tertemiz bir su ya da size görünen bu; bir avuç toprak, avucun içindeki toprağın suya boşaltılması ve bir belirsizlik: bulanık Bulanık suda balık avlanmaz Bulanık suda yüzülmez Bulanık suda açılınılmaz İnsanların bazıları da bulanıktır; onlara sır verilmez, dost edinilmez; çünkü bulanık olan insanın içinden ne çıkacağı belli değildir
evet yeni albümü dinledim...sert gerçekten şebnem ferah in da soyledigi gibi..sozler gene çok iyi..üzerine yazı yazalabilecek cinsten..ama bana sözler şarkıları çok zorluyor gibi geldi; hani bir anda akıveren sözler değil bunlar..eminm ki şebnem f. da zorlandı; çünkü öyle görünüyor; açıkcası dinlerken ben de zorlandım :)) daha tam olarak tadini alamadim; ama yakında bir şeyler olmaya başlar :)
Nostradamus, 1556'da kehanetlerini merak eden Kraliçe Catherine de Medici'nin de tesiriyle, Kral 2. Henry tarafından saraya çağrıldı. Kralın özel doktoru ve aynı zamanda sarayın astrologu oldu. Dörtlü mısralar hâlindeki yaklaşık bin kehaneti ihtiva eden on ciltlik 'Centuries' adlı eseri, “Michel de Nostradamus'un Kehanetleri” adıyla yayımladı. 1566 yılının Haziran ayında Franciscan Manastırı’nda öldü. Hayatı sırlarla doludur. İlgili belgelerin azlığı bir yana, kâhinin elinden çıkmış metinler de tarihçiyi, çözümlenmesi neredeyse imkânsız, hatta hiçbir kâideye uymayan, her yöne çekilebilecek abuk-sabuk bir dilin karanlıklarına iter. Tarihçinin karşılaştığı diğer bir problem ise, kâhinin eserine ilişkin olarak ortaya atılan her çeşit taklit, uydurma ve hilekârlığın çokluğudur. Orijinal metinlerin hemen hepsi yok olmuş ve popüler baskılar, her defasında daha fazla hayâl mahsulü, bölük pörçük dörtlükler hâline getirilmiştir. Bu farklı baskılardan orijinal olan hangisidir? İnsanların geleceği bilme merakından dolayı, Yüzyıllar (Centuries) 1989'a kadar 170 baskı yapmıştır. Nostradamus'un, hemen herkesin söyleyebileceği, her mânâya çekilmeye müsait, fakat işaret ettiği hâdiseyi tam olarak karşılayamayacağı için de daima bir yanı sırlı kalıyormuş intibaı veren dörtlüklerinden birisi, Nostradamyenler (Nostradamus'u şişirip efsaneleştirenler) tarafından sık atıf yapılarak meşhur bir kehanet hâline getirilmiştir. Fakat, Nostradamus'un Maskesi (The Mask of Nostradamus) kitabının yazarı Amerikalı James Randi bu dörtlüğün diğerleri gibi, olan-biten hâdiselerle örtüşmediğini gözler önüne sermiştir. James Randi, Nostradamus'un doğduğu ve 16 yaşına kadar yaşadığı köyü (Saint-Rémy-de-Provence) ve çevresini adım adım dolaşmış, onun tesiri altında kaldığı ortam ve devir ile dörtlüklerine yansıyan düşünceleri (hatta anlamsız ifadeleri) karşılaştırmıştır. Bu arada dörtlüklerde geçen birçok coğrafî şekil, yer ismi ve tabiat gözlemlerinin Nostradamus'un köyünün çevresinde bulunduğunu tespit etmiştir. Şâir ruhlu genç Nostradamus'un gezip dolaştığı, hayallere daldığı mekânlardır buralar. Ve James Randi, Nostradamus'un, 16. yüzyıl Fransa’sında, bir yandan şiir, kehanet ve hurafe meraklısı saray çevrelerinin zaaflarını keşfeden uyanık şâir, diğer yandan da kâhin üretme ihtiyacındaki çevrelerin ve genel olarak bütün bir toplumun elbirliğiyle şekillendirdiği zorakî bir kâhin olduğu neticesine varmıştır. Bu duruma, yukarıda sözünü ettiğimiz dörtlük ve bunun etrafında oluşturulan gerçek dışı yakıştırmalar tipik bir örnek olarak verilebilir. Nostradamyenlere göre Kral 2. Henry'nin ölümünü haber veren Nostradamus'un Birinci Centuries’inin otuz beşinci dörtlüğü şu şekildedir: 'İhtiyar, genç aslana binecek Savaş alanında tekil düelloda Altın kafeste gözlerini oyacak Gözün biri yitecek, sonra ölüm, zalim ölüm.'
Şimdi de vuku bulan hâdiselere bakalım: 1559 yılı yazında, Paris aynı anda iki büyük evlilik törenine şahit oluyordu. Bunlardan biri, Kral 2. Henry'nin kızı Elizabeth ile İspanya Kralı 2. Philippe'in, diğeri ise, Henry'nin kız kardeşi Marguerite ile Savoie Dükü'nün düğünleriydi. Kutlama şenliklerinin kapanışı için saray, Saint-Antoine Caddesi’nde (şimdiki Vosges Meydanı) bir turnuva düzenlemişti. Son bir oyunda Kral 2. Henry ile Montgomery Kontu karşı karşıya geldi. Kontun fırlattığı mızrak, çarptığı yerde kırıldıktan sonra Henry'nin kafatasına saplandı ve Kral on gün sonra korkunç acılar içinde hayatını kaybetti. Bu, bu tip turnuvalarda rastlanan bir kazaydı. Nostradamyenler ise, yukarıdaki dörtlükte bu kaza haberini görmek istediler. Fakat James Randi'nin tespitiyle, dörtlükteki tarifler gerçek hayattaki duruma uymuyordu. Kral ile Kont arasındaki yaş farkı sadece birkaç yıldı. Yani genç ve yaşlı nitelemelerini gerektiren bir durum yoktu. Kral, savaş alanında öldürülmedi (şiirde geçen Lâtince bellum kelimesi, savaş anlamına gelmektedir) . Söz konusu olan, bugünün spor müsabakaları arasında sayılabilecek bir turnuvaydı. ‘Altın kafes’ deyimi hiçbir mânâ ifade etmemektedir. Zırhlar ve koruyucu kasklar, kral için bile imâl edilse, asla altından yapılmıyordu. Bunun için çok yumuşak bir metal kullanılıyordu. Aslan ise, hiçbir zaman Fransa krallarının amblemi olmamıştı. Nostradamyenler, dörtlüğün son mısraında geçen 'classes' kelimesini, Yunanca'daki klâsis (kırık, yara) olarak anlamak istemişlerdir. Fakat Nostradamus Lâtince öğrenmişti, Yunanca değil; eğer 'classes' kelimesine antik bir anlam vermek isteseydi, Lâtince 'flottes' (donanmalar) kelimesine müracaat ederdi. Dolayısıyla, ne mânâ bütünlüğü, ne de kullanılan kelimeler açısından kehanete konu edilecek bir özellik taşımayan bu dörtlük de Nostradamyenlerin elinde, belki şâirinin bile aklına gelmeyen hâdiselerin habercisi bir malzeme hâlini almıştı. Matbaa Fransa'ya geleli yarım asır kadar bir zaman olmuştu. James Randi'ye göre, gözlem, hayal ve ifade gücüne sahip, kâbiliyetli bir söz ustası olan Nostradamus, dörtlüklerinin, çoğaltılıp yayılan edebî çalışmalar arasına girmesi, tanınması ve aranan bir kitap olması için de elinden gelen gayreti göstermişti (Rouzé & Ziegler, 1992) . Nostradamus'un dörtlüklerini kehanet olarak görüp, birçoğunu tekellüflü (zorlamalı) olarak yorumlayanlara göre bazı kehanet örnekleri şunlardır: 2000'lerde, Avrupa ile İtalya arasında savaş; Chiren'in birliklerin başına gelmesi ve Avrupa ordusunun savaşı kazanması. 2020 yılında, atomik bir saldırı Roma'da taş üzerinde taş kalmaması (atom kelimesini kendisi kullanmadığı hâlde) . 2050 yılında, iki Almanya'nın birleşmesi ve yerküre üzerinde 57 yıl süreyle barışın hâkim olması. Ayrıca, Nostradamus'un büyük bir kâhin olarak tanınıp herkesçe kabul edilmesi. 2076 yılında, bir ihtimal, Avrupa ile Asya/Afrika ülkeleri arasında 4. Dünya Savaşı'nın çıkması. Savaşın 25 yıl sürmesi ve bitiminde yarı yarıya çöle dönmüş bir dünya bırakması. 2106 yılında, 4. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve 1.000 yıllık barış döneminin başlaması. Bugün için düşünülmesi bile zor olan olağanüstü buluş ve gelişmelerin ortaya çıkması. Yüksek bir hayat düzeyi. 3750 yılında, yeni bir savaş ve o güne değin yaşanmamış ölçüde bir korku dalgası. 3797 yılında, son günün gelip çatması ve yeryüzü ile gökyüzünün yepyeni bir çevreye bürünmesi. İnsanoğlunun ölümsüzlüğe erişmesi. Her türlü kötülüğün, bir daha geri gelmemek üzere saf dışı edilmesi ve ölümün ölümsüzlüğe dönüşmesi. Üçüncü Dünya Savaşı 2076'da, dördüncüsü ise 2106'da çıkacak. Dördüncü Dünya Savaşı sonrasında bin yıllık ‘barış çağı’ yaşanacak. Hayat 3797 yılında sona erecek. Nostradamus'a göre sadece insanlık bitecek, dünya hiç yok olmayacak. Belli ki Nostradamus, eserini genel bir takım söylemler, metaforik dizeler hâlinde vermiş ve her duruma, her hâdiseye uydurulabilir yuvarlak lâflar etmiş. Büyük bir hâdise olduğunda da aklı evvel birileri, Nostradamus'un kutsal(!) metinlerini yaprak yaprak karıştırıp bu hâdiselere uygun bir dörtlük bulmuş (ve buluyor) .
Nostradamus'un 'Yüzyıllar' isimli eserindeki bir dörtlüğü: 'Tanrı’nın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak Çıkacak kaos, iki kardeşi helâk edecek Güçlü kale zorluklara tahammül ederken, yüce lider dayanamayacak Büyük şehir yandığı sırada, büyük savaşların üçüncüsü patlayacak.' Bu dörtlükleri yorumlayanlar diyorlar ki: Şiirde geçen 'Tanrı'nın şehri' New York'tur. 'Helâk olan iki kardeş' 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kule’lerdir. 'Güçlü kale' Pentagon'dur. 'Yüce lider' Amerika'dır. P. Whitmure göre, 'Astroloji ve buna dayalı kâhinlik, hem geçmişte hem de günümüzde bâtıl inançların en derin olanıdır.' Nostradamus'un 946 kehânetinden ancak 70 tanesi, zorlayarak, meydana gelen hâdiselere bir dereceye kadar uydurulmuştur. Bunların da ekseriyeti hemen herkesin her şeyle irtibatlandırabileceği, gerçekleşmesi muhtemel hâdiselerdir. Nostradamus, kötü niyetli bazı kişilerce şişirilmiş basit bir şarlatandır. İşin garip tarafı: Allah, âhiret ve kader gibi bedihî hakikatlere inanmakta güçlük çekenlerin, bu tür fırsatçıların saçma sapan sözlerine kolayca inanmalarıdır. Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanları unutturan zamandır. Meselâ, 'falan tarihte, filan adam öldürülecek' derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi reklâm olur ve çok uzun süre unutulmaz. Hâdise gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur gider. Nostradamus, kehânetlerinde 'mukaddes yazıları rehber tutup, astonomik hesaplarla sonuca gittiğini' itiraf etmektedir. Bu mesele araştırıldığında onun, “Muhyiddin-i Arabî”nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz. O büyük velînin geleceğe dâir çeşitli işaretlerini, kendi kafasına göre yorumlamak, Nostradamus’a lâyık bir sahtekârlıktır. Charles Ward'e göre; “O, bilmecelerle konuşan biridir. Sathî bir Hıristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yakılacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır! ” Nostradamus belirsiz, çift mânâlı, her tevile açık sözler söylemekte ustadır. Bernard Capp'ın tespitine göre o, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mâhirdi. Bu yüzden de kehânetleri çağımıza kadar canlı(!) tutuldu. Araştırmacı James Laver'in Nostradamus hakkında yaptığı araştırma raporundaki ifadeleri daha da enteresandır: 'Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensizdir ve uydurulmuş kelimelerle dolu birer lâf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Sözlerinin çoğu anlamsız bir kelime yığınıdır.' Kehanetleriyle ilgili yorumların hepsini kritiğe tâbi tutsak pek sağlam bir şey ortada kalmaz. Veya başkaları başka, hem de hiç alâkası olmayan yorum ve yakıştırmalar yapabilir. Nitekim bir Türk gazeteci ve yazarı yukarıdaki dörtlük hakkında şunları söylemiştir: 'Şimdi gelin Nostradamus'un aynı şiirini 2000'lerin Türkiye'sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim; '2000'de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli'nin yattığı Ankara'da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasî görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, M.Y. ve T.Ç. silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak, ama yüce lider S. D.'nin bütün ümitleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terk edecek...’ Nostradamus'un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak’ dediği satıra da istediğiniz mânâyı verebilir, yani uydurabilirsiniz.” (Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi) .
Velâyet hakikatine misâl: Müştak Dede 1759'da Bitlis'te doğan Müştak Dede'nin asıl ismi, Peygamber Efendimiz'in (sas) ismine hürmeten konmuş olan Muhammed Mustafa'dır. Kendisi medrese tahsili görmüş, daha sonra Şems-i Bitlisî'nin yanında tahsiline devam etmiştir. Ayrıca Hacı Hasan Şirvânî'nin yanında da eğitim görüp mutasavvıf bir şâir olarak yetişen Müştak Dede, sürekli seyahatler etmiştir. 1847'de basılan divanında, rumuz ve işaretler vardır. Gerçek bir veli ve sûfî olan Müştak Dede'nin divanından Ankara'nın başşehir olacağına dâir şiir, olmuş olacak her şeyin Allah'ın katında ilim nev'inden yazıldığına (kaderin varlığına) açık bir delildir. Müştak Dede'nin divanı, Allah'ın velilerin kalbine ve zihinlerine değişik vasıtalarla (sünuhat, tüluat, sezgi, ilham, altıncı his, rüya vb) ulaştırdığı kaderî plânda ilmî varlıkları olan, ama haricî varlık elbisesi giymemiş geleceğe dâir hâdiseleri istediği takdirde, izin verdiği ölçülerde ulaştırdığına dâir binlerce misalden biridir. Müştak Dede'nin geleceğe dâir haberleri, Nostradamus'un haberleriyle kıyaslanmayacak kadar açık ve nettir. Meselâ Müştak Dede, daha başşehir olmadan yüz sene önce, hiç yoruma gerek kalmadan, üsûlüne uygun olarak, ama ehlinin anlayacağı şekilde Ankara'nın, İstanbul gibi başşehir olacağını haber vermiştir. Bu şiir, İstanbul'da Takvim hâne-i Âmire'de, Hicri 1268 senesinde taş basma olarak basılan divanın 29. sayfasında mevcuttur: 1. Me'vâ-yı nâzenîne ki(m) 'Elf' olursa 'Efser' Elif=A 2. Lâbût olur o me'vâ İslambol ile hemser 3. 'Nun ve Kalem' başından alınsa 'Nun'u Yunus, Nun=N 4. Aldıkça harf-i diğer olur bu remz azhar. 5. Miftah-ı Sûre-i Kaf serhadd-i Kaf tâ 'Kaf' Kaf=K 6. Munzam olunmak ister 'Ra'yı Resul-i Peygamber Ra=R 7. Hâ-yı hû ile âhir maksud oldu zâhir Hû=H 8. Beyt-i Veliyyu'l-Ekrem Elhâc Abd-i Ekber 9. Ey Pâdişah-ı Fahham Sultan Hacı Bayram 10. Ruhundan ister ikram Müştak-ı abd-i çâker. Bu şiirin 1, 3, 5, 6 ve 7. mısraları 'elif', 'nun', 'kaf', 'ra' ve 'he' ile, yani aslî harflerle Osmanlıca yazılışa uygun olarak Ankara'yı, İkinci mısra, rumuzlu olarak haber verilen bu şehrin başşehir olacağını, Yedinci mısra, bu oluşun 'Hâ-yı hû' ile yani İstiklâl Savaşı'na işaretle, gürültü ve patırtı ile vuku bulacağını, Birinci mısra, bunun ebced hesabı ile 341 tutan Efser'e 'Elf' yani bin ilâve olunmak suretiyle 1341’de vukua geleceğini göstermektedir. İkinci mısrada İstanbul ile hemser=başabaş olacağı bildirilen şehrin Ankara olduğu, birinci mısradaki “Me'vâ-yı nâzenin” kelimeleriyle 8 ve 9. mısralardaki ifadelerle de açıklanmış bulunmaktadır. Zîrâ Bayram Veli'nin türbesi Ankara'dadır. Hakikaten ‘Düstur’un 5. cildinin, 381. sayfasında Ankara'nın başşehir olarak kabulüne dâir 27 sayılı umûmî heyet kararı 13.10.1339 Rumî tarihi taşımakta. Bu tarih ise, Hicri 1341 senesine tekabul etmektedir. Aslında 3. beytteki 'Nun ve kalem... başından alınsa 'Nun'u Yusuf', ifadesinde Yunus Emre gibi dervişlerin başlarına koydukları “Nûn”ların da daha sonra Tekkelerin kapanmasıyla başlarından alınacağına, o kıyafetlerin de kaldırılacağına bir işaret vardır. Fakat Müştak Dede bir kâhin değil; bir velidir. Büyücülükle de asla alâkası yoktur. Konuyu Peygamberimiz'in (sas) bir hadîs-i şerifi ile noktalayalım: 'Bütün müneccimler (kâhinler) yalancıdır.'
Osmanlı Akıncıları Hadi İSTEK /Sızıntı/Temmuz 2005
Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir? ’ gibi birçok soru oluşur. Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı. Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı. Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir. İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır. Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır. Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı. Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını, Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını! Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar, Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar.... Orhan Seyfi Orhon
Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas) : “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler. Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur. İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı. Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir. Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle Yahya Kemal Beyatlı Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı. Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı. Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi. Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi, Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi. Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına. Yahya Kemal Beyatlı
Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı. Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı. Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı. Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı. Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu. Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı. Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’ Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı. Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı. Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı. Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi. Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır. Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.
tertemiz bir su ya da size görünen bu; bir avuç toprak, avucun içindeki toprağın suya boşaltılması ve bir belirsizlik: bulanık
Bulanık suda balık avlanmaz
Bulanık suda yüzülmez
Bulanık suda açılınılmaz
İnsanların bazıları da bulanıktır; onlara sır verilmez, dost edinilmez; çünkü bulanık olan insanın içinden ne çıkacağı belli değildir
evet yeni albümü dinledim...sert gerçekten şebnem ferah in da soyledigi gibi..sozler gene çok iyi..üzerine yazı yazalabilecek cinsten..ama bana sözler şarkıları çok zorluyor gibi geldi; hani bir anda akıveren sözler değil bunlar..eminm ki şebnem f. da zorlandı; çünkü öyle görünüyor; açıkcası dinlerken ben de zorlandım :))
daha tam olarak tadini alamadim; ama yakında bir şeyler olmaya başlar :)
bir önceki terime yazımı astığımda bu terimin de niçin açıldığı ortaya çıkacak.
yeni albümü çıktı bugun aldim, daha dinlemedim ama dinleyince nasil oldugunu yazacagim
bölüm 3
Nostradamus, 1556'da kehanetlerini merak eden Kraliçe Catherine de Medici'nin de tesiriyle, Kral 2. Henry tarafından saraya çağrıldı. Kralın özel doktoru ve aynı zamanda sarayın astrologu oldu. Dörtlü mısralar hâlindeki yaklaşık bin kehaneti ihtiva eden on ciltlik 'Centuries' adlı eseri, “Michel de Nostradamus'un Kehanetleri” adıyla yayımladı. 1566 yılının Haziran ayında Franciscan Manastırı’nda öldü. Hayatı sırlarla doludur. İlgili belgelerin azlığı bir yana, kâhinin elinden çıkmış metinler de tarihçiyi, çözümlenmesi neredeyse imkânsız, hatta hiçbir kâideye uymayan, her yöne çekilebilecek abuk-sabuk bir dilin karanlıklarına iter. Tarihçinin karşılaştığı diğer bir problem ise, kâhinin eserine ilişkin olarak ortaya atılan her çeşit taklit, uydurma ve hilekârlığın çokluğudur. Orijinal metinlerin hemen hepsi yok olmuş ve popüler baskılar, her defasında daha fazla hayâl mahsulü, bölük pörçük dörtlükler hâline getirilmiştir. Bu farklı baskılardan orijinal olan hangisidir? İnsanların geleceği bilme merakından dolayı, Yüzyıllar (Centuries) 1989'a kadar 170 baskı yapmıştır.
Nostradamus'un, hemen herkesin söyleyebileceği, her mânâya çekilmeye müsait, fakat işaret ettiği hâdiseyi tam olarak karşılayamayacağı için de daima bir yanı sırlı kalıyormuş intibaı veren dörtlüklerinden birisi, Nostradamyenler (Nostradamus'u şişirip efsaneleştirenler) tarafından sık atıf yapılarak meşhur bir kehanet hâline getirilmiştir. Fakat, Nostradamus'un Maskesi (The Mask of Nostradamus) kitabının yazarı Amerikalı James Randi bu dörtlüğün diğerleri gibi, olan-biten hâdiselerle örtüşmediğini gözler önüne sermiştir. James Randi, Nostradamus'un doğduğu ve 16 yaşına kadar yaşadığı köyü (Saint-Rémy-de-Provence) ve çevresini adım adım dolaşmış, onun tesiri altında kaldığı ortam ve devir ile dörtlüklerine yansıyan düşünceleri (hatta anlamsız ifadeleri) karşılaştırmıştır. Bu arada dörtlüklerde geçen birçok coğrafî şekil, yer ismi ve tabiat gözlemlerinin Nostradamus'un köyünün çevresinde bulunduğunu tespit etmiştir. Şâir ruhlu genç Nostradamus'un gezip dolaştığı, hayallere daldığı mekânlardır buralar. Ve James Randi, Nostradamus'un, 16. yüzyıl Fransa’sında, bir yandan şiir, kehanet ve hurafe meraklısı saray çevrelerinin zaaflarını keşfeden uyanık şâir, diğer yandan da kâhin üretme ihtiyacındaki çevrelerin ve genel olarak bütün bir toplumun elbirliğiyle şekillendirdiği zorakî bir kâhin olduğu neticesine varmıştır. Bu duruma, yukarıda sözünü ettiğimiz dörtlük ve bunun etrafında oluşturulan gerçek dışı yakıştırmalar tipik bir örnek olarak verilebilir. Nostradamyenlere göre Kral 2. Henry'nin ölümünü haber veren Nostradamus'un Birinci Centuries’inin otuz beşinci dörtlüğü şu şekildedir:
'İhtiyar, genç aslana binecek
Savaş alanında tekil düelloda
Altın kafeste gözlerini oyacak
Gözün biri yitecek, sonra ölüm, zalim ölüm.'
bölüm 4
Şimdi de vuku bulan hâdiselere bakalım: 1559 yılı yazında, Paris aynı anda iki büyük evlilik törenine şahit oluyordu. Bunlardan biri, Kral 2. Henry'nin kızı Elizabeth ile İspanya Kralı 2. Philippe'in, diğeri ise, Henry'nin kız kardeşi Marguerite ile Savoie Dükü'nün düğünleriydi. Kutlama şenliklerinin kapanışı için saray, Saint-Antoine Caddesi’nde (şimdiki Vosges Meydanı) bir turnuva düzenlemişti. Son bir oyunda Kral 2. Henry ile Montgomery Kontu karşı karşıya geldi. Kontun fırlattığı mızrak, çarptığı yerde kırıldıktan sonra Henry'nin kafatasına saplandı ve Kral on gün sonra korkunç acılar içinde hayatını kaybetti. Bu, bu tip turnuvalarda rastlanan bir kazaydı. Nostradamyenler ise, yukarıdaki dörtlükte bu kaza haberini görmek istediler. Fakat James Randi'nin tespitiyle, dörtlükteki tarifler gerçek hayattaki duruma uymuyordu. Kral ile Kont arasındaki yaş farkı sadece birkaç yıldı. Yani genç ve yaşlı nitelemelerini gerektiren bir durum yoktu. Kral, savaş alanında öldürülmedi (şiirde geçen Lâtince bellum kelimesi, savaş anlamına gelmektedir) . Söz konusu olan, bugünün spor müsabakaları arasında sayılabilecek bir turnuvaydı. ‘Altın kafes’ deyimi hiçbir mânâ ifade etmemektedir. Zırhlar ve koruyucu kasklar, kral için bile imâl edilse, asla altından yapılmıyordu. Bunun için çok yumuşak bir metal kullanılıyordu. Aslan ise, hiçbir zaman Fransa krallarının amblemi olmamıştı. Nostradamyenler, dörtlüğün son mısraında geçen 'classes' kelimesini, Yunanca'daki klâsis (kırık, yara) olarak anlamak istemişlerdir. Fakat Nostradamus Lâtince öğrenmişti, Yunanca değil; eğer 'classes' kelimesine antik bir anlam vermek isteseydi, Lâtince 'flottes' (donanmalar) kelimesine müracaat ederdi. Dolayısıyla, ne mânâ bütünlüğü, ne de kullanılan kelimeler açısından kehanete konu edilecek bir özellik taşımayan bu dörtlük de Nostradamyenlerin elinde, belki şâirinin bile aklına gelmeyen hâdiselerin habercisi bir malzeme hâlini almıştı. Matbaa Fransa'ya geleli yarım asır kadar bir zaman olmuştu. James Randi'ye göre, gözlem, hayal ve ifade gücüne sahip, kâbiliyetli bir söz ustası olan Nostradamus, dörtlüklerinin, çoğaltılıp yayılan edebî çalışmalar arasına girmesi, tanınması ve aranan bir kitap olması için de elinden gelen gayreti göstermişti (Rouzé & Ziegler, 1992) .
Nostradamus'un dörtlüklerini kehanet olarak görüp, birçoğunu tekellüflü (zorlamalı) olarak yorumlayanlara göre bazı kehanet örnekleri şunlardır: 2000'lerde, Avrupa ile İtalya arasında savaş; Chiren'in birliklerin başına gelmesi ve Avrupa ordusunun savaşı kazanması. 2020 yılında, atomik bir saldırı Roma'da taş üzerinde taş kalmaması (atom kelimesini kendisi kullanmadığı hâlde) . 2050 yılında, iki Almanya'nın birleşmesi ve yerküre üzerinde 57 yıl süreyle barışın hâkim olması. Ayrıca, Nostradamus'un büyük bir kâhin olarak tanınıp herkesçe kabul edilmesi. 2076 yılında, bir ihtimal, Avrupa ile Asya/Afrika ülkeleri arasında 4. Dünya Savaşı'nın çıkması. Savaşın 25 yıl sürmesi ve bitiminde yarı yarıya çöle dönmüş bir dünya bırakması. 2106 yılında, 4. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve 1.000 yıllık barış döneminin başlaması. Bugün için düşünülmesi bile zor olan olağanüstü buluş ve gelişmelerin ortaya çıkması. Yüksek bir hayat düzeyi. 3750 yılında, yeni bir savaş ve o güne değin yaşanmamış ölçüde bir korku dalgası. 3797 yılında, son günün gelip çatması ve yeryüzü ile gökyüzünün yepyeni bir çevreye bürünmesi. İnsanoğlunun ölümsüzlüğe erişmesi. Her türlü kötülüğün, bir daha geri gelmemek üzere saf dışı edilmesi ve ölümün ölümsüzlüğe dönüşmesi. Üçüncü Dünya Savaşı 2076'da, dördüncüsü ise 2106'da çıkacak. Dördüncü Dünya Savaşı sonrasında bin yıllık ‘barış çağı’ yaşanacak. Hayat 3797 yılında sona erecek. Nostradamus'a göre sadece insanlık bitecek, dünya hiç yok olmayacak.
Belli ki Nostradamus, eserini genel bir takım söylemler, metaforik dizeler hâlinde vermiş ve her duruma, her hâdiseye uydurulabilir yuvarlak lâflar etmiş. Büyük bir hâdise olduğunda da aklı evvel birileri, Nostradamus'un kutsal(!) metinlerini yaprak yaprak karıştırıp bu hâdiselere uygun bir dörtlük bulmuş (ve buluyor) .
bölüm 5
Nostradamus'un 'Yüzyıllar' isimli eserindeki bir dörtlüğü:
'Tanrı’nın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak
Çıkacak kaos, iki kardeşi helâk edecek
Güçlü kale zorluklara tahammül ederken, yüce lider dayanamayacak
Büyük şehir yandığı sırada, büyük savaşların üçüncüsü patlayacak.'
Bu dörtlükleri yorumlayanlar diyorlar ki: Şiirde geçen 'Tanrı'nın şehri' New York'tur. 'Helâk olan iki kardeş' 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kule’lerdir. 'Güçlü kale' Pentagon'dur. 'Yüce lider' Amerika'dır.
P. Whitmure göre, 'Astroloji ve buna dayalı kâhinlik, hem geçmişte hem de günümüzde bâtıl inançların en derin olanıdır.' Nostradamus'un 946 kehânetinden ancak 70 tanesi, zorlayarak, meydana gelen hâdiselere bir dereceye kadar uydurulmuştur. Bunların da ekseriyeti hemen herkesin her şeyle irtibatlandırabileceği, gerçekleşmesi muhtemel hâdiselerdir. Nostradamus, kötü niyetli bazı kişilerce şişirilmiş basit bir şarlatandır. İşin garip tarafı: Allah, âhiret ve kader gibi bedihî hakikatlere inanmakta güçlük çekenlerin, bu tür fırsatçıların saçma sapan sözlerine kolayca inanmalarıdır. Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanları unutturan zamandır. Meselâ, 'falan tarihte, filan adam öldürülecek' derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi reklâm olur ve çok uzun süre unutulmaz. Hâdise gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur gider. Nostradamus, kehânetlerinde 'mukaddes yazıları rehber tutup, astonomik hesaplarla sonuca gittiğini' itiraf etmektedir. Bu mesele araştırıldığında onun, “Muhyiddin-i Arabî”nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz. O büyük velînin geleceğe dâir çeşitli işaretlerini, kendi kafasına göre yorumlamak, Nostradamus’a lâyık bir sahtekârlıktır.
Charles Ward'e göre; “O, bilmecelerle konuşan biridir. Sathî bir Hıristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yakılacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır! ” Nostradamus belirsiz, çift mânâlı, her tevile açık sözler söylemekte ustadır. Bernard Capp'ın tespitine göre o, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mâhirdi. Bu yüzden de kehânetleri çağımıza kadar canlı(!) tutuldu. Araştırmacı James Laver'in Nostradamus hakkında yaptığı araştırma raporundaki ifadeleri daha da enteresandır: 'Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensizdir ve uydurulmuş kelimelerle dolu birer lâf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Sözlerinin çoğu anlamsız bir kelime yığınıdır.' Kehanetleriyle ilgili yorumların hepsini kritiğe tâbi tutsak pek sağlam bir şey ortada kalmaz. Veya başkaları başka, hem de hiç alâkası olmayan yorum ve yakıştırmalar yapabilir. Nitekim bir Türk gazeteci ve yazarı yukarıdaki dörtlük hakkında şunları söylemiştir: 'Şimdi gelin Nostradamus'un aynı şiirini 2000'lerin Türkiye'sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim; '2000'de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli'nin yattığı Ankara'da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasî görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, M.Y. ve T.Ç. silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak, ama yüce lider S. D.'nin bütün ümitleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terk edecek...’ Nostradamus'un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak’ dediği satıra da istediğiniz mânâyı verebilir, yani uydurabilirsiniz.” (Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi) .
Velâyet hakikatine misâl: Müştak Dede
1759'da Bitlis'te doğan Müştak Dede'nin asıl ismi, Peygamber Efendimiz'in (sas) ismine hürmeten konmuş olan Muhammed Mustafa'dır. Kendisi medrese tahsili görmüş, daha sonra Şems-i Bitlisî'nin yanında tahsiline devam etmiştir. Ayrıca Hacı Hasan Şirvânî'nin yanında da eğitim görüp mutasavvıf bir şâir olarak yetişen Müştak Dede, sürekli seyahatler etmiştir. 1847'de basılan divanında, rumuz ve işaretler vardır. Gerçek bir veli ve sûfî olan Müştak Dede'nin divanından Ankara'nın başşehir olacağına dâir şiir, olmuş olacak her şeyin Allah'ın katında ilim nev'inden yazıldığına (kaderin varlığına) açık bir delildir. Müştak Dede'nin divanı, Allah'ın velilerin kalbine ve zihinlerine değişik vasıtalarla (sünuhat, tüluat, sezgi, ilham, altıncı his, rüya vb) ulaştırdığı kaderî plânda ilmî varlıkları olan, ama haricî varlık elbisesi giymemiş geleceğe dâir hâdiseleri istediği takdirde, izin verdiği ölçülerde ulaştırdığına dâir binlerce misalden biridir. Müştak Dede'nin geleceğe dâir haberleri, Nostradamus'un haberleriyle kıyaslanmayacak kadar açık ve nettir. Meselâ Müştak Dede, daha başşehir olmadan yüz sene önce, hiç yoruma gerek kalmadan, üsûlüne uygun olarak, ama ehlinin anlayacağı şekilde Ankara'nın, İstanbul gibi başşehir olacağını haber vermiştir. Bu şiir, İstanbul'da Takvim hâne-i Âmire'de, Hicri 1268 senesinde taş basma olarak basılan divanın 29. sayfasında mevcuttur:
1. Me'vâ-yı nâzenîne ki(m) 'Elf' olursa 'Efser' Elif=A
2. Lâbût olur o me'vâ İslambol ile hemser
3. 'Nun ve Kalem' başından alınsa 'Nun'u Yunus, Nun=N
4. Aldıkça harf-i diğer olur bu remz azhar.
5. Miftah-ı Sûre-i Kaf serhadd-i Kaf tâ 'Kaf' Kaf=K
6. Munzam olunmak ister 'Ra'yı Resul-i Peygamber Ra=R
7. Hâ-yı hû ile âhir maksud oldu zâhir Hû=H
8. Beyt-i Veliyyu'l-Ekrem Elhâc Abd-i Ekber
9. Ey Pâdişah-ı Fahham Sultan Hacı Bayram
10. Ruhundan ister ikram Müştak-ı abd-i çâker.
Bu şiirin 1, 3, 5, 6 ve 7. mısraları 'elif', 'nun', 'kaf', 'ra' ve 'he' ile, yani aslî harflerle Osmanlıca yazılışa uygun olarak Ankara'yı,
İkinci mısra, rumuzlu olarak haber verilen bu şehrin başşehir olacağını,
Yedinci mısra, bu oluşun 'Hâ-yı hû' ile yani İstiklâl Savaşı'na işaretle, gürültü ve patırtı ile vuku bulacağını,
Birinci mısra, bunun ebced hesabı ile 341 tutan Efser'e 'Elf' yani bin ilâve olunmak suretiyle 1341’de vukua geleceğini göstermektedir.
İkinci mısrada İstanbul ile hemser=başabaş olacağı bildirilen şehrin Ankara olduğu, birinci mısradaki “Me'vâ-yı nâzenin” kelimeleriyle 8 ve 9. mısralardaki ifadelerle de açıklanmış bulunmaktadır. Zîrâ Bayram Veli'nin türbesi Ankara'dadır.
Hakikaten ‘Düstur’un 5. cildinin, 381. sayfasında Ankara'nın başşehir olarak kabulüne dâir 27 sayılı umûmî heyet kararı 13.10.1339 Rumî tarihi taşımakta. Bu tarih ise, Hicri 1341 senesine tekabul etmektedir.
Aslında 3. beytteki 'Nun ve kalem... başından alınsa 'Nun'u Yusuf', ifadesinde Yunus Emre gibi dervişlerin başlarına koydukları “Nûn”ların da daha sonra Tekkelerin kapanmasıyla başlarından alınacağına, o kıyafetlerin de kaldırılacağına bir işaret vardır.
Fakat Müştak Dede bir kâhin değil; bir velidir. Büyücülükle de asla alâkası yoktur.
Konuyu Peygamberimiz'in (sas) bir hadîs-i şerifi ile noktalayalım: 'Bütün müneccimler (kâhinler) yalancıdır.'
Osmanlı Akıncıları
Hadi İSTEK /Sızıntı/Temmuz 2005
Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir? ’ gibi birçok soru oluşur.
Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.
Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.
Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.
İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.
Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.
Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.
Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....
Orhan Seyfi Orhon
bölüm 2
Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas) : “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.
Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.
İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.
Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.
Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle
Yahya Kemal Beyatlı
Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.
Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.
Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.
Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.
Yahya Kemal Beyatlı
bölüm 3
Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.
Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.
Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.
Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.
Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.
Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.
Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’
Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.
Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.
Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.
Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.
Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.