Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • Âmâ İsmail Hoca17.07.2005 - 23:03

    Evet bugün Zaman gazetesinin Turkuaz ekinde çıktı bu haber. İlk başta okuyup okumamakta tereddüt ettim ve daha sonra okudum. Müthiş bir hikâye. Zaman gazetesnin net adresinden de ulaşılabilir bu yazıya:
    http://www.zaman.com.tr/? bl=turkuaz&alt=haberler&trh=20050717&hn=193097

  • Sultan Vâhidüddin17.07.2005 - 23:00

    değildi


    Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Kurtuluş Savaşı’na belirgin şekilde destek verdi.” sözleri tarihçilerden destek buldu.

    Kuva-yı Milliye hareketinin Vahdettin tarafından başlatıldığını vurgulayan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemindeki yöneticileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye ayırmanın haksızlık olacağını belirtti. Akgündüz, “1922’den sonra Vahdettin hakkında söylenen hiçbir ithamı tarihsel kaynak olarak kabul etmiyorum. Siyasi demeçler belge olmaz. Vahdettin çok iyi yetişmiş bir diplomattır. Vatanı için hayatını, sülalesini feda etmiştir.” şeklinde konuştu. Kuva-yı Milliye başarıya ulaşana kadar Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in birbirini desteklediğini anlatan Akgündüz, daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Vahdettin’e ‘vatan haini’ demeye başladığını kaydetti. Akgündüz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Anadolu’da kurtuluş hareketi başlatmak için Osmanlı Genelkurmayı Erenköy’de günler süren toplantı yapıyor. ‘Kimi bu işle görevlendirelim’ tartışması yapılıyor. Burada çıkan isimlerden biri Mustafa Kemal. Neticede karar Mustafa Kemal lehine veriliyor. Bunu 19 Mayıs’tan 3 ay önce söylüyorlar. Heyet Vahdettin’e giderek kararı iletiyor. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu, saltanatı yıkıp kendisini devirebileceğini de söylüyorlar. Vahdettin ise ‘Vatan ve millet tehlikede. Vatanım kurtulsun da kim neyi kurarsa kursun. Getirin Mustafa Kemal’i görüşmek istiyorum.’ karşılığını verir.”

    Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Belge de fikirleri yüzünden Vahdettin’i vatan haini ilan etmenin yanlış olduğunu belirtti. “Bir padişah kendi devletini, memleketini istemez mi? ” sorusunu yönelten Belge, şu görüşleri dile getirdi: “Vahdettin, Damat Ferit ve Ali Kemal’in İttihat Terakki’ye karşı birikmiş nefretleri var. İttihat Terakki, insanları nefret ettirecek çok şey yapmış. Ankara’daki hareketi de İttihat Terakki’nin yeni bir direnişi olarak yorumluyorlar. Bu da çok yanlış. Mustafa Kemal de İttihat Terakki tarafından itilmiştir. Ama çevresindeki adamların yüzde 80’i ittihatçıydı. Bazı tarih kitaplarında Vahdettin ve diğerleri hakkında yanlış bilgiler var. İdeolojimize göre akları karaları tespit ediyoruz. Çocuk o kitabı okuyunca bizim istediğimiz şekilde şunlar iyi şunlar kötü diyecek. II. Abdülhamit de benzer suçlamalara maruz kaldı. Abdülhamit, belki dağılan imparatorluğu kurtarmanın yolunu İslam birliği olarak düşündü. O zamanki düşmanları İngiltere ve Fransa’nın bünyesindeki Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. Bunlar gerçek dışı düşünceler değildi. Abdülhamit gerçekçi ve kafası çalışan bir adamdı.”

    Ders kitaplarımızda Vahdettin’in vatan haini olarak gösterilmesine tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan ise ‘ciddi bir içerik sorgulaması’ gerektiğini ifade etti. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde büyük emeği olduğunu kaydeden Bostan, kitaplardaki hain suçlamasının kaldırılmasını istedi. Bostan, “Ancak Vahdettin’in hatası yoktu demek de yanlış olur. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında yaptığı yanlışlar vardır. Bunları bilerek yaptığını söylemek de yanlış olur. Olayları zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Ancak hiçbir şey bir insanı vatan haini ilan etmemize yetmez.” dedi.

    17.07.2005
    Bahtiyar Küçük /Zaman
    İstanbul

  • Sultan Vâhidüddin17.07.2005 - 22:59

    Vahdettin hain miydi?

    Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?


    Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dîde ağaçlarıyla Yıldız Parkı’nın içerisinde Malta Köşkü’nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kâbus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin (doğrusu “Vâhidüddin”) o gün İngilizlerin İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazarak İstanbul’da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, “Bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhare” (bir başka yere) naklini istemiştir. İmza yerinde “Padişah” değil, yalnızca “Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdettin” yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM’nin meşru hakkı sayılarak “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgâhıdır” hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. İlginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dinî bir vesileyle kutlanmıştır!)

    623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü’nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan İngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid’den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah İngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na geçer, oradan da İngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam’da…

    1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.

  • Sultan Vâhidüddin17.07.2005 - 22:59

    bölüm 2

    Kaçışın siyasî zemini üstüne...

    Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…

    Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.

    Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”

    Vahdettin hain değildir; çünkü...

    Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:

    Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?

    Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.

    İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:

    “Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”

    Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?

    1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?

    Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”

    Sayın Bülent Ecevit’in dünkü “Zaman”daki açıklaması, hakikatlerin dilinin çözülmeye başladığını gösteriyor.

    17.07.2005/Mustafa Armağan/Zaman/Yorum

  • cumhuriyet gazetesi17.07.2005 - 13:01

    bölüm 2

    Bu yıllarda özellikle bürokrasi ve solcu gençlik üzerinde etkili bir gazete olan Cumhuriyet, Türkiye'nin karışık döneminde de eski kimliğinden uzak yayın yapar. Bu dönemde Cumhuriyet okuyanlar ile okumayanlar, sistemin işleyişindeki bazı kışkırtmalar sonucu birbirine girer.

    Gazete; iktidarlar, örfi idare ve askeri yönetimler tarafından en çok kapatma cezası alanların başında gelir. 10 Ağustos 1940'ta 'Bu adamlar benimle uğraşmak istiyor' diyerek Cumhuriyet Gazetesi'ni 90 gün süreyle kapatır İsmet İnönü. Bundan önce de kapatıldığı gibi bundan sonraki dönemlerde de, başta askeri yönetimlerin bulunduğu zamanlar olmak üzere Cumhuriyet kısa veya uzun aralıklarla kapatma cezası alır. Kenan Evren döneminde de, çoğunlukla olduğu gibi yine İlhan Selçuk'un bir yazısı sebebiyle kapatılır gazete. Tarih 24 Ocak 1983'tür. 18 Şubat günü tekrar çıkmasına izin verildiğinde Nadir Nadi, başyazısında şunlardan yakınacaktır: 'Biz Cumhuriyetçiler için Atatürk'ün hayatta bulunduğu dönem gazetenin en parlak, en huzurlu yılları oldu. Nedense Atatürk'ten sonra yazgımız değişti.'

    Bu dönemde gazetenin kadrosunda bugün liberaller olarak öne çıkacak genç isimler vardı. Hem de bunlar idari kademelerde görevliydi. Hasan Cemal bu ekibin başını çekiyordu. Hasan Cemal'i, yabancı dili ve solu biliyor olması sebebiyle İlhan Selçuk, Oktay Akbal ve Sami Karaören aldırmıştı gazetenin İstanbul'daki merkezine. Cemal, 2 Nisan 1981'de gazetenin genel yayın müdürlüğüne getirildi. Karaören, bu konuda, 'Gençtir, yabancı dil biliyor, koşar, Cumhuriyet'i şey yapabilir. İşte yakışıklı makışıklı adamdır dedik. Ama Hasan Cemal tam bir ihanet içinde oldu. Ama şunu çok açık söylüyorum, vaktiyle komünistliği kimselere bırakmayanlar sonradan dönüş yapan kişiler oldular' iddiasındadır. Aileden Leyla-Bülent Uşaklıgil'in kızları Emine Hanım da müessese müdürlüğüne tayin edilir. Eski kadrosuna göre epey genç olan ekip gazeteyi liberal bir çizgiye getirmeyi kararlaştırır. Hatta Sami Karaören, liberal çizgiye gelme konusunda Hasan Cemal'in şu düşüncesini de kendilerine aktardığını söylüyor: 'Hep birlikte olduğumuz bir ortamda iken Nadir Bey'e teklif etti. 'Efendim' dedi 'biz öyle bir gazete olalım ki Atatürk'ün aleyhinde de bir yazı çıkabilsin Cumhuriyet'te.'

    Liberaller uzaklaştırıldı

    Bütün bunlar damla damla birikti. Osman Ulagay'ın, 1991'deki seçimden sonra yeni oluşacak hükümetin adresini, SHP'den ziyade DYP-ANAP olarak göstermesi ve İlhan Selçuk gibi isimlerin buna karşı tavır alması sonucunda Cumhuriyet Gazetesi'nin tarihindeki en önemli kriz patlak verdi. Hasan Cemal'in arkasındaki liberaller, İlhan Selçuk'un arkasındaki Kemalistlerin gazeteden ayrılması ile 5 Kasım 1991'den sonra gazetenin tek hakimi oldu. Ama gazeteden ayrılanların 'Cumhuriyet okumuyoruz' kampanyası, gazetenin geleceğini tehlikeye atınca eski ekip işi bıraktı. Ve 10 Nisan 1992 tarihinden itibaren de İlhan Selçuk ekibi yine Cumhuriyet'e geri döndü.

    Bu olaylar gerçekleştiğinde Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı 120-130 binler civarında idi. Daha sonra sürekli düşerek 60, hatta 30-40 binlere inen satış bugün 45 ile 60 bin civarında. 7 Mayıs 2004'te 80 yaşını dolduracak olan Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı, 27 Mayıs'tan sonra diğer gazetelerin bir hafta kapatılması sonucu 500 bine ulaşması dışında 130 binlerden yukarı çıkmadı. Ve 1991'deki son hadiseden sonra eski okurlarını kaybettiği gibi yeni okur da kazanamadı. Gazetenin 1969-1977 tarihlerinde müessese müdürlüğünü yapan Sadun Tanju'nun, Cumhuriyet Olayı kitabındaki söylediklerine kulak verince, görülüyor ki gazetenin neden gerilediği ve okur kaybettiği konusunda 10 yıl önce yazılmış bir kitap bile hâlâ yol gösterici olabiliyor: 'Gazete, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişme grafiklerini izleyemiyor, geride kalıyordu. (...) Cumhuriyet, 1970'lerin başından itibaren, yayın ve politikaları ve içeriği ile ülkedeki gelişmeleri iyi izlemeliydi. Bunu yapamadı. Doğrusu yapmak istemedi. (...) ... Cumhuriyet, yeni oluşumları kendi görüş açısıyla değerlendirmiş; bir başka anlamda muhafazakarlığın kurbanı olmuştur. Bugün artık eleştiri yapmanın bile zamanı geçmiş bulunuyor.'

    Cumhuriyet Gazetesi, dünyadaki gelişmeleri nasıl görüp değerlendirebilirdi ki. Çünkü gazetenin başında, on yıl önce Emin Karaca'ya '...Türkiye'de bir 'sivil toplum' için daha kırk fırın ekmek yemek lazımdır' diyen bir gazeteci-aydın-yazar olan İlhan Selçuk bulunmakta idi.

    10 Nisan 1992'den sonra Kemalistlerin geri dönmesinden sonra gazetede yukarıda bahsedilen gelişmeler oldu. Cumhuriyet'in 90 milyara yükselen borçları ödenemez hale geldi. En büyük alacaklı ise İmar Bankası, dolayısıyla Kemal Uzan'dı. Uzan, alacakları konusunda anlaşmaya yanaşmadı, hatta icra yolunu tercih etti. Fakat Cumhuriyet, borçlarından kurtulabilmek için Yönetim Kurulu Başkanı Osman Nuri Torun'un bulduğu planı uyguladı. Bu plan 9 Aralık 1992'de yılında sonuca ulaştı ve gazetenin iflası sağlandı. Bu itirafın sahibi Cumhuriyet Gazetesi'nin 1967'den 1986 yılının başına kadar yazı işleri müdürlüğünü yapan ve halen gazetenin ikinci sayfasında yayınlanan makaleleri düzenleyen Sami Karaören. Karaören, Aksiyon'a aynen şunları söyledi: 'İcralar, hacizler vardı. Fakat (O zamanki yönetim kurulu başkanı) Osman Nuri Torun, çok güzel bir şey hazırladı. Dedi ki, 'Bir tek kurtuluş yolu var. İflasını sağlamak.' Hakimler yardımcı oldu. İflasını sağladık. İflas edince kurtulduk. Biz, sıfır borçlu yepyeni bir Cumhuriyet kurduk. Borçlardan kurtulmuş olduk. Hâlâ daha alacağı olanlar, bulurlarsa alacaklar! Bu yeni Cumhuriyet'in borcu yok.'

    Sami Karaören, 'Hakimler yardımcı oldu' diyerek Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi'nin 9 Aralık 1992'deki iflası hakkında şaibeli bir durumu açığa vururken, gazeteden alacaklı olanların da böylece haklarını tahsil edemediğini dile getiriyor bu açıklamasıyla.

  • cumhuriyet gazetesi17.07.2005 - 12:59

    bölüm 3

    Bundan sonra Türkocağı Caddesi, No: 39/41 Cağaloğlu adresinde bulunan 34599 ticaret sicil numaralı Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi iflas etmiş, ardından 10 Mayıs 2000 tarihinde yine Türkocağı Caddesi, No. 39/41 Cağaloğlu adresinde 437909 sicil numarası ile Yeni Gün Holding Anonim Şirketi kurularak İstanbul Ticaret Odası'na tescil ettirilmişti.

    Yaşayabilmek ve Türk medyasındaki diğer gazetelerle baş başa mücadele edebilmek için holdingleşen Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Holding'in de finans sorununa çözüm bulamaması sebebiyle hâlâ sermaye arayışını sürdürüyor. Maliye eski bakanlarından Zekeriya Temizel'in gazete adına temasları sürdürdüğü iddia edilirken, Cumhuriyet, bugün Türk medyasında, nerede ise tüm medya patronlarının hissesi bulunduğu bir gazete olarak da dikkat çekiyor.

    Gazetenin resmi danışmanı Emre Kongar'a göre Çapan ailesinden işadamı Günay Çapan'ın yüzde 20 ile ortak olduğu, Karamehmet ve Doğan Grubu'nun da elinde hissesini bulundurduğu Cumhuriyet Gazetesi'nde en büyük pay sahibi ise işadamı Turgay Ciner. Günay Çapan'ın ifadesiyle yüzde 60 gibi bir oranla Merkez Grubu Cumhuriyet'te söz sahibi.

    Bunlara rağmen okur da para koyarak Cumhuriyet Gazetesi'ne ortak olabiliyor. Günay Çapan, Cumhuriyet'te okurların patron olmasını istediklerini, bu nedenle gazeteye ortak olabilmenin yollarını açtıklarını, fakat okurun buna ilgi göstermediğini söylüyor: 'Sahip çıkmadılar. O zaman niye eleştiriyorsunuz şimdi? Cumhuriyet Gazetesi'nde hâlâ böyle bir imkan varken bunları konuşalım. Niye katılmıyoruz kardeşim! '

    Fakat şu da bir gerçek ki, gazeteye kim ortak olursa olsun, destek verirse versin Cumhuriyet Gazetesi'nin yönetimi, İlhan Selçuk'un başında bulunduğu Cumhuriyet Vakfı'nın elinde. Hatta, eski Cumhuriyet çalışanlarının ifadesiyle Cumhuriyet Gazetesi'nde tek yetkili İlhan Selçuk! Patronsuz ve çalışanların çıkardığı gazete olduğunu söyleyen Cumhuriyet'te İlhan Selçuk'un istemediği bir şeyin gerçekleşmesi söz konusu değil.

    Cumhuriyet Gazetesi'nin ortaklarından Günay Çapan, gazeteye zor şartlarda destek verdiği halde ortak olarak kabul görmediğini belirterek şunları anlatıyor: 'Sahibi olarak ben Cumhuriyet Gazetesi'nin genel yayın politikası içerisinde, yani gazetenin yayın ilkelerini belirleyen bir noktada değilim. Cumhuriyet'in yazar ve çizerlerinin hiç bir zaman ne fikriyatına ne de zikriyatına müdahil olmadım. Gazeteci değilim, işadamıyım. Birisi gidip cami yaptırıyor. Ben de Cumhuriyet Gazetesi'ne bağış yaptım. Burası daha bir ibadet yeridir diye...'

    İlhan Selçuk'un gazetede sözü geçen tek kişi olmasından mıdır bilinmez, dosyayı hazırlarken ortada bir İlhan Selçuk gölgesi dolaşmaktaydı sanki. Görüşme talebinde bulunduğumuz Mehmet Barlas, Osman Ulagay, Hasan Cemal gibi isimler konuşmak istemezken, görüşme gerçekleştirdiğimiz bazı isimler de oldukça temkinli yaklaştı konuya. Hasan Cemal'in, Cumhuriyet'le ilgili yeni bir kitap çalışması içinde olduğunu öğrendik. İlhan Selçuk'un da bir Cumhuriyet kitabı yazacağı söyleniyor uzun zamandır. Nerede ise Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan, aralarında sadece 6 ay fark bulunan Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bugüne kadar yazılan tek bir kitap var. O da gazeteci-yazar Emin Karaca'nın kaleme aldığı 'Cumhuriyet Olayı' adlı kitap.

    Medya kuruluşları, gazeteler Türkiye'nin kara kutularıdır. Ancak böylesine önemli; bürokrasi, asker ve sivil toplum üzerinde eskiden de olsa etkileyici ve yönlendirici; yayın hayatı boyunca bazı olaylara angaje olduğu bilinen Cumhuriyet gibi bir gazete hakkında bugüne kadar sadece bir kitabın çıkmış olması da oldukça üzücü.

    Cumhuriyet Olayı kitabının yazarı Emin Karaca, kitap çıktıktan sonra İlhan Selçuk'un başında bulunduğu gazetenin kendisine adeta 'ambargo' uygulandığını söylerken, aileden Emine Uşaklıgil ise kitabın 'eksik' bile olduğunu düşünüyor.

    İlhan Selçuk gölgesi

    İşte böylesine, herkesin birbiri hakkında ve olaylar üzerine konuşmakta tedirgin olduğu bir ortamda görüşmek istediğimiz bazı isimler ile randevulaşmak bile çok uzun zaman aldı. Randevu gerçekleştirdiğimizde ise nihayetinde eski çalıştıkları kurum olması ve İlhan Selçuk'un halen başında bulunması sebebiyle görüşme yapmaktan vazgeçmeyi düşündüklerini itiraf edenler oldu. Selçuk görüşme talebimize olumlu yanıt vermezken bugün Cumhuriyet'te çalışmakta olanlardan sadece Sami Karaören'le röportaj gerçekleştirebildik. Cumhuriyet'te eskiden bir şekilde çalışmış olan kişilerden aldığımız bilgilere göre gazetenin halihazırdaki yayın anlayışını 'marjinal, statükocu ve Kemalist' olarak ifade etmek mümkün. Ama gazetede 1962-64 yıllarında çalışmış olan, daha sonraki dönemlerde de kitap kritikleri yazan Hilmi Yavuz'un burada bir itirazı oluyor: 'Bugün çağdaş bir Kemalizm yorumu yapılacaksa eğer bu yorum İlhan Selçuk'un ve onun düşüncelerinin üretildiği Cumhuriyet Gazetesi'nin Kemalizmi değildir bana göre.' 27 yıl çalıştıktan sonra 1993 senesinde Cumhuriyet'ten ayrılan Atilla Dorsay ise bakın bu konuda neler söylüyor: 'Cumhuriyet okuyarak Türkiye'yi takip edemez, Türkiye'nin, hatta dünyanın nabzını tutamazsınız. Cumhuriyet'in yöneticileri sanki sadece kendi gazetelerini okuyorlar gibi geliyor bana.' Hasan Cemal'le birlikte liberal kanadın iki numaralı ismi olan Vatan Gazetecisi idareci ve yazarlarından Okay Gönensin de Cumhuriyet'i okurların neden terk ettiği sorusuna şu yaklaşımı getiriyor: 'Statükocu çünkü. Hâlâ 1950'li, 1960'lı yılların ideolojik takıntılarını devam ettiriyor Cumhuriyet. Hiç bir özgürlükçü açılıma izin vermiyor. Ve hâlâ Türkiye'yi dar kalıplar içinde yorumlamaya devam ediyor. Avrupa Birliği'nden kuşku, Kıbrıs'ta çözümsüzlük, her türlü demokratik gelişmenin radikal sağa yarayacağına dair korku. Bu platformda da faşizan fikirlerle yan yana geliyor.'

  • cumhuriyet gazetesi17.07.2005 - 12:59

    bölüm 4

    Cumhuriyet'te değişimi gerekli görenlerin yanında bir değişimin mümkün olmadığını düşünenler de çıktı karşımıza doğal olarak. Hasan Cemal'in ekibinde yer alarak iki sene Cumhuriyet'te yazarlık yapan medya sosyoloğu ve Radikal Gazetesi Yazarı Haluk Şahin, demokrasinin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için haber ve fikir yelpazesinin mümkün olduğu kadar geniş olması gerektiğinin altını çizerek 'Cumhuriyet'in Türk basınının şu döneminde çok önemli bir kurumu temsil ettiğini' düşünüyor. Şahin bunu söylerken, Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerinin bazı konularda taşıdığı kaygılar noktasında 'Ben Türkiye'de sivil toplumun Cumhuriyet Gazetesi'nin zannettiğinden daha güçlü olduğuna inanıyorum' diyor. Atilla Dorsay ise, statükocu ve kapalı tutumu dolayısıyla Cumhuriyet'in, bugün oynayabileceği büyük toplumsal ve siyasal rolün ancak bir kısmını oynayabildiğini dile getiriyor.

    Değişim için Günay Çapan, para sıkıntısını öne sürüyor. Hilmi Yavuz, çok radikal değişiklikler yapılırsa ancak Cumhuriyet'in değişebilmesini mümkün görüyor ama bugünkü anlayışla da değişimin önünün kapandığını düşünüyor. '1991'deki liberal değişimi gerçekleştirebilseydik bugün Le Monde, Washington Post gibi bir Cumhuriyet çıkıyor olacaktı' diyen Okay Gönensin'in yorumu da Hilmi Yavuz'la aynı: Şu anda Cumhuriyet son derece dar bir grubun sözcüsü halinde çıkıyor. Bütün haberleri taraf. Değişmez bu saatten sonra artık Cumhuriyet.'

    12 Mart 1971 Muhtırası'ndan önce gerçekleştirilecek olan 9 Mart Cuntası'nda Milli İstihbarat Teşkilatı adına görev yapan ve İlhan Selçuk'la bu dönemde tanışan Mahir Kaynak ise konuyu farklı bir düzleme taşıyor: 'Türkiye demokratik rejimi seçtiğinde Cumhuriyet Gazetesi asker-sivil-bürokratların sözcüsü konumunda idi. Ve çok da güçlü idi. Gücünün azalması, aslında gazetenin kötü yönetilmesinden kaynaklanmıyor. Asker-sivil-bürokratların güç kaybına uğramasından kaynaklanıyor. Çünkü bir yandan halk siyasete daha çok katıldı ama asıl önemlisi, bugüne kadar gelen süreç içerisinde devletin ekonomik kaynakları sınırlandı, elinden alındı. Dolayısıyla bunlar da etkisiz hale geldiler. Hele şu son zamanlarda özelleştirme sonucu bu gücü tamamen kaybettiler. O bakımdan Türkiye'de neden CHP veya asker-sivil-bürokratları temsil eden görüş kaybediyor, liderleri mi kötü, iyi yönetilemiyorlar mı sorularının cevabı 'Hayır' onunla ilgili değildir. Sebep o gücü destekleyen maddi temelin ortadan kalkmasıdır. Ve kimse bunu düzeltemez. Yani Cumhuriyet'e daha başka yöneticiler de getirseniz politikaları değişmezse yeniden güç sahibi olmaları mümkün değil.'

    YENİ GÜN HOLDİNG A.Ş. Yönetim Kurulu Üyeleri:

    Erol Erkut, İlhan Selçuk, İbrahim Yıldız, Akın Atalay, Alev Coşkun, Günay Çapan

    Firmanın İş Konusu: Esas itibari ile görüntülü, sesli, basılı ve elektronik iletişim araçları ile yayıncılık faaliyetleri göstermek üzere kurulmuş ya da kurulacak şirketlerin sermaye ve yönetimine katılarak bunların yatırım....ve ana sözleşmesinde yazılı olan diğer işler.

    BÜTÜN MEDYA PATRONLARI ORTAK

    İlhan Selçuk'un Emre Kongar'a verdiği bilgiler ışığında Cumhuriyet Gazetesi:
    * Vakıf, holding içinde değişmez ve imtiyazlı olarak yüzde 10 hisseye sahiptir.
    * Holding, Cumhuriyet Gazetesi'ni yayınlayan Yeni Gün Haber Ajansı'nın mali işlerini koordine eder, hiç bir şekilde yayın politikasına karışmaz.
    * Cumhuriyet Gazetesi'nin yayın ilkelerinin uygulamasını yayın kurulu yapar. Yayın kurulu, vakıf tarafından atanmıştır ve bu konudaki tek yetkilidir.
    * Holding'in yüzde 10'u vakfa ait olan imtiyazlı hisselerinin dışındaki dağılımda, bir ikinci yüzde 10 da Cumhuriyet okurlarına aittir. Bu kişilerin sayısı 240'tır.
    * Holding hisselerinin yüzde 20'lik bir bölümü Kasım 2000 tarihinde Günay Çapan'a satılmıştır.
    * Son günlerde ikinci bir yüzde 20 hisse de Park Grubu'na satılmıştır.

    Şimdi resmi bilgiler içinde yer almayan ve bazıları muhtemel gelişmelere ilişkin olan üç bilgi daha vereyim:
    * Doğan grubu da holdingde üç yüz bin dolarlık hisse almak istemiş, bunun elli bin dolarını ödemiş, sonradan hisselerini bu miktarla sınırlı tutma eğilimi göstermiştir.
    * Günay Çapan hisselerini devretme eğilimindedir.
    * Holding yeni ortaklar aramakta ve çeşitli sermaye gruplarıyla temaslarını sürdürmektedir. Temas sürdürülen gruplar ve kişiler arasında Çukurova grubuna mensup olanlar da vardır.
    Kaynak: http://www.kongar.org/medyanotu/249_Medya_Yeniden_Yapilanabilecek_mi_VII.php

  • çaydanlıkta patates kaynatmak17.07.2005 - 12:55

    şeklen yumurta kaynatmaya benzese de ihtiva ettiği mana bakimindan farklidir ve alışılagelmişin dışındadır.
    yemek tarifi vermek gibi olacak ama, çaydanlıkta patates kaynatmak için gerekli olan elemanlar
    - 1 adet patates(orta boy)
    -bir adaet çaydanlık(kullanılmayan)
    -1 adet aç insan
    -1 adet aç insanın zeka bakımından mahruım olan beyni

  • bir çuval inciri berbat etmek17.07.2005 - 12:53

    misal: doğumla ilgili bir olayda, gelip de bunu net ortaminda ifşa edip, sürpriz denen devşirme kelimenin hayata gecmesine bir nebze de olsa mani olmak

  • insan17.07.2005 - 01:55

    İnsanları anlayamayanlar güvenmezler