Çocuk olmak deyince aklıma çocukluğum geliyor... Bir zamanlar kaleme aldığım bir yazımı paylaşmak istedim. Saygılarımla
Almancı ailenin simitçi çocuğu...
İlk başta ne kadar karmaşıkmış gibi görünse de mutluluğu aramaya çocukluktan beri başlamış birisi için bir cümle de tarif edilebilesi en zor hayattı onunkisi... Hatırlayabildiği şeyler; ilk cep harçlığından gözlerinden dökülen son damlalar arasında ki zaman ile annesinden yediği ilk dayak ile son kahkası arasında ki zamanın çarpımının milyonlara bölünmesinden kalan umutları... Her yeni güne başlarken biraz daha hırs biraz daha mücadele edibilme hissi güneş battıkça yerini kederlere ve ümitsizliklere taşıdı. Belkide bu yüzdendir henüz küçük bir yaştayken babasından para almamak uğruna bir günlükte olsa herkesten gizli simit satması... Umutları vardı ya, sonu gelmeyen hayalleri...Kim yok edebilirdi ki onları? Iyi bir fert olabilmenin mücadelesiyle birlikte göğsünü gere gere sokakları mesken tutmalar, kimine göre çok zeki kimine göre ise sessiz sakin bir çocuk olmanın farkındalığıyla adım attığı yıllar... Bir aile çok şey demekti onun için... Hayatı kazanmak, öğrenmek de... Şehrin aydınlatan lambaları yanınca farkına varmıştı akşamın gelişinin. Eve gitmesi gerekiyordu artık. Elinde bir tepsi, cebinde de belki hesap edemeyeceği kadar para olmuştu... Eve yaklaştıkça heyecanı bir başka artıyordu. Korku mu dersiniz? Pek korku sayılmasa da para kazanmanın, evine ekmek parası götürebilmenin heyecanı da denilebilirdi... Bütün bir günün hevesi, koşturmacası ve o gün ki servetinin hesabı babasını sokağıın başında görünce esen fırtınalara kaptırmıştı... Uçup gitti sanki herşey... Düşüncelerinde sadece babasının neden orada beklediği vardı hemde yoğun bir şekilde. Adımlar ilerledikçe yoğunluk arttı... arttı... arttı... taa ki bir şamar sesini kulağında hissedene kadar. Ne anlamı vardı ki dayağın? Tabii ya Almanya'dan gelmişlerdi... Almancı bir ailenin çocuğuydu o! .. Artık daha farklı anılması gerekiyordu. Almancı ailenin simitçi çocuğuydu...
Tokat yemişti yemesine ama babasının amcasına söylediği sözler hiç aklından çıkmamıştı. Bir yandan yediği tokatın ağrısını hissediyor diğer yandan babasının amcasına 'Bu çocuk aç kalmaz' diye sarf ettiği cümlenin mutluluğunu yaşıyordu... Onay almıştı sanki hayattan. Hadi artık herşey bir yana ' Zevk-ü sefa' sürsün gözyaşları... Yeni gün, yeni heyecan ölçülmez ufuklarda ki hayallerine bir kat daha eklemişti. O zamandan başlamıştı bir aile kurmanın hevesi... Anne, baba, kardeşler bir yana; bir bütün olmayı istemişti belki de küçük bir parçası olduğu ailenin bilinciyle... Okula başladığı gündü ilk terkedilişi... Annesi, babası öğretmene teslim etmişlerdi çocuklarını... Şaşkındı, etrafına baktı sakince... Yaşıtı olan bütün çocuklar sanki oradaydı... Bir sorun vardı. Herkes neden ağlıyordu? 'Anne gitmeeeee, Babaaaa vs...' diye haykıran akranlarının ağıtlarını gözlemlerken; kızıl saçlı annesi yaşında bir bayan adını sormuştu... Adını mı unuttun diye tekrar sorunca hatırlayabilmişti adını... Daha okul hayatının ikinci günü başlamıştı yeni macerası. Tek başına okula gitmesi gerekiyordu. Yolun sağından ve tam 7 sokak başı geçtikten sonra önüne gelen caddeyi de geçip bir kaç adım daha atması gerekiyordu... Okul dönemi büyük bir yer edinmeye başlamıştı hayatında, malum önce anne-babası öğretmene teslim etmişti. Ardından da bir zaman sonra büyük ağabeyi tekrar Almanya'ya dönmüştü dedesinin yanına. Orada yaşayacaktı. İlk okumayı öğrendiğinde kırmızı başlıklı kızın hikayesini okumuş, ardından da bir futbol takımı tutması gerektiğini kendisine henüz 6 yaşındayken sorulan bir sorudan öğrenmişti... İki sıra önünde ki kız hangi takımı tutuyorsun diye sormuştu sormasına ama o bütün mahcubiyetiyle kıza cevap verememiş doğru cevabı bulabilmesi için de asıl olan soruyu kendisi sormuştu... Evet Fenerbahçeli olması gerekiyordu. Şampiyon olmuştu Fenerbahçe, ya bir daha olamazsa korkusu yoktu... Renkleri de belli olmuştu ya yavaş yavaş gidenlere ne demeli? Ağabeyi gitmişti gitmesine, bir zaman sonra diğer ağabeyi de gitmişti Almanya'ya... Zaman akıp gittikçe, okulu, adresi yaşama dair ne varsa değişiyordu... Henüz 3. sınıfı bitirmeden tekrar Almanya'ya gitmişti ailesiyle birlikte.
Yeniden doğmuş gibi, yeni bir dünya yeni bir çevre derken etrafında yok olan herşeyi bir bir fark ediyordu... Mahallede ki ağabeyleri yoktu, bakkal amcası, şerbetçi ömer abisi de yoktu. Uzaklar ne kadar uzaktı? Özlemler bir yangınla tutuşurken daha nasıl anlatılabilirki zaman? Durgun zaman, saatler bir o kadar yavaş... Derin bir sessizlik etrafta... Hayat her zaman ki gibi yeni bir oyun mu oynuyordu? Süresiz düşüncelerin ardından hiç tanımadığı hatta dillerinden dahi anlamadığı arkadaşları olmuştu. Yeni okuluna alışması hiç zor olmamıştı henüz 1 sene okumadan geri dönmek durumunda kalmıştı Türkiye'ye... Artık hayatına amcasının yanında devam etmesi gerekiyordu. Aile çok şey demiştik ya onun için, herşeyden değerli ve önemli demiştik demesine ama, her seferinde yeniden başlamak yeniden doğmak çok zor olsa gerek onun için... Simit satmanın, para kazanmanın ne demek olduğunu unutmamıştı.
Çocuk olmak deyince aklıma çocukluğum geliyor... Bir zamanlar kaleme aldığım bir yazımı paylaşmak istedim. Saygılarımla
Almancı ailenin simitçi çocuğu...
İlk başta ne kadar karmaşıkmış gibi görünse de mutluluğu aramaya çocukluktan beri başlamış birisi için bir cümle de tarif edilebilesi en zor hayattı onunkisi... Hatırlayabildiği şeyler; ilk cep harçlığından gözlerinden dökülen son damlalar arasında ki zaman ile annesinden yediği ilk dayak ile son kahkası arasında ki zamanın çarpımının milyonlara bölünmesinden kalan umutları... Her yeni güne başlarken biraz daha hırs biraz daha mücadele edibilme hissi güneş battıkça yerini kederlere ve ümitsizliklere taşıdı. Belkide bu yüzdendir henüz küçük bir yaştayken babasından para almamak uğruna bir günlükte olsa herkesten gizli simit satması...
Umutları vardı ya, sonu gelmeyen hayalleri...Kim yok edebilirdi ki onları? Iyi bir fert olabilmenin mücadelesiyle birlikte göğsünü gere gere sokakları mesken tutmalar, kimine göre çok zeki kimine göre ise sessiz sakin bir çocuk olmanın farkındalığıyla adım attığı yıllar... Bir aile çok şey demekti onun için... Hayatı kazanmak, öğrenmek de...
Şehrin aydınlatan lambaları yanınca farkına varmıştı akşamın gelişinin. Eve gitmesi gerekiyordu artık. Elinde bir tepsi, cebinde de belki hesap edemeyeceği kadar para olmuştu... Eve yaklaştıkça heyecanı bir başka artıyordu. Korku mu dersiniz? Pek korku sayılmasa da para kazanmanın, evine ekmek parası götürebilmenin heyecanı da denilebilirdi...
Bütün bir günün hevesi, koşturmacası ve o gün ki servetinin hesabı babasını sokağıın başında görünce esen fırtınalara kaptırmıştı... Uçup gitti sanki herşey... Düşüncelerinde sadece babasının neden orada beklediği vardı hemde yoğun bir şekilde. Adımlar ilerledikçe yoğunluk arttı... arttı... arttı... taa ki bir şamar sesini kulağında hissedene kadar. Ne anlamı vardı ki dayağın? Tabii ya Almanya'dan gelmişlerdi... Almancı bir ailenin çocuğuydu o! .. Artık daha farklı anılması gerekiyordu. Almancı ailenin simitçi çocuğuydu...
Tokat yemişti yemesine ama babasının amcasına söylediği sözler hiç aklından çıkmamıştı. Bir yandan yediği tokatın ağrısını hissediyor diğer yandan babasının amcasına 'Bu çocuk aç kalmaz' diye sarf ettiği cümlenin mutluluğunu yaşıyordu... Onay almıştı sanki hayattan. Hadi artık herşey bir yana ' Zevk-ü sefa' sürsün gözyaşları... Yeni gün, yeni heyecan ölçülmez ufuklarda ki hayallerine bir kat daha eklemişti. O zamandan başlamıştı bir aile kurmanın hevesi...
Anne, baba, kardeşler bir yana; bir bütün olmayı istemişti belki de küçük bir parçası olduğu ailenin bilinciyle... Okula başladığı gündü ilk terkedilişi... Annesi, babası öğretmene teslim etmişlerdi çocuklarını... Şaşkındı, etrafına baktı sakince... Yaşıtı olan bütün çocuklar sanki oradaydı... Bir sorun vardı. Herkes neden ağlıyordu? 'Anne gitmeeeee, Babaaaa vs...' diye haykıran akranlarının ağıtlarını gözlemlerken; kızıl saçlı annesi yaşında bir bayan adını sormuştu...
Adını mı unuttun diye tekrar sorunca hatırlayabilmişti adını... Daha okul hayatının ikinci günü başlamıştı yeni macerası. Tek başına okula gitmesi gerekiyordu. Yolun sağından ve tam 7 sokak başı geçtikten sonra önüne gelen caddeyi de geçip bir kaç adım daha atması gerekiyordu... Okul dönemi büyük bir yer edinmeye başlamıştı hayatında, malum önce anne-babası öğretmene teslim etmişti. Ardından da bir zaman sonra büyük ağabeyi tekrar Almanya'ya dönmüştü dedesinin yanına. Orada yaşayacaktı.
İlk okumayı öğrendiğinde kırmızı başlıklı kızın hikayesini okumuş, ardından da bir futbol takımı tutması gerektiğini kendisine henüz 6 yaşındayken sorulan bir sorudan öğrenmişti... İki sıra önünde ki kız hangi takımı tutuyorsun diye sormuştu sormasına ama o bütün mahcubiyetiyle kıza cevap verememiş doğru cevabı bulabilmesi için de asıl olan soruyu kendisi sormuştu... Evet Fenerbahçeli olması gerekiyordu. Şampiyon olmuştu Fenerbahçe, ya bir daha olamazsa korkusu yoktu... Renkleri de belli olmuştu ya yavaş yavaş gidenlere ne demeli? Ağabeyi gitmişti gitmesine, bir zaman sonra diğer ağabeyi de gitmişti Almanya'ya... Zaman akıp gittikçe, okulu, adresi yaşama dair ne varsa değişiyordu... Henüz 3. sınıfı bitirmeden tekrar Almanya'ya gitmişti ailesiyle birlikte.
Yeniden doğmuş gibi, yeni bir dünya yeni bir çevre derken etrafında yok olan herşeyi bir bir fark ediyordu... Mahallede ki ağabeyleri yoktu, bakkal amcası, şerbetçi ömer abisi de yoktu. Uzaklar ne kadar uzaktı? Özlemler bir yangınla tutuşurken daha nasıl anlatılabilirki zaman? Durgun zaman, saatler bir o kadar yavaş... Derin bir sessizlik etrafta... Hayat her zaman ki gibi yeni bir oyun mu oynuyordu?
Süresiz düşüncelerin ardından hiç tanımadığı hatta dillerinden dahi anlamadığı arkadaşları olmuştu. Yeni okuluna alışması hiç zor olmamıştı henüz 1 sene okumadan geri dönmek durumunda kalmıştı Türkiye'ye...
Artık hayatına amcasının yanında devam etmesi gerekiyordu. Aile çok şey demiştik ya onun için, herşeyden değerli ve önemli demiştik demesine ama, her seferinde yeniden başlamak yeniden doğmak çok zor olsa gerek onun için... Simit satmanın, para kazanmanın ne demek olduğunu unutmamıştı.