Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Selahattin Aykurt
Selahattin Aykurt

İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDA! ......

  • kurtuluş savaşı13.11.2008 - 12:39

    ÇÖKERTME

    çökertme'den çıktım da halil'im aman basım selâmet,
    bitez de yalısına varmadan halil'im aman koptu kıyamet.
    arkadaşım ibram çavuş allah'ıma emanet,
    burası da aspat değil halil'im aman bitez yalısı,
    ciğerime ateş sardı,
    elli kursun yarası.

    güverte de gezer iken aman kunduram kaydı,
    ipekli mendilimi halil'im aman mor rüzgâr aldı.
    çakır da gözlü gülsüm'ümü aman kolcular aldı,
    burası da aspat değil halil'im aman bitez yalısı,
    ciğerime ateş sardı
    elli kursun yarası.

    gidelim gidelim halil'im çökertme'ye varalım,
    kolcular gelirse halil'im nerelere kaçalım.
    teslim olmayalım halil'im aman kursun sıkalım,
    burası da aspat değil halil'im aman bitez yalısı,
    ciğerime ateş sardı
    elli kursun yarası


    EFELER ADLETLİ OLUR,SON İSTİKLAL SAVAŞÇISNI YİTİRDİK

  • Ergenekon09.11.2008 - 15:18

    Bu yaşananlar temel dursun hikayesinden farksızdır komiktir yaşanlara tam aziz nesinlik bir olaydır

  • İBRAHİM KAYPAKKAYA06.11.2008 - 22:17

    BURÇAK TARLASI

    sabahtan kalktım, ezan sesi var
    ezan sesi değil, burçak yası var
    bakın şu deyyusun kaç tarlası var

    aman ne zor imiş burçak yolması
    burçak tarlasında gelin olması
    eğdirme fesini kalkar giderim
    evini başına yıkar da giderim

    elimi salladım değdi dikene
    inkisar eyledim burçak ekene
    ilahi kaynana ömrün tükene

    FİKİRLERİ VE TEORİLERİ İLE YOLUMUZU AYDINLATAN İBRAHİM YOLDAŞ BU TÜRKÜ'YÜ ÇOK SEVERDİ BU TÜRKÜLER ŞİMDİ ANDOLUDA ONU SONSUZLAŞTIRACAK......

  • mustafa kemal atatürk06.11.2008 - 12:09

    LENİN DÜNYA HALKLARINA YOL GÖSTERMEYE DEVAM EDİYOR

  • HAYAT TV06.11.2008 - 10:44

    .......................HAYAT TELEVİZYONU

    .......................Frekans Bilgisi
    .......................Frekans 11996
    .......................Polarizasyon Dikey
    .......................Batı 26000 Turksat


    HAYAT TELEVİZYONU UYDU BİLGİLERİ

  • sağ ve sol02.11.2008 - 19:04

    İNASANCA BİR DÜNYA İÇİN HEP ÇİZGİNNİ SOLUN'DAYIZ !

  • evrim01.11.2008 - 14:53

    CANLILAR MİLYONLARACA YILDIR DEĞİŞMİYOR MU?

    Sadece paleontolojinin (fosilbilim) değil, birçok bilim dalının gösterdiği gibi canlılar milyonlarca yıldır sürekli değişiyor. Değişen sadece canlılar değil, gezegenimiz tümden değişim halinde. Kıtalar hareket ediyor, depremler oluyor, yanardağlar patlıyor, magmalar çıkıyor; akarsular karaları aşındırıyor, okyanusların yüksek enerjili dev dalgaları kıyıları dövüyor, aşındırıyor; bunun sonucunda kıyılar değişiyor. Jeolojik zamanlardaki kayıtlara bakıyorsunuz, bir gün deniz olan yer, bir zaman sonra dağ olmuş; akarsular ovaları doldurmuş, bir fay geçmiş ovanın altında, kırılmış, ovada göl oluşturmuş vs. Dünya dinamiktir.

    Prof. Dr. Mehmet Sakınç
    İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü

    Sadece paleontolojinin (fosilbilim) değil, birçok bilim dalının gösterdiği gibi canlılar milyonlarca yıldır sürekli değişiyor. Değişen sadece canlılar değil, gezegenimiz tümden değişim halinde. Kıtalar hareket ediyor, depremler oluyor, yanardağlar patlıyor, magmalar çıkıyor; akarsular karaları aşındırıyor, okyanusların yüksek enerjili dev dalgaları kıyıları dövüyor, aşındırıyor; bunun sonucunda kıyılar değişiyor. Jeolojik zamanlardaki kayıtlara bakıyorsunuz, bir gün deniz olan yer, bir zaman sonra dağ olmuş; akarsular ovaları doldurmuş, bir fay geçmiş ovanın altında, kırılmış, ovada göl oluşturmuş vs. Dünya dinamiktir. Dünyanın jeolojik evrimi, canlılığın evrimiyle yan yana ve iç içe yürür. Biyolojik evrimde en büyük değişimleri sağlayanlar, kıtaların hareketleri ve coğrafi izolasyonlar gibi çevresel değişimlerdir. Bu dinamikliğin içinde, her şeyi hareketsiz kılarsanız; hiçbir şeyi anlayamazsınız. Bu hareketliliği zaman boyutu içinde düşünürseniz, o zaman değişimi anlamanız mümkün olabilir.

    Örneğin, Hindistan’ın Asya Kıtası’na çarpmasıyla Himalaya Dağları 8850 m yükselmiştir, en yüksek bölümlerinde dahi, bugün hâlâ denizlerde yaşayan ya da yaşamları son bulmuş canlıların fosillerini bulabilirsiniz. Alp Dağları’nda da öyle. Anadolu’da da, Van ve Muş Bölgesi’nde de bir zamanlar buraların sularla kaplı olduğunu gösteren deniz canlılarının fosillerini bulursunuz. Dünyanın birtakım tektonik hareketleri sonucunda, bir zamanlar deniz olan dünya coğrafyasının bir bölümü kara haline gelmiş, bir kısmı da yükselmiştir ve fosiller de geçmiş jeolojik dönemlerin kayıtları olarak oralarda kalmıştır. Trakya ve Küçükçekmece’de gergedanın, mastodonun (filgiller) , kılıç dişli kaplanın veya zürafa fosillerinin ne işi vardır? Bunların hepsi değişim, gelişim ve evrimin sonucu değil midir?

    Fosiller bize neyi anlatır? Bulunduğu bölgenin coğrafyası hakkında bilgi verir, canlılık tarihi boyunca basitten karmaşığa doğru ortaya çıkan canlıları, yok olan canlıları, yaşamını sürdüren canlıları, bunların arasındaki geçiş formlarını anlatır. Fosiller evrimin zaman içindeki kayıtlarıdır. Canlı gruplarındaki çeşitlenme milyonlarca yıl içinde, değişen çevre koşullarına uyum sağlamayla birlikte olmuştur; fosil kayıtlar canlılardaki ortak ve değişmeyen özelliklerin yanı sıra, değişen özellikleri de belgeler. Evrim basamağının en alt sırasında yer alan tekhücreli canlılarla bugün hâlâ bir arada yaşamaktayız. Ama canlılığın bu ilk örnekleriyle aynı dönemde, örneğin memelilerin olmadığını da biliyoruz.

    Paleontoloji biliminin tarihi eskidir, Eski Yunan’dan bu yana insanlar fosillerin nasıl oluştuğu ve ne anlattığı üzerine kafa yormuşlardır. Fosillerin taşlar içinde olması akıllarını kurcalamıştır. Bu canlı, nasıl bu katının içine girmiştir diye sormuşlardır. İlk kez 1666′ da Danimarkalı bilgin Niels Stensen ya da kısaca Steno, De Solidum Intra Solidum Naturaliter Contento Dissertationis Prodromus (Katılar içinde doğal olarak bulunan katılar hakkında bir teze medhal) ismiyle yayımladığı eserinde, net bir açıklama getirmiştir: Bir denizkestanesi ya da bir köpekbalığı dişi veya denizkabuklusu, bulunduğu denizel ortamdaki çökellerin zaman içinde katılaşmasıyla, o çökellerin içinde yer almıştır.

    Gezegenin milyarlarca yıl süren tarihinde geçiş formları, evrimin anlaşılmasında önemli fosil kayıtlarıdır. Sulardan karalara çıkış, iki-yaşamlılardan sürüngenlere, kuşlara ve memelilere giden yaklaşık 370 milyon yıl gibi inanılmaz bir zaman içinde değişim kaçınılmazdır. Değişen iklimler, değişen ortam koşulları, buna uyum sağlamaya çalışan canlılar, doğal ayıklanma, coğrafi izolasyonlar ve sonrasında geçiş formları, değişim ve evrim.

    Ancak bu değişimi belgeleyen fosiller bir tane olmayacaktır. Değişim bir zincirin halkalarıdır. Her bir halkayı bulmak paleontoloğun işidir. Ancak bu halkalar doğanın fiziksel etkilerinden korunmuş olmalıdır. Milyonlarca yıl boyunca, doğanın gizleyebildiği bir halkayı bulmak tümüyle bir şanstır; genelde de paleontolojideki bilgi birikimini hâkim olmayı gerektirir.

    Bir örnek verelim: Kuş fosillerini bulmak zordur, çünkü uçarlar. Ölüp düşerlerse, leş yiyiciler tarafından parçalanırlar. Nerede bulabilirsiniz tam bir kuş fosilini? Kuşların en iyi fosilleşebildikleri yerler, lagün denilen son derece sakin, karayla deniz arasındaki sığ sulardır. Hayvan uçarken öldü diyelim ya da kanatları ıslandı ve uçamadı; yavaşça suyun içine batacaktır, uzun zaman içinde dibe çökecektir. Üzerini örtmek için gerekli malzeme, süspansiyon halinde suda asılıdır ve yavaş yavaş kuşun üstünü örtecektir. Tabii bu arada kuşun iskeleti dağılmayacak, korunacaktır. Ortamın son derece sakin, yer hareketlerinden vs. uzak olması gerekir. Bu koşulların hepsi bir araya geldiğinde kuş fosilleşebilir. Bu kadar zor fosilleşme koşulları ve günümüze kadar geçen milyonlarca yıl; fosil bulmayı, çuval içinde iğne aramak kadar zor bir işe döndürür. “Geçiş formları yoktur” demek, çok kolaydır. Bu fosilleri elde etmek o kadar zordur ki, “yoktur” demek, insanlara daha kolay gelir.

    1990′ ların başında Çin’in kuzeydoğusunda Lioning Eyaleti’nde bir çoban ilk tüylü dinozor fosilini lagün çökelleri içinde bulur. Bu çökellerin çok sayıda fosil barındırdığı kısa sürede anlaşılacaktır. Bölgede bilim insanları tarafından yapılan yoğun araştırmalar, birçok tüylü dinozor fosilinin varlığını ortaya çıkarmıştır. Bulunan fosillerin her biri, dinozorlarla kuşlar arasında yeni bir aşamaya ait geçiş formu oluşturmaktadır. Bu fosil kanıtlar, kuşların “yaşayan dinozorlar” olduğu fikrini desteklemiştir. Jura Dönemi sonları ve Kretase’nin başları (145-121 milyon yıl önce) tüylü dinozorların zamanıdır. Günümüzde yapılan birçok araştırmada bilim adamları kuşların birer dinozor olduğu konusunda ve özellikle iskelet sistemleri hakkında güçlü veriler elde etmiştir. Omurgalıların kuş sınıfı, bu kanıtlarla yerini tüylü dinozorlara terk etmiş görülmektedir. Daha birçok geçiş formu ayrıntılı çalışmalarla gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir.

    [Prof. Dr. Mehmet Sakınç'ın bu makalesi Bilim ve Gelecek dergisinin Nisan 2007 tarihli 38. sayısında yayımlanmıştır.]

    WWW.EVRİMTEORİSİ.ORG

  • umut altınçağ01.11.2008 - 14:14

    SANATIN UCUZU PAHALIS OLMAZ

    Sanatçı olarak çok başarılı ve ileri bir kişilktir pek fazla tanınmaz popüler medyada fakat kendisni sosyalist görüşlü kesimler çok iyi tanıravrupa geneldindeki türkiyeli işçiler ve ailelere tarafından çok iyi tanır son olarak yaptığı albümü içinde yer alan ülke ol parçası avrupadaki işçiler tarafından çok beyenilmiş ve albüm normal satış yapmaya çalışan popüler müzik şarkıcılarının par çalarından çok fazla satış yapmıştır abartısız 1.000,000 satmıştır türkiede bir çok savsatacı sanatçıyım diye meydanalarada dolanıyor

  • evrim30.10.2008 - 19:01

    YARATILIŞÇI SAVLARI

    Yaşam anlık bir yaratmayla mı ortaya çıktı?
    Dinsel bağnazlığı yansıtan yaratılışçı akım “bilimsellik” görünümü altında bilime karşı bir harekettir. Başlıca savları incelendiğinde, hedefin belli bir olayı ya da olgular kümesini açıklamaktan çok, evrim düşüncesini yıpratmak, yıkmak olduğu görülür. Yaratılışçıların son yirmi yıldır kullandıkları taktik, evrim kuramına ilişkin eleştirileri yaratılışçı görüşü doğrulayan kanıtlar olarak göstermektir. Böyle bir manevraya başvurmaları aslında kendi savlarım bilimsel anlamda kanıtlayamadıkları demektir.

    Yaratılışçılığın özünde yer alan şu iki temel savı alalım, örneğin:

    Yaşam uzun bir sürecin değil, anlık bir yaratma eyleminin ürünüdür.
    Tüm hayvan ve bitki çeşitleri, kendi içlerinde kalan kimi kalıtsal varyasyonlar dışında, yaratılıştaki kimliklerini korumaktadır.
    Yaratılışçıların önde gelen adlarından Duane Gish, “Yaratılışın Bilimsel Kanıtları” adlı çalışmasında bu savların yeterince kanıtlandığını ileri sürmektedir. Gerçekten öyle midir? Gish’in ilk sav için verdiği kanıtları kendi kaleminden okuyalım:

    Fosiller, yaşamın birdenbire ve bildiğimiz biçimloriyle ortaya çıktığını, canlı türler arasında evrimsel geçişlere olanak vermeyen kesintiler olduğunu göstermektedir. Bu olgular canlı türlerin yaratıldığını kanıtlar.

    Termodinamiğin İkinci Yasası evrende düzenin düzensizliğe dönüşme eğiliminde olduğunu (entropinin arttığını) dile getirmektedir. Buna göre, basit moleküller ile karmaşık protein, DNA ve RNA moleküllerinin kendiliğinden ve doğal süreç içinde canlı hücreye dönüşmüş olması olanaksızdır. Öyleyse, canlı hücre yaratılmıştır. Kaldı ki, yaşamın kökenine ilişkin laboratuvar deneyleri canlının cansız maddelerden oluşturulabileceği tezine hiçbir kanıt sağlamamıştır. Kanıt gibi görünen kimi veriler ise yapay olarak empoze edilen laboratuvar koşullarına dayanmaktadır. Bu koşulların doğada gerçekleşme olasılığının son derece zayıf olması, elde edilen sonuçların önemsizliği göz önüne alındığında yaşamın “evrim” denilen sürecin ürünü olmadığı ortaya çıkar.

    “Kanıt” diye sunulan bu sözlerde gerçekleri çarpıtma dışında bir şey var mıdır? Bir kez fosillerin gösterdiği, karmaşık organizmalardan çok önce tek-hücreli canlıların var olduğudur. Sonra, hem organik hem inorganik dünyada düzensizlikten düzen oluşturan kristaller gibi pek çok kimyasal düzeneğin işlediği bilinmektedir. Son olarak, canlı nesneyi oluşturan makro moleküllerin doğal olarak bir araya gelme olasılığının hiç de zayıf olmadığı laboratuvar deneyleriyle gösterilmiştir.

    Kaldı ki, bu gerçekleri bir yana bıraksak bile, Gish’in yaptığı, yaratılışçı görüşü pozitif kanıtlar getirerek temellendirmek yerine, evrime yöneltilen birtakım yadsımalarla savunmaktır.*

    * Duane Gish’in, “Creation, Evolution and Public Education” adlı başka bir çalışması dilimize, “Yaratılış, Evrim ve Halk Eğitimi” diye çevrilmiştir. Çevirinin yetersiz ve çetrefilliğine karşın, bu çalışmada da gerçeklerin nasıl çarpıttırıldığı kolayca görülmektedir.

    Türler sabit midir?
    Tüm hayvan ve bitki çeşitlerinin ilk yaratılıştaki formlarını koruduğu savına gelince, burada da Gish’in sunduğu “kanıtları” geçerli bulmak kolay değildir:

    Fosillere baktığımızda türler arasında geçişlere olanak vermeyen kesin boşluklar görmekteyiz. Evrimci görüşün gerektirdiği ara halkaları ne tek-hücrelilerle omurgasızlar, ne de omurgasızlarla omurgalılar arasında bulmaktayız. Hatta balıklarla amfibiyanlar, amfibiyanlarla sürüngenler, sürüngenlerle kuşlar ve memeliler arasında da ara halkalar yoktur. Evrimciler bildiğimiz türler arasında birtakım ara formlarının geçmişte var olduğu üzerinde ısrar etseler de bugüne değin bulunan milyonlarca fosil arasında onları haklı çıkaran gerçek bir kanıta rastlanmamıştır. Fosiller ile yaşayan organizmalar aynı sınıflama ölçütlerine uygun düşmektedir. Bu demektir ki, şimdi yaşayan organizmalar bildiğimiz form larına, fosillerin de sergilediği gibi, evrim sürecinden geçerek değil, yaratılışta kavuşmuştur.

    Bir canlı türü, kendi aralarında üreyen (ama normal koşullar altında başka gruplarla üreme ilişkisi olmayan) , ortak özelliklere sahip bir grup diye tanımlayabiliriz. Buna göre, (basitten karmaşık formların gelişmesi için gerekli olan) “türler arası evrimsel geçiş” diye bir şey olsaydı, ortak özelliklerin yeni eklemelerle sürekli artması, gen havuzunun zamanla sınır tanımayan bir genişleme içine girmesi gerekirdi. Oysa böyle bir olay yoktur.

    Bu alıntıda hem yanlış bilgi hem dayanaksız savlar yer almaktadır. Fosillerden pek çoğu şimdi yaşayan organizmalardan kesin farklar göstermekte, ancak kendi taksonomik kategorileri içinde sınıflanabilmektedir. Gish’in dediğinin tersine, fosillerden pek çoğunda, bilinen türler arasındaki evrimsel geçiş halkalarını bulmaktayız. Şimdi sorabiliriz: “Yaratılışın Bilimsel Kanıtları” başlığını taşıyan yazıda yaratılış savını doğrulayan bir kanıt var mıdır? Yoktur, olamaz da; çünkü, yaratılışçı akım ideolojik nitelikte bir harekettir; araştırmaya, bilimsel veri ve kanıtlara işine geldiğinde ve de sözde kalan bir saygı duyar.

    Bilimde çarpıtma taktiğine yer var mıdır?
    Yaratılışçılık literatürünün hemen tümüyle gerçekleri çarpıtma, “bilim” adı altında dayanaksız, tutarsız söz etme sanatına dayandığı söylenebilir. Bilimsel kaynaklardan yapılan alıntılar genellikle eksik, bağlam dışı veya çarpık biçimde sunulmakta, ya da özerün anlamı dışında yorumlanmaktadır. Taktiklerinden biri, Orwell’in 1984′ deki “savaş barıştır” sloganı gibi “yaratılışçılık bilimdir” diyerek saplantılarının gerçek yüzünü saygın bir terim arkasında gizlemektir. İşte bir örnek: “Yaratılışçı, tüm yargılarında ‘neden-sonuç’ ilişkisini içeren bilimsel yasaya bağlı kalır.” Oysa yazılarında buna tek bir örnek bulamazsınız; sorumsuzluklarını “bilimsel yasa” gibi aslında anlayışlarına ters düşen saygın bir terimle örtmek taktiklerinden biri. Bir diğer taktikleri evrimi “hipotez” diye nitelemeleridir. Onlara göre evrim kuramı bilim dışı bir inanç ya da ideolojidir; ispatlanamaz, deneysel verilerle yoklanamaz. Böylece, belirli bir olgu değil, tartışmaya açık, kuşku götüren salt bir tahmin ve varsayım olduğunu vurgulayarak zihinleri bulandırmaya çalışmaktadırlar.

    Yaratılışçıların sıkça başvurdukları bir oyun da kimi seçkin evrim kuramcılarını, bağlam dışı ve çarpıtılarak verilen alıntılarla yaratılışçılığı savunur göstermeleridir. Örneğin, liderleri Henry Morris, seçtiği alıntılarla günümüzün seçkin kalıtım bilginlerinden Richard Lewontin’in, “yaşam savaşımı” ve “doğal seleksiyon” gibi evrim kuramının temel ilkelerini reddettiğini ileri sürer. Oysa alıntıların kaynağı olarak gösterilen yazısında Lewontin söz konusu ilkelere ilişkin bir şey söylememekte, yalnızca uyum sağlayıcı olan ve uyum sağlayıcı olmayan özellikler arasındaki farkın belirlenmesinde karşılaşılan güçlüklere değinmekte, doğal seleksiyonla türlerin çevreyle uyumlarında kimi zaman bir gelişme sağlanmadığı halde özelliklerinde değişiklik olduğunu belirtmektedir.

    Yaratılışçıların evrim konusunda bilim adamları arasındaki tartışmaları, evrim düşüncesi yüzünden düşülen hataları kapatma, bir tür temize çıkma çabası olarak yorumlamaları da gözden kaçmayan bir başka tutumlarıdır. Oysa çoğunluk evrim kuramı ile kalıtım üzerinde ayrıntılara ve yeni gelişmelere ilişkin bu tartışmalardan ne evrim düşüncesiyle bir hataya düşüldüğü, ne de bilim adamlarının bu yüzden saygınlıklarını kurtarma çabasına girdikleri izlenimi bile çıkarılamaz.

    Mantık oyunu mu?
    Yaratılışçı literatürde çarpıtıcı yorumlarla bilinen olguları yadsıma öylesine iç içedir ki, bunları ayırmak her zaman kolay değildir. Örneğin, sık sık tekrarlanan, “evrim düşüncesinin döngül kanıtlamaya dayandığı” savını alalım. Buna göre, evrim için kanıt olarak gösterilen jeolojik katmanların kronolojik sıralaması, fosillerin basitten karmaşıklığa gittiği tezini içeren evrim düşüncesine bağımlıdır. Gerçekten öyle midir? Evrim düşüncesi içerdiği bir düzenlemeyle mi kanıtlanmaktadır? Öyle olmadığını bu konudaki gelişmelere bakarak gösterebiliriz.

    Paleontolog David Raup’ın belirttiği gibi, “Modern jeolojik zaman skalası 1840 sıralarında, yani Darvvin’in Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından yaklaşık yirmi yıl önce geliştirilmişti.” Fosillere dayanan zaman skalası evrimcilerin değil, evrim düşüncesinden habersiz jeologların ortaya koyduğu bir çalışmadır. Üstelik, ayrıntılarda kalan kimi düzeltmeler dışında, sistem genelde ilk formunu bugün de korumaktadır. Öyleyse, evrim düşüncesinden tümüyle bağımsız bir gelişmeyi o düşüncenin bir sonucu gibi göstermek düpedüz gerçeği çarpıtmak değil de nedir?
    Yaratılışçıların ortaçağ mantık oyunlarına başvurmalarında bizi şaşırtan bir şey yoktur.

    Olgular yadsınabilir mi?

    Yaratılışçılara bakılırsa arzın tarihi birkaç bin yılı aşmaz. Oysa radyoaktif yöntemler arz kabuğunun oluşum sürecinin bile yüz milyonlarca yıl aldığını göstermektedir. Ama onlar önyargılarını haklı çıkarmak için gerektiğinde somut olguları bile göz ardı etmekten kaçınmazlar. Örneğin, onlara sorarsanız kayaların yaşını belirlemenin nesnel yöntemi yoktur:

    Pek çok kimse kayaların yaşının uranyum, thoryum, potasyum, ribidiyum gibi radyoaktif minerallerin incelenmesiyle belirlendiğine inanır. Oysa bu doğru değildir. Böyle olmadığının en açık kanıtı fosil taşıyan katmanların yaşlarının, radyoaktif yöntemlerin henüz bilinmediği bir dönemde saptanmış olmasıdır. Kaldı ki, radyometrik yaş belirlemede o kadar çok hata ve hatalı yorumlama olasılığı var ki, bunların çoğu, özellikle daha önceki belirlemelere uymaması halinde, kullanılmadan atılır. … Uranyumla yaş belirleme bile deneysel olarak denetlenemez; çünkü, milyonlarca yıl alan uranyum bozulmasının sonucunu kimse gözlemleme olanağına sahip değildir.*

    Kısacası, burada söylenen şu: Modern yöntemlerle yapılan yaş belirlemesi daha önceki belirlemeleri doğruladığında yanlış, doğrulamadığında geçersizdir. Ancak bu ikilem yüzeyseldir, hiçbir mantık kuralına dayanmamaktadır.

    Yaratılışçıların, arzın bugün gördüğümüz oluşum ve özelliklerini Nuh Tufanı gibi bir “olaya” bağlamaları, modern jeolojinin sağladığı veriler ışığında yalnızca gülünçtür. Tufanda yere gömüldüğü söylenen canlılara ait fosillerin yer katmanlarında; ilkel formlardan gelişmiş karmaşık organizmalara doğru sıralanışı nasıl açıklanabilir? Böyle bir düzenlemeyi global bir yıkımın sonucu olarak göstermek kimi inandırabilir?

    Yaratılışçıların işlerine geldiğinde bilimden yararlandıklarını da görmekteyiz. Bilindiği gibi Termodinamiğin Birinci Yasası evrendeki enerjinin toplam olarak sabit kaldığını, İkinci Yasası ise kapalı bir sistemde enerjinin ısı formunda düzenli durumdan düzensizliğe doğru gitme eğiliminde olduğunu söyler. Yaratılışçılar fiziğin bu yasalarını, organize nesneler olan canlıların dağınık maddelerden, karmaşık organizmaların basit canlılardan oluşamayacağı tezlerine destek saymaktadırlar:

    Daha karmaşık bir organizmanın evrimi için enerjinin bir şekilde kazanılması, düzenin artması gerekir ki, İkinci Yasa, dış etkenler olmadıkça herhangi doğal bir süreçte buna olanak tanımamaktadır.**

    Oysa düzensizlikten düzene gidişin doğada pek çok örnekleri gösterilebilir. İnsan gibi karmaşık bir organizma, görecel olarak daha ilkel düzeyde olan döllenmiş bir yumurtadan oluşmaktadır. Buzdolabımızda düzensiz şu moleküllerinin düzenli buz kristallerine dönüşmesi bir başka örnektir. Nedeni açıktır: Ne organizma, ne de başka bir nesne kapalı bir sistem değildir. Canlılar güneşten enerji alan açık sistemlerdir. Üstelik, doğal seleksiyon düzeni bozucu ya da azaltıcı mutasyonları ayıklayarak, tersine düzeni artırıcı mutasyonları koruyarak, daha karmaşık düzenlemelere yol açmaktadır.

    Bilimi kullanan bu argümanın da basit bir irdelenmeye dayanma gücü yoktur.

    * H. Morris (ed.) , Scientific Creationism, San Diego, Creation-Life Publishers, 1974, s. 133-137.
    ** Aynı kaynak, s. 40.

    Mutasyon yenilik getirmez mi?

    Yaratılışçılar yeni, karmaşık formların oluşumunda mutasyon ve doğal seleksiyonun rolünü yadsımaktadırlar. Onlara göre mutasyon, ister doğal süreçte ister laboratuvar koşullarında ortaya çıksın, hemen her zaman organizmanın uyum düzenini bozan, zararlı bir olaydır; yeni gelişmelere yol açmaz.

    Hemen söyleyelim ki, mutasyonlarm tümüyle zararlı olduğu savı en azından bir abartmadır. Mutasyonların, bakterilerin metabolik yeteneklerini değiştirmede, bir böceğe tarım ilaçlarına karşı dayanma gücü sağlamada, ya da, bir bitkinin büyüme biçimini belirlemede zararlı veya yararlı olması çevre koşullarına dayanır. Evrim kuramı mutasyonlarm daima yararlı olduğunu varsaymamaktadır. Etki gücü büyük olan mutasyonlarm çoğunluk zararlı olduğu bilinmektedir. Ne var ki, bu tür mutasyonların sayısı fazla değildir. Bir bakteri, sinek ya da fungi kültürünü yeni bir çevreye koyalım; öyle bir toplulukta mutasyonlarm büyük çoğunluğu olumsuz ya da zararlı türden de olsa, kimi bireylerin birkaç kuşak içinde ileri uyum sağladıklarını görürüz. Bunun nedeni, varyasyonlar gibi mutasyonları da kullanan doğal seleksiyon düzeneğidir. Yaratılışçılar doğal seleksiyonun bu olumlu rolünü açıkça yadsımaktadırlar:

    Doğal seleksiyon herhangi bir yenilik üretmez. O edilgen bir ayıklama düzeneğidir; yalnızca, çevreye uyan formların içinden geçtiği bir elek. Elekten geçmeyen formların yolu kesilmekte, yaşamları sona ermektedir. Bu var olan formlar üzerinde işleyen bir ayıklamadır; kendiliğinden yeni bir şey üretmez. Üreme hücresinde üstüörtük bulunan özellikleri yeni kombinezonlara sokma, evrimci anlamda yeni bir şey yaratma değildir, olamaz.*

    Ama gözden kaçmaması gereken bir nokta var: Doğal seleksiyon olumlu mutasyonîarı tek tek koruduğuna göre (yaratılışçılar bunu yadsımamaktadır.) birlikte avantaj sağlayan mutasyon kombinezonlarını da korur, elbet. Bunun bir örneğini Afrika’nın kırlangıç kuyruklu kelebeğinde bulmaktayız. Bu toplulukta, genlerden biri kanadın belli bir kesiminin beyaz veya kızılkahve rengi olduğunu, aynı kromozom üzerinde yakın duran diğer genler ise kanadın kalan kesiminde siyah ve beyaz benek örüntüsünü belirlemektedir. Birtakım gen kombinezonlarına dayanan belli renkteki kelebekler, renk ve benek benzerliğinden yararlanarak, tatsızlıkları nedeniyle düşmanlarına yem olmaktan kurtulan diğer bazı kelebek türlerinin avantajına sahiptir. Öyle bir renk benzerliği taşımayan, dolayısıyla kurtulma şansları zayıf kelebeklerin sayıları azdır, kuşkusuz. Diyelim ki, değişik kelebeklerde bir kızıl renk mutasyonu, bir de belli biçimde bir benek mutasyonu var. Şimdi, çiftleşme bu iki mutasyonla yeni, uyum sağlayıcı bir kombinezon kurabilir. Böyle bir özelliğin (yaşam savaşımında avantaj sağlıyorsa) , çok geçmeden topluluk içinde yaygınlık kazanacağına kesin gözüyle bakılabilir.

    Görüldüğü gibi, başlangıçta mutasyonla ortaya çıkan varyasyon, üreme sürecinde girdiği yeni kombinezonlarda avantaj sağlaması halinde, doğal seleksiyonla korunur ve çok geçmeden toplulukta yaygınlaşan bir özellik oluşturur.

    Yaratılışçılar bu açıklamayı benimsemeseler bile düpedüz reddetme yoluna gitmeyebilirler. Onların asıl kabul etmedikleri şey, yeniliğin mutasyon ve doğal seleksiyonla sağlanabileceği gerçeğidir.

    Yaratılışçıların yaptığı, bir bakıma, mutasyon kavramının artık geçerliğini yitirmiş eski bir yorumuna dayanarak mutasyonun evrim için yapıcı bir işleve sahip olmadığı, tam tersine, evrimi engelleyici bir olay olduğu iddiasında bulunmaktır. Bu iddiayı belli ölçülerde paylaşan biyologların da olması kavrama açıklık getirme ihtiyacını ortaya koymuştur. Genetik-evrim ilişkileri üzerindeki çalışmalarıyla tanınmış bilim adamı Dobzhansky’ye ait aşağıdaki alıntıyı bu yönde bir açıklama sayabiliriz:

    Mutasyon kavramına yöneltilen eleştirilerden biri de meyve sineğinde ve diğer organizmalarda gözlenen mutasyonların bozulmalara, patalojik değişikliklere ve beklenmedik oluşumlara yol açtığı; bu yüzden, evrimin yapı taşları olmaktan uzak kaldığıdır. Bu eleştiri öylesine sık ve yoğun yürütülmüştür ki, salt bu nedenle bir tür “geçerlik” kazanmış gibidir. Oysa, gözden kaçmaması gereken nokta, mutasyonun olumsuz sonuçlarının yanı sıra nötr ve olumlu değişiklikleri de kapsayan geniş bir spektrum sergilemesidir**.

    Kaldı ki, moleküler biyolojideki yeni gelişmeler mutasyonların rolüne ilişkin kuşkuları tümüyle giderici yöndedir. Genlerin kimyasal yapısının ortaya çıkmasıyla biyologların mutasyonu DNA ve RNA kimyasının terimleriyle yeniden tanımlama yoluna gittiğini görüyoruz. Bilim adamları artık genetik maddede oluşan çeşitli değişiklikleri inceleyebilmektedirler. Biyokimyasal testler çok küçük
    mutasyonların varlığını göstermektedir. Ne var ki, organizmanın davranış ve dış görünümüne yansımamaktadır bu küçük mutasyonlar.

    Mutasyonların evrim bakımından tümüyle olumsuz olduğu savı yeni bulgular karşısında artık inandırıcı olmaktan çıkmıştır.

    * Aynı kaynak, s. 52.
    ** Theodosius Dobzhansky, Genetics and the Origin of Species.

    Yenilik yalnızca yaratmayla mı olasıdır?

    Yaratılışçılar “gerçek yeniliğin” ancak Tanrısal yaratmayla olası olduğu noktası üzerinde ısrarlıdırlar. O kadar ki, bu alandaki bilimsel araştırmaların da bu tezi destekler yönde sonuç verdiğini söyleyebilmektedirler:

    Genetik kod üzerinde bize son derece önemli bilgiler kazandıran modern moleküîer biyoloji, herhangi bir organizma türündeki normal varyasyonların o türe ait DNA’nın belirlediği sınırlar içinde ancak işlerlik gösterebileceğini ortaya koymuştur, öyle ki, ileri düzeyde karmaşık ve düzenli olan hiçbir gerçek yeniliğe olanak yoktur*.

    Oysa modern moleküîer biyoloji böyle bir şey ortaya koymuş değildir. Modern araştırmaların ortaya koyduğu sonuçları kısaca belirtmekte yarar vardır:

    Mutasyonların bir geni ya da kromozumu az ya da çok etkilediği; daha önce var olan genlerin duplikasyonuyla ve tümüyle yeni gen dizileri oluşturmak için nucleotide’lerin değiş tokuşuyla yeni genetik bilgilerin var edilebileceği; mutasyonların, organizmanın biyo-kimyasını büyük ölçüde değiştirebileceği ya da hiç değiştirmeyeceği. … Öte yandan moleküîer genetik de son derece küçük genetik değişikliklerin bile enzimlere yeni biyo-kimyasal işlevler kazandırabileceğini; organizmanın her bölümünün büyüklük, biçim ve büyüme hızını değiştirebileceğini, değişik veya akraba türleri birbirinden ayıran farklar gibi değişiklikleri üretebileceğini göstermiştir. “Belli bir tür organizma için DNA’nın belirlediği varyasyon ranjı”na gelince, bu düpedüz yaratılışçıların bir yakıştırmasıdır; moleküler biyolojide destekleyici kanıtı gösterilemez.

    Yaratılışçıların evrim sürecinin ürünü saymaktan özellikle kaçındıkları, “ileri düzeyde düzen ve karmaşıklık” ise tanımı güç bir kavramdır. Örneğin, bir sürüngeni alalım. Diyelim ki, alt çene kemiklerinden biri giderek büyürken diğeri küçülüyor; Öyle ki, sonunda birbirinden tümüyle ayrı düşen iki yapı ortaya çıkıyor. Buna, karmaşıklıkta bir artış diyebilir miyiz? Gene diyelim ki, gözün konumunda başın yanından öne doğru küçük varyasyonlar oluşmaktadır. Bu türden biçim ve yönelim varyasyonları, organizmanın hemen her bölüm veya organında görülebilen değişimlerdir. Maymunlarda bu varyasyonların çok önemli uyum sağlayıcı özellikler olduğu saptanmıştır. Ancak sorulabilir: bu varyasyonların, daha ilkel organizmalarda görülen benzerlerinden daha karmaşık olduğu söylenebilir mi? Yaratılışçıların çok önemsedikleri “ileri düzeyde düzen ve karmaşıklık” göreceldir; hatta belki hayal ürünü bir şeydir. Örneğin bir atın ya da insanın “karmaşıklığı” dediğimiz şey aslında her biri bağımsız olarak evrim sürecinde oluşan birtakım özellikler koleksiyonudur.

    Genetik değişikliklerin yeni, daha karmaşık organizma çeşitleri ortaya koyamayacağı savı, organizmaların, kutsal kitaplarda belirtildiği gibi, daha yüksek ve daha düşük “cinsler” diye ayrıldığı inancına dayanmaktadır. Oysa organizmaların böyle kendi içine kapalı geçişe elvermeyen cinslere ayrıldığı doğru değildir. Zaten “cins” teriminin modern taksonomide yeri yoktur. Anlamı belirsiz olan bu terim, bir başka bakımdan da yaratılışçılarm işine gelmektedir. Örneğin kobralarla igvanalar öylesine farklıdır ki, bunları aynı cins saymak zordur. Öte yandan yılana benzer kertenkelelerin, kertenkeleye benzer yılanların varlığı göz önünde tutulduğunda, yılanlar ile kertenkeleleri iki ayrı cins saymak kolay mıdır? Yaratılışçıların, iki cins saydıkları organizma toplulukları arasında ara halkalar gösterildiğinde, iki cinsin aslında aynı cins olduğunu söyleyerek işin içinden sıyrılmaya kalktıklarını görüyoruz.

    * H. Morris (ed.) , Scientific Creationism, s. 51.

    Doğal seleksiyon yeniliğe yol açmaz mı?
    Doğal seleksiyon olgusunu doğrudan yadsıyamayan yaratılışçıların, bu düzeneğin etki alanını sınırlama yoluna gittikleri görülmektedir. Onlara göre, doğal seleksiyon yeni özelliklere yol açan bir düzenek değil, yalnızca uyum kurmaya elverişsiz varyasyon veya mutasyonları ayıklayan bir süreçtir. Evrimcilerin sunduğu biçimiyle doğal seleksiyon totolojik nitelikte bir kavramdır.

    Doğal seleksiyona ilişkin gerekli açıklama daha önceki bölümlerde verildiği için şimdi birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz:

    Evrimle ortaya çıkan özelliklerin çoğu aslında yeni değil, daha önce var olan özelliklerin biçim, büyüklük ve düzenleme yönlerinden değişik görüntüleridir.
    Doğal seleksiyon yaratıcı değil, düzenleyici ve bir anlamda koruyucu ya da tutucu bir düzenektir; mutasyon ve genetik kombinezonlarla ortaya çıkan varyasyon karmaşasından uyum sağlayıcı Özellikleri koruyup onlara etkinlik kazandırmaya yarar.
    Doğal seleksiyon sürecinde yeni özelliklerin oluştuğu gözlemle bilinen bir olaydır. Bakterilerde yeni metabolik kapasitelerin gelişmesi bunun hemen akla gelen örneklerinden biridir.
    Gerçi mutasyon ve varyasyonların şansa bağlı olduğu söylenebilirse de, varyasyon veya mutasyonların bir tür ya da toplulukta etkinlik kazanması bakımından göstereceği başarı ya da başarısızlık doğal seleksiyonla belirlenir.
    Evrimde tüm değişme veya gelişmelerin nedeni doğal seleksiyon değildir. Doğal seleksiyonun yanı sıra kimi genetik değişikliğin de yeniliğe yol açtığı bilinmektedir. Bu, doğal seleksiyon kavramının, yaratılışçıların iddiasının tersine, her şeyi açıklayan totolojik bir kavram olmadığı demektir. Kaldı ki, evrimcilerin doğal seleksiyon düzeneğinden söz ederken, ayıklanmaktan kurtulanı “en yetkin”, en yetkini de “ayıklanmaktan kurtulan” diye tanımlama gibi döngül bir düşünce içinde oldukları savı doğru değildir.
    Fosiller evrimi kanıtlamıyor mu?
    Evrim olgusunu yadsıma yolunda yaratılışçıların sık sık ileri sürdükleri bir sav fosillere ilişkindir. Yaratılışçılar, “türlerin evrimle oluştuğu doğruysa, türler arasındaki geçişlerin fosil kanıtları ortaya konmalıdır,” demektedirler. Onlara göre müzelerde sergilenen zengin fosil koleksiyonları, türler gibi türler arası geçiş formlarını da göstermelidir. Yaratılışçılar sürüngenlerle memeliler arasında, örneğin, çok değil beş veya altı geçiş formunu bile evrim için yeterli kanıt sayacaklarını söylemektedirler. Oysa paleontologların da itiraf ettiği gibi fosiller bu kanıtları sağlamaktan uzaktır.

    İlk bakışta haklı görünen bu iddia üzerinde durmak zorundayız. Geçiş formlarına ait fosil bulguları gerçekten yetersizdir. Pek çok organizma gruplarının kökeni tahmin olarak kalmış, kanıtlanarak belirlenememiştir, henüz. Ne var ki, evrim sürecinde kimi varyasyon ve mutasyonların sağladığı hızlı geçişin yanı sıra birçok organizmanın fosilleşme olanağı bulamaması göz önüne alındığında, yetersiz de olsa, eldeki kanıtların değerini küçümseyenleyiz. Yaratılışçıların tüm geçişlere ait “yeterli kanıt” istemeleri paleontologların da dile getirdiği bir güçlüğü sömürme çabasından başka bir şey değildir. Örneğin, pek çok türü kapsayan farelere ait yeterince fosile rastlanmamış olması, bunların anlık bir yaratma eyleminin ürünü olduğunu mu gösterir? Elbette değil! Fareler, bilindiği gibi, küçük yapılı, yumuşak, çabuk bozulmaya elverişli organizma türlerindendir. Fosil olarak korunma şansları son derece zayıftır.

    Yaratılışçıların bu konuda dayandıkları, evrimin yavaş ve adım adım giden bir süreç olduğu varsayımı, evrim kuramında bir ara benimsenen, ama artık geçerli sayılmayan bir düşüncedir. Her organizma topluluğunun geniş ölçüde genetik varyasyon olanağı taşıdığını biliyoruz. Bu olanak evrimin pek seyrek olan olumlu mutasyonlara bağlı kalmasını gerektirmemektedir. Çevre koşulları değiştiğinde topluluğun genetik varyasyon olanakları doğal seleksiyonla etkinlik kazanmakta, çevreye daha uyumlu yeni bir türe yol açılmaktadır. Evrimin hızlı sürecinde genetik varyasyonların bu önemi laboratuvar deneyleriyle de kanıtlanmıştır. Örneğin, G. Ledyard Stebbins ile Francisci Hyala ortak araştırmalarında, oniki yıllık bir süre içinde meyve sineklerinin vücut büyüklüğünde yüzde on kadar bir artış sağlayabilmişlerdir. Aynı hızda bir artışla insan beyni, Homo erectus’taki oylumundan Homo sapiens’teki oylumuna yaklaşık 13 bin yılda ulaşabilirdi ki, bu süre jeoloji tarihinde bir an demektir. Evrimin bu hızlı temposu göz önüne alındığında, zaman içinde birkaç milyon yıllık ara ile oluşmuş katmanlarda bulunan fosiller arasındaki boşluklar bizi şaşırtmamalıdır. Kuşkusuz, evrim düşüncesini çürütmek için kanıt olarak kullandıkları bu boşlukları doğru yorumlamayı yaratılışçılardan bekleyemeyiz!

    Faşizm’den evrim kuramı mı sorumludur?
    Evrim düşüncesini gözden düşürmek için yaratılışçıların başvurduğu yollardan biri de duygusal tepkileri harekete geçirmektir. Çağımızda çarpıcı örnekleriyle karşılaştığımız çıkarcı, bencil ve ırkçı tutum ve politikaları evrim kuramının türevleri gibi göstermek çabası bunun iyi bilinen bir örneğidir. Darwin’den sonra bir ara “Sosyal Darwinizm” adı altında etkinlik kazanan öyle bir görüşün faturasını evrim kuramına çıkarmak gene olguları çarpıtmaktır. Sosyal Darwinizm, bilimsel değil, eyleme yönelik ideolojik Nitelikte bir öğreti olup 19. yüzyıl kapitalizminin “laissez-faire et laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) düşüncesini yansıtan bir görüştür. O dönemde bile saygın biyologlardan hemen hiçbirinin desteğini kazanmamıştır. Ne önyargılarımız, ne de insanın insanı horlaması, acımasızca sömürüp ezmesi 1859′ dan sonra başlayan olaylardır. Faşizm gibi totaliter sistemleri “evrim düşüncesinin ürünü” diye niteleyen yaratılışçı akımın lideri Henry Morris tarihsel gelişmeleri çarpıtmaktan çekinmemektedir:

    Almanya’da üstün ırk ve üstün insan kavramlarını ortaya atan ve yığınlara benimseten kişi, Darvvin’in çağdaşı ve evrimciliğin ateşli yandaşı olan filozof Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche felsefesine ulusal ideoloji kimliği veren Hitler evrimcilikten kaynaklanan ırkçı öğretinin bir bakıma kaçınılmaz sonucudur*.

    Morris ve onu izleyenlere göre, yalnız ırkçılık değil, daha pek çok kötülüğün kaynağı evrim düşüncesinde aranmalıdır. Onların gözden kaçırdığı Darvvin’den başlayarak hiçbir evrimci bilim adamının ırkçı olmadığı, tam tersine o tür ideolojik saplantıları bilim adamlarının her dönemde kınadıkları gerçeğidir. Bir kez Nietzsche’nin “ateşli evrimci” olduğu savı doğru değildir; öyle olsa bile, onun “üstün insan” öğretisinden evrimci düşünceyi sorumlu tutmak, dahası Faşizmin faturasını bilime çıkarmak dürüstçe bir tutum mudur? Aslında Faşizm’de yaratılışçıları tedirgin eden bir şeyin olduğu kuşku götürür. Onlarınki bir taktiktir; evrim düşüncesini, insanlığın aşağıladığı bir ideoloji ile özdeşleştirip, karalamak taktiği!

    * H. Morris, Creation: Acts, Facts, Impacts, s. 160.

    Evrim bir din midir?
    Yaratılışçılar evrimin inanca dayanan, değer yargıları içeren bir tür din olduğu iddiasını da getirmişlerdir. Onlara bakılırsa evrim düşüncesi bilimsel değildir. Bilim, gözleme, deneysel doğrulamaya dayanır; evrim iso ne gözlemlenebilen bir olay, ne de, doğruluğu deneysel olarak ispatlanan bir hipotezdir. Öyle midir, acaba?

    Bu iddia, deyim yerinde ise, “yavuz hırsızın ev sahibini bastırması” havasını taşıyor.

    Bir kez bir olgu olarak evrimsel değişme çeşitli yollardan gözlenebilmektedir. Öyle olmasa bile, fosil ve canlı organizmaların gözlemsel özelliklerinde çıkarsanabilir bir olaydır, evrim. Sonra evrim düşüncesi bir hipotezden ileri bir kuram kimliği kazanmıştır; gözlem ve deney ürünü sayısız verilerle yoklanmış, doğrulanmış bir kuram! Yaratılışçılar bu sonuç karşısında kalınca ağız değiştirmekte, kuramın ispat edilmediğini ileri sürmektedirler. Doğrudur, evrim kuramı ispat edilmemiştir. Ama bilimde hiçbir kuramın ispatı verilmez, verilemez! İspat, mantık ve matematik çalışmalarına özgü bir “doğrulama” türüdür; bir savı bilimde olduğu gibi olgulara giderek yoklamayı değil, doğruluğu varsayılan kimi ilkelerden mantıksal çıkarsamayla doğrulamayı gerektirir. Evrim kuramı, fizik, astronomi, kimya gibi bilim dallarındaki herhangi bir kuram gibi birtakım olgusal veri ve ilişkilere açıklama sağladığı, çok sayıda güvenilir kanıtlara dayandığı için ayakta durmaktadır; yoksa belli bir inanca dayandığı için değil! Bilimde her kuram gibi evrim kuramı için de yetkinlik söz konusu değildir; daha kapsamlı, açıklama ve öndeyi gücü daha yüksek bir kuram ortaya çıkıncaya dek (ki bu evrim için pek olası görünmüyor) bilimsel geçerliğini sürdürecektir. Eleştiri ve tartışmaya açık olan kuramın, yeni bulgularla daha fazla çekişme olanağı kazanabileceği gibi, yanlışlanma olasılığı da vardır, elbet.

    Evrim düşüncesi dinsel nitelikte bir inanç olmadığı gibi, değer yargıları içeren, dine karşı bir ideoloji de değildir; amacı önyargılara uygun bir dünya kurmak değil, var olan dünyayı, olup bitenleri betimlemek ve açıklamaktır. Evrim kuramında şu ya da bu ideolojinin dayanak araması, dahası destek bulması, evrim düşüncesini geçersiz kılmaz, bilimsel olmaktan çıkarmaz.

    Yanlışlanma olasılığından yaratılışçılar ne anlıyor?
    Tüm kanıtlara karşı bilimsel bir kuramın yanlışlanma olasılığından söz ettik. Yaratılışçıların bu olasılığı değişik bir yorumla evrim kuramına karşı kullandıklarını görüyoruz. Aşağıdaki alıntı onların yorumunu yansıtmaktadır:

    Evrim kuramım bilim adamlarının büyük çoğunluğu neden benimsemiştir? Gösterilen kanıtlar o denli mi doyurucudur? Görünüşe bakılırsa, öyle. Öte yandan, bilim adamlarının büyük çoğunluğunun yanılma olasılığı yok mudur? Yanıt, “elbette VARDIR! ” Tarihten bazı örneklere bakalım: Yüzyıllar boyunca bilim adamları tüm gezegenlerin arzın çevresinde dolaştığına inanıyordu. Bu, Ptolemy’nin yer-merkezli evren kuramıydı. Sonra Kopernik’in güneş-merkezlı sistemi ortaya çıktı. Bu sistemin doğru, Ptolemy sisteminin ise yanlış olduğunu kabul etmek kolay olmadı; bilim dünyasını, gezegenlerin güneş çevresinde döndüğüne inandırmak ancak Kopernik, Galileo ve onları izleyen bazı bilim adamlarının çetin uğraş ve kavgalarıyla olanak kazanmıştır*.

    İnanılacak gibi değil! Bugün evrim düşüncesine karşı çıkanlar bize Kopernik ile Galileo’nun bağnazlık karşısındaki çetin savaşımından söz ediyorlar. Yer-merkezli sistem ortaçağ teolojisinin kimliğini taşıyan bir öğreti idi; ona ters düşmek öyle kolay göze alınabilecek bir tehlike değildi. Kopernik’in oluşturduğu yeni sistemi yayımlaması otuz yıllık bir gecikmeyle, o da ölüm döşeğine düştüğünde, mümkün olur. Galileo güneş-merkezli sistemin doğruluğuna inandığım söylediğf için iki kez engizisyon önüne çıkarılır. Dünyanın güneş çevresindeki yörüngesinde döndüğüne değinen kitaplar kilisenin “yasak yayınlar listesine” alınmıştı. Avrupa’da Kopernik kuramının doğruluğuna inanan bilim adamları uzun süre kuramı öğretme cesaretini gösteremezler. Engizisyon yargıçları önünde dizleri üzerine çökmüş Galileo’nun tövbe ettirilişi nasıl unutulabilir:

    Ben, Galileo, yetmiş yaşında bir hapis ve dizleri üzerine çökmüş günahkâr kulunuz, yüksek huzurlarınızda elimi kutsal kitaba basarak, arzın döndüğünü söylemiş olmamı şiddet ve nefretle kınar, hatamın bağışlanmasını dilerim**.

    Galileo’yu tövbeye zorlayan teologlar bilimi gerçek anlamında içine sindiremeyen bağnaz bir geleneğin egemen temsilcileriydi.

    Bilim ile Teolojinin Savaşım Tarihi adlı kitabında Andrew Dickson’dan şunları öğreniyoruz: Kopernik’e karşı çıkanlar ona, “Sistemin doğru olsaydı, Venüs gezegeni güneş çevresinde dolaşırken ay gibi evreler gösterirdi,” dediklerinde Kopernik, “Haklısınız, şu anda ne söyleyebileceğimi bilmiyorum. Ama Tanrı iyilikseverdir; bir gün itirazınıza cevap verilecektir, herhalde,” der.

    1611′ de Galileo’nun teleskopu Venüs’ün evreler sergilediğini gösterince Kopernik’i sıkıştıranlar beklemedikleri yanıtı alırlar.

    Yaratılışçılık iddia edildiği gibi bir bilim ise, bu bilimin başlıca savlarından birini olgusal olarak yoklamaya elverecek bir öndeyi (prediction) ortaya koysunlar, görelim!

    Ünlü antropolog Richard E. Leakey’in dediği gibi, “Bilimsel yaratılışçılık” ne bilimdir ne de din; ikisi bakımından da onur kırıcı bir girişimdir.

    * Duane Gish, Evolution: The Fossils Say No! s. 23.
    ** Söylentiye göre, Galileo tövbesinin sonunda, “Ama dönüyor, ama dönüyor” diye mırıldanmaktan da kendini alamamıştır.

    .......Prof. Cemal Yıldırım
    Evrim Kuramı ve Bağnazlık




    www.evrimteorisi.ORG

  • faşizm23.10.2008 - 13:13

    VATAN BAYRAK

    yabancı bankalara yatar paralar
    hasta oldunuz mu amerikalar
    allahınız olmuş mark ile dolar
    vatan bayrak diyen siz sahtekarlar

    amerikan modelinde olur traşı
    washington babası rambo kardaşı
    kelle avlamada çeker en başı
    vatan bayrak deyen siz sahtekarlar

    hey sen hey sen fbi yazılı şapkanla
    tişörtündeki amerikan bayrağın
    cebindeki malboranla
    güzel dilimizi katleden o garip konuşmanla
    ne kadar vatan seversin bir düşün
    ve sen acıkınca hamburger yiyen
    susuzluğunu kolayla gideren
    çikolatası alplerden, peyniri hollanada'dan gelen
    pirsultan'ı, karacaoğlan'ı, veysel'i tanımayan
    elvis'le hüzünlenen, madonna'yla gülen
    favorisi uzun, kulağında küpe, fabrika önlerinde emekçi kızları tavlamaya çalışan züppe
    işaret ve serçe parmağınla yaptığın sembolünle ne kadar vatanseversin bir düşün

    ve siz muhalefette emperyalizme kafa tutanlar
    iktidarda söylediklerini bir bir yutanlar
    mazlum halklar karşısında aslan
    efendilerinin karşısında süt dökmüş kediye dönenler
    anadolu halklarının kanıyla sulanmış bayrak ile
    yolsuzluklarının üstünü örtenler
    siz cumhuriyetin ve bağımsızlığın düşmanları
    siz abdülhamit'in ve enver paşa'nın torunları
    siz yeni dünya düzeninin temsilcileri ve ortaçağ kalıntıları
    siz siz vatan bayrak diyen sahtekarlar

    sattınız onuru emperyalizme
    çiğner bağrımızı yabancı çizme
    o yalan söyleyen dillerinizle
    vatan bayrak diyen siz sahtekarlar

    kuvayı milliye onurumuzdur
    kurtuluş savaşı gururumuzdur
    bağımsız türkiye şiarımızdır
    size layık değil pis sahtekarlar
    bağımsız türkiye şiarımızdır
    vatan bayrak diyen siz sahtekarlar







    ......Günümüz dünyasında artık ülkeler, sadece topla, tüfekle, tankla, uçakla, füzeyle işgal edilmiyor; Ekonomisi kültürü,sanatı diliyle işgal edilip yok ediliyor

    MAHİR ÇAYAN