Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • insan17.07.2005 - 01:55

    Güvenmeyenler insanları anlayamazlar

  • üç kalp birarada17.07.2005 - 01:52

    sağ tarafta yatan hasta, sol tarafta yatan hasta, ortada yatan hasta

    bankin bir ucunda oturan yaşlı adam, diğer ucunda oturan genç kız ve ortada oturan küçük oğlan

    hakim, sanık ve kurban

  • Hafız Abdülezel Paşa17.07.2005 - 01:06

    bölüm 2

    Hâfız Abdülezel'in harp meydanlarındaki ilk başarısı ise, 1853 Kırım Savaşı'nda olur. Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin bir eyaleti olan Eflak ve Boğdan'ı işgal etmesi ile başlayan bu savaşta, Binbaşı Hâfız Abdülezel büyük başarılar kazanır. Düşmanın bozguna uğrayıp kaçışında önemli bir rol oynar.
    Bu yıllarda, devletin uçsuz-bucaksız geniş coğrafyasında isyân, ayaklanma ve başkaldırı hareketleri birbirini takip etmektedir. Yunanistan, Rusya'nın ve Fransa'nın yardımıyla Girit'e silâh yığmakta, adadaki Rumları isyâna teşvik edip, adayı Yunanistan'a ilhak etmek istemektedir (1866-1868) .
    Bu arada Rumeli'de, Sırbistan ve Karadağ isyânları vardır (1857-1876) . Devlet, hem Girit'e hem de Sırbistan ve Karadağ'a on binlerce asker yığmasına rağmen, isyânlar bir türlü tamamen bastırılamıyordu. Çünkü, güçlü Osmanlı orduları karşısında sıkışan Rum, Sırp ve Karadağlı çeteciler, köylerine kaçıyor, işiyle gücüyle uğraşan mâsum bir vatandaş gibi görünüyor, Türk ordusu çekilince de tekrar dağlara çıkıp köy ve kasabaları basıyor, kan döküyor, yağma yapıyor, etrafa korku saçıyorlardı. İşte bu çetecilerle mücadelede hareket kabiliyeti yüksek, değişik çevre şartlarına hazır, gayr-i nizamî savaşı bilen dirayetli komutanlara ihtiyaç vardı ve Hâfız Abdülezel bu savaşlarda hep aranan ve üstün başarılar kazanan bir komutan oldu. Özellikle 1876'daki Sırp İsyânı’nda, büyük kahramanlıklar gösterdi. 29 Ekim 1876'da, Rus Generali Çarnayef'in komuta ettiği Sırp ordusunu Aleksinaç Meydan Savaşı'nda, bozguna uğratan Osman Paşa'nın en önemli komutanlarından biri de Hâfız Abdülezel'di. Bu savaşta cesareti her türlü takdirin üzerindeydi. Bu yüzden çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirildi.
    Türk devleti 19. asırda kendisi için 'en uzun yüzyılını' yaşıyordu. Sayısız düşmanları vardı ve bu düşmanların doymak bilmeyen ihtirasları. Devlet eski gücünü kaybetmiş, ayakta durma mücadelesi veriyordu. Ve bu mücadelede Hâfız Abdülezellere ne kadar da ihtiyaç vardı. 1876 Sırp İsyânı'nın bastırılmasından kısa bir süre sonra, 24 Nisan 1877'de bu sefer de Rusya, Türkiye'ye savaş ilân etmişti. Rusya Balkanlar'a inmek, Boğazları ele geçirmek, Akdeniz'e ulaşmak, Doğu Anadolu'yu almak istiyordu. Bu yüzden savaş hem batı (Rumeli) , hem de doğu (Kafkas) cephesinde iki yerde birden başladı. Hâfız Abdülezel, batı (Rumeli) yani Balkan Cephesi'nde savaşıyordu. Bu cephede o Plevne'de destanî bir direniş gösteren Ruslarla bir ölüm kalım mücadelesine girişen Gazi Osman Paşa'nın emrinde bir komutandı.
    1. 2. ve 3. Plevne Zaferleri dünya harp tarihine geçiyor, bütün dünya gazetelerinin savaş muhabirleri, büyük devletlerin askerî gözlemcileri Plevne yakınlarına gelmiş, şaşkınlık içinde, bu büyük savaşı takip ediyor, dünya basını savaşı günü gününe okuyucularına aktarıyor, Avrupa harp akademilerinde ve genelkurmaylarında Plevne'nin âkıbeti tartışılıyordu. Gazi Osman Paşa'nın ve emrindeki kurmaylarının, savunma savaşı stratejisine yepyeni unsurlar getirdiği, daha Plevne savunmasının ortalarında kabul ediliyordu.
    Hâfız Abdülezel'in, Plevne savunmasında kahramanlığı, dillere destan olmuştu. Artık silâhlı kuvvetlerin dışında da herkes onu büyük bir kahraman olarak tanıyordu. 1. Plevne Zaferi’nin (20 Temmuz 1877) kazanılmasında onun rolü büyüktü. O kadar ki, Rusların Plevne'ye ilk saldırılarında, en çok direnen onun komuta ettiği birliklerdi. Düşman, Hâfız Abdülezel'in o müthiş savunması karşısında, binlerce kayıp vermiş ve hemen bütün ağırlıklarını bırakarak bozgun hâlinde kaçmıştı. Bu yüzden bu kahraman birlik, 'Hâfız Bey Tabyası' olarak tarih sayfalarına geçmişti.
    Hâfız Abdülezel'in kahramanlığı, silâh arkadaşlarıyla münasebetleri, üstün komuta kabiliyeti, üstlerinin ona saygıyla karışık sevgisini de kazandırmıştı. Üstleri onunla iftihar ediyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın efsânevî komutanı, Gazi Osman Paşa, bütün subayların önünde onu alnından öpmüş: 'Abdülezel, sen bizim medâr-ı iftiharımızsın.' demişti. Savaştan sonra, İstanbul'da Hâfız Adülezel'in göğsüne Plevne Kahramanlık Madalyası'nı bizzat devrin paşidâhı Sultan 2. Abdülhamid takmıştı.
    Hâfız Abdülezel, bütün bu üstün niteliklerine rağmen, son derece tevazu sahibi, mahcup bir insandı. O kendini, iftihar edilecek bunca özelliğine karşın, düz bir insan, insanlardan bir insan olarak görüyordu. Nitekim, Sultan 2. Abdühamid tarafından ödüllendirildiği ve kendisine kahramanlık madalyası takıldığı an, âdeta şaşırmış, içe dönük bir çocuk gibi, mahcup bir edayla:
    -Ben ne yaptım ki, bana bunca ödül veriliyor? diye sormuştu.
    Hâfız Abdülezel, Plevne savunmasından sonra da Anadolu'dan Hicaz'a, Basra Körfezi'ne kadar uzanan, Devlet-i Âliye'nin geniş coğrafyasında durup dinlenmeden birçok başarılı hizmetler görmüş, 1885 yılında generalliğe yükseltilmiştir.

  • Hafız Abdülezel Paşa17.07.2005 - 01:06

    bölüm 3

    1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Anlaşması'ndan sonra Yunanistan Teselya sancağını işgal etmişti. Şimdi de tarihler 1897 yılını gösterirken Epir'e (Yanya vilâyeti) ve Girit'e göz dikmişti. Bu yüzden buralardaki yerli Rumlar, silâhlandırılıp devlete isyân ettirilmiş, ardından Girit'e on bin gönüllü Yunan askeri gönderilmişti. Bununla da yetinmeyen Yunanistan, Girit'i kendine bağladığını ilân etti. Hem Epir'de, hem de Girit'te Müslüman-Türkler katlediliyordu. Bütün bunlar üzerine, Osmanlı Devleti 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş ilân etti. Müşir Ethem Paşa başkomutan tayin edildi. Türk ordusu aynı gün taarruza başladı. İşte bu savaşta Türk ordusunun komutanlarından biri de, Hâfız Abdülezel Paşa idi. Seksen iki yaşındaydı. Ama o ihtiyar arslan, savaş meydanında dimdik ayaktaydı. Bu cihad, onun katıldığı yirmi altıncı cihaddı. Uzun boyu, çatık kaşları, bembeyaz sakalı, nuranî çehresiyle bulunduğu devrin 'Serhat Paşaları'nın tam bir timsaliydi. Göğsü harp meydanlarında alınmış nişan ve madalyalarla doluydu. Ama o, tıpkı yüzyıllar öncesinde doksan küsur yaşında, İstanbul önlerine gelen Mihmandâr-ı Nebevî Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gibi savaş meydanına koşmuştu.
    Hâfız Abdülezel Paşa'nın komuta ettiği askerî birliklerin vazifesi çok önemliydi. Onların görevi Milona geçitlerini ele geçirmek ve buradaki güçlü Yunan savunma hatlarını yararak, Türk ordusuna Atina yolunu açmaktı. Prens Konstantin buraya en seçkin kıtalarını sevketmişti. Türk karargâhında Başkomutan Müşir Ethem Paşa endişeliydi. Acaba Türk ordusu bunu başarabilecek miydi? Aslında Başkomutan Müşir Ethem Paşa boşuna endişeleniyordu. Çünkü onun, sakallarını savaş meydanlarında ağartmış Hâfız Abdülezel Paşa gibi ölümden korkmayan komutanları, birer arslan gibi savaşan askerleri vardı.
    O gün Hâfız Abdülezel Paşa bir görülmeliydi. Seksen iki yaşındaki bu büyük kahraman, maharetle idare ettiği atının üzerinde yirmi yaşında bir delikanlı gibi dimdik duruyor, birliklerinin önünde Yunan avcı hatlarına doğru yürüyordu. Çünkü karşıdaki Pırnar tepesinin düşmesi Türk ordusuna Milona geçitlerinin yolunu açacaktı. Nur yüzlü komutan askerlerinin önünde, onlara şöyle hitab ediyordu:
    -Askerlerim! Şu gördüğünüz tepenin zaptı, bizim için pek büyük, pek şanlı bir muzafferiyet temin etmiş olacaktır. Siz Milona Geçidi gibi en geçilmesi zor olan en çetin yerlere hücûm ederek, Osmanlılık Celadetini bütün cihan nazarında ispat eylemiş er oğlu erler olduğunuz cihetle, tevfikât-ı celîle-i Sübhaniye'ye istinaden bu tepenin üzerinde vukû bulacak haydarâne bir hücûmunuzla, zâten gözü yılmış olan düşmanı külliyen perişan ve sancağımızı dikmekle ilâ-yı şân-ı Osmâniyân edeceğimizi katiyen umut ederim. Eğer bu tepeyi zaptederseniz, önünüzde çiçeklerle süslü, geniş bir sahra, bir cihân-ı zafer açılacak ve bütün millet-i İslâmiyye ve Osmaniyye sizin bu muzafferiyyât-ı kahramanenizle ilân-ı şükrân ve iftihar edecektir. Analarınız sizi ancak bugün için doğurdu, büyüttü. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların halife-i akdesi olan şevketlü padişâhımız efendimiz hazretleri sizi ancak bugün için besledi, vatan sizden bugün fedâkârlık bekliyor. Hülâsa, bugün şan ve namus-ı devlet ve millet sizin süngülerinize istinad etmektedir. Demin söylediğim gibi, eğer gazanferâne bir hücum ile şu tepeyi zabtedecek olursanız, namus-ı vatanı yüceltmiş ve devletimizin gelecek zaferlerini temin etmiş olacaksınız.
    Askerlerim! Size en son bir vasiyyetim var ki, ifâsını ricâ ederim. Eğer ben, şu tepenin tarafınızdan zabt olunduğunu görmeden, şehâdet şerbetini içecek olursam, cesedimi burada toprak altına defnetmeyerek mutlaka bu tepeyi … bu tepeyi zabt ile üzerinde benim için bir mezar kazarak beni oraya gömünüz. Yok eğer tepeyi zabt edemeyecekseniz, bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kalsın, vahşi hayvanlara yem olsun!
    Evlâtlarım! Sizin dağlar dayanmayan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanmaz. Bu cihetle sizden mutlaka bu tepenin zabtını isterim.
    Tevfik-i İlâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberî yâverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet penâhî ise, fark-ı iftihârımızda tâcımızdır.
    Haydi arslanlarım! Arş ileri! Dâima ileri!

  • Hafız Abdülezel Paşa17.07.2005 - 01:05

    bölüm 4

    Hâfız Abdülezel Paşa'nın, yüzyıllar önce Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin vasiyetini andıran, bu konuşması ve vasiyeti üzerine, Türk ordusu dalga dalga düşman üzerine gidiyor, destanlar yazıyordu. Önlerindeki nur yüzlü yaşlı arslan Hâfız Abdülezel Paşa, düşman hatlarına iyice yaklaşılınca, yanına emrindeki subaylar koştular. Yaşlı arslanı atından indirmek istiyorlardı. Çünkü karşılıklı olarak bombardıman ve ateş hızlanmış, etrafa yağmur gibi gülleler ve mermiler yağıyordu. Fakat Hâfız Abdülezel Paşa:
    'Ben Rus Savaşı’na gittim de attan inmedim!
    Yunan önünde inmek için ata binmedim! '
    diye cevap veriyor, atını Pırnar tepesine, Yunan mevzilerine doğru sürüyor, arkasından kükremiş bir sel gibi Türk ordusu akıyordu. İşte tam o an yüzü acıyla buruştu, sol kolundan vurulmuştu. Subayları, onu yine atından indiremediler. Yaşlı arslan, ileriye dâima ileriye gidiyordu. Bu arada ikinci bir kurşun bu sefer de sağ koluna isabet etti. Fakat Hâfız Abdülezel attan inecek, ölümden korkacak, sipere saklanacak bir komutan değildi. O hâliyle bile, askerlerine ileri, dâima ileri diyordu. Kısa bir süre sonra ise, üçüncü bir kurşun boğazına isabet etti. Ordusunun önünde arslanlar gibi savaşan büyük kahraman, bir an sarsıldı, atından yere düştü. Komutanları hemen etrafına toplandılar. Ama ağlıyorlardı. Çünkü, hayatı boyunca cepheden cepheye koşan, sahabi-misâl bir hayat yaşamaya çalışan, nur yüzlü, gül yüzlü Hâfız Abdülezel Paşa, kendisine örnek aldığı sahabi gibi seksen iki yaşında atından inmemiş, atının üzerinde şehit olmuştu. O, hayatını sahabi gibi yaşamaya çalışmış ve sahabi gibi, Uhud'da şehit düşen Hz. Mus'ab bin Umeyr gibi, Mûte'de şehit düşen Hz. Cafer-i Tayyâr gibi ölmüştü. Komutanlar ve askerleri onun etrafında gözyaşları döküyor, dualar ediyorlardı. Hemen akıllarına, komutanlarının vasiyeti geldi. Paşa'yı, hemen elleri üzerine aldılar, başlarına koydular, tekbir sesleri içinde Türk ordusu, Pırnar tepesine doğru hücuma geçti. Artık Yunan mevzilerinden yağmur gibi yağan, ne top gülleleri, ne kurşun mermileri Türk ordusunu durduramıyordu. Düşman, şaşkınlık içinde bir an olayı seyrediyor ve panik halinde mevzilerini terk edip kaçıyordu. Bu tabloyu, devrin ünlü şâiri İsmail Safâ bir şiirinde ne güzel anlatır:

    Ne kahramanmış, o Abdülezel, o merd-i gazâ…
    Yiğitlerim, çıkalım gayret eyleyin şu dağa
    Diyorken âh vurulmuş, çekilmemiş otağa!
    Cerihâsından o dem nâ-ümid imişler hep…
    'Vuruldunuz Paşa, siz gitmeyin! ' demişler hep,
    Önünde askerinin, rehber-i hayat peder!
    Yalın kılıç, atın üstünde, olmak üzre heder;
    Hücûm emri verirmiş, vücûdu hûn-âlûd;
    Bu vak'a nâmına mutlak olur, medar-ı hulûd,
    Sonunda pîr-i dilâver olur sükût-nümâ
    Vücudu hâke düşer, rûhu âsuman-peymâ.
    Şehid düşmesi, dilhûn eder maiyyetini;
    Maiyyetindeki asker tutar vasiyyetini.
    Cenâze başta… neferler yürür gider cebele,
    Cenâze başta… o tekbir akseder cebele!
    Cenâze başta… diyüp 'Lâilâheillallâh! '
    Cenâze başta olur hepsi rehneverd-i felâh,
    Cenâze başta geçit üstüne düşer âdâ,
    Cenâze başta çıkarlar âdûyu çiğneyerek
    Cenâze başta âdû olsa payimâl gerek.
    Sizin bu hâliniz Osmanlılar! Ne hâlettir?
    Değil bu levhayı tasvîre şiirler kâdir.
    Dem-i hücûmda tehliller, âman Yâ Rab!
    Cihânı titretecek şey, bu hâlet-i agreb!
    Nedir bu na'ş ile savlet, o kühsâra hele,
    Lâhit yapmış orada süngüler, tüfeklerle!
    Dağın başında gömerler şehid-i muhteremi,
    Ki azm ü rezmde ayn-ı şebâb imiş haremi,
    Geçen muharebeden yarası durur el'an,
    Muhâfız-ı vatan olmuş, bu hâfız-ı Kur'ân.
    Gömüldü can vererek aldığı yere cismi;
    Niçin verilmesin artık o ma'bere ismi?
    Niçin denilmeli artık o yerlere Milona?
    İlelebet koca Abdülezel’le yâd oluna.
    Bu şanlı harb ile Abdülezel karîn-i ebed
    Mezarı olsun İlâhî! Meleklere ma'bed!

    Pırnar tepesinin düşmesinden sonra Milona geçidi rahatça aşılmış, ardından Losfaki Savaşı kazanılmış, Yenişehir düşmüş, Yunan ordusu cephanesini bırakarak kaçmış, Dömeke Meydan Muharebesi ile Yunan ordusu tamamen dağıtılmıştır. Bu gelişmeler üzerine, Atina'da Yunan hükümeti düşmüş, yeni hükümet Avrupalı büyük devletlere müracaat ederek, barışı sağlamak şartıyla Osmanlı Devleti'nin bütün şartlarını kabul edeceğini peşinen kabul etmiş, Rus Çarı 2. Nikola, 2. Abdülhamid'e telgraf çekerek savaşı durdurmasını rica etmiş, Devlet-i Âliye, Yunanistan'a haddini bildirmiştir.

    Kaynaklar
    1- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 8, İstanbul, 1978.
    2- 1897 Türk-Yunan Harbi (Hazırlayan: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı) , İstanbul, 1982.
    3- Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Cilt: 15, İstanbul, 1960.
    4- Ali Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981.
    5- Erol Ülgen, 1897 Türk-Yunan Savaşı'nın Ünlü Komutanlarından Şehit Abdülezel Paşa, Hayatı ve Hakkında Yazılan Şiirler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten-1994) Ankara, 1996, ss. 169-204.

  • Levh-i Mahfuz17.07.2005 - 01:03

    Sızıntı/Mayıs 2005

    Levh-i Mahfuz ve Berisi

    Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim. 'Levh-i Mahfuz'; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona 'Levh-i Mahfuz' denmiştir. Bu mânevî âlem, Burûc sûre-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in 'Beyt-i Ma'mûr'dan önce taayyün buyurulduğu levha demektir ki; bu, aynı zamanda bu dünya ve ondaki mevcudatın, ukbâ ve ötesindekilerin de bütün vasıflarıyla içinde bulundukları mânevî bir defter-i muhîttir.
    Orada eksik bırakılan hiçbir şey yoktur.1 O levhada bir bir her şey kayıt altına alınmıştır.2 O, olmuş, olacak her şeye ait bilginin mündemiç bulunduğu bir kütüktür.3 O, her varlığın maruz kaldığı, kalacağı bütün hâdiseleri ve sonuçları muhtevi bulunan bir defter-i kebirdir.4
    Evet, Levh-i Mahfuz, bildiğimiz, bilemediğimiz, bütün kâinatların, bu kâinatlar içindeki eşyâ ve hâdiselerin mukayyet bulunduğu ana kitaptır. Fizikî ve metafizikî dünyalarla alâkalı her nesne, haricî vücut açısından ortaya çıkmadan evvel, Levh-i Mahfuz'da bir taayyün görmüş, belirlenmiş ve mevsimi gelince de, oradaki programa uygunluk içinde ortaya çıkmış/konulmuştur. Her varlığın bu şekilde önceden takdir ve tesbit edilip sonra da ona göre infaz edilmesi cebrîliğe açık gibi görülse de hiç de öyle değildir; zira 'İlim mâlûma tâbidir.' fehvasınca, Allah, olacağı da olmuş gibi bildiğinden, insanların 'ef'âl-i ihtiyariye'leriyle alâkalı takdirlerini şart-ı âdî plânında onların temâyül ve tercihlerine bağlamıştır.
    Bazı âlimler, Levh-i Mahfuz'u 'Kitap', 'Kitab-ı Mübîn', 'İmam-ı Mübîn', 'Kitab-ı Meknûn', 'Ümmü'l-Kitap'... gibi unvanlarla da yâd ederler ki, bu tabirlerin hepsi de Kur'ân ve Sünnet-i sahîhadan alınmadır, bunlara kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Ancak, bu yaklaşımın Levh-i Mahfuz hakikatini aksettirdiği de söylenemez. Bildiğimiz bir şey varsa şudur ki; o, diğer ulvî âlemler gibi mâhiyeti tam ihata edilemeyen ilm-i ilâhînin tecellî alanı diyeceğimiz bir yüce ve nuranî mir'âtın unvanıdır. Levh-i Mahfuz'a, içinde teferruatına kadar her şeyin yazılı bulunduğu künhü nâkabil-i idrak bir âlem diyenler olduğu gibi, onu felekler üstü 'Nefs-i Küllî'nin bir unvanı kabul edenler de az değildir. Ne var ki, böyle hassas bir konuda meseleyi Kur'ân ve sahih Sünnet çizgisi dışına taşıyarak bir kısım fikirler serdetmek de uygun olmasa gerek…
    Aslında, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da, gaybın lisan-ı belîği olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) tavzih edici bir beyana ulaşılacağı âna kadar sükût hem bir esas hem de Allah'a karşı saygı ve edebin ifadesidir. İnsan bu hususlarla alâkalı bildiklerini seslendirirken temkinli olmalı ve 'Allahu a'lem' demeyi ihmal etmemeli; bilmediği/bilemeyeceği konularda da ya bir bilene işarette bulunmalı veya 'bilmiyorum' deyip işin içinden sıyrılmalıdır...
    Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, ' - Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.'5 âyetinin delâletiyle, bir de 'Levh-i Mahv u İsbat'tan bahsederler ki, burada o hususa temas etmek de yararlı olacaktır:

  • Levh-i Mahfuz17.07.2005 - 01:02

    Evet, Allah, gerek tekvînî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, 'hikmet-i bâliğa'sı gereğince dilediği şeyleri siler, değiştirir, farklı kalıplara ifrağ eder; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunur; içtimaî coğrafyada değişiklikler yapar; bazı milletleri yerle bir eder, onların yerlerine başkalarını getirir; istediğini aziz, istediğini zelil kılar; istediğini güldürür, istediğini ağlatır ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemalî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat'ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşahedesine arz eder. O, tekvînî emirlerdeki bu tür tasarrufu gibi, teşriî ahkâm-ı sübhânîyesinde de, dünkü bazı hükümleri kaldırır (nesh) , onların yerine yenilerini ikame buyurur; suhuf-u Âdem'in yerine Hazreti Nuh'a inen sayfalarla mesajlarını âleme duyurur. Gün gelir murad-ı sübhânîsini Hazreti İbrahim'e gönderdiği vahiyle dillendirir. Eski sayfalardan aldığını alır, onu yeni ilâvelerle değiştirir, bir kitap hâline getirir ve Hazreti Musa'ya sunar. Daha sonra onda da Zebur'la ayrı bir derinlik ortaya koyar ve Hazreti Davud'un sesiyle makasıdını bir kere daha cihana ilân eder. İncil'le, büyük ölçüde Tevrat'ta bulunmayan, tamamen ledünnî bir farklılığı seslendirir ve Hazreti Mesih'in lisanıyla o büyük değişikliğin mümessili Hazreti Ahmed'i müjdeler; müjdeler ve O'nunla o güne kadar cereyan eden tebeddülleri, tagayyürleri sona erdireceği işaretini verir; mevsimi gelince de: 'Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm'dan hoşnut oldum.'6 beyan-ı sübhânîsiyle o güzeller güzeli Zât'ı muştuların en anlamlısıyla sevindirir.
    Değişe değişe, yenilene yenilene hâlihazırdaki tamamiyet ve mükemmeliyete erişmiştir teşriî emirler mecmuası olan din ve diyanet; asırlar ve asırlar boyu devam edegelen tebeddül ve tagayyürlerle günümüzdeki şekle ve desene ulaştığı gibi tekvînî esaslar ve ekosistem. Bütün bunlar ne şekilde ve hangi esbabın perdedarlığı çerçevesinde cereyan ederse etsin, her nesnenin ve her hâdisenin çehresinde bir mahv ve isbatın nümâyan olduğu açıktır. Öyle ki, varlık ve hâdiseler haricî vücutla tanıştığı andan itibaren sürekli bir mahv ve isbat devr-i dâimi içinde olmuşlardır: Varoluşları ölümler, bir bir gelmeleri peşi peşine gitmeler, rengârenk tüllenmeleri sararıp solmalar; şâd u hurrem olmaları âh u efgan etmeler ve yazılıp çizilmeleri de silip değiştirmeler takip etmiş; kanunlar ve kurallar izafî gerçeklikleriyle devam edip dursalar da, zamanın arkasındaki hakikat de diyeceğimiz 'mahv u isbat' hiç mi hiç durmamıştır.
    Evet, ne yeryüzü, ne de tabiattaki canlı-cansız hiçbir nesne, hiçbir kimse bu umumî gel-gitten, bu mütemâdî ifnâ ve isbattan vâreste kalamamıştır. Dünkü masmavi renkler bugün sapsarı kesilmiş, dünkü türlerin yerine bugün daha farklı nevi'ler gelip oturmuş, dünkü hâkim milletlerin yerini bugün başka milletler almış, dünkü kültürlerin yerinde bugün başkaları boy atıp gelişmiş, dünkü diyanetler bugün farklı bir dinî hayatla yer değiştirmiştir. Ferdî, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayattaki değişim ve dönüşümleri, farklılaşıp başkalaşmaları da aynı şekilde mütalâa edebiliriz.
    Hatta bizlerin, şahsî hayatımız itibarıyla bazen canlı-kanlı, bazen hareketsiz ve durgun, bazen kararlı ve azimli, bazen mütereddit ve gel-gitlere açık, bazen kirli ve ruh sefaleti içinde, bazen de tevbe ve nedametle Hak kapısında; yerinde imanla dünyalara meydan okuyacak ölçüde dipdiri, yerinde her hâdise karşısında tir tir titreyecek kadar dermansız bulunduğumuz zamanlar hiç de az değildir. Az değildir cihanlara sığmadığımız dakikalar ve damlada boğulduğumuz meş'um anlar, Hak yolunda küheylanlar gibi koştuğumuz günler ve yorgun, bitkin yığılıp kaldığımız haftalar, aylar.. her hâlimiz Levh-i Kaza ve Kader'den farklı şeyleri canlandırmakta, her tavrımız mahv u isbattan çok değişik kareler ihtiva etmektedir.
    İşte bütün bu farklılaşmalar, dönüşmeler ve değişmeler, 'İmam-ı Mübîn' de dediğimiz/diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' hakikatinin istinsahından ibaret sayılan, tebeddül ve tagayyür edalı, hemen her zaman ayrı renk ve desenlerle tüllenen Levh-i Mahv u İsbat'tan başka bir şey değildir.
    Diğer bir yaklaşımla, 'Ümmü'l-Kitap' veya 'İmam-ı Mübîn' de diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' her şeyin ilmî mebdei, temeli, esası, hendesesi; asla değişmeyen ama bütün değişip dönüşmelere birden bakan; evveli-âhiri aynı anda gören, illeti mâlûlle, sebebi müsebbeple beraber kuşatan lâyetebeddel ve lâyetegayyer bir ana kitap, nezd-i ulûhiyetçe bir ta'yîn-i has, bütün taayyünlerin onun satırlarında yer aldığı bir defter-i kebîr ve mânevî bir tibyândır; şeriat-ı fıtriyenin dünü-bugünü, kavâid-i şer'iyenin geçmişi-geleceği, her nesne ve her hâdisenin ilk şekli ve son durumu (min haysü hüve hüve) bu levhada münderiç ve mündemiç bulunmaktadır. İşte 'Levh-i Mahfuz' böyle bir levhadır ve onun keyfiyet ve mâhiyeti konusunda bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleyemeyiz de…

    Dipnotlar
    1. En'âm sûresi, 6/59
    2. Yâsîn sûresi, 36/12
    3. Kaf sûresi, 50/4
    4. Hadîd sûresi, 57/22
    5. Ra'd sûresi, 13/39
    6. Mâide sûresi, 5/3

  • Othmar Pferschy17.07.2005 - 00:56

    Aksiyon/Sayı: 549/

    1935-1940 yılları arasında Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı olarak çalışan Avusturyalı Othmar Pferschy, bir yasakla ülkeyi terk ettiğinde küskün müydü? Babasının bir hazine değerindeki arşivini İstanbul Modern’e bağışlayan Astrid Von Shell, ‘Hayır’ diyor, ‘Babam Türkiye’yi hep sevdi.’

    Othmar Pferschy, Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı... Bundan 70 yıl öncenin İstanbul’unu ve Anadolu’sunu merak edenler onun arşivine dönmek zorunda. Cumhuriyetin ilk yıllarında, değişme ve gelişme adına atılmış bütün adımları; modern fabrikaları, barajları, devasa binaları, meydanları, stadyumları, üniversiteleri ve sağlık kuruluşlarını kusursuza yakın bir teknikle kaydetmiş. Ve elbette Türkiye’nin yeni çehresini; at binen, tenis oynayan, eskrim yapan, piyano çalan, laboratuvarda çalışan kentlileri ve mutlu köylüleri...

    On binlerce fotoğraftan geriye kalan 3 bin 500 kare şimdi İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’nde. Arşivi bağışlayan ise Othmar’ın Alanya’da yaşayan kızı Astrid Von Shell. Babasından devraldığı mirası müzeye teslim ettikten sonra görevini tamamladığına inanan Astrid, “Fotoğraflar Türkiye’ye aitti. Benim evimde durmasının bir anlamı yoktu.” diyor.


    Rica minnet işe alınan bir fotoğrafçı

    Türkiye’de tanındığı ismiyle “Büyük Othmar” kimdi? Cumhuriyetin resmî fotoğrafçısı olma ayrıcalığını nasıl elde etmişti? Ömrünün son yıllarında Türkiye’den niçin ayrılmak zorunda kalmıştı?

    Othmar, 1898 Avusturya doğumlu. 1926’da Türkiye’ye gelişi bir ilânla oluyor. Pera’nın tanınmış fotoğrafçılarından Jean Weinberg’in ünlü stüdyosu Foto Français’de çalışmaya başlıyor. İkinci ilân ise hayatının akışını tamamen değiştiriyor ve onu Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı yapıyor. Ülkenin kültür sanat eserleri, tarihî ve turistik güzellikleriyle ilgili ‘artistik’ fotoğrafları toplamak üzere valilere ve belediye reislerine genelge gönderen Dönemin Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, Othmar’ı neredeyse rica minnet işe alış öyküsünü “Yıllar Böyle Geçti” adlı kitabında şöyle anlatıyor; “Türkiye’nin dört bucağından zarf zarf fotoğraflar yağmaya başladı. Fakat ne fotoğraflar! Aman Allah’ım! Birbirinden gudûbet, birbirinden sâkil, birbirinden zevksiz şeyler. Uykularım kaçtı. Derken İstanbul’dan büyük bir zarf geldi. Açtık baktık, birbirinden güzel ve artistik fotoğraflar. İmza Othmar Pferschy’ye ait.”

    Tör, fotoğraflarına hayran kaldığı Avusturyalı genci buldurmak üzere telefona sarılır ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a talimat verir: “Beyefendi bu zâtı buldurup birinci mevkî yataklıyla Ankara’ya gönderin.” Othmar birkaç gün sonra çıkagelir; ancak Tör’ün deyimiyle başına konan devlet kuşundan habersiz gibidir. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün fotoğraf uzmanı olmayı, Mısır’a gideceği gerekçesiyle kabul etmek istemez; fakat Vedat Nedim Tör’ün kibarca paylamasıyla düşünmek için süre ister. Üstelik Tör kendi maaşının iki katını teklif etmiştir genç fotoğrafçıya. Othmar kısa bir süre sonra döner ve “Umum müdürümü selamlıyorum.” der. Karşılıklı gülüşürler ve gün boyunca “Ya reddederse.” diye içi içine sığmayan Tör derin bir oh çeker.

    ‘Genç Türkiye’nin yeni gözü’ ya da Tör’ün deyimiyle ‘Kemalist Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı Othmar, işine dört elle sarılır ve kendisini belge fotoğrafının Cumhuriyet dönemindeki en önemli ve ilk temsilcilerinden biri yapacak kariyerini inşa etmeye başlar. 1935 ile 1940 yılları arasında Türkiye için çektiği fotoğraflar 1936 yılında ‘Fotoğrafla Türkiye’ albümünde yayımlanır. Othmar’ın görevlendirilmesinde, yeni dönemi dünyaya tanıtma isteği vardır ve Münih’te, Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak basılan kitap tam da bu amaca hizmet edecektir. Sadece 20 adet basılan kitabın Othmar için yapılan 21. özel baskısı şimdi kızı Astrid’in elinde. “Çocukken hiç elimden düşürmezdim. Babam bu sevgimi bildiği için kitabı bana hediye etti.” diyor. Albüm daha sonra Cumhuriyet’in 75. yılı dolayısıyla yeniden yayımlandı.


    Resmi fotoğrafçı olsa da o bir yabancıdır

    Avusturyalı fotoğrafçının çalışmaları sadece bu kitapta değil, pullarda, kartpostallarda, kağıt paralarda, broşürlerde, ders kitaplarında ve takvimlerde de kullanılmış o yıllarda. En meşhur fotoğraflarından biri, Atatürk’ü silindir şapkası elinde Büyük Millet Meclisine giderken gösteren fotoğrafı, diğeri ise ellerinde üzüm salkımı tutan üç köylü kızı. Manavgat Şelalesi fotoğrafı ise kağıt 5 liralarda kullanılmış.

  • Othmar Pferschy17.07.2005 - 00:55

    bölüm 2

    Othmar’ın belge fotoğrafında öncü olduğu ve hizmetinde çalıştığı ülkeye değerli bir hazine bırakarak gittiği tartışma götürmez. Ancak mesleğinin ilk yıllarında başına konan devlet kuşunun bir süre sonra onu terk etmesi ve kızının tespitiyle ‘meslektaş kıskançlığı’, Othmar’ın ayrıcalıklı hayatına gölge düşürür. Bir dönem devletin resmî fotoğrafçısı olsa da nihayetinde o bir ‘yabancı’dır ve Türk vatandaşlarına tahsis olunan sanat ve hizmetleri yabancılara yasaklayan ‘küçük sanatlar kanunu’na göre fotoğraf çekmesi yasaktır. Kanunu yürürlüğe sokacak talimatnamenin 24 Mayıs 1934’te hazırlandığı göz önüne alınırsa, Othmar’ın Vedat Nedim Tör tarafından işe alındığı 1935’te de ‘yasaklı’ olduğu anlaşılır. Devlet, hizmetine karşılık, Avusturyalı fotoğrafçıya bir ayrıcalık tanımıştır ve bu özel konumu görevinden ayrılıp kendi stüdyosunda çalıştığı yıllarda da değişmemiştir. Fakat, meslektaşları aynı toleransı göstermezler. O günleri kızı Astrid’den dinleyelim: “Babam uzun yıllar kendi stüdyosunda portre fotoğrafçılığı yaptı, para kazanmak için tanınmış ailelerin düğün fotoğraflarını çekti, yılbaşı için kartpostallar hazırladı. Fakat 1968 yılında, iki meslektaşının onu ihbar etmesiyle kolu kanadı kırıldı. Emniyete gittiğinde, ‘Biz sizi tanıyoruz, hizmetlerinizi biliyoruz; ama kanuna göre para cezası keseceğiz. İkinci bir ihbar gelirse işyerinizi kapatmak zorunda kalırız.’ demişler. Vedat Nedim Tör araya girince Anadolu’ya gitmemek şartıyla İstanbul’da fotoğraf çekmesine izin verildi. Fakat gazetelerde hasta olduğuna dair haberler yayımlanınca bütün müşterisini kaybetti.” O yıllarda 60 yaşını devirmiş bulunan Othmar, 1969’da 45 yıl süren Türkiye macerasına son vererek Münih’e yerleşiyor ve 1984 yılında orada ölüyor.

    Othmar, meslekî yasakların ötesinde bir duvara daha çarpar Türkiye’de. 1951 yılında Türk vatandaşlığına geçmek için yaptığı başvuru kabul edilmez. Astrid Von Shell, “Babam, Atatürk’ü derin bir sevgiyle severdi. En güzel fotoğraflarından birini o çekmiştir. Annem, Rum asıllı bir Türk vatandaşıydı, iki erkek kardeşim, Türkiye’de askerlik yaptı. Ben de Türk vatandaşıyım; ama babam çok istemesine rağmen vatandaş olamadı.” diyor. Astrid’e göre, vatandaşlığın önündeki engel, hükümet değişikliği ve babasının CHP’li Kasım Gülek’i referans göstermesiydi. Peki, Othmar, Türkiye’ye kırgın mıydı? “Babam hiç kin tutmadı.” diyor Astrid, “Alman televizyonunda Türkiye’ye olan sevgisini gözleri yaşararak anlatırdı. Sonra da Vedat Bey’in doğum günleri için geldi buraya. Keşke gidişi böyle olmasaydı.”

    Othmar’ın gitmeden önce Ankara’ya yaptığı tren yolculuğu da enteresan bir karşılaşmaya sahne olmuş. Kompartımanda tam karşısında oturan orta yaşlı bir adam, “Size kendimi tanıtayım.” demiş ve yılların sırrını orada açıklayıvermiş; “Türkiye’ye geldiğinizden beri sizi takip ediyorum. Ancak artık saklamanın gereği kalmadı.”

  • Othmar Pferschy17.07.2005 - 00:54

    bölüm 3

    Kendimi hiç Alman gibi hissetmedim

    Othmar’ın ismini Anadolu’da yaşatmaya devam eden Astrid Von Shell, Ankara’da doğup İstanbul’da büyümüş. Rum asıllı annesinden ötürü herkesten daha fazla İstanbullu olduğuna inanıyor. O, okula giderken İstanbul’da 800 bin kişi yaşıyormuş. Nüfus 1 milyona yükseldiğinde insanların şaşkınlıkla ‘Oooo’ deyişini dün gibi hatırlıyor. Bir de astragan kürklü kadınların Balık Pazarı’ndaki alışverişlerini ve küfeci çocukları. İstanbul onun için büyük bir köy şimdi. Evlenip Almanya’ya gittikten sonra yine kürkçü dükkanına dönen Astrid için Türkiye vazgeçilmez. “Sen Almansın.” diyenlere, “Hayır, Anadoluluyum.” diyor. 1989 yılından bu yana Alanya’da yaşıyor. Ve geçimini turistler için hazırladığı Alanya kartpostallarından sağlıyor. İngilizce basılan Alanya kitabı da bu aralar iyi satıyor. Ancak onu mutlu eden şey, kartpostallarının üzerine babasının imzasını atıyor olması. Astrid, “Babamın Anadolu’ya çıkması yasaklandığında, onun adını Anadolu’da yaşatacağıma söz verdim. Şimdi her kartla bir mesaj gönderiyorum. Babam Anadolu’da yaşıyor.” diyor.

    Turistler kartpostalların üzerindeki Othmar’ imzasını tanımıyorlar tabii; çünkü o Avrupa’da değil, Türkiye’de tanınan bir fotoğrafçı. Astrid, Avusturya’dan yayın yapan bir radyoda babasının, ülkesi dışında ün salmış insanlar arasında anlatıldığına şahit olmuş. 68 yaşındaki Astrid Von Shell artık huzurlu... Babasının ölmeden bir ay önce kendisine bıraktığı arşivi müzeye teslim ederek ödevini tamamladığına inanıyor.

    Othmar arşivinin İstanbul Modern’e gelmesinde fotoğraf küratörü Engin Özendes’in rolü büyük. “İstemek o kadar kolay olmadı.” diyor Özendes. “Müze kurulduğunda bağışlanan fotoğraf arşivlerinin arasında hep Othmar arşivini de görmek istedim. Teklifi ben götürdüm ve fotoğrafları iyi koruyacağıma dair Astrid’e söz verdim.” Özendes, sadece fotoğrafları değil, Othmar’ın makinelerini, rötuş takımlarını, merceklerini, gazetelerden kestiği kupürleri ve yazışmalarını da getirmiş müzeye. Geride, bir fotoğraf makinesi ve kravatı kalmış. Önümüzdeki yıl sonu bir Othmar sergisi açmaya hazırlanan Özendes, “Bu değerli arşivin bizde olmasına hâlâ inanamıyorum.” diyor.

    HALUK ÇOBANOĞLU:
    VEDAT NEDİM TÖR’ÜN OTHMAR’I SEÇMESİ GAYET DOĞAL

    Othmar’da Alman kalitesini görürüz. İyi bir zanaatkâr, sağlam bir gözü var. Fotoğrafları belge olarak çok önemli; bu yüzden fotoğraf estetiği açısından bakıp yıpratmaya hiç gerek yok. O dönem iyi ki de fotoğraf çekmiş ve iyi ki de çektirmişler. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir şey var. O dönemde Almanlar ile Rusların görsel bakışları çok örtüşür. Rusya’da Doğu Emekçileri Üniversitesi denen KUTV’da eğitim gören Vedat Nedim Tör’ün bir Alman olan Othmar’daki tekniği keşfetmesi sürpriz değildir. Bugün de devlet, ülkenin sorunlarını ve yeniden yapılanmayı belgelemesi için fotoğrafçı görevlendirmeli. Amerika’da 1930 yılında yaşanan büyük tarım bunalımında devlet yaklaşık elli fotoğrafçıyı ülkenin dört bir yanına dağıtarak fotoğraf çektirmiştir. Biz de depremin hemen sonrasını ve yapılanma aşamasını fotoğraflamalıydık.

    ARİF AŞÇI:
    BRESSON’DAKİ ŞİİRSELLİK OTHMAR’DA ARANMAZ

    Othmar’ın bakışı tamamen teknik bir bakıştır. Bu da onu objektif yapar. Oryantalist bir bakış açısı yoktur. Othmar, Anadolu’yu değil de Viyana’yı çekseydi yine aynı şey çıkardı ortaya. İşte bu yüzden, Beyoğlu’nu fotoğraflayan Selahattin Giz ya da Othmar’ın bıraktığı yerden devam eden Ara Güler’in fotoğrafındaki şiirsellik onda yoktur. Fotoğrafa Henri, Cartier Bresson gibi özel bir ruh katamadığı ortada; ama belge fotoğrafı açısından önemi tartışılmaz. Ayrıca Türk asıllı olmaması hiç mühim değil, önemli olan Türkiyeli olması.