'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
Gençliğim veba ile kolera arasında bir tercih yapmayacak düzeyde bir bilince ulaşabileceğim şartlarda yaşama talihini bana bahşetti.1956 yılında henüz bir orta mektep talebesiyken Ruslara karşı ayaklanan Macarların kalp atışlarıyla ne kadar kolay ahenk içine girdiğimi fark etmiştim. Çok geçmedi kendimi Vietnamlıların Amerikalılara yaptıklarına iştirak eden işler içinde bulmakta gecikmedim. Domuzlar Körfezi'ne çıkartma teşebbüsünde bulunanlara karşı ben de 'Venceremos! ' diye bağırdım. Prag baharını sona erdirmeye gelen tanklara karşı (tam o sırada askerliğimi [Sivas, Konya, Elazığ, Muş] yapıyordum) yumruğumu ben de sıktım. Bütün bunları kozmopolit bir konumu benimsediğim, beynelmilelci bir halet-i ruhiye taşıdığım için değil, Türk olduğum için, Türk olmak bunları yapmayı gerektirdiği için yaptım. Zira muhalif olduğum tarafların biri Türkiye için veba taşıyor idiyse diğerinin getirdiği koleraydı.
Böyle olduğunu benden başka bilen yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı. Ben sahip olduğum bilinç katmanına gaipten haber alarak ulaşmış değildim. Kendi siyasi çizgimi remil atarak belirlemiş olamazdım. Benim için bilgi, bilinç ve ahlâkın kesiştiği alan önem sahibiydi. Hem vebadan, hem koleradan uzak durma tercihinde ısrar etme gücümü siyasi kariyer heveslisi olmayışıma borçluyum. Yani şu günlerde olaylara şöyle bir tepki verirsem yükselişim engellenir, yoluma taş koyarlar diye düşünmek mecburiyetini hiç hissetmedim. Yalnızca yaşıtlarımdan çoğunun değil, aynı zamanda benden daha genç olanların çoğunun da hissiyatının bu minval üzere olmadığı yıllar ilerledikçe saklı kalamadı. Olayların mahiyetinden benim kadar haberdar olup da kendilerini yukarıda zikrettiğim mecburiyet altında hissedenler süreç içinde Türkiye'nin yeni kurtları ve yeni çakalları olma özelliği kazandılar.
Devran döndü. Vebanın da koleranın da aynı kaynaktan neşet ettiği aşikâr oldu. Ben orta yaşlarımı geride bıraktığımda artık gözde gençler yeni bir dünya talebiyle ortaya çıkanlardan değil 'yupi' vasıfları taşıyanlardan müteşekkildi. Bu değişim meydanın kurtlara ve çakallara teslim edilmesini kolaylaştırdı. Sizin anlayacağınız, günümüzde mesele artık hem vebadan, hem de koleradan uzak durmak ve bunun için de temizliğine dikkat etmek meselesi olmaktan çıktı. Gereken şey bir yandan kendini kurt veya çakal şekline girmekten (onların sürüsüne dahil olmaktan) alıkoymak, bir yandan da kendini kurtların ve çakalların yemi haline getirmekten kaçınmaktır. Gençliğim her ikisine karşı da tedbir alabilecek tedarik sağladı bana. Çiğ yemedim; karnım ağrımaz.
Bir fiilden haberdar oluyoruz; o meçhul değil, malûm. Gel gör ki bildiğimiz bu fiili kimin veya neyin yerine getirdiğini bilmiyoruz. Şimdi soralım: Failin kim veya ne olduğunu biz bilmedik diye o fail meçhul olur mu? Evet diyeceksiniz; ama cevabınız bana pek mantıklı görünmüyor. Hiç olmazsa fiili gerçekleştirenin kendisi o işi kimin yaptığını bilmiyor mu? Elbette biliyor. O halde fail en az bir kimse tarafından bilinmektedir. Yani en az bir kimsenin tahtında fail meçhul değildir. Acaba 'faili meçhul' ibaresini kullanmakla işlenen fiili kimin işlediğini bileni veya bilenleri adamdan saymamak gibi bir tutum mu benimsiyoruz? Faili bizden başkasının bilmesi hiç önemli değildir, failin malûm sayılması için onu bizim biliyor olmamız bir zarurettir demek mi istiyoruz? Öyle zahir. Öyleyse faili meçhul sözünün gerçekte hiçbir şey anlatmadığını, bunun bir mantıksızlık eseri olduğunu kabul etmemiz lâzım. Manâ itibariyle faili meçhul diye bir şey yok. Onun yerine manâlı bir söz olarak ne var? Kimseler o sözü diline dolamıyor; ama gerçekte 'Faili mestur' diye bir şey var. Yani fail aslında biliniyor bilinmesine ve fakat örtülüyor, bazı gözlerden gizleniyor.
Dikkat etmediniz mi? Bütün faili meçhullere aynı derecede önem atfedilmez. İnsanlar nazarında failini sakladıkları fiilin hangi sonuca yöneldiği her zaman en esaslı yeri tutmaktadır. Bu yüzden her nedense bazı faili meçhuller diğerlerinden daha 'meçhul'(!) dür. Okuduğunuz son cümle tuhafınıza gittiyse, ben sizin için derhal daha tuhaf bir cümle ilâve edeceğim: Her ne kadar faili meçhul sözü mantık dışı ise de faili meçhullerin kendi aralarında mertebelendirilmeleri gayet mantıklıdır. Çünkü biliriz ki dilbilgisi bakımından bir fiilin failinin 'meçhul' kılınması vakıanın bilhassa tebarüz ettirilmesini sağlamak içindir. Meselâ, deniz dalgalandı dediğimiz zaman, önem verdiğimiz şey denizi kimin veya neyin dalgalandırdığı değil, denizde hasıl olan dalgadır. Nasıl bir dalganın boyu diğerinden farklıysa, bir faili meçhul vasıtasıyla elde edilmek istenen etki de diğer faili meçhulden elde edilmek istenenden farklıdır. Ulaşacağımız çıkarsama şöyle olsa gerek: Bizim faili meçhul diye adlandırdığımız olayları üretenler faili malûm olayların üretiminden daha belirgin bir kast-ı mahsusla hareket etmişlerdir. Bundan böyle de aynı kastı güdeceklerdir.
Nedir bu kasıt? Şudur: Kandaşları bir kan davasının tarafları haline getirmek. Daha doğrusu kandaşların kendi kandaşlıklarının farkına varmalarını engellemek. Bazı olaylara faili meçhul demelerinin sebebi fiilin keyfi olarak icat edilmiş 'iç' düşmana hamledilmesini kolaylaştırmasıdır. Aynı sebeple bazı faili meçhul fiilleri gölgede bırakıyor, bazılarının üzerine büyüteç tutuyorlar. Böylece daha çok düşman olunması gerekenle, daha az düşman olunması gereken arasına bir mertebe farkı koyuyorlar. Bu kastı güdüyorlar, çünkü Türkiye topraklarında yaşayan herkesin aynı millete mensup olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bu milletin emperyalizmin hazır lokması haline gelme imkânı ortadan kalkacak.
'...Kimseye ağzının payının verilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Uzun yıllar boyunca, en azından son kırk yıldır 'yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor' düşüncesi zihnimizi meşgul etti. Bir gün ev sahibinin hırsızı ağzının payını vereceğini ümid ediyorduk. Sosyal değişimin hakkaniyet konusunda bir duyarlık geliştireceği bize mantıklı görünüyordu. Diliyor ve özlüyorduk ki Türk toplumunun meşruiyet alanı inkâr edilemeyecek derecede açıklıkla benimsenebilecek. Fakat böyle olmadı. Son birkaç yılda Türkiye'yi evi sayanların kimler olduğu ve bu evin ahalisinin kimlerden teşekkül ettiği soruları eskisinden daha muğlak hale geldi. Kimse kimseye ağzının payını veremedi.' İSMET ÖZEL
Ruhumuzun içinde kar yağar Anamızdan doğduğumuz geceden beri Heybemizi emektar makinelere yükleriz Fikirlerimizi tifil vinçlere İri buğday tanelerinin trenleri yürüttügünü bilmeyiz Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız Biz kirli ve temiz çamaşırları Aynı zaman aynı minval üzere katlarız Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Günahlarım kadar ömrüm vardır Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum Saçlarımı acının elınde unutuyorum Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk
... Bilirim bilirim incilden yola çıktınız Ama yolu çabuk şaşırdınız İncilden kendinize bir şeyler katacağınıza Kendinizden incile çok şeyler kattınız Sevdiniz öyle sevdiniz ki sevdiğinizi tutup mermere işlediniz Ama sonra tutup mermere taptınız Mermeri kadeh kadeh Bir alacakaranlik gibi içtiniz Sonra kustunuz mermeri Çağlarca kustunuz mermeri
... Dün akşam üzeri güneşi siz batırdınız Başkası değil doktor güneşi siz batırdınız Ama inandim ki doktorsunuz değilsiniz süryani Doktorsunuz doktordan başka birşey değilsiniz yani
Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı Günlere geldim bunu bana öğretmediniz Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim Bunu bana söylemediniz İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler Bunu bana öğretmediniz Kardeşim İbrahim bana mermer putları Nasıl devireceğimi öğretmişti Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz
Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Babası Yasin Efendinin koyduğu isim Muhammed Sezai’dir. Nüfus kayıtlarına geçerken bir karışıklık sonucu ağabeyinin ismi olan Ahmet Sezai’nin başına eklenmiştir. Resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai Karakoç’tur. Dedeleri Ergani ve yöresinde bir hayli tanınmış etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi Plevne savaşına katılmış, Gazi Osman Paşanın takdirini kazanmıştır.Ailenin Lakabı Leventoğullarıdır.
Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç 6 yaşında ilk mektebe başlar ve 1944te Ergani’de bitirir. Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt olur.1947 de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950’de mezun olur.Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gider. Babasının isteği İlahiyat fakültesiydi.Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.Şayet sınavı kazanmazsa felsefe tahsili yapacaktır.
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar.Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atanır. Bu vazifenin bir istikbal sağlayamayacağı düşüncesiyle Maliye müfettişliği sınavına girer, Kazanır ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başlar.1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolörüdür.Bir ara Ankara çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilirse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döner. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezer ve bir çok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur.1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini ifa ettikten sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam eder.1965’ten 1973’e kadar bir çok kez istifa eder.1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz.
Kurucusu bulunduğu DİRİLİŞ YAYINLARI ve DİRİLİŞ DERGİSİ ile İstanbul’da hizmete devam eder.1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” Amblemiyle Diriliş Partisi (DİRİ-P) ni kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür.Ancak 19 Mart 1997’de 2 genel seçime girmedi diye parti kapatılır.
ŞİİR: Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu, Körfez/Şahdamar/Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alın Yazısı Saati, Monna Rosa
'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
İSMET ÖZEL
ÇOCUKLAR KONUŞUYOR, BABALARI SADECE DİNLİYOR
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
İSMET ÖZEL
KURTLAR VE ÇAKALLAR ARASINDA
Gençliğim veba ile kolera arasında bir tercih yapmayacak düzeyde bir bilince ulaşabileceğim şartlarda yaşama talihini bana bahşetti.1956 yılında henüz bir orta mektep talebesiyken Ruslara karşı ayaklanan Macarların kalp atışlarıyla ne kadar kolay ahenk içine girdiğimi fark etmiştim. Çok geçmedi kendimi Vietnamlıların Amerikalılara yaptıklarına iştirak eden işler içinde bulmakta gecikmedim. Domuzlar Körfezi'ne çıkartma teşebbüsünde bulunanlara karşı ben de 'Venceremos! ' diye bağırdım. Prag baharını sona erdirmeye gelen tanklara karşı (tam o sırada askerliğimi [Sivas, Konya, Elazığ, Muş] yapıyordum) yumruğumu ben de sıktım. Bütün bunları kozmopolit bir konumu benimsediğim, beynelmilelci bir halet-i ruhiye taşıdığım için değil, Türk olduğum için, Türk olmak bunları yapmayı gerektirdiği için yaptım. Zira muhalif olduğum tarafların biri Türkiye için veba taşıyor idiyse diğerinin getirdiği koleraydı.
Böyle olduğunu benden başka bilen yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı. Ben sahip olduğum bilinç katmanına gaipten haber alarak ulaşmış değildim. Kendi siyasi çizgimi remil atarak belirlemiş olamazdım. Benim için bilgi, bilinç ve ahlâkın kesiştiği alan önem sahibiydi. Hem vebadan, hem koleradan uzak durma tercihinde ısrar etme gücümü siyasi kariyer heveslisi olmayışıma borçluyum. Yani şu günlerde olaylara şöyle bir tepki verirsem yükselişim engellenir, yoluma taş koyarlar diye düşünmek mecburiyetini hiç hissetmedim. Yalnızca yaşıtlarımdan çoğunun değil, aynı zamanda benden daha genç olanların çoğunun da hissiyatının bu minval üzere olmadığı yıllar ilerledikçe saklı kalamadı. Olayların mahiyetinden benim kadar haberdar olup da kendilerini yukarıda zikrettiğim mecburiyet altında hissedenler süreç içinde Türkiye'nin yeni kurtları ve yeni çakalları olma özelliği kazandılar.
Devran döndü. Vebanın da koleranın da aynı kaynaktan neşet ettiği aşikâr oldu. Ben orta yaşlarımı geride bıraktığımda artık gözde gençler yeni bir dünya talebiyle ortaya çıkanlardan değil 'yupi' vasıfları taşıyanlardan müteşekkildi. Bu değişim meydanın kurtlara ve çakallara teslim edilmesini kolaylaştırdı. Sizin anlayacağınız, günümüzde mesele artık hem vebadan, hem de koleradan uzak durmak ve bunun için de temizliğine dikkat etmek meselesi olmaktan çıktı. Gereken şey bir yandan kendini kurt veya çakal şekline girmekten (onların sürüsüne dahil olmaktan) alıkoymak, bir yandan da kendini kurtların ve çakalların yemi haline getirmekten kaçınmaktır. Gençliğim her ikisine karşı da tedbir alabilecek tedarik sağladı bana. Çiğ yemedim; karnım ağrımaz.
İSMET ÖZEL
FAİLİ MEÇHUL NE DEMEK?
Bir fiilden haberdar oluyoruz; o meçhul değil, malûm. Gel gör ki bildiğimiz bu fiili kimin veya neyin yerine getirdiğini bilmiyoruz. Şimdi soralım: Failin kim veya ne olduğunu biz bilmedik diye o fail meçhul olur mu? Evet diyeceksiniz; ama cevabınız bana pek mantıklı görünmüyor. Hiç olmazsa fiili gerçekleştirenin kendisi o işi kimin yaptığını bilmiyor mu? Elbette biliyor. O halde fail en az bir kimse tarafından bilinmektedir. Yani en az bir kimsenin tahtında fail meçhul değildir. Acaba 'faili meçhul' ibaresini kullanmakla işlenen fiili kimin işlediğini bileni veya bilenleri adamdan saymamak gibi bir tutum mu benimsiyoruz? Faili bizden başkasının bilmesi hiç önemli değildir, failin malûm sayılması için onu bizim biliyor olmamız bir zarurettir demek mi istiyoruz? Öyle zahir. Öyleyse faili meçhul sözünün gerçekte hiçbir şey anlatmadığını, bunun bir mantıksızlık eseri olduğunu kabul etmemiz lâzım. Manâ itibariyle faili meçhul diye bir şey yok. Onun yerine manâlı bir söz olarak ne var? Kimseler o sözü diline dolamıyor; ama gerçekte 'Faili mestur' diye bir şey var. Yani fail aslında biliniyor bilinmesine ve fakat örtülüyor, bazı gözlerden gizleniyor.
Dikkat etmediniz mi? Bütün faili meçhullere aynı derecede önem atfedilmez. İnsanlar nazarında failini sakladıkları fiilin hangi sonuca yöneldiği her zaman en esaslı yeri tutmaktadır. Bu yüzden her nedense bazı faili meçhuller diğerlerinden daha 'meçhul'(!) dür. Okuduğunuz son cümle tuhafınıza gittiyse, ben sizin için derhal daha tuhaf bir cümle ilâve edeceğim: Her ne kadar faili meçhul sözü mantık dışı ise de faili meçhullerin kendi aralarında mertebelendirilmeleri gayet mantıklıdır. Çünkü biliriz ki dilbilgisi bakımından bir fiilin failinin 'meçhul' kılınması vakıanın bilhassa tebarüz ettirilmesini sağlamak içindir. Meselâ, deniz dalgalandı dediğimiz zaman, önem verdiğimiz şey denizi kimin veya neyin dalgalandırdığı değil, denizde hasıl olan dalgadır. Nasıl bir dalganın boyu diğerinden farklıysa, bir faili meçhul vasıtasıyla elde edilmek istenen etki de diğer faili meçhulden elde edilmek istenenden farklıdır. Ulaşacağımız çıkarsama şöyle olsa gerek: Bizim faili meçhul diye adlandırdığımız olayları üretenler faili malûm olayların üretiminden daha belirgin bir kast-ı mahsusla hareket etmişlerdir. Bundan böyle de aynı kastı güdeceklerdir.
Nedir bu kasıt? Şudur: Kandaşları bir kan davasının tarafları haline getirmek. Daha doğrusu kandaşların kendi kandaşlıklarının farkına varmalarını engellemek. Bazı olaylara faili meçhul demelerinin sebebi fiilin keyfi olarak icat edilmiş 'iç' düşmana hamledilmesini kolaylaştırmasıdır. Aynı sebeple bazı faili meçhul fiilleri gölgede bırakıyor, bazılarının üzerine büyüteç tutuyorlar. Böylece daha çok düşman olunması gerekenle, daha az düşman olunması gereken arasına bir mertebe farkı koyuyorlar. Bu kastı güdüyorlar, çünkü Türkiye topraklarında yaşayan herkesin aynı millete mensup olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bu milletin emperyalizmin hazır lokması haline gelme imkânı ortadan kalkacak.
İSMET ÖZEL
'...Kimseye ağzının payının verilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Uzun yıllar boyunca, en azından son kırk yıldır 'yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor' düşüncesi zihnimizi meşgul etti. Bir gün ev sahibinin hırsızı ağzının payını vereceğini ümid ediyorduk. Sosyal değişimin hakkaniyet konusunda bir duyarlık geliştireceği bize mantıklı görünüyordu. Diliyor ve özlüyorduk ki Türk toplumunun meşruiyet alanı inkâr edilemeyecek derecede açıklıkla benimsenebilecek. Fakat böyle olmadı. Son birkaç yılda Türkiye'yi evi sayanların kimler olduğu ve bu evin ahalisinin kimlerden teşekkül ettiği soruları eskisinden daha muğlak hale geldi. Kimse kimseye ağzının payını veremedi.'
İSMET ÖZEL
Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Heybemizi emektar makinelere yükleriz
Fikirlerimizi tifil vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttügünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız
SEZAİ KARAKOÇ (Şahdamar)
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk
Günahlarım kadar ömrüm vardır
Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum
Saçlarımı acının elınde unutuyorum
Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk
SEZAİ KARAKOÇ (Kara Yılan)
...
Bilirim bilirim incilden yola çıktınız
Ama yolu çabuk şaşırdınız
İncilden kendinize bir şeyler katacağınıza
Kendinizden incile çok şeyler kattınız
Sevdiniz öyle sevdiniz ki sevdiğinizi tutup mermere işlediniz
Ama sonra tutup mermere taptınız
Mermeri kadeh kadeh
Bir alacakaranlik gibi içtiniz
Sonra kustunuz mermeri
Çağlarca kustunuz mermeri
...
Dün akşam üzeri güneşi siz batırdınız
Başkası değil doktor güneşi siz batırdınız
Ama inandim ki doktorsunuz değilsiniz süryani
Doktorsunuz doktordan başka birşey değilsiniz yani
SEZAİ KARAKOÇ (Doktorun Karşısında)
Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz
SEZAİ KARAKOÇ (Hızırla Kırk Saat)
HAYATI
Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Babası Yasin Efendinin koyduğu isim Muhammed Sezai’dir. Nüfus kayıtlarına geçerken bir karışıklık sonucu ağabeyinin ismi olan Ahmet Sezai’nin başına eklenmiştir. Resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai Karakoç’tur. Dedeleri Ergani ve yöresinde bir hayli tanınmış etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi Plevne savaşına katılmış, Gazi Osman Paşanın takdirini kazanmıştır.Ailenin Lakabı Leventoğullarıdır.
Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç 6 yaşında ilk mektebe başlar ve 1944te Ergani’de bitirir. Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt olur.1947 de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950’de mezun olur.Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gider. Babasının isteği İlahiyat fakültesiydi.Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.Şayet sınavı kazanmazsa felsefe tahsili yapacaktır.
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar.Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atanır. Bu vazifenin bir istikbal sağlayamayacağı düşüncesiyle Maliye müfettişliği sınavına girer, Kazanır ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başlar.1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolörüdür.Bir ara Ankara çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilirse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döner. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezer ve bir çok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur.1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini ifa ettikten sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam eder.1965’ten 1973’e kadar bir çok kez istifa eder.1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz.
Kurucusu bulunduğu DİRİLİŞ YAYINLARI ve DİRİLİŞ DERGİSİ ile İstanbul’da hizmete devam eder.1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” Amblemiyle Diriliş Partisi (DİRİ-P) ni kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür.Ancak 19 Mart 1997’de 2 genel seçime girmedi diye parti kapatılır.
ŞİİR: Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu, Körfez/Şahdamar/Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alın Yazısı Saati, Monna Rosa