...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KAMPANYASI
...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 117)
TÜRKİYE İSLAM'LA TANIŞTI MI?
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 116)
'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
BİZİ BİR GÜZEL BENZETECEKLER
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
İSMET ÖZEL
DEMOKRASİNİN OMUZLARI VAR MI?
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
İSMET ÖZEL
SAVAŞA HAYIR DİYENLER AŞKA EVET Mİ DİYECEK?
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 115)
'Diriliş ki asadır / Yılanları yutandır / Firavun saltanatı / Yılandır dirilişe'...
'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 114)
'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
İSMET ÖZEL
'Kafire Cephe Almayana Türk Denemez, Türkleşmeden Küfre Direnç Kazanılmaz' ___İSMET ÖZEL ___