Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ismet özel16.05.2003 - 19:51

    Menteş: 28 Şubat 1997’nin takvimlerdeki tarihlerden bir tarih olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki 28 Şubat’ın İslami siyaset açısından bir dönüm noktası olduğu savunuluyor.

    Ben de diyorum ki olmayan şeyin neyinden bahsediyorsunuz? O zaman alan almış satan satmış. Çoktan bitmiş bir pazarlık. Mesela eğer bana 28 Şubat’ın birtakım insanları iktidardan uzaklaştırdığını söylüyorsanız, bunu İslami tavır bakımından hayırlı bir şey olarak anmamız lâzım. “Aman ne iyi olmuş, bak bunların yetkileri ellerinden alınmış, etkileri azaltılmış.” Nitekim bugün dünya basınında hâlâ İslamcı olarak anılan insanların Türkiye’de İslami gelişmelere katkıları olduğunu düşünüyor musunuz? Dünyada bugün AKP’yi İslamcı görüyorlar, tıpkı bir zamanlar Malezyalıların Kenan Evren’i İslamcı sandıkları gibi. Şaka yapmıyorum, Kenan Evren iktidarda iken bazı İslam ülkelerinde “Ah nerede bizde böyle bir adam” denildiğini biliyorum. Onun için şu anda dünyada AKP’nin İslamcı sayılması beni hiç şaşırtmıyor.

    Halime: AK Partisi’nin İslamcı bir parti olarak görülmesi “İslam’ı biz böyle görmek istiyoruz”la doğrudan alakalı mı?

    Tabii tabii.

    Menteş: Söylediklerinizden, öteden beri olup bitenlerin bir şey olduğu..

    Tezgah

    Menteş: Tezgah, bir manipülasyonlar silsilesi..

    Komplocu bir görüş.

    Menteş: Abdullah Gül, Irak’a saldıran “koalisyonunun içinde biz de varız” diyebiliyor ve AKP sarsılmıyor. Seçmenin hiç mi aklı yok?

    Dünyanın her yerinde kalabalıklar kullanılır. Kalabalıkların tercihleri yoktur. Onlar sadece boyun eğerler. Biz, “Ben bu işten anlıyorum, bu işin yürütücülerinden biriyim” diyenler hakkında konuşalım. Onlar ne durumdaysa herkes de o durumda. O açıdan ben Türkiye’de “Müslüman’ım” diyen insanların “Türk’üm” diyecekleri bir gelişmeyi üretmeye ve bu gelişmenin bir sonuç vermesine önem veriyorum. Yoksa “Mekanizma böyle kurulmuş, benim yapacağım şey bundan azami istifadeyi sağlamaktır” diyen insanların sağcı solcu, İslamcı, Türkçü olmaları hiç önemli değil. Sizin de görüyorsunuz.. Ben aslında buna şaşıyorum. Herşey aslında gözümüzün önünde oluyor. Ecevit’in başbakan olduğu bir hükümet nasıl bir şeydi? Mantıklı bir şey miydi? Bunu aklınız alıyor mu? Ecevit’in partisiyle MHP’nin birer marjinal parti iken bir seçimde Türkiye’nin 1. ve 2. partileri oluvermeleri; bir sonraki seçimde fiyyuuhuyt! sıfıra irca edilmeleri... Bir seçim dönemi Meclis’e giremeyen CHP’nin, ertesi seçimde Türkiye’nin 2. büyük partisi olması, hattâ “Acaba o mu iktidara gelecek? ” denecek kadar büyüyüvermesi... Bunlar size böyle “N’apalım işte böyle oluyor” mu dedirtiyor? Rica ederim yani.

    Selahattin: Öcalan’ın yakalanması, bir satranç hamlesi gibi duruyor..

    Yakalanmış, birilerine oy getirmiş. Bu da akıl almaz. Böyle sözler söylediğim zaman “Sen komplocu düşünüyorsun” diyorlar bana. Ben de diyorum ki “Komploculuk aleyhinde konuşan herkes komplonun bir parçasıdır”. [Gülüyor].

  • ismet özel16.05.2003 - 19:49

    Menteş: Irak’ın işgali dolayısıyla savaşa karşı olanların da, savaşa taraftar olanların da aynı safta olduğunu söylediniz ve bir yarma harekatından söz ettiniz. Bu yarma harekatının muhtevası nedir?

    İnsanlar neden bazı şeyleri olduğu gibi görmekten kaçıyorlar? Acaba koruyorlar mı? Bilmiyorum. Mesela Türkiye’de gerçekten A’dan Z’ye politik hayatta otantik hiçbir şey olmadığını, her şeyin tamamen ayarlanarak yürüdüğünü insanlar görmek istemiyorlar. Çünkü o zaman kendilerine “Ha, demek ki sen şu şu şu işlerin adamısın” demek gerekecek. Sen eğer şu noktalarda patronuna garanti vermesen seni işe alır mıydı? Seni niye işe aldılar? Çünkü sen en azından çalıştığın makinayı bozmayacağın garantisini verdin. Dünyanın neresinde olursa olsun, fabrikalarda işçiler çıkarken kontrol edilirler, çünkü bir şey çalmış olmaları ihtimali çok yüksektir, bilhassa da ürettikleri şeyi, neyse. Hitler Almanya’sında, kendisine, çalıştığı fabrikada çocuk arabası üretildiği söylenen bir adamın çocuğu doğacakmış. Her seksiyondan bir parça çalıyor, eve gidiyor, parçaları monte ediyor ve makinalı tüfek oluyor. [Gülüşmeler]

    Selahattin: Ben bomba olacak diye düşündüm ama..

    Herkes hırsızlık yapabilir. Yani patrona verilmesi gereken garanti, hırsızlık yapmayacağın garantisi değil. Patrona, makinayı, iş yaparken bozmayacağın garantisi verirsen seni işe alır. Gelelim şimdi savaşa evet-hayıra. Savaşa evet diyenler de hayır diyenler de patronun fabrikasının çalışmasını engellemeyenler. Ama bunlar fabrikadan mal çalabilirler. Patron bununla ilgilenmiyor. Haydi diyelim ki evet diyenler patronun sevdiği adamlar, hayır diyenler de ilk fırsatta fabrikadan bir şeyler kaçırmaya çalışan insanlar. Ama bunların hepsi fabrikada birlikte çalışan insanlar. Patron da netice itibariyle çıkışta çok iyi bir barikat ya da sistem kurduğu için kimse bir şey çalamadı. Niyetlenen çok oldu fakat parça yürütenler de baktılar ki orada bir makine var, ölçüyor; geri gittiler aldıklarını bıraktılar ondan sonra çıktılar. [Gülüyor]


    Menteş: Peki ya yarma harekatı?

    Yarma harekatının yapılabilmesi için işte bu sistemin dışında kaldığını bir şekilde birbirine anlatabilmesi lâzım insanların. Mutlaka hakim güçlere değil, birbirlerine. Dünyada bu işler, en çok ‘karışmayan’ insanların korku verdiği işlerdir. Büyük İskender’in bir türlü zapturapt altına alamadığı bir kavim varmış. Sonra anlaşılmış ki bu kavim denizden doyuyor, balık avcılığı ile geçiniyor. İskender, bunlara bütün diğer milletlerin yediği şeyleri alıştırmış önce. Ondan sonra bir daha o bölgeden isyan misyan gelmemiş. Çünkü hayat öyle dönüyor artık. Yarma hareketi, doğrudan doğruya bir topluluğun düzene uysa bile bu düzenin uyulacak düzen olmadığını anlamasıyla başlayan bir harekettir. Yani Gerçek hayat dergisi “İleride işler düzelir de voliyi biz vururuz” diyen insanların çıkardığı dergi değil de, “Biz kendi varlığımızı kabul ettirmek istiyoruz” diyen insanların dergisi olursa, yarma hareketi başlamış olur. Bu, Gerçek Hayat’la kayıtlı değil tabii. Yani kim ki “Biz mevcudiyetimiz konusunda bir tanınmaya talibiz” demiştir, o, yarma hareketini başlatmış olur. Türkiye’deki İslamcı hareketi bir tezgah olarak görüşüm, yarma hareketiyle doğrudan bağlantılı. Çünkü İslami bir tavır sadece netlikle güçlenebilecek bir tavırdır. Bu netlik de adının konulması ve konulan adın başka bir şeyle örtülmemesi sayesinde olur. İslami bir tavır, Resulullah’ın sünnetinden bağımsız olarak yürütülemez. Yürütülüyorsa o İslami bir tavır değildir. Bugün Türkiye’de eğer İslamilik adına başarısızlığa uğrandıysa, baştan kötü başlandığı ya da düpedüz İslamiliğin tercih edilmemesi yüzündendir. Bir, Müslümanlar kendilerinin ayrı bir unsur olarak tanınması gerektiğinde ısrar ederler. Yani “Kimsin? ” Müslüman’ım.” “Ne yani, Türkiye’de şeriat düzeni mi kurmak istiyorsun? ” “Ben öyle bir şey demedim. Ben Müslüman olduğumu söyledim, Müslüman olmak neyi gerektiriyorsa ben onu, yani Müslüman olmamın içini doldurmak istiyorum. Sen Müslüman olmama yasak mı koymak istiyorsun? ” O diyecek ki “Hayır, yasak koymak istemiyorum” “O zaman ben Müslüman’ım ve Müslümanlığı koruyorum, öneriyorum, istiyorum” Bu bir. Bunun karşısında hiçkimse bir şey yapamaz. “Ben onun gibi Müslüman değilim” demene lüzum yok. “Ha sen Müslüman mısın? Müslüman bunu mu yapar? ” diye sorduğunda, o düşünsün. Müslümanlık birinci derecede bir netlik, üzerinde tartışmaya gerek olmayan bir sarahat ister. “Müslüman’ım ama Müslüman gibi yaşamıyorum” bir, “Yaşayamıyorum” iki, “Yaşatmıyorlar” üç.. o ayrı. “Ama ben Müslüman’ım. Benim tercihlerim bu yöndedir. İslamiyet’in dışında ya da üstünde bir değerler ıskalası tanımıyorum.”

    Halime: “Ben Müslüman’ım, sizin de benim gibi Müslüman olmanızı istiyorum” diyecek bir Müslüman’dan bahsediyordunuz..

    O, tebliğ konusunda söylediğimdir. “Kardeşim Müslümanlık şöyle bir şeydir” diye anlatacağına, [eliyle kendini işaret ediyor] “Müslümanlık bak böyle bir şeydir” diyebilmelisin; o zaman tebliğ olur. Öbürü propagandadır, tebliğ değil. Yarma harekatında birinci husus netliktir dedik. Sarahat, açıklık. “Bu düşüncelerin ifadesi yasaktır, o zaman ifade etmiyorum” Yani “ifade edebileceğim şeyleri ifade etmem gereken şeyler yerine koymuyorum” Anlatabiliyor muyum. “Bunu söyleyemiyorum, onun için başka bir şey söylüyorum” O zaman başka bir şey söylüyorsun zaten? ! Yani asıl söylemen gereken şeyi söylemiyorsun. Söyleyebildiğin şey, söylemen gereken şey değil. O zaman bu netlik değil, bulaşıcı bir kafa karışıklığı. Rasulullah müşriklerle yaptığı her anlaşmada “Müslümanlar ayrı bir millettir” kaydı düşerdi. O yüzden “Tarihten mi geliyor, ana-babamızdan mı geliyor, bizim kafamıza saksı düştü de ondan mı oldu neyse bir Müslümanlık var, biz oyuz” diyoruz, yani bu netlik bu. İkinci husus, gene Rasulullah’ın Sünnetine uygun olarak, bu netliği başka bir kazanç karşılığında harcamamak, feda etmemek. Ne demek bu? Bildiğiniz gibi, Mekke müşrikleri Allah Rasulüne dediler ki “Para istiyorsan, aramızdan toplayıp verelim, kadın istiyorsan en güzellerini seçip verelim, eğer reislik istiyorsan bundan sonra senin sözünden çıkmayalım. Yeter ki sen ‘Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Rasulullah’ demekten vazgeç.” O da ne dedi? “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler, bu davadan vazgeçmem.”

    Halime: Reislik meseli manidar hakikaten.

    Evet, ben de zaten bilhassa İslami siyaset bahsinde bunu diyorum. Ama eğer Sünnet bu olmasaydı, bugün bütün herkesi çok isabetli görecektik. Diyecektik ki “Bak gördün mü, bunlar ilerde İslami gelişmelere imkan vermek için bir şeyleri ketmediyorlar, birşeyleri saklıyorlar, birşeylerden vazgeçiyorlar.” Resulullah şöyle düşünebilirdi değil mi: “Madem bunlar benim sözümden çıkmayacaklar, madem reisleri ben olacağım, param da olacak, yavaş yavaş bunları yola getiririm.”

    Numan İlhan: “Savaşmama, eziyet çekmeme, canımı tehlikeye atmama hiç gerek yok” diyebilirdi.

    Diyebilirdi ama demedi. George W. Bush’un kafası almayabilir ama Türkiye’yi yönetenlere de, dünyayı yönetenlere de Müslüman olduğumuzu ve bunun karşılığında hiçbir şey kabul etmediğimizi belli edebilirsek bu yarma harekatıdır. Yani kâfirler için “Burada kendilerinden aleyhimize her şeyin doğabileceği insanlar var” demektir bu. Kâfir “Bu adam hâlâ Müslüman” diye tedirgin olacak ve dolayısıyla sen yarmış olacaksın, çünkü onun güvendiği şey o.

    Menteş: Nedir?

    Savaşa hayır demek, savaşa evet demek neyse. Yani sesine cevap verilmesi, tezgahının geçerli sayılması. Mesela bugün dünyada gerine gerine herkes söylüyor: “Kardeşim var mı Amerika’dan daha güçlü ülke? Var mı? Yok.” diyorlar.
    Selahattin: Şimdi de ikinci süper gücün dünya kamuoyu olduğu söyleniyor.

    Salakça bir şey. Bu da bir tezgah.

    Selahattin: Zaten bir salak ediyor bu lafı..

    Neden? Çünkü o süper güçten yararlanması için bunu söylemesi lâzım. Oysa dünya hiçbir zaman çok kutuplu olmadı. Biz niye dünya sisteminden bahsediyoruz? Dünya sistemi, İtalyan site devletleriyle kuruldu, ikinci merkezi Hollanda’ydı, üçüncü merkezi Londra’ydı, son merkezi Wall Street.

    Selahattin: İspanya yok mu arada?

    İspanya yok. Bak Fransa yok, düşünsene. Sistem derken, kapitalizmin iskeletinden bahsediyoruz.

    Selahattin: Sovyetler Birliği’ni siz dünya sisteminin bir cihazı olarak mı görüyorsunuz?

    Hem de çok yararlı bir cihazı.

  • ismet özel16.05.2003 - 19:47

    Menteş: Okurlardan birisi sizin neden Hetorodoks bir tavrı değil de Sünni tavrı benimsediğinizi soruyor.

    Bu daha çok benim üzerinde yaşadığımız toprakların ruhuyla ilgili olarak söylediğim bir şeydir. Biz Allah’ın takdiri olarak Ortodoks ve Sünni bir tercih yapmış topluluğa mensubuz. Yani Hıristiyanlık Katolik ve Ortodoks olarak bölündüğü zaman Ortodoks olan İstanbul, Roma Katolik; bu topraklar dâr’ül İslam olduğu zaman Safeviler Türk ama Şii, Yıldırım Bayazıt’la daha netleşen bir Sünni oluşum burada oluyor. Bu bence bir tesadüf değil. Şöyle diyelim: Kâfirle hesaplaşmak önce itikadi bir sağlamlık gerektiriyor. Ortodoksluğun, kelime anlamı ‘doğru kanı’, ‘Orto Doksa’. Ve bakıyorsunuz, Hıristiyan alemde -Hıristiyanlığın Müslümanlıkla bence uyuşan bir tarafı yok, o ayrı, ben o İbrahimî dinler meselesinin de yerli yerine oturtulması gerektiği kanaatindeyim, fakat- Ortodokslar Katoliklere göre Hıristiyanlığın esaslarına sadık kalmayı önemsiyorlar, bunu tercih ettikleri için öbürlerinden ayrılıyorlar. Öbür tarafta papanın gücü İncil’in gücünü aşıyor. Ortodokslar da diyorlar ki “Böyle olmaz, bu işin bir doğrusu var.” Onların da patriği var ama gene de “Dinin esaslarını yok sayarak yaşayamayız” fikrindeler. Katolikler ise “Bizim papamız olduğu için bizim dinimizi evrim geçirebilir, donmaz.” diye övünüyorlar.

    Menteş: Papaya vahiy geliyor çünkü.

    Evet. Heterodoksluk ise yani akıl almaz bir şey. Nihayet bir çeşit yetersizlik. Çünkü, henüz ulaşamamış, henüz doğrusunu yakalayamamış.. Ama Türkiye’de İslam dünyasında Sünni-Şii ayrımını hesaba katarak düşünürsek, Şia’nın Hadis olarak Ehl-i Beyt’ten gelmeyen Hadisleri kabul etmeyişi meselesi de benim zihnimde bir sorudur. Velayet-i fukaha zaten büsbütün bir soru. Sünnilik’te ne velayet-i fukaha, ne de Hadislerin çok daraltılması var.

  • ismet özel16.05.2003 - 19:46

    Menteş: Bir de dinler arası diyalog meselesi var..

    Dinler arası diyalog denilen şey, sonunda bu göz önüne alınan dinlerden birinin işine yaramayacaksa ne işe yarayacak? Soru bu. Dinler arasında diyelim ki diyalog kurduk. Bu, sonunda bu dinlerden bir tanesinin diğer dinleri halletmesi manasına gelmeyecekse ne manaya gelecek? Niçin biz dinler arasında diyalog kuralım? Ayrı ayrı dinler olduğunun gerekçesini mi ortadan kaldıracağız? Yani ayrı ayrı dinler olarak niçin Budizm var, niçin Brahmanizm var, niçin İslamiyet var, niçin Yahudilik var?

  • ismet özel16.05.2003 - 19:45

    Selahattin: Dinler arası diyalogdan..

    Dinler arası diyalog, “Allah katında din İslam’dır” Ayet-i Kerîmesini yalanlamak için kurulmuş bir tezgahtır. Allah katında din İslam’dır. Bunu kabul etmeyen, insan değildir. Montgomery Watt bile diyor ki “Eğer İslam kelimesi Allah’a teslimiyeti ifade ediyorsa, tabii ki ben de Müslüman’ım” Montgomery Watt Müslüman falan değil, uyanık bir şarkiyatçı ama bu böyledir. Şimdi siz bana dinler arası diyalog derken, İslam’ın şubelerinden mi bahsediyorsunuz? Bir İslamiyet, Allah’a teslimiyet, silm var, ve bu arkadaşların bazıları başka türlü yaklaşıyorlar meseleye ya da uygulamada bazı farklar var. Bu mudur? Bu değilse eğer o zaman triniteyi kabul eden yani “Allah, İsa, Ruh’ül Kudüs” diyen Hıristiyan ne oluyor? Biz mesela Hıristiyanlar ve Yahudilere ehl-i kitap diyoruz; İsa’nın şeriatına ya da Musa’nın şeriatına sadakat gösterenlere ehl-i kitap diyoruz. Bu, şimdi yaşayan rahiplerin ve hahamların din adamı olduklarını göstermez. Evet “Leküm dîniküm ve liyedîn” manasında dinleri var. Ama bunlar İslam’ın bir parçası mı? Yani her Hıristiyan rahibine, her Yahudi hahamına “Bizden ama biraz farklı” diyor muyuz Müslümanlar olarak? Demiyoruz.

    Menteş: Ve bu bir tolerans..

    Onlara tolerans göstermemiz, yanlışlıklarını yüzlerine vurmamız demektir. Yani şöyle “Sen kiliseye gidip öyle ibadet mi etmek istiyorsun? Et be aman ne var et: ” ya da “Sen havraya gidip ibadet mi edeceksin Et, n’apalım yani et, bunun bir önemi, bir değeri yok ki, yap yani.” Hoşgörü budur. Onun için Hıristiyanlar ne Yahudilere, ne de Müslümanlara hoşgörü göstermemişlerdir. Yani onlara “Siz de böyle yapıyorsanız yapıverin be n’olacak, nasıl olsa saçmasapan bir şey yapıyorsunuz” diyemedikleri için Hıristiyanlar, onlara hiçbir şey yaptırmıyorlar. Biliyorsunuz, Katolik kilisesi din olarak Yahudiliği kabul etmiyor. E, nasıl diyalog kurulacak şimdi? Ama tarihte rahiplerle hahamlar arasında dinî tartışmalar olmuş.

    Menteş: Teknoloji hakkındaki görüşlerinizin değişip değişmediği soruluyor.

    Değişmedi, pekişti. Yani teknolojinin varlıkla akıl arasındaki bağı kopardığına 1978 yılında da inanıyordum, şimdi de inanıyorum.

  • ismet özel16.05.2003 - 19:44

    Menteş: Gençler ve yaşlılar söz konusu olunca sizin yaşlıları tuttuğunuz düşüncesinde bir okurumuz.

    Orada yanılıyor. Ben tabii yaşlanıyorum, o ayrı bir şey yani kendi tarafını tutmak diye bir şey yok. Ben, Sokrates’ten bu hususta farklı düşünüyorum. Sokrates’e soruyorlar “Niçin gençlerle uğraşıyorsun? ” O da cevap veriyor, “At terbiyecilerini görmüyor musun, kart beygirlerle değil, taylarla uğraşıyorlar.” Ben böyle düşünmüyorum. Bana göre bir toplumda kendisine doğruyu ulaştırmakla yükümlü olduğumuz insanlar arasında fark gözetmeyelim. Ama mutlaka birisine eğitim vereceksek, vakti azalmış olana eğitim verelim. Yaşlıya ver o bilgiyi ki yararlansın. Yaşlıya verdiğin her eğitim, neye değdiği bilinerek alınacak demektir. Belki adam direnecek. Halbuki gence eğitim verdiğin zaman onun toyluğundan yararlanıyorsun. Halbuki yaşlıya bir eğitim versen o diyecek ki “Ha, bunu bilsem iyi olur.” ya da “Bunu bilmek beni ferahlatır, beni itminan sahibi kılar.” Halbuki genç, öğrendiği şeylerle başka bir şekilde ilişki kuruyor. Bir laf vardır “Her şeyi bilecek kadar genç değilim.” Yaşlı bir insan bir şeyler öğrendiği zaman, onu dünyasında oturtacağı yeri bilir. Halbuki genç için aynı şeyi söylemek mümkün değil..

  • ismet özel16.05.2003 - 19:43

    Menteş: Bir okurumuz, sizin genellemelere başvurduğunuzu belirtiyor. Mesela, diyor, şimdiye kadar hiçbir okuyucu/muhatap bulamadığınızı yazmıştınız. Sadun Aren’den başka, karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen biriyle karşılaşmadığınızı kaydetmiştiniz.

    Verdiğin örnekler bana “İyi ki öyle söylemişim” dedirtiyor. Çünkü hakikaten ben Sadun Aren’den başka karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen bir insanla karşılaşmadım.60 yaşıma bir yıl var ve hâlâ bir okuyucu bir muhatap bulamadığımı, şarkıda olduğu gibi “İçim sızlanarak” düşünüyorum. Bir tek okuyucum olmadı benim. Yazdıklarımı çok seven, çok beğenen, çok doğru bulan, çok benimseyen insanlar olmuş olabilir. Fakat..

    Zelan: Sizinle aynı yolu yürümedi.

    Evet yani bana yoldaş olmayı seçen birisiyle karşılaşmadım. Diyeceksin ki okurla yazar arasında yoldaşlık ilişkisi kurulur mu? Birisi yazıyor, birisi okuyor. Ama hayır. Herhalde bu anlaşılır bir şeydir.

    Menteş: Fakat okurlardan biri soru sormuyor ve “Zırva sorulara üzülmeyin, biz de varız” diyor.

    Ben bu arkadaşlara haksızlık etmiyorum. Çünkü yıllar öncesinden yazdım, ben zaten onlarla bir alışverişi gözetiyorum, yani kafamda eğer onlar olmasa bir cümle yazamam. O ayrı bir şey ama bir de hakikaten insanın bir şekilde alter-egosu olan bir okuyucusu olması imkansız mıdır? Dost neymiş? “Karşısında yüksek sesle düşünebildiğin kimseymiş”. Ben okuyucularımla o kadar açık konuşamıyorum. Yani bir tane bile çıkmadı. Hâlâ onların anlayış düzeyini kollamaya çalışıyorum. Hemen diyorum ki “Bakın burası böyle ama sakın böyle anlamayın” mesela, değil mi? İzah etmiyor muyum? Çünkü hâlâ o mesafe var. Olmaması mümkün değil. Ama diğer türlü olsaydı zaten İsmet Özel’e sorular olmazdı. Tahrir Vazifeleri’nde yazdım, Goethe diyor ki “1 milyon okuyucunuz olmayacağını düşünüyorsanız, yazmayın.” “En az 1 milyon okuyucum olur diyeceğiniz şeyleri yazın” diyordu.

    Menteş: 1 milyon muydu,30 bin mi?

    Öyle mi? Belki de 30 bindir.30 bin olsun. Bin olsun istersen. Ben de cevap veriyorum Goethe’ye, diyorum ki “Hayır, beni bir kişi olsun anlar diye kafanızdan geçiriyorsanız, yazın, hem de ciltlerce yazın.” Ben böyle düşünüyorum ve doğrusu öyle yapıyorum. Aksi takdirde düzyazı macerası benim için çok kötü bir macera olurdu. Mahrem Macera olmasa bile böyle bir şey yani, hâlâ içinden bir şeyler çıkacağını beklediğimiz. Okuyucu bilmiyor ki ben onunla en uygun dil aracılığıyla anlaşabilmek için ciddi bir çaba gösteriyorum. Hem okuma bakımından, hem de zihnimi tertip etme bakımından. Yani ben bir bağı önemsiyorum. Ölünceye kadar da herhalde birisi çıkacak diye bekleyeceğim.

  • ismet özel16.05.2003 - 19:38

    Menteş: Deniyor ki, İsmet Özel başörtülülerden ve genel olarak kadınlardan müşteki görünüyor...

    Evet, başörtülü kadınlardan ve genel olarak kadınlardan bazı şikayetlerim var.

    Halime: Erkeklerden daha mı fazla?

    Kesinlikle evet. Çünkü kadınlardan, erkeklerden beklediğimden daha fazla şey bekliyorum. Ben kendim yıllardan beri bir Müslüman ailede kadının kocasına “Eve getirdiğin para az olsun ama helal olsun” diye bir baskı yaptığına şahit olmadım. Dolayısıyla burada birinden şikayet edilecekse o parayı kazanamayan adamdan mı, yoksa “Neden daha çok getirmedin? ” diyen kadından mı şikayet edelim? Bu bir. İkincisi, Müslümanca bir hayatı inşa etme işini kadınlar yapabilir. Neden, Nasıl? Kocası ve çocuklarıyla ilişkide santral olan odur. Dolayısıyla çocukların ve mesela başı örtülü kızının nasıl bir izlenim uyandıracağını o sağlıyor. Babası, kabaca başı örtülü olmasından memnuniyet duymak gibi bir yerde kalıyor. Başı örtülü kadınların Türkiye’de, başını örtmeyen kadınların takipçisi olmaksızın bir başarıyı niçin elde edemediklerini soruyorum. Ve bu yüzden de şikayetlerim çok. Zaten başörtülü şarkıcı markıcı da çıktı. Bir süre sonra “Başörtülü dansöz niçin kabul edilmiyor? ” diye rahatsız olacaklar. Yani böyle bir tavır, böyle bir yetersizlik, böyle bir acınacak durum var. Şu başörtü yasağından sonra kadınlar ne yaptılar? Birtakım başı örtülü kadınlar görüyorum ama tesettürlü değilmiş gibiler. Başlarının sıkı sıkı örtüyorlar, özellikle çok modern, çok alafranga izlenimli kıyafetleri seçiyorlar, parası olanlar tabii. Başlarını örttüklerinden sanki pişmanlar, “Ne yapalım biz de böyleyiz” tavrındalar. Ama asıl şikayetim ev düzeni de dahil olmak üzere Müslüman kadınların İslami bir hayat ritmi sağlamayı kolaylaştırıp kolaylaştırmadıklarıyla alakalıdır. Geldim 60 yaşıma, böyle bir kolaylığın doğurduğu ferahlığın izine rastlamadım ben. Böyle devam etmesi beni çok rahatsız ediyor. Tabii ne yapalım, elimizde olmayan sebeplerle, bu şartlarda yaşayıp gittik. Bu dünyada da böyle. Henüz İran devrimi olmadan, kara çarşaflı kadınların vitrinde olduğu bir biçimde hareketin ortaya çıkmasından şikayet eden yazılar yazmıştım. Kadınlar İslam uğruna savaşmaz değil, ama erkekler kalmadığı zaman savaşırlar. Böyle bir tuhaflık olmaması lazım. Kadınlar tabii ki birçok şey yapacaklar ama sokağa çıkıp bağırmak kadınların işi birinci derecede değil. Bunu erkekler yapamadıkları zaman kadınlar yaparlar. Nitekim asr-ı saadette böyle bir olay var. Bir kâfir Müslümanlara hakaret ettiği sırada, sanırım Şair Hasan bin Sabit’e, kadınlardan birisi diyor ki “Şu herifi öldürsene, Müslümanlara dil uzatıyor.” Bizim şair de “Vallahi ben o işlerin adamı değilim” diyor. Bunun üzerine kadın müşrik adamı atından yahut devesinden indirip öldürüyor. Erkekler yapamazsa yapsın tamam ama ilk işleri bu değil. İlk işleri olan şeyi de yapmıyorlar. Bir ‘takdim-tehir’ var burada. Biz, Müslüman kadınlardan İslami bir hayatın yapıcısı, kurucusu olmalarını bekliyoruz. Onlar bunu yapmazlarsa Müslüman bir iç işleyiş aile içinde nasıl olacak? Sosyal hayatta da böyle. Kermes mermes gibi tuhaf tuhaf şeylerle uğraşıyorlar. Çok canımı sıkılıyor, bütün bunları yetersizlik ve özenti olarak görüyorum.

  • ismet özel10.03.2003 - 12:14

    AMERİKAN MALI TÜRKİYE AHALİSİ

    Yerküre üzerinde Türkiye adını almış bir ülke bulunacaksa bu ülkenin varlığı ancak bir merkezi temsil ediyor oluşuyla açıklanabilecektir. Türkiye ne olmuş da Türkiye olmuş? Omurgası Müslümanlık olmadığı takdirde Türkiye neyine sahip çıkabilir? Türkiye ahalisi Amerikan malı kalmakta ısrar edip Türkleşmeye bigâne kalmakta devam ederse Türkiye daha kaç yıl yaşar?

    İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 124)

  • ismet özel10.03.2003 - 12:12

    KES SESİNİ! EN İYİSİNİ BÜYÜKLERİMİZ BİLİR!

    Görüyoruz ki modernliğe heveslenenlerden hep paslanmış bir zihnin belirtileri yansımaktadır. En iyisini büyüklerimiz bilir diyen onlardır. Onları hafife almak yerine onları bir merak konusu haline getirelim: Türkiye’deki iktidar imkânlarını kullanmakta olan zevata, bu zevatın memleket menfaati aleyhine karar almayacağı hususunda duyulan güvenin (varsa) kaynağı nedir?

    İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 123)