2. Hadi Uluengin ise yazarın, yurtdışında yaşadığı hinterlanddan dostu idi. Ancak, Uluengin’in yazısından anladığımıza göre bu dostluk, en azından kendisine göre geçmişte kalmıştı. Uluengin’in yazısının en dikkat çekici satırları ise, köşesinde kapalı geçiştirdiği “... daha vahimi, 28 Şubat sürecinde General Çevik Bir’e ilettiği dehşet ‘laikçi talebe’ dair övünmeler, bunlar benim yiyip yutacağım şeyler arasına girmez.” dedikleriydi.
Kırıkkanat, yazısında halka hakaret ettiği için olayın bir de hukuki yönü vardı. Yeni Ceza Kanunu’nu hazırlayanlardan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adem Sözüer, Mine Kırıkkanat’ın üslûbunun Avrupa’daki yabancı ve özellikle Türk düşmanlığı gibi ırkçı bir yaklaşım olduğunu kaydederek, Avrupa’da da hoş karşılanmayan ırkçılığın mücadele edilmesi gereken bir sorun olduğunu dile getiriyordu. Sözüer, Kırıkkanat hadisesi için ise şunları anlatıyordu: “Bu tür aşırı görüşler de olsa kamu güvenliği bakımından bir tehlike doğmadığı sürece bir hukukî şey başlatılması taraftarı değilim. Çok ağır eleştiriyorum söylediklerini. Irkçı olduğunu, düşmanlık olgusu yarattığını söylüyorum. Ama hukukî bir şey için kamu güvenliğinin tehlikeye düşmesi gerekir, ceza hukuku bakımından.”
Kırıkkanat, yazıda kişi belirtmediği, genel ifadeler kullandığı için kişisel olarak açılacak hakaret davalarının sonuçsuz kalacağını düşünen hukukçu Kezban Hatemi ise burada ancak bir savcının devreye girip, Türklüğe hakaretten olayı bir yere getirebileceğini söylüyordu. Hatemi, Ceza Kanunu’nda, halkın diğerine karşı ‘kin ve nefret’ ile başlayan madde dolayısıyla anayasal bir suç işlenmesi nedeniyle de dava edilebileceğini ifade ediyordu. Ancak orada da “Ben Türkiye’ye demedim.” diye savunma yaparak durumu kurtarmak mümkündü.
Ancak Kezban Hatemi mahkeme yoluyla bu işin çözülmemesi gerektiğini de vurguluyor. Çünkü yazarı büyütmenin bir anlamı olmayacağını dile gelirtiyor. Hatemi, olayın vicdanlarda çözülmesinden yana. O da olmuştu zaten. Ancak Hatemi, halkın tepkisi dediğimiz şeyden anladıklarını da şöyle anlatıyor: “Bence okurun Radikal gazetesini almıyorum diye bir kampanya başlatması lazımdı. Gazeteye bir tane bu konuda halktan bir tepki geldi mi? Hiç sanmıyorum. O kadar bilinçsiziz ki. Bakın, cumhurbaşkanının ‘başörtülü gelmeyecekler’ dediği zamanki olayda da Allah’ın tek bir başörtülü kulu, kalkıp da cumhurbaşkanlığı köşküne ‘Protesto ediyorum cumhurun başkanını. Sen benim cumhur başkanımsın. Bana nasıl böyle bir tavır alırsın? ’ mealinde bir faks çekti mi? Toplumsal şuurunuz olmadığınız müddetçe bir yere varamazsınız.”
Berkan: Cevap veremem
Herkes bir şekilde tepkisini ortaya koyarken, Radikal Gazetesi Yayın Yönetmeni İsmet Berkan’dan bir ses çıkmamıştı. Hem düşüncelerini merak ettiğimiz, hem de gazeteye yönelik tepkileri almak için aradığımızda Berkan, sekreteri vasıtasıyla bize “Cevap veremeyeceği” notunu ileterek, konu hakkında sessiz kalmayı yeğlemişti.
Kişisel gelişim uzmanı Mümin Sekman’ın da altını çizdiği gibi Türkiye’de yeni bir pazar oluşmaya başlamıştı son yıllarda. Türk’e Türk propagandası yapmak ve Türk’e Türk’ü aşağılamak. Sekman, ilk gruba milliyetçilerin, ikinci gruba ise elitlerin girdiğini ve her ikisinin de “alıcısı” ve ekonomisinin oluşmuş olduğunu belirtiyordu. Sekman, özellikle Türk’e Türk’ü aşağılamayla ilgili ince bir detaya daha vurgu yapıyordu: “Türk, özünden uzaklaştıkça yükselebiliyor. Bir başka deyimle yükselmen için hafiflemen gerekiyor. Geleneksel değerlerine sahip olup ağır adam olduğun zaman yükseltmiyorlar.”
Sorun zaten Siyah Türkler’in kanatkârlık yerine talepkârlığa geçtiği, hani mütevazı olup kaderlerine razı olmanın aksine ‘yükselelim, biz de yapabiliriz’ demesiyle başlamıştı. Bu da Turgut Özal dönemini işaret ediyordu. Siyahlar yükselmeye ve sınıf atlamaya başladığı zaman, bu sefer beyazlarla yan yana gelince çatışma başlamış oluyordu. Sekman, bunun, Türkiye’deki sosyoloji kitaplarında olmayan, ancak hayatta işleyen bir ayırım olduğunu da dikkatlerinize sunuyordu. Caddebostan Plajı’na halkın rağbet etmesi, vatandaşın ise girecek yer bulamaması bunun tipik bir örneğiydi! Bu da işin bir başka boyutuydu.
Şimdi biraz da, bir hafta-on gündür tartışmaları başlatan Mine Kırıkkanat’ı tanıyalım isterseniz.
Ankara’da doğan ve asker kızı olan Mine Kırıkkanat, Notre Dame de Sion Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu. 1977 yılında Türkiye’nin ilk kadın mizah yazarı olarak yazı hayatına giren Kırıkkanat, on yıl ara verdikten sonra 1988’de gazeteciliğe adım atar. Cumhuriyet ve Milliyet’te çalışır. Dış muhabirlik yapar. İspanya’da altı yıl kaldıktan sonra halen yaşadığı Paris’te görev yapmakta olan Mine G. Kırıkkanat, Radikal gazetesinde köşe yazmaya da bu süreçte başlar. Fransız TV5 televizyonunun yabancı gazeteciler ekibinde de yer alan Kırıkkanat, uzun bir süredir hayatını yurt dışında sürdürmektedir.
Onu tanıyan ve zamanında sıcak ilişkiler kurduğu yakın çevresinden edindiğimiz bilgilere göre üç evlilik geçiren ve bunlardan bir çocuğu olan Kırıkkanat, yakın çevresinin izlenimlerine göre Fransız eşiyle, bu ülkenin pasaportunu almak için evlenmişti. Çünkü, görgü şahitleri onun, ‘Fransız pasaportunu aldığı gün sevincinden havalara zıpladığını’ anlatıyordu.
Her zaman güçten yana ve gözü kara birisi olan yazar, evlendiği Solmiyer soyadlı eşinin evini elinden almış, ancak daha sonra kendisinin vergi dairesi ile yaşadığı bir mesele yüzünden bu evi kaybetmişti.
Halen yaşadığı Paris’te de, tutum ve davranışları sebebiyle yakın çevresi tarafından pek tutulmadığı söylenen Kırıkkanat, zamanla eski dostlarını da egoist ve bencil tavırlarıyla etrafından bir bir uzaklaştırmıştı. Yazılarında herkese karşı saldırgan bir üslup takınan Kırıkkanat, Hasan Cemal, Nuray Mert, Hadi Uluengin gibi isimleri de listesine eklemişti.
Kezban Hatemi “Bu kadın hasta. Bu kadın ilk defa benim dikkatimi ne zaman çekti biliyor musunuz? ” diyerekten, onu, camilerin ışıklandırılmaya başlandığı dönemde kaleme aldığı ‘irticanın ışıklandırılması’ yazısı sebebiyle izlemeye aldığını söylüyor. Hatemi, camilerin bu haliyle sergilediği güzellik karşısında turistlerin bile beğenisini topladığını, fakat Kırıkkanat’ın bu durum karşısında gösterdiği reaksiyon ve tepkinin, kendisini şoka soktuğunu anlatıyor. Hatemi “O haberi kestim, saklıyorum ve bir gün kullanacağım.” diyor.
Hüseyin Hatemi de onunla ilgili olarak önemli bir notu şöyle aktarıyor: “Hangi üniversite olduğunu şimdi tam bilemeyeceğim ama bir üniversitenin daveti üzerine, baş örtüsü ve laiklik konusunda yapılan bir açık oturumda ‘Biz zaten Allah’ı kamu alanından çıkartmak, hatta kovmak istiyoruz’ demişti.”
Birkaç yıl önce de Fransız TV5 kanalında Afrikalı Müslümanlarla İslam hakkında bir açık oturuma katılmış ve ‘İslam yanlış anlaşılıyor’ tartışması üzerine Kırıkkanat sıranın kendisine geldiği zaman “Bu kadar yanlış anlaşılan bir din yanlıştır.” demiş ve büyük bir zafer kazanmışçasına, elini masaya vurmuştu. Ancak Afrikalı Müslümanlar gerekli cevabı verince, o da geri çekilmek durumunda kalmıştı.
Müslümanlar ve İslamla ilgili sürekli ahkam kesen, tartışma başlatan yazısında da ‘çarşaf’ ve ‘tesettür’ vurgusu yaparak, onları aşağılamayı sürdüren Mine Kırıkkanat için Kezban Hatemi şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Bütün derdi halk diye gördüğü Müslüman kesim. Keşke Hıristiyan olsa. İnanın edepli bir Hıristiyan böyle yapmaz. Çünkü Allah korkusu olur. Allah onu ıslah etsin.”
İstanbul’da ancak bir milyon insanın yaşama hakkı olduğunu düşünen yazar, gayr-i müslim birisiyle yaptığı bu tartışmada muhatabının “Ben Lozan Antlaşması’na göre bu bir milyon kişinin içinde varım ama seni bilmem.” cevabıyla karşılaşmıştı.
Tartışmak ve bazı kesimlere saldırıda bulunmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan yazarın, en önemli icraatı ise şüphesiz, 28 Şubat sürecinde General Çevik Bir’e söyledikleri olmuştu. 4 Ağustos 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde Hadi Uluengin’in üstü kapalı geçtiği ‘dehşet laikçi talep’in sırrı, Radikal yazarının, çevresine övünçle bahsettiği, generale söylediği “Öyle bir silin ki, izi kalmasın.” cümlesindeydi.
Son bir not. Eleştirmekten uzak üslûbuyla ‘geviş getiriyorlar’ diyerek hakaret ettiği halktan bir kişi aynı üslûpla kendisine cevap verdiği için 31 Temmuz 2005 tarihli yazısında “Yontulmayı bekleyen hammadde bu” sözlerini sarf etmekten çekinmeyen yazar, bu yazıyla birlikte tatile çıkmıştı. Belki gelen tepkiler yüzünden ortadan kaybolmayı yeğlemişti. Belki de ‘ırkçı ve faşizan’ üslûbun getirdiği yorgunlukla tatili hak ettiğine inanmıştı. Burası önemli değildi. Önemli olan, özellikle bu son yazısı nedeniyle, artık kamuoyunda adı konmuş yazarın tatil için hangi ülkeyi seçmiş olduğuydu.
Evet, Mine G. Kırıkkanat, tatil için, dünyanın 180 ülkesi arasından, ‘geviş getirdiğini’ söylediği insanların ülkesini, yani Türkiye’yi seçmişti.
2.
Hadi Uluengin ise yazarın, yurtdışında yaşadığı hinterlanddan dostu idi. Ancak, Uluengin’in yazısından anladığımıza göre bu dostluk, en azından kendisine göre geçmişte kalmıştı. Uluengin’in yazısının en dikkat çekici satırları ise, köşesinde kapalı geçiştirdiği “... daha vahimi, 28 Şubat sürecinde General Çevik Bir’e ilettiği dehşet ‘laikçi talebe’ dair övünmeler, bunlar benim yiyip yutacağım şeyler arasına girmez.” dedikleriydi.
Kırıkkanat, yazısında halka hakaret ettiği için olayın bir de hukuki yönü vardı. Yeni Ceza Kanunu’nu hazırlayanlardan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Adem Sözüer, Mine Kırıkkanat’ın üslûbunun Avrupa’daki yabancı ve özellikle Türk düşmanlığı gibi ırkçı bir yaklaşım olduğunu kaydederek, Avrupa’da da hoş karşılanmayan ırkçılığın mücadele edilmesi gereken bir sorun olduğunu dile getiriyordu. Sözüer, Kırıkkanat hadisesi için ise şunları anlatıyordu: “Bu tür aşırı görüşler de olsa kamu güvenliği bakımından bir tehlike doğmadığı sürece bir hukukî şey başlatılması taraftarı değilim. Çok ağır eleştiriyorum söylediklerini. Irkçı olduğunu, düşmanlık olgusu yarattığını söylüyorum. Ama hukukî bir şey için kamu güvenliğinin tehlikeye düşmesi gerekir, ceza hukuku bakımından.”
Kırıkkanat, yazıda kişi belirtmediği, genel ifadeler kullandığı için kişisel olarak açılacak hakaret davalarının sonuçsuz kalacağını düşünen hukukçu Kezban Hatemi ise burada ancak bir savcının devreye girip, Türklüğe hakaretten olayı bir yere getirebileceğini söylüyordu. Hatemi, Ceza Kanunu’nda, halkın diğerine karşı ‘kin ve nefret’ ile başlayan madde dolayısıyla anayasal bir suç işlenmesi nedeniyle de dava edilebileceğini ifade ediyordu. Ancak orada da “Ben Türkiye’ye demedim.” diye savunma yaparak durumu kurtarmak mümkündü.
Ancak Kezban Hatemi mahkeme yoluyla bu işin çözülmemesi gerektiğini de vurguluyor. Çünkü yazarı büyütmenin bir anlamı olmayacağını dile gelirtiyor. Hatemi, olayın vicdanlarda çözülmesinden yana. O da olmuştu zaten. Ancak Hatemi, halkın tepkisi dediğimiz şeyden anladıklarını da şöyle anlatıyor: “Bence okurun Radikal gazetesini almıyorum diye bir kampanya başlatması lazımdı. Gazeteye bir tane bu konuda halktan bir tepki geldi mi? Hiç sanmıyorum. O kadar bilinçsiziz ki. Bakın, cumhurbaşkanının ‘başörtülü gelmeyecekler’ dediği zamanki olayda da Allah’ın tek bir başörtülü kulu, kalkıp da cumhurbaşkanlığı köşküne ‘Protesto ediyorum cumhurun başkanını. Sen benim cumhur başkanımsın. Bana nasıl böyle bir tavır alırsın? ’ mealinde bir faks çekti mi? Toplumsal şuurunuz olmadığınız müddetçe bir yere varamazsınız.”
Berkan: Cevap veremem
Herkes bir şekilde tepkisini ortaya koyarken, Radikal Gazetesi Yayın Yönetmeni İsmet Berkan’dan bir ses çıkmamıştı. Hem düşüncelerini merak ettiğimiz, hem de gazeteye yönelik tepkileri almak için aradığımızda Berkan, sekreteri vasıtasıyla bize “Cevap veremeyeceği” notunu ileterek, konu hakkında sessiz kalmayı yeğlemişti.
Kişisel gelişim uzmanı Mümin Sekman’ın da altını çizdiği gibi Türkiye’de yeni bir pazar oluşmaya başlamıştı son yıllarda. Türk’e Türk propagandası yapmak ve Türk’e Türk’ü aşağılamak. Sekman, ilk gruba milliyetçilerin, ikinci gruba ise elitlerin girdiğini ve her ikisinin de “alıcısı” ve ekonomisinin oluşmuş olduğunu belirtiyordu. Sekman, özellikle Türk’e Türk’ü aşağılamayla ilgili ince bir detaya daha vurgu yapıyordu: “Türk, özünden uzaklaştıkça yükselebiliyor. Bir başka deyimle yükselmen için hafiflemen gerekiyor. Geleneksel değerlerine sahip olup ağır adam olduğun zaman yükseltmiyorlar.”
3.
Sorun zaten Siyah Türkler’in kanatkârlık yerine talepkârlığa geçtiği, hani mütevazı olup kaderlerine razı olmanın aksine ‘yükselelim, biz de yapabiliriz’ demesiyle başlamıştı. Bu da Turgut Özal dönemini işaret ediyordu. Siyahlar yükselmeye ve sınıf atlamaya başladığı zaman, bu sefer beyazlarla yan yana gelince çatışma başlamış oluyordu. Sekman, bunun, Türkiye’deki sosyoloji kitaplarında olmayan, ancak hayatta işleyen bir ayırım olduğunu da dikkatlerinize sunuyordu. Caddebostan Plajı’na halkın rağbet etmesi, vatandaşın ise girecek yer bulamaması bunun tipik bir örneğiydi! Bu da işin bir başka boyutuydu.
Şimdi biraz da, bir hafta-on gündür tartışmaları başlatan Mine Kırıkkanat’ı tanıyalım isterseniz.
Ankara’da doğan ve asker kızı olan Mine Kırıkkanat, Notre Dame de Sion Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu. 1977 yılında Türkiye’nin ilk kadın mizah yazarı olarak yazı hayatına giren Kırıkkanat, on yıl ara verdikten sonra 1988’de gazeteciliğe adım atar. Cumhuriyet ve Milliyet’te çalışır. Dış muhabirlik yapar. İspanya’da altı yıl kaldıktan sonra halen yaşadığı Paris’te görev yapmakta olan Mine G. Kırıkkanat, Radikal gazetesinde köşe yazmaya da bu süreçte başlar. Fransız TV5 televizyonunun yabancı gazeteciler ekibinde de yer alan Kırıkkanat, uzun bir süredir hayatını yurt dışında sürdürmektedir.
Onu tanıyan ve zamanında sıcak ilişkiler kurduğu yakın çevresinden edindiğimiz bilgilere göre üç evlilik geçiren ve bunlardan bir çocuğu olan Kırıkkanat, yakın çevresinin izlenimlerine göre Fransız eşiyle, bu ülkenin pasaportunu almak için evlenmişti. Çünkü, görgü şahitleri onun, ‘Fransız pasaportunu aldığı gün sevincinden havalara zıpladığını’ anlatıyordu.
Her zaman güçten yana ve gözü kara birisi olan yazar, evlendiği Solmiyer soyadlı eşinin evini elinden almış, ancak daha sonra kendisinin vergi dairesi ile yaşadığı bir mesele yüzünden bu evi kaybetmişti.
Halen yaşadığı Paris’te de, tutum ve davranışları sebebiyle yakın çevresi tarafından pek tutulmadığı söylenen Kırıkkanat, zamanla eski dostlarını da egoist ve bencil tavırlarıyla etrafından bir bir uzaklaştırmıştı. Yazılarında herkese karşı saldırgan bir üslup takınan Kırıkkanat, Hasan Cemal, Nuray Mert, Hadi Uluengin gibi isimleri de listesine eklemişti.
Kezban Hatemi “Bu kadın hasta. Bu kadın ilk defa benim dikkatimi ne zaman çekti biliyor musunuz? ” diyerekten, onu, camilerin ışıklandırılmaya başlandığı dönemde kaleme aldığı ‘irticanın ışıklandırılması’ yazısı sebebiyle izlemeye aldığını söylüyor. Hatemi, camilerin bu haliyle sergilediği güzellik karşısında turistlerin bile beğenisini topladığını, fakat Kırıkkanat’ın bu durum karşısında gösterdiği reaksiyon ve tepkinin, kendisini şoka soktuğunu anlatıyor. Hatemi “O haberi kestim, saklıyorum ve bir gün kullanacağım.” diyor.
Hüseyin Hatemi de onunla ilgili olarak önemli bir notu şöyle aktarıyor: “Hangi üniversite olduğunu şimdi tam bilemeyeceğim ama bir üniversitenin daveti üzerine, baş örtüsü ve laiklik konusunda yapılan bir açık oturumda ‘Biz zaten Allah’ı kamu alanından çıkartmak, hatta kovmak istiyoruz’ demişti.”
Birkaç yıl önce de Fransız TV5 kanalında Afrikalı Müslümanlarla İslam hakkında bir açık oturuma katılmış ve ‘İslam yanlış anlaşılıyor’ tartışması üzerine Kırıkkanat sıranın kendisine geldiği zaman “Bu kadar yanlış anlaşılan bir din yanlıştır.” demiş ve büyük bir zafer kazanmışçasına, elini masaya vurmuştu. Ancak Afrikalı Müslümanlar gerekli cevabı verince, o da geri çekilmek durumunda kalmıştı.
Müslümanlar ve İslamla ilgili sürekli ahkam kesen, tartışma başlatan yazısında da ‘çarşaf’ ve ‘tesettür’ vurgusu yaparak, onları aşağılamayı sürdüren Mine Kırıkkanat için Kezban Hatemi şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Bütün derdi halk diye gördüğü Müslüman kesim. Keşke Hıristiyan olsa. İnanın edepli bir Hıristiyan böyle yapmaz. Çünkü Allah korkusu olur. Allah onu ıslah etsin.”
İstanbul’da ancak bir milyon insanın yaşama hakkı olduğunu düşünen yazar, gayr-i müslim birisiyle yaptığı bu tartışmada muhatabının “Ben Lozan Antlaşması’na göre bu bir milyon kişinin içinde varım ama seni bilmem.” cevabıyla karşılaşmıştı.
Tartışmak ve bazı kesimlere saldırıda bulunmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan yazarın, en önemli icraatı ise şüphesiz, 28 Şubat sürecinde General Çevik Bir’e söyledikleri olmuştu. 4 Ağustos 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde Hadi Uluengin’in üstü kapalı geçtiği ‘dehşet laikçi talep’in sırrı, Radikal yazarının, çevresine övünçle bahsettiği, generale söylediği “Öyle bir silin ki, izi kalmasın.” cümlesindeydi.
Son bir not. Eleştirmekten uzak üslûbuyla ‘geviş getiriyorlar’ diyerek hakaret ettiği halktan bir kişi aynı üslûpla kendisine cevap verdiği için 31 Temmuz 2005 tarihli yazısında “Yontulmayı bekleyen hammadde bu” sözlerini sarf etmekten çekinmeyen yazar, bu yazıyla birlikte tatile çıkmıştı. Belki gelen tepkiler yüzünden ortadan kaybolmayı yeğlemişti. Belki de ‘ırkçı ve faşizan’ üslûbun getirdiği yorgunlukla tatili hak ettiğine inanmıştı. Burası önemli değildi. Önemli olan, özellikle bu son yazısı nedeniyle, artık kamuoyunda adı konmuş yazarın tatil için hangi ülkeyi seçmiş olduğuydu.
Evet, Mine G. Kırıkkanat, tatil için, dünyanın 180 ülkesi arasından, ‘geviş getirdiğini’ söylediği insanların ülkesini, yani Türkiye’yi seçmişti.
etli de olabilir etsiz de..
yanina bir baş soğan
sonra aci biber turşusu
sonra sarimsakli bir cacik ya da ayran
bir de yanına pilav
bitti :)
Sorgu meleği baya bir karizma.
ASlinda sorgu meleği mi ondan da pek emin değilim ama!
Ülker'in çıkarttığı bir çikolata
yağlamak lazim
'sol'
Robert and Bob Aller(eller :))
43. Akademi ödülleri 1970
Yer:Los Angeles
Belgesel Dalında:
A Long Way From Nowhere (Bob Aller, producer; Robert Aller Productions)
Bu ülkede; ama sadece PKK nın yaptığı terorist saldırılarda adı duyulur; yoksa pek de kimsenin umrunda olmayan yurdumun bir köşesi
Lerzan Komiksoyad
İşte komik bir soyad. Gülmediniz mi? O zaman aklınızdan bir zorunuz var demektir!