – Dervişe suyu kim verdi?
    Kızı eyitti (söyledi) ,
    –Ben verdim.
    Hoca sevindi, geri çıktı, eyitti:
    –Derviş! Gönlünü hoş tut ki maksadın olacaktır.
    Hoca buyurdu, dervişi hamama ilettiler. Dervişin hırkasını çıkardılar, fahir donlar (gösterişli elbiseler) giydirdiler. Kıza nikah ettiler. Dervişi kız ile halvet kıldılar. Çün derviş elini uzattı kızın döşeğine, geri hemen naralandı, düştü. Kıza eyitti:
    – Hani benim o eskicek hırkam, sancağım ve asam; bana verin, ben giderim.
    Kız sordu:
    – Ne oldun?
    Derviş eydür:
    – Çün senden yana el uzattım, Tanrıdan ün (ses) geldi kulağıma ki; “Ey yalancı derviş! Gözün görmez mi ki Benden geriye bir kez nazar kıldın, teninden salihler donun (giysisini) çıkardım. Bir dahi nazar kılar isen, gönlünden iman hil’atin çıkarırım. Eğer beni diler isen cihandan elini çek. Bu meseldir (atasözüdür ki) ‘İki nesne sevgisi bir gönülde sığmaz’! ..”

    (Mustafa Ankaravi’den; XIV. yy.)

    Berceste
    Eski eş’ârda dûrbîn ile ma’nâ görülür
    Yeni eş’ârda ma’nâ diye külfet yoktur
    Şair Eşref

    Eski şiirde mânâ ancak dürbün ile görülebilecek derecede derinlere gizlenmiş olurdu. Yeni şiirde ise mana diye bir külfet hiç yok! ..

  • necip fazıl kısakürek28.05.2003 - 11:45

    Seviyoruz Necip Fazıl'ı sevmeyenler olsada... Kendi düşüncesinde onun gibi bir şair bulamadıkları için kıskananlar hasedinden çatlayanlar olsada. O bir dağın zirvesinde. Çukurda olanlar bağırarak sesini yükseltmeye çalışıyorlar...

  • necip fazıl kısakürek22.05.2003 - 16:21

    Necip Fazılın uslubuyla yazılmış güzel bir yazı okumak isteyenlere...

    Zarafet

    Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?
    Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir? ! ..
    Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünki zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünki.
    Rüzgar, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder. Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür. Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
    Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
    Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.
    Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır.* Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır. Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünki. Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.

  • necip fazıl kısakürek14.05.2003 - 11:50

    Necip Fazılın büyüklüğünü bilen düşmanları hasedinden çatlayacak...

  • mevlana09.05.2003 - 20:57

    MEVLANA'DAN
    'Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu dünyâ derdi var sanma! '
    'Benim için ağlama, yazık, 'vâh, vâh! ' deme! Beni toprağa verdiklerinde de 'vedâ, vedâ! ' (ayrılık, ayrılık!) deme! '
    'Mezar bir perdedir ki, onun arkasında (Hakk'ın rızâsını kazananlar için) cennetin huzûru vardır.'
    'Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret! Güneş'le Ay'a gurûbdan hiç ziyân gelir mi? '

  • necip fazıl kısakürek29.04.2003 - 12:32

    Necip Fazıl Kısakürek
    1904 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli okullarda, bu arada Amerikan Koleji'nde okudu ve orta öğrenimini Bahriye Mektebi'nde yaptı(1922) . Bu askeri okulda, din derslerini, Aksekili Ahmed Hamdi, tarih derslerini Yahya Kemal'den görmüş, ama asıl anlamda 'edebiyat ve felsefeden riyaziyeye ve fiziğe kadar iç ve dış bir çok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar nüfuz edebilmiş' dediği İbrahim Aşkî'nin etkisinde kalmıştır.İbrahim Aşkî, verdiği kitaplarla onun 'deri üstü deri bir plânda da olsa' tasavvufla ilk temasını sağlamıştır. Kısakürek Bahriye Mektebi'nin 'namzet ve harp sınıflarını bitirdikten sonra' Darülfünun Felsefe Bölümü'ne girmiş ve oradan mezun olmuştur (1921-1924) . Felsefedeki en yakın arkadaşlarından biri Hasan Ali Yücel'dir. Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile bir yıl Paris'te gitmiştir. (1924-1925) . Yurda döndükten sonra Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında memurluk ve müfettişlik gibi görevlerde bulunmuş (1926-1939) , Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı ile İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler vermiştir (1939-1942) . Daha gençlik yıllarında basınla ilişkiye geçen Kısakürek, bu tarihten sonra memurlukla ilişkisini kesmiş, hayatını yazarlık ve dergicilikten kazanmaya başlamıştır.Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 tarihinde Erenköy'deki evinde öldü.Naşı, Eyüp sırtlarındaki kabristana defnedilmiştir.

  • necip fazıl kısakürek29.04.2003 - 12:04

    Şair, his cephesinden, daha ilk nefeste vecd çözülüşleriyle yere seriliveren bir afyon, tiryakisi; fikir cephesinden de, bu afyonu esrarlı havanlarda hazırlayan ve tek miligramının tek hücre üzerindeki tesirini hesaplayan bir simyacı...

    Şiir, tek kelimeyle üstün idraktir; ve idrak yolunda basit ve kuru fikrin koltuk değneklerini elinden alıp onu en karanlık sezişlerin üzerine çeken ve ışık hızıyle uçuran sihirli seccadedir.
    Necip Fazıl