Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ismet özel01.12.2003 - 14:48

    İsmet Özel'in İslami kesimden ayrılmış olması, onun İslam'dan ayrılmış olduğunu göstermez. İsmet özel İslami kesimden (islamcılar) ayrılmasına sebep olarak onların fazlasıyla çıkarcı olmalarını gösteriyor. Bu tartışılabilir. Fakat İsmet Özel halâ Müslüman Dünya Görüşüne bağlı bir kimsedir. Bazılarının kendi kendilerine gelin-güvey olup söyledikleri gibi solculara falan da dönmemiştir. Zaten bütün bunları kendisi Zaman'da Nuriye Akman ile yapılmış söyleşide açıkça belirtiyor.

  • ismet özel01.10.2003 - 15:18

    Üstadımız Bediüzzaman'dan, vicdanımız İsmet Özel'e bir 'Aşk Ateşi' 'masal'ı (2)

    Üstad Bediüzzaman'ı, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi İslâmî düşünce 'geleneği'nin diğer düşünürlerden ayıran, farklı kılan en temel özelliği nedir? Rönesans ve Reformasyon'dan sonra, önce Batı Avrupa toplumlarına, sonra da bütün kürre-i arza sirâyet eden dünyanın en temel, yakıcı ve yıkıcı sorunlarının kökeninde paganizmin, dolayısıyla paganizmden neşet eden sekülarizmin yattığını gören bir mütefekkir ve âlim olması; o yüzden bütün düşüncesini, imân meselesi etrafında odaklayarak kurmasıdır.

    Başka bir deyişle, Bediüzzaman'ın çağının ruhunu çok iyi kavramış olması ve pagan Batılıların doymak bilmez iştihalarının ve sınır tanımaz azmanlıklarının ürünü olan sömürünün, haksızlıkların, hukuksuzlukların, insana, tabiâta ve Yaratıcı'ya karşı işlenen cinayetlerin üstesinden kalıcı şekillerde nasıl gelinebileceğinin sırlarının İslâm'ın imân, vicdan ve hakîkat tasavvurunda gizli olduğunu görmüş olması ve bütün mesâisini, gece gündüz demeden, tüm zorluklara göğüs gererek imân hakîkatlerini tasvir, tarif, tahlil ve teklif etmeye teksif etmesidir.

    İliklerimize kadar sirayet eden özgüvensizlik sorunu ve yenilgi psikolojisi, Müslüman toplumların bütün kesimlerini ve bireylerini oraya buraya savuran şüphe bataklığına garketmiştir. Bu şüphe illetinden İslâm'la ilişkileri en muhkem olan kesimler de nasiplerini almıştır. Bediüzzaman'ın iman hakîkatleri üzerinde yoğunlaşmasının nedenleri burada gizli işte. Bu şüphe meselesi konusunda Sezai Karakoç'un ve Nurettin Topçu'nun da çarpıcı ve sarsıcı tespitleri var. Bu meseleyi ilerde bahis mevzuu edeceğim.

    İsmet Özel'in hakîkatle kurduğu ilişkinin muhkemliğine şahit olan biri olduğum için, İsmet Özel'in tavırları, üslûbu âilemle, çocuklarımla ilişkilerimi etkileyecek kadar derinden üzdü beni: Onların hakları geçti bana.

    Usûl meselesiyle asıl meselesinin birbirinden ayrılamayacağının bilincindeyim; bunu daha önce de yazmıştım. Ancak İsmet Özel ne kadar tedirgin edici bir üslup kullanırsa kullansın ben 'konuşan'a değil', Konuşturan'a ve konuşulan'a, yani zarfa değil, mazrufa bakmalıyım diye düşündüm hep.

    Ben, İsmet Özel'den çokça istifade ettim. Allah ondan râzı olsun. Ama bütün zamanların çocuğu olabilecek ve bütün zamanları çocuğu kılabilecek kadar geniş ve derûnî sahanlıklara, okyanuslara ve zamanlara açılabilen ve hakîkatin gücünü tespit ve ispat etmek için bütün zamanları seferber edebilen tek mütefekkir olarak gördüğüm için üstad Sezai Karakoç'a kendimi daha yakın hisseden ve onu üstadım olarak gören biriyim. Ancak bu durum, benim İsmet Özel'e 'sahiplenme' çabamı aslâ engellemedi. Aksine İsmet Özel'i üstadı olarak gören bir kardeşimden daha fazla İsmet Özel'i önemsemeye ve sahiplenmeye icbar etti.

    Dikkat ederseniz, burada -çok özür dileyerek- çok esaslı bir şey söylemeye çalışıyorum: Bu ülkede bir şeyler söyleyecek ve yapacaksak, bunu, gettolarımıza hapsolduğumuz sürece, aslâ başaramayacağımızı ve beceremeyeceğimizi düşünüyorum. Yapılması gereken ama nedense bugüne kadar yapılmayan şey, önce hakîkat sarayı'na su taşıyan, taş taşıyan, harç taşıyan ve karan son dönemin İslâmî düşünce geleneğinin düşünürlerine de, ardından 150 yıllık ve nihâyet 1400 yıllık birikime de egolarımızı, meşreplerimizi, hiziplerimizi aşabilme iradesi göstererek sahip çıkabilmek, o muhteşem sarayın bahçesine bir ağaç dikebilmek, o bahçedeki gülleri herkesin koklayabilmesine zemin hazırlayabilecek koridorlar açabilmek, böylesi bir tevazuya, alçakgönüllülüğe, kadirşinaslığa, hakbilirliğe, zora talip olmaya kendimizi hazır hale getirebilmek. Asıl yakıcı meselemiz bu.

    Eğer biz bütün müminler olarak önce kendi aramızda hakîkat sohbetini canlı tutabilir ve ardından da bütün İslâm diyarlarındaki ve tarihindeki hakîkat sohbetleriyle irtibat ve temas kurabilirsek, işte ancak o zaman, sadece bu ülkede değil, bütün dünyada hakîkat aşkının ateşini daha muhkem ve sarsılmaz bir şekilde yakabiliriz. Hakîkati, gettolarımıza, kliklerimize, hiziplerimize, üstadlarımıza kilitlediğimiz sürece üzerimizdeki atalet zincirini aslâ atamaz, Allah'ın rahmet, yardım ve inâyetine aslâ mazhar olamaz; dolayısıyla müşterek ve muhteşem bir hakîkat şarkısı besteleyemeyiz.

    Ben İsmet Özel özelinden ve üzerinden Allah'ın rahmet sıfatının tecellî etmesine imkân tanıyabilecek bir yer / mekân / koridor açabilmek gibi esaslı bir şey yapmaya çalışıyorum. Kimim ki ben böylesine esaslı bir şeye soyunuyorum? Mümin olduğunun şuuruna ve farkına varmış, bütün müminlerin dertlerini dert edinmek gibi bir ahlâkı, bir hassasiyeti veya sevgili Dücane Cündioğlu kardeşimin o enfes tahliliyle önerdiği hakîkate sahip çıkabilme husûsiyetini hatırlatmaya çaba gösteren âciz, sıradan, basit bir insanım. Bütün samimiyetimle, saflığımla ve açıkyürekliliğimle söylüyorum bunu.

    İsmet Özel'deki o aşk ateşinin derinliğini, sarsıcılığını görmüş biriyim ben. İsmet Özel'deki bu hakîkat aşkı ateşini Hz. Ömer tavrına benzetirim hep. Bu tavır, İsmet Özel'de, onun 'hareketlerine', üslubuna özen göstermesini engelleyecek kadar yakıcı bir şekilde tezahür ediyor. Dediğim gibi sıradan bir müslüman olarak onun 'patavatsız' üslûbu beni de fena halde üzdü. Ama onun HAKÎKATLE KURDUĞUMUZ İLİŞKİNİN DOLAYSIZ DEĞİL, DOLAYLI BİR İLİŞKİ olduğundan ısrarla sözetmesi ve buna isyân etmesi, bizim onu yok saymamıza değil, ona kulak kabartmamıza yetebilmeliydi.

    Sezai Karakoç, Cemel ve Sıffîn vakalarını tahlil ederken son derece enfes bir şey söyler. Der ki üstad: Bu hâdiseler, hakîkatle yüzleşen sahabenin hakîkate vâsıl olma aşkının ve hakÎkati kaybetme 'korku'sunun verdiği bir ateşin ürünüdür. İşte İsmet Özel de hakkı tutup kaldıran bir milletin çocuklarının hakîkatle kurdukları ilişkinin dolaysız değil, dolaylı bir ilişki olmasına isyan etmiştir. Bu, muhteşem bir isyandır. İsmet Özel, kendisini yıpratacağını bile bile bu isyana soyunmaktan çekinmemiştir.

    İsmet Özel'deki iman ve vicdanın sarsıcılığı, muhkemliği, sukatılmamışlığı onda aslında asâlet olarak vücut bulan şeyi kibir şeklinde tezahür ettirmiştir. İsmet Özel, aslında egosunu bu kadar öne çıkarmakla, aynı zamanda, nefsini ayaklar altına alma iradesi de göstermiş olmaktadır.

    İsmet Özel'in yaptığı ve onu 'kurtaracak' şeyi Bediüzzaman'ın şu tespitiyle açıklayabiliriz: 'Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lazımdır ki, kendisini [kişiyi, mümini] kurtarsın.'

    Öte yandan, bundan sonra İsmet Özel'in yapması gereken şeyi, haddimi aşarak ama bir kardeşi olarak yine Bediüzzaman'ı konuşturarak hatırlatayım: 'Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun [Allah'ın] Zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimal edip zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi [ben'i] yırt, hüve'yi [O'nu, yani Allahu Azimüşşânı] göster.'

    Pazartesi günü de devam ediyoruz bu 'aşk ateşi' 'masal'ına...

    Yusuf KAPLAN (Yeni Şafak)

  • ismet özel22.09.2003 - 13:44

    Üstadımız Bediüzzaman'dan, vicdanımız İsmet Özel'e bir 'Aşk Ateşi 'masal'ı (1)

    Bizim Medeniyet Tasavvuru Okulu'nun 'enfante terrible' ('harika çocuk') larından olan ve şimdilerde çağımızın en büyük düşünürlerinden Habermas'a öğrencilik yapan (!) Emrullah Gökhan kardeşimden bir 'haber'le yazıya giriş yapayım: Emrullah, Nuriye Akman'ın İsmet Özel'le yaptığı o 'dehşetengiz' konuşmayı Habermas'a çevirmiş; Habermas şöyle bir yorum yapmış: 'Anlaşılan o ki, Türkler, İsmet Özel'i anlayabilecek bir millet değil. Ama İsmet Özel de milletinin anlayabileceği bir dil kurabilmekten çok uzak.'
    Bu 'haber'den sonra şunu söylüyorum: Vicdanımızı 'sızlatıyor' (!) olabilir ama İsmet Özel vicdanımız bizim. Fakat sadece İsmet Özel değil: Bediüzzaman da, Necip Fazıl da, Sezai Karakoç da, Nurettin Topçu da, Cemil Meriç de, Nuri Pakdil de, Rasim Özdenören de vicdanımız aynı zamanda. Vicdanımız yani 'gözümüz', 'kulağımız', 'kalbimiz', 'aklımız' ve 'sesimiz'. Zihin dünyamızı (elbette ki sadece zihin dünyamızı değil) 'aşk ateşi' ve hakîkat ışığıyla aydınlatan yıldızlarımız.
    Eğer bu yıldızlarımız var/olmamış olsaydı, bugün biz belki de 'burada' var/olamayacak; nasıl bir 'yola çıkmaya hüküm giydiğimizi' bilemeyecek, hakîkatle buluşma noktasına ulaşamayacak, pergelimizi büsbütün şaşırmış olacaktık.
    Hakîkat, elbette ki kişilerle kâim değil; ama kıyam ve hakîkat bahçesine ikamet, önce ferden ferdâ, sonra da fevc fevc vücut bulabilir ancak. Unutmayalım ki, önce Fahr-i Kâinat Efendimiz hakîkat sarayının yemişlerinin yetiştirildiği ve devşirildiği aşk bahçesinin tohumunu ekmiş, sonra da ashabını, bütün ins-ü-cinni o bahçeye 'ikâmet'e davet etmişti.
    O yüzden ben zihin dünyamızın bu müstesnâ yıldızlarının yaktıkları aşk ateşinin ve hakîkat ışığının söndürülmesine aslâ göz yumamayacağımızı ve tahammül edemeyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü hakîkat kıvılcımı çakılmış, aşk ateşi yakılmış, 'uzun yola çıkılmaya hüküm giyilmiştir' artık.
    Ancak yakıcı bir sorunla karşı karşıyayız: Aşk / Hakîkat Sarayımızı inşa etmeye koyulan bu hakîkat yıldızlarımızın bugüne kadar yalnızca kendi etraflarını aydınlatmakla yetindiklerini ama elbirliği, gönül birliği ve yürek birliği ederek birbirlerine ışık saçma, birbirlerinin ışığından güç devşirme eylemine henüz ve hâlâ soyunamadıklarını görüyoruz. İsmet Özel'e derhal 'sahiplenmeleri' gerekip de, sahiplenme gücü bulamayan yazarlarımızın hâlâ yazmaya devam edebiliyor olmalarındaki şaşırtıcılık ve tuhaflık; sergiledikleri 'sessizlik' ve 'kayıtsızlık'ın nedenleri kanımca burada gizli.
    Eğer İsmet Özel, Sezai Karakoç'a, Bediüzaman'a ve diğerlerine mevtâ muamelesi yapılıyor olmasına isyân edebilmiş olsaydı, İsmet Özel kesinlikle sahiplenilecekti. Öte yandan biz de, İsmet Özel'in hakîkat ateşinden neşet eden 'çığlığı'na kulak kabartacağımıza, İsmet Özel'i daha da zor durumlara düşmekten alıkoyacak basîret ve ferâset kılcımızı kuşanamadık. Meselâ sevgili Mustafa İslâmoğlu bu gazetede müstear ismiyle yazdığı üç İsmet Özel yazısında İsmet Özel'in yapıp ettiklerini, kaygılarını sanki bilmiyormuşçasına, onları ıskalayarak İsmet Özel'in 'çığlığı'nı 'acı', 'acınacak' ve 'acınası' sözcükleriyle özetleyen o talihsiz yazıları yazdı ve İsmet Özel'i mahkûm etme yanlışlığına düşmekten kendisini kurtaramadı.
    Evet, İsmet Özel'in üslûbu kesinlikle yanlıştı. Ama her ne sûretle olursa olsun, söylediklerinin çoğu, söylenemeyen ama mutlaka söylenmesi gereken yakıcı gerçeklerdi; o yüzden üslup meselesi aslî değil, arızî bir mesele olarak görülebilmeliydi. Zira İsmet Özel, çok esaslı bir şeye dikkat çekiyordu: Hakîkatle ilişkimizin dolaylılığından, hakîkate karşı kayıtsızlığımızdan, hakîkati bozuk para gibi harcama şaşkınlığımızın yanlışlığından sözediyordu ve bu duruma isyan ediyordu. Bu acınacak bir durum değil, alkışlanacak bir tavırdı.
    Bu nedenle, İsmet Özel'e 'sahiplenilmesi' gerekiyor. Ama sadece İsmet Özel'e değil; hakikat ışığıyla aydınlatılan o aşk sarayının mimarları olan TÜM DİĞER HAKÎKAT ÖNCÜLERİNE DE.
    Bu mesele, bence, İslâmî düşünce, söylem veya hareketin Türkiye'deki en yakıcı ve yıkıcı sorunlarından biri olduğu için bu mesele üzerinde özenle ve hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum: Eğer hakîkat sarayının mimarları veya yıldızları, bugüne kadar birbirlerine, birbirlerinin söylediklerine sahiplenebilmiş olsalardı, şu ân biz bu noktada olmaz, kendimizi 'atalet zindanı'na hapsetmemiş olur, daha muhkem ve muhteşem bir hakîkat sarayı inşası çabasına müştereken iştirâk etme alçakgönüllüğü gösterebilirdik. Bu milletin, kişisel saraylara değil, sarsılmaz ve muhkem bir Hakîkat Sarayı'na ihtiyacı var. Onun için de, önce hakîkate şeksiz şüphesiz sahip çıkabilme iradesine sahip olabilmek, sonra da hakîkat öncülerine ve erlerine, egolarımızı kontrol altına alma erdemi göstererek sahiplenebilmek zorundayız. Bediüzzaman'ın deyişiyle, ATALET ZİNDANInın zincirlerini ancak o zaman kırabilir ve Allah'ın HİMMETine ancak o zaman MÜSTEHAK olabiliriz.
    O hâlde bütün mesele, hakîkate 'sahip olmak', 'sahip çıkmak' ve 'sahiplenmek' şuuruna vâkıf ve vâsıl olabilmekte düğümleniyor.
    Daha önce de dikkat çekmiştim: 'Sahip' kelimesi, 'sohbet etmek', 'ashab (dost) olmak', 'musahabe etmek' eylemlerini içeren, icbar ve icap ettiren, anlam dünyası son derece engin ve zengin bir kelime. Eğer birbirimizle dost olamıyorsak, kendi aramızda o hakîkat aşkıyla ve ışığıyla kuşanarak sohbet edemiyor, insanla, kâinât'la, tabiat'la ve Rabbimiz'le kopmaz bir rabıta kuran ve kurduran bir sohbeti canlı tutamıyorsak, hakîkate de, hakîkatin mimarlarına veya yıldızlarına da sahip çıkamayacağımızı, sahiplenemeyeceğimizi, bizi zifiri karanlıklara garkeden atalet zindanından zihnimizi, ruhumuzu ve bedenimizi aslâ kurtaramayacağımızı ve hakîkat sarayına hicret edebilme iradesi geliştiremeyeceğimizi iyi bilelim, derim.
    Yazının bundan sonraki bölümünde bugüne kadar pek yapılmamış bir şeyi yapmaya soyunacağım: İsmet Özel'e, dolayısıyla söylediklerine sahiplenmenin ne demek olduğunu Bediüzzaman'a sahiplenerek, onun söylediklerinden yola çıkarak göstermeye, dolayısıyla HAKÎKAT SARAYI'NIN ANCAK MÜŞTEREK BİR SOHBETE İŞTİRK EDEBİLDİĞİMİZ ORANDA, ÖLÇÜDE VE SÜRECE MUHKEM BİR ŞEKİLDE İNŞA EDİLEBİLECEĞİNİ kanıtlamaya çalışacağım.
    Çarşamba günkü yazıda, bugüne kadar ıskaladığımız, sahiplenemediğimiz, dost olamadığımız üstad Bediüzzaman'ın, aynı anda nasıl hem enfes bir atalet fenomolojisi, epistemolojisi ve ontolojisi yaptığını, hem de geliştirdiğini göreceğiz. Ve böylelikle Bediüzzaman'la giriştiğim sohbetle atalet tasavvurundan, iman, mümin, vicdan ve hakîkat tasavvuruna kadar uzayıp gidecek bir yolculuğa çıkacağız... İşte o zaman hakîkat'e ve hakîkat sarayının mimarlarına veya yıldızlarına sahip çıkmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrayabileceğimizi umuyorum..

    Yusuf KAPLAN (Yeni Şafak)

  • ismet özel07.08.2003 - 14:43

    ... ve böylece İsmet Özel, Cuma Mektuplarından sonra gazete yazılarına da son noktayı koydu.

  • ismet özel03.08.2003 - 17:13

    HORTUM DEĞİL, TULUMBA; AMA SEN TOMBALA SANIRSIN

    İnsan kalabalıkları siyaset oyununun en netameli unsurudur. Modern çağda siyasetin insan kalabalıklarını 'etkisiz' hale getirmek için insan kalabalıklarını harekete geçirme sanatı haline dönüştüğünün çok az kişi farkındadır. Oyun oynandığı sırada göz önünde ve el altında duran insan kalabalıklarından başkası olmadığı halde bazen tragedya, bazen de komedya olarak sergilenen oyunu bu kalabalıkların ne tasarladığı, ne kaleme aldığı, ne de yönettiği söylenebilir. Kalabalıklar siyaset oyunu sayesinde dönen çarka kapılır sadece. Bu öyle bir kapılıştır ki kalabalıkların etki alanına giren her şey değer kaybeder. Kalabalıklarla ahenk kurma yoluna giren kavramlar da buldukları uyumu ancak anlam kaybına uğrayarak dışa vurabilirler. Gerek dilin ve gerekse dinin kalabalıklar eline düşmesi halinde bozulma başlar. İşte bu sebeptendir ki bir süredir kalabalıklar arasında yaygınlaşan argo tabir, hortumlama tabiri bana anlamlı gelmiyor.

    Bazı bankaların, bazı işletmelerin birileri tarafından hortumlandığını (yalnız Türkiye'de değil; dünyanın her yerinde) söylüyorlar. Bu sözlere bir anlam yüklemek benim için imkansız. Hortumlama faaliyetinden şikayet edilmesine ben bir anlam veremiyorum. Yani ne olmuş? Haksız kazanç elde edenler mi varmış? Eğer öyleyse hortum kanalıyla bir yerden bir başka yere akan o miktarlardaki paraların hak edilmesi için neler yapılması gerektiğini kimler biliyor? O büyüklükteki paraları hak eden kimmiş? Dünyanın neresinde ve tarihin hangi çağında olursa olsun o kadar büyük meblağların helal yoldan kazanç hanesine kaydedilebilme imkanı var mı imiş? Kalabalıkların bozuk bir Türkçe ifadeye başvurarak 'hortumlama' adını verdiği olayın gerçek adı, doğru ve düzgün adı 'sermaye birikimi' olsa gerek. Hortum kullanmadan ilk birikimin sağlanamayacağını cümle alem biliyor. Bir söylentiye göre John Davison Rockefeller'a (1839-1937) sormuşlar: 'Servetinizin hesabını verebilir misiniz? ' Mezkur sanayici ve petrol kralı şu cevabı vermiş: 'ilk beş seneyi sormazsanız; gayet tabiî...' dünyanın çekilip çevrilmesinde rol oynayacak büyüklükteki bir serveti ele geçirme yolunda ilk beş sene... Hortumlama zamanı! Tarihte hortumun boşatma yeri önce Batı Avrupa idi ve akabinde bu yer Kuzey Amerika oldu.

    Kalabalıklar gerçeği arama niyetinde olanların yolu üzerinde bulunan en büyük engeldir. Biliyoruz ki kalabalıklar nezdinde hortum kelimesi tulumba kelimesinin üstünü örtsün diye yaygınlaştırılmaktadır. Kalabalıkların dikkatlerini çevirmede zihnen ve ahlâken yetersiz kaldıkları husus Türkiye'nin yürürlükte tutulan iktisadi düzeninde belirleyici etmenin hortum değil tulumba olduğudur. Dünya sistemi emme basma tulumbasını Türkiye toprakları sathına 165 sene önce kurmuş ve Türkiye'de husule gelen değerin akış yönünü o tarihten itibaren belirlemiştir. Yani Türkiye'nin kendi sıhhatine yarayan nesi varsa bir emme basma tulumba aracılığıyla 'sistemli' olarak sistemin merkezi yönünde harekete geçirilmektedir. Böyle bir işleyişin devamı amacıyla talimatlar da merkezden Türkiye'ye doğru akmaktadır.

    Talimatların ete kemiğe bürünmüş halde karşımıza çıkması gerçeği değiştirmiyor. Bilakis gerçeği daha elle tutulur hale getiriyor. Hortum vesilesiyle ortalığa saldıkları homurtu, emme basma tulumbanın manivelası başına kimin geçeceği konusunda vazifeliler arasında çıkan itişip kakışma yüzündendir. Tulumbanın kolunu kim, hangi siyasi ekip kavrayacak? Türkiye'nin değerlerini merkez emrine kim amade kılacak? Balı kim tutacak ki el değiştirirken parmağını yalasın?

    İSMET ÖZEL (31.07.2003, Milli Gazete)

  • ismet özel28.07.2003 - 19:43

    ÇUVALLADINIZ MI, MIZRAKLADINIZ MI?

    Çuval ve mızrak ikilisinin ne birbirleriyle iyi geçindiği, ne de birbirlerine uyum sağlamaktan hoşlandıkları söylenebilir. Mızrak çuvala sığmaz demişler. Bunu vaktiyle atalar söylemiş. Bunu söylemek suretiyle apaçık bilinen gerçekleri saklamaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu ima etmek istemiş ak sakallı atalarımız. Siz siz olun sakın mızrağın çuvala sığmadığına dair atasözünü yiğidin malının meydanda olduğu iddiasını ileri süren atasözüyle benzeştiği yanılgısına düşmeyin. Zira ikinci zikrettiğimiz atasözünde yiğit denildiği zaman kastedilen kişi helal kazanç edinmişliğiyle olduğu kadar cömertliğiyle de temayüz etmiş kişidir. Atalarımızın neler söylediği ile bizim o sözlerden neler anladığımız hep başımıza tuhaf işler açmıştır. Benim gibi ihtiyarlar bilir; eskiden tuhafiye dükkanları bile vardı. Hep merakımı mucip olmuştur: Eskiden insanlar daha çok şey mi biliyordu acaba?

    Nitekim mızrağın çuvala sığmayacağı çok eski tarihlerden itibaren bilindiği için zaman içinde ikisi arasındaki ilişkiye tuhaf bir şekil vermek zorunda kalınmıştır. Çuvalda bir hantallık olduğu gözden saklanamaz. Mızrağın çevikliğine ise itiraz edilmesi mümkün değil. Buna mukabil gevşekliğin ve ağırlığın nişanesi gibi görünen çuvalla birlikte bir tür bolluk, bereket çağrışımı doğduğu halde hız ve ışıltı belirtisi saydığımız mızrakla birlikte mutlaka can yakıcılık ve reddiye izlenimine çarpmadan edemiyoruz. Türev ve işlevleri birbiriyle hiç uyumlu olmayan mızrak ve çuval aralarında merak uyandırıcı bir atışmayı şimdiye kadar canlı tutmuşlardır.

    İnsanlık tarihindeki yerinizi merak ettiyseniz; bir yerde çuvallamak, başka bir yerde mızraklamak var. Çuvalladıysanız mızraklamaya da fırsat bulamayacaksınız demektir. Öte yandan mızraklamayı başardınız mı, ondan sonra ne olursa olsun, çuvallamış sayılmazsınız. Her kim ki eline çuval yakışmaktadır artık onun eline mızrak yakışmaz. Tersi daha da doğrudur, iyi mızrak kullananların çuvallarla haşır neşir olma ihtimali hemen hemen hiç yoktur. Mızrak ve çuval arasında geçimsizlik sona ermez; ama sanmayın ki bu ikisi geçinemedikleri için birbirleriyle ilişkiyi keserler. Bilakis ne mızrak çuvalsız yapabilir ve ne de çuval mızrak olmaksızın rahat edebilir.

    Nasıl ev soyan hırsızın sırtında çuval varsa yol kesen haydudun elinde de mızrak bulunması olağandır. Hazinelerin nakline yarayan çuvallar, nakliyatın muhafazasına yarayan mızraklardır. Eğer bin bir emek ve fedakârlıkla doldurup ambara yığdığımız çuvallarımızı tasalluttan korumak istiyorsak iti uğursuzu binaya yaklaştırmamak için mızraklanmız olmalıdır. Eğer biz kendimiz başkasının dopdolu çuvallarına göz dikmişsek onları yağmalamaya ancak mızraklı olarak gideceğimizi gayet iyi biliriz. Çuvallar mızrakları davet edecek, mızraklar çuvalların çekim alanından kurtulamayacaklardır. Türk toplumu olarak bizler modern zamanlarda şahsiyet sahibi toplumların çuval ve mızrakla kurdukları denklemin kendimize mahsus olanını kuramadık. Kendi atasözümüze karşı çıktık ve mızrağı çuvala sığdırabilmek için kırdık.

    İSMET ÖZEL (28.07.2003, Milli Gazete)

  • ismet özel28.07.2003 - 19:40

    LÂ İLÂHE'NİN LÂ'SI

    Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz 'lâ' ile, bir olumsuzlamayla başlar. Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır. Lâ ilâhe'nin lâ'sı önce doğru ile yanlış arasına kesin bir çizgi çeker. Tanrılardan bahsetmenin yanlış, Tanrı'ya tapmanın doğru olduğunu gösterir. Cahiliyyet neyi neden ayırmak gerektiğini bilmeyenlerin içinde bulundukları durumdur. Biz Müslümanlar her şeyden önce 'lâ' (hayır) demesini öğrenmek suretiyle neyin kabule şayan olduğunun ve neyin redde müstahak olduğunun farkına varırız. Hayır demesini bilmeyenin eline bilgi edinme fırsatı verilmeyecektir. Ama acaba hayır deme talihine kavuşmuş olan eline geçen fırsatı kullanma düzeyini tutturabilir mi? Türkiye, yani Türklerin şimdiki hali göz önüne alındığında tutturamaz demek gerekiyor.

    Eğer Türklerin hayatında bir inanç derecelendirmesi yapıldığında Müslümanlığın tuttuğu yer talî kalıyor ve o yeri itikadî bir bütünlük anlamında Müslümanlıktan başka bir şeyin (mesela medeniyetin, velev ki İslâm Medeniyeti'nin) doldurması mümkün sayılıyorsa o zaman birey ve toplum olarak Türklerin henüz 'lâ' demedikleri ortaya çıkar. Hangi açıdan bakarsak bakalım biz Türkleri diğer insanlardan ayıran temel vasfın Müslümanlık olduğunu göreceğiz. Türk dili Müslüman dünya görüşü ve ona bağlı bir hayat tarzı sayesinde yüksek diller arasına girme üstünlüğüne ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm Arapça nazil olduğu halde dünyanın bugün aldığı şekli hesaba katarsanız 'Hıristiyan Arap' Araplığından fazla bir şey kaybetmiş gibi algılanmaz; ama dün olduğu kadar bugün de 'Hıristiyan Türk' dediniz mi Türklerin tarafını değil, hem Türklere ve hem de Türklüğe husumet besleyen 'karşı' tarafı işaret etmiş olursunuz.

    Günümüz dünyasında Türklük bir şekilde belli olacaksa göz veya ten rengiyle, kafatası ölçüsüyle, soy ağacıyla belli olmaz. Olur diyenler varsa onları pek acı bir hüsran bekliyor. Bir insanın Türklüğünü belli eden onun tuttuğu taraftır. Toplum değerleri itibariyle içinde yer aldığı, tarih oluşumu içinde kabullendiği, iyileşmesine yol açan tedbirler bakımından sorumluluğunu üstlendiği 'taraf. Ne tarafta durduğunu söyle, sana Türk olup olmadığını söyleyeyim. Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde tutulması vacip olan tarafın 'gayri Müslim' taraf olmadığı aşikârdır. Gayri-Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihîdir. Hiçbir olayı, hiçbir değişimi Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülahazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse Lâ ilâhe'nin lâ'sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir, Türklük ayrı, Müslümanlık ayrı diyenler gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir.

    İSMET ÖZEL (24.07.2003, Milli Gazete)

  • ismet özel17.07.2003 - 17:35

    AZALAN BİR SEYİR TAKİP EDİYOR

    Nedir azalan bir seyir takip etmekte olan? Bir yetenektir. Türkiye'nin kendine mahsus uygulamalar için devreye soktuğu ve istiklal Harbi'ni mümkün kılan manevra kabiliyetidir. Belirsiz bir gelecekte (yakın bir gelecekte demeye hem cesaret edemiyorum, hem de böyle söylemenin bir şom ağızlılık olacağını düşünüyorum) Türkiye'nin ülke olarak kendi manevra yeteneğini yitirdiği için başka ülkelerin manevra alanı durumuna düşmesinin planlanmış olduğunun gerçeği her 'patlak veren' olayda sırıtıyor. Türkiye'de devası aranan dertler olarak, çözümü aranan meseleler olarak öyle şeyler öne çıkarılıyor ki bir kez daha ağaçlar ormanın görülmesine engel teşkil ediyor.

    Bir ülkenin manevra kabiliyetinde azalma olduğu nereden anlaşılır? Kurumların yozlaşmasından. Kurumlar nasıl yozlaşır? Kamu o kurumlardan saygıyı esirgediği zaman. Yani bir kurumun yozlaştığına karar verişimiz mekanizmasının kötü işlemesi ve doğurduğu sonuçların verimsiz kalması yüzünden değildir. Eğer kamu o kurumun iyi işleyip işlemediğine ve verim sağlayıp sağlamadığını umursamıyorsa ve o kurumla alış verişte bulunduğu sırada altlık-üstlük münasebetlerine aldırmıyorsa tereddüt etmeden bir yozlaşma karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Her hangi bir kurum kamu gözünde beraat etmeyi birinci mesele haline getirmiyorsa yozlaşmayı da geri alınamaz derecelere çıkarmış olur.

    Kurumların gerek sıhhati ve gerekse hastalığı birbirini etkiler. Yalnızca bir kurum sıhhatini koruma veya sıhhate kavuşma konusunda ısrarı elden bırakmıyorsa ilişkide olduğu fertleri olduğu kadar kurumları da sıhhate icbar edecektir. Tersi de doğrudur. Yozlaşmak suretiyle nema tedarik etmeyi alışkanlık haline getirmiş fert veya kurum her kurduğu bağlantıda hastalık bulaştıracaktır. Yani, iyi iyileştirir ve kötü kötüleştirir. Asırlardan beri her ikisine de (iyiye de, kötüye de) örneklik edecek vukuatla karşılaşıldığı tarihe taalluk eden birkaç satır okuyunca anlaşılır. Acaba şimdi durum nedir?

    Türkiye'de etkileşimin yönünü fark edebilmek için sıhhatin mi yoksa hastalığın mı hücum halinde olduğunu keşfedebilmemiz lazım. Bu da tek tek her kişinin, her birimizin ahlak seviyesine ilişkindir. Ahlak seviyesini bilgi donatımından soyutlamak mümkün değildir. Bilgi donatımı ise ancak zekayla desteklendiği zaman yarayışlı duruma yükselebilir. Kurumlar yozlaşmaya başladığında ahlak, bilgi ve zeka arasındaki irtibat kaybolur. Yahut üçü arasında çarpık ve çürütücü bağlantılar kurulması olağan karşılanır.

    Hepimizin vicdan muhasebesi yapma zarureti vardır. Ülkenin geleceğine ilişkin her şey Türkiye'de yaşayan insanların kendi kendilerini hesaba çekmelerine, böyle bir hesap sormanın açacağı yolu iyi bellemelerine bağlı. Şimdiye kadar neler karşılığında nelere rıza gösterdiğimizi kendimize sormalıyız. Ahlakımızın, bilgimizin, zekamızın elverdiği ölçüde bir mizanı göze alalım. Terazinin bir kefesine 'Ben şunları kazandım ve böylece memleket şunları kazanmış oldu' cümlesini koyalım. Diğer kefeye ise 'Ben şunları kazandığım için memleketin (giderek insanlığın) kaybı şunlar olmuştur' cümlesini yerleştirelim, Bakalım hangi taraf ağır çekecek?

    İSMET ÖZEL (17.07.2003, Milli Gazete)

  • ismet özel10.07.2003 - 17:58

    HER ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLSAYDI

    Ordu mensuplarının düğmelerinin çekilip kopartılmasına bile göz yummayacakları beyanıyla oluşan gölgesinin yardımıyla Türkiye'de siyaset yapanlar son birkaç gün içinde Musul vilayetimizde 11 ordu mensubunun başka ordu mensupları tarafından göz altına alınması üzerine ne yaptılar? Yaptıkları siyaset mi, siyasetten farklı bir şey miydi? Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Üstelik neyin, kim tarafından, nasıl algılandığını tam olarak değilse bile, ihata edici bir şekilde bilen yok.

    Cumhuriyet ilan edildikten sonra Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi Türklerin veya Greklerin eseri değildi. Yani Türklerin Yunanistan'a 'ver benim Türklerimi', Greklerin Türkiye'ye 'ver benim Rumlarımı' dediği vaki değil. İnsanların karşılıklı göç ettirilmeleri Cemiyet-i Akvam marifetiyle ve kendini o günlerde mülteci meselelerine vakfetmiş bulunan İsveçli kaşif Nansen sayesinde sağlanabilmişti. O günün Avrupa ölçütlerine göre başarılı bir 'operasyon' kabul edilen bu olay zamanında gözler önünde cereyan etmesine rağmen olduğu gibi görünmemiştir. Hiçbirimiz aynı olayın aradan bu kadar zaman geçtikten sonra olduğu gibi görüneceğini beklemiyoruz. O halde şimdilerde Türk toprakları üzerinde ve gözlerimizin önünde hayret ve dehşet verici bir tarzda cereyan eden olayların hiç de göründüğü gibi olmadığı ihtimaline çok büyük bir pay tanımalıyız.

    Olayların içyüzünü bilsek veya bilmesek ne fark eder? Eğer içyüzünü bildiğimiz taktirde bu olaylara karışıp karışmayacağımız; karışacak isek hangi tarafta yer alacağımız belli olacaksa bu taktirde hayatımızın hangi yönde akacağı da, hayatta kalıp kalmayacağımız da edindiğimiz bilgiye bağlı kılınmıştır. Eski Çinliler 'Karışıklık zamanlarında cehalet hayat kurtarır' demişlerdir. Olayların sebebini de neleri, kimleri kapsadığını da bilmez ve bilmediğiniz işin içine girmezsiniz. Karışıklık zamanlarında değil sadece işin içine girmek olay hakkında gerçek bilgiyi edinmeye çabalamak bile hayata, hayatlara mal olabilir. Bütün bunlar bir ülkenin içinde doğan karışıklıklar sebebiyle geçerlidir. Ülkeler ve devletler arası olaylarda davranış kalıbı ve kalıbı meydana çıkarmaya yarayan ölçü derhal değişiverir.

    Bir ülke savaşa girdiğinde o ülkenin yurttaşlarına düşen ne savaşın sebebini öğrenmek, ne de öğrendikleriyle savaş kararı verenleri yargılamaktır. Ülke içi çatışmada her fert için doğru, haklı, iyi ve giderek güçlü tarafta yer alıp almamak söz konusudur. Öte yandan ülkeler ülkelerle, devletler devletlerle çatışıyorsa fertlere tercih hakkı tanınmamış demektir. Çünkü vatana ihanet bir hak olarak ileri sürülemez. İki devlet arasında cereyan eden savaşın sonunda galip gelen devletin yetkilileri bir mahkeme kurup mağlup ettikleri devletin siyasetçilerini, askerlerini yargılıyorlarsa onların sordukları gerçek soru şu olabilir ancak: Neden bir yolunu bulup da vatanına ihanet etmedin?

    Ülke içinde cereyan eden olayların görünenden başka mahiyetler taşımasının başlıca sebebi onların ülke dışı uzantılarının ustalıkla gizlenebilmesidir. İçinde yaşadıkları toplumu vazgeçilmez bir bütün saymayan herkesin hainleri sadık, sadıkları hain gibi algılaması çok kolaydır. Oysa iç çatışmalar yaşayan bir ülkede hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceği fikri ne kadar baskın çıkarsa hainlerin açığa çıkma ihtimali de o kadar yüksektir. Her şey göründüğü gibi olsaydı bir ülkenin iç işleyişi de sekteye uğramazdı.

    İSMET ÖZEL (10.07.2003, Milli Gazete)

  • ismet özel16.05.2003 - 20:11

    GERÇEK HAYAT DERGİSİ'NİN 130.SAYISINDA
    İSMET ÖZEL'LE YAPILMIŞ ÇOK GENİŞ BİR SÖYLEŞİ

    İSMET ÖZEL’LE ENİNE BOYUNA

    Türkiye’nin ve dünyanın durumu hakkında konuşulacak öyle çok şey var ki... Hele, İsmet Özel gibi 25 yılı aşkın bir süredir “yapılacak iş”, “yürünecek yol”, “varılacak sahil”... hakkında yazılar yazan; doğrudan doğruya mektuplar kaleme alan biriyle buluşunca, mevzu hem açılıyor, hem de derinleşiyor. Sizlerden gelen soruları da göz önüne alarak, İsmet Özel’le Türklük, Dünya Sistemi, İslamcılık, kadınlar, yazar-okur münasebeti... gibi birçok konuda enine boyuna konuştuk...