Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Selahattin Aykurt
Selahattin Aykurt

İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDA! ......

  • devrim18.08.2007 - 14:42

    DEVRİMLER TARİHİ

    (Devrim Deneyleri)





    SEYFİ CENGİZ (*)



    Bu yazıda 17. Yüzyıl İngiliz Devrimi’nden başlayarak belli başlı devrimler hakkında özet bilgiler vereceğim. Her ciddi devrimci bu deneyimleri ve burada değinilmeyen başkalarını da iyi çalışmak, anlamak ve onlardan öğrenmek zorundadır.



    İngiliz Devrimi


    İngiliz burjuva devriminin önderi Oliver Cromwell (1599-1658) ’di.

    Devrim patlak verdiğinde kral I. Charles “Uzun Parlamento” (1640-53) adı verilen parlamentoyu toplantıya çağırdı. Kralın oluşturduğu ve gereğinde dağıtabildiği bu parlamento burjuva devriminin kurucu organına dönüştü.


    İlk olarak 1640’ta toplanan bu parlamento kralın kişisel yönetimine karşı çıkarak kendi varlığını garanti edecek yetkiler talep etmiş, bunun üzerine kral ile karşı karşıya gelmişti. Tüccar sınıfı parlamentoyu desteklerken, soylular (aristokratlar sınıfı) kralı izlemişlerdi.


    Böylece ülke parlamento ile kralcılar (Royalist, monarşist) arasında bölünmüş oldu. Londra, Bristol ve Norwich gibi kentler parlamentonun ordusu tarafından kontrol edilirken, kuzeydeki bazı İngiliz kentleri ile Wales kralcıların kontrolü altındaydı.


    İngiliz Devrimi’nin üssü asıl İngiltere (England) , kralcıların üssü Wales toprakları oldu. Scotland ve İrlanda o tarihte henüz birliğe dahil değillerdi.


    1642’de iki taraf arasında iç-savaş patlak verdi. Bu iç savaş 1648’e dek sürdü. İç savaşın ilk evresini (1642-45/46) Cromwellciler kazandı. İskoçya’ya sığınmak zorunda kalan kral daha sonra parlamentoya teslim edildi. 1649’da parlamento kral Charles I’in ölüm kararını onayladı ve İngiltere’de Cumhuriyet ilan etti.


    1653’te Uzun Parlamento Cromwell tarafından dağıtıldı. 1689’da kansız bir devrimle özel mülkiyeti güvenceye alan yasaların yanısıra, söz özgürlüğü vb gibi kişisel özgürlükler ve haklar (Bill Of Rights diye bilinen) ilan edildi. Mutlakiyetin yerini bir Anayasal Monarşi aldı ve Kuvvetler Ayrılığı ilkesi benimsendi.


    İngiliz devriminde Puritanlar, Presbyterian Partisi, Bağımsız parti ve İngiliz devriminin en radikal partisi olan Leveller Partisi gibi partiler ve gruplar mevcuttu. Bu partiler dinsel bir görünüm sergiliyorlardı ve aralarındaki dinsel ayrılıklar da farklılık konusuydu. Marks, Onsekizinci Brumaire (1852) ’de, 17. Yüzyıl İngiliz Devrimi’nin önderi Crommwell ve İngiliz halkının “kendi burjuva devrimleri” için gerekli dili, ülküleri, tutkuları ve hayalleri Tevrat’tan aldıklarını söyler.


    İngiltere ve Wales prensliği 1301’den beri zaten birleşmişlerdi. 1707’de ise İngiltere ve Scotland parlamentoları birleştirildi ve bu tarihten sonra Büyük Britanya (Great Britian) resmi adı benimsendi. 1801’de İrlanda da bu birliğe katılınca resmi ad United Kingdom Of Great Britain and İreland olarak değiştirildi. Birliği oluşturan üç eski krallık (Scotland, Wales ve Kuzey İrlanda) değişen derecede bir otonomiye sahip oldular. Birleşik Krallığın Ortak parlamentosu Londra’da Westminster’da bulunuyordu (Bk.. Christopher Hill, The English Revolution-1640, 1940; ayrıca bk. Enc. Of Britannica) .





    Amerikan Devrimi



    Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-1783)

    1760’ların başında Britanya imparatorluğu ile Amerika’daki kolonileri ve Amerikan yerlileri (Indianlar) arasında patlak veren anlaşmazlıklar ve çatışmalar 1775/76’da Britanya (İngiliz) sömürge yönetimine karşı bağımsızlık savaşına dönüştü. Bu savaşın önderleri George Washington (Amerikan Kuvvetleri Komutanı) , Benjamin Franklin, Thomas Jefferson ve Samuel Adams idiler.


    4 Temmuz 1776’da Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan Bağımsızlık Deklarasyonu (Bildirgesi) ile birlikte Amerika’daki 13 İngiliz kolonisinin bağımsızlığı ilan edildi. Bu deklarasyonda insan haklarının ilk formülasyonu yapıldı ve ilan edildiği tarih (4 Temmuz) ulusal bayram olarak benimsendi.


    Böylece Amerika’da “yeni bir ulus doğdu”.


    1783’te Britanya Amerikan bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı ve son Britanya birlikleri de New-York’u terketti.


    7 Eylül 1787’de bir Anayasa (Sözleşme) kabul edildi ve federal bir yönetim (hükümet) biçimi benimsendi. 1789 başındaki ilk seçimleri çoğunluğu eski ulusçulardan, yani bağımsızlıkçılardan oluşan Federalistler kazandı ve George Washington ilk ABD Başkanı seçildi, federal bir hükümet oluşturuldu. 1791’de Haklar Bildirgesi (Bill Of Rights) çıkarıldı. 1792’de ise çeşitli konulardaki farklılıklar etrafında politik partiler şekillenmeye başladı. Amerikan devrimindeki iki ana akım güçlü bir merkezi yönetimden yana olan George Washington, Hamilton ve John Adams’ın önderliğindeki Federalistler ile tek tek devletlerin varlık hakkını vurgulayan Cumhuriyetçiler (sonraları Demokratlar adını aldılar) idiler.


    Kongre (yasama meclisi) , her eyaletin nüfusuna göre temsil edildiği bir Temsilciler Meclisi ve her eyaletin iki oyunun bulunduğu bir Senato teşkil edildi.

    Çok kısa bir özetini verdiğim bu burjuva devriminin ikinci aşaması yaklaşık yüz yıl kadar sonra patlak vermiş olan Amerikan İç Savaşı (1861-65) ’dır.



    Amerikan İç Savaşı (1861-1865)

    Kuzey-Güney Savaşı olarak da bilinen ve 1861’de başlayan bu savaş dört yıl sürdü. Amerika’da kölelik bu savaşta kaldırıldı (Amerikalı siyahlara vatandaşlık hakkı ise bu tarihten yaklaşık yüz yıl sonra ilk kez 1964/65-68 yıllarında tanındı) .


    Savaşın iki ana nedeni kölelik ve birlik sorunlarıydı.


    Kendi aralarında ABD adını verdikleri bir federasyon kuran kuzey eyaletleri veya devletlerinde kölelik daha erken kaldırıldı. 1808’de ABD’de köle ticareti yasaklanmıştı. 1860 seçim kampanyasının başlıca konusu kölelik sorunuydu. Bu seçimleri köleliğe karşı olan Abraham Lincoln kazanmış ve başkan seçilmişti. Ama kendi bölgelerinde Amerika Konfederasyonu adıyla ikinci bir federasyon kurmuş olan Güney eyaletleri (devletleri) köleliği sürdürmek istiyordu.


    Ülkenin birliği için bu iki federasyon birbiriyle savaştılar. Herbiri birliğin kendi hakimiyetinde kurulmasını istiyordu. Bu iç-savaştan galip çıkan kuzey oldu.



    1789 Fransız Devrimi (1789’dan 1794’e)


    Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları, Onsekizinci Brumaire ve Fransa’da İç Savaş adını taşıyan yazı ve kitapları 1789 Devrimi ile 1871 Paris Komünü arasındaki Fransız tarihinin (belli dönemlerinin) materyalist tarih anlayışı ile yazımıdır. Kendi tarih anlayışını Komünist Manifesto’da modern tarihin genel bir taslağını vermek için kullanan Marx, yukarıda andığım yazı ve kitaplarında ise aynı tarih anlayışını Fransa’da sınıf savaşları ve devrimler tarihini açıklamakta kullandı. Böylece Marx, bu yazı ve eserlerinde 1789-1871 arasındaki yaklaşık yüz yıllık Fransız tarihinin en kritik momentlerinin bir analizini verir bize. Alman burjuva devrimini ise aynı tarih görüşüyle Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim’de Engels anlatmaktadır.


    Kısacası Marks-Engels, yaşadıkları dönemin tüm devrimlerinin (başarılı veya başarısız) tarihini materyalist bir görüşle tahlil ederek onlardan gelecek için dersler çıkardılar ve bu deneyimlerin ışığında kendi teorilerini daha da yetkinleştirdiler.


    1789’dan önce Fransız devleti bir monarşiydi. Nüfusun ezici çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu bir tarım ülkesiydi. Ama kentler doğmuş ve bu kentlerde yaşayan yeni bir kent toplumu oluşmuştu. 1789 burjuva devriminin esas kaynağı ve üssü bu kentlerdi.


    Devrimden önce “Aydınlanma” adı verilen düşünsel (fikri, entellektüel) bir devrim yaşanmış ve bu dönemin akılcılık, milliyetçilik ve bireycilik (kişi hakları) gibi fikirleri öncelikle kentlerde tutunarak devrime katkıda bulunmuşlardı. Toplumun okur-yazar kesimlerinde bu dönemde bir fikirsel dönüşüm görülür. Fransız Devrimi’nin temel sloganı haline gelen “Liberty, Equality, Fraternity” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) kavramlarını Aydınlanma düşünürleri koymuşlardı. Ulusçuluk olgusu da Aydınlanma döneminde gerçeklik kazandı. Fransa’da Aydınlanma denen evrenin en önde gelen düşünürleri Jan Jak Rouseau, Montesque ve Voltaire idiler. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın etkisiyle 26 Ağustos 1789’da ilan edilen Fransız Devrimi’nin onyedi maddelik İnsan Hakları Deklarasyonu ilhamını demokrasi fikrinin babası olarak görülen Rouseau’nun fikirlerinden aldı (“Demokrasi” kavramı ilk kez antik Yunan’da doğmuştu, ama o sıra insan hakları diye bir kavram yoktu) . “İnsan hakları” kavramı Fransız Devrimi’nin buluşu olarak kabul edilir. ABD’de daha önce orta çıkmış olsa da bu kavramı evrensel bir sorun olarak gündeme sokan Fransız Devrimi olmuştur. Bu anlamda onu Fransız Devrimi’nin buluşu saymak yanlış değildir. 13. Yüzyıl İngiltere’sindeki “Magna Carta”nın “insan hakları” ile bir ilişkisi yoktur. Modern demokrasi anlayışını ve modern demokrasiyi doğuran Fransız Devrimi oldu.


    Devrim 14 Temmuz 1789’da başladı. Fransız tarihinde buna Birinci Devrim denmektedir. Bu tarih ulusal bayram ilan edildi. Devrimin bu ilk aşamasına reform yanlıları (Reformcular) öncülük etti. Daha 17 Haziran’da (1789) burjuvazi kendisini Ulusal Meclis olarak ilan etmişti. Bu tarih devrimin başlangıcı olarak alınabilir. Onun kazanacağını farkeden soyluluk ve klerjinin reform yanlısı üyeleri de burjuvaziye katıldılar. 1789 Devrimi ilkin bir Kurucu Meclis ilan etmiş, İnsan ve Vatandaş Hakları Deklerasyonu (1789) ’nu yayınlamıştı. 1791 Anayasası ise “Ulusal Egemenlik” ve kuvvetler ayrımını getirdi. Bu aşamada oy hakkı henüz sadece belli miktarda mülkü olanlara (saptanan miktarda vergi ödeyenlere) tanınıyordu. Yani genel oy hakkı henüz tanınmıyordu.


    1789-91 arasında Kurucu Meclis’te çeşitli burjuva fraksiyonlar (partiler) mevcuttu. Adları kısmen farklı verilen bu politik klüpler/partiler İngiliz Devrimi örneği izlenerek 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra Paris’te kuruldular. 1789 Devrimi’nin ve Kurucu Meclis’in başta gelen üç partisi Jirondenler, Jakobenler/Radikaller (Robespierre, St. Just, Danton, Marat, vd) ve Anayasacılar (Ilımlılar: Bailly, Lafayette) idiler. Meclis salonunun düz kısmındaki sandalyelerde oturduklarından Jirondenler’e The Plain (ova) , salonun daha yüksekteki sandalyelerinde oturan Jakobenler’e The Maountain (dağ) deniliyordu.


    Marks’ın deyişiyle bu üç partinin herbiri sırasıyla devrimi kendisinin artık arkasından gidemeyeceği yere kadar götürdü, bu noktadan sonra ise nöbeti (öncülüğü) o zamana kadar onu izleyen en gözüpek müttefik devraldı. Anayasacılar’ın egemenliği yerini Jirondenlere, Jironden egemenliği de yerini Jakobenlere bıraktı. Böylece 1789 Devrimi bu şekilde “yükselen bir çizgi” izleyerek gelişti (Marks, 1848 Devrimi’ndeki 16 Nisan, 15 Mayıs ve 22 Haziran olaylarında bunun tersi bir durum görüldüğüne işaret eder, çünkü 1848 devrimindeki üç parti olan Proletarya Partisi/Blankistler, Montagne/küçük-burjuva parti ve Düzen Partisi ile National Parti de denen cumhuriyetçi burjuva partiden oluşan burjuva partiler şöyle davrandı: Her parti kendisini ileri itmek isteyeni geri tepti, kendini geri itmek isteyene ise ileri doğru abandı, böylece 1789’un aksine 1848 devrimi geriye doğru bir hareket, yani “inen bir çizgi” izledi) .


    1789-91 Kurucu Meclis (Constitute Assemble) ’indeki fraksiyonlardan biri amacı devrimi sona erdirmek olduğu için aristokrasi ile bir anlaşma yapıp Anayasal Monarşi’de uzlaşma girişimi yaptıysa da bu politika çöktü.


    1791’de Kurucu Meclis yerini Yasama Meclisi (Legislative Assemble) ’ne bıraktı.


    1791-92 arası yıllarda Fransa’da Devrimci Hükümet Jirondenler (Girondenler) ’in elindeydi. Jirondenler kentlerin özerkliğini ve bir tür federal birliği savunuyorlardı. 1789 Fransız devrimi sırasında oluşan büyük sanayi, ticaret ve toprak burjuvazisinin partisi olan Jirondenler, adlarını mecliste bu partinin birçok lideri tarafından temsil edilen Gironde adlı kentten alıyorlardı. Birinci Cumhuriyet döneminde iktidarı ele geçiren Jakobenler ise bu adı Aziz Jacob’un adını taşıyan bir Jakoben manastırında toplanmaktan dolayı almışlardı. Bunlar federalizme karşı merkezi bir yönetime taraflardı.


    Bir görüşe göre sosyalizmin kökeninde Jacobenizm yatmaktadır. 1840’ların başında Marx’ın bile bir Jacoben olduğunu öne sürenler vardır.


    Yasama Meclisi’ndeki Sol Kanat, Jirondenler ile Jakobenler’den oluşuyordu. Devrik Fransız kralı bir karşı-devrim girişiminde bulundu ve iktidardan edilmiş olan soyluluk eski rejimi restore etmek için Prusya ve Avusturya gibi Avrupa monarşilerinden yardım talep etti. Bu ülkeler 24 Ağustos 1791’de Avrupa’nın “devrimci ulusu” Fransa’ya silahlı müdahale, yani savaş tehdidinde bulundular. Yabancılarla işbirliği yaptığı için “hain” olarak suçlanan kral Louis kaçmaya çalışırken yakalandı. Fransız Meclisi Jirondist burjuvazinin ısrarıyla 1792’de Avusturya’ya savaş açtı, ama bu savaş 1792’de Fransa’nın askeri yenilgisiyle sonuçlandı. Dışarda savaşa girmeden evvel Fransa’daki aristokrasiyi imha etmeyi önermiş olan Jakobenler’in lideri Robespierre (1758-1794) olaylar tarafından doğrulandı. Ulusal (ekonomik) krizin etkisiyle 1792’de halk yığınları arasında ulusçuluk (yurtseverlik) ve devrimci coşku giderek kabardı. Çok geçmeden burjuvazi içinde Jirondenler’den daha radikal olan Montagnardlar ortaya çıktı. Bu arada 11 Temmuz 1792’de Avrupa monarşilerinin birleşik orduları Fransa’ya girdiler. Avrupa monarşileri arasında böyle bir ittifak ilk kez monarşiyi devirmiş bulunan devrimci Fransa’ya karşı oluştu. Yasama Meclisi’nin “Anavatan tehlikede” çağrısı yaptığı böyle bir dönemde halk ayaklanmasından korkan Jirondenler dış düşmanla işbirliği yapmakla suçladıkları kral ve soylulukla uzlaşma girişimlerinde bulundular.


    Tam bu sıralarda nihayet Jirondenlerin korktuğu başlarına geldi. 10 Ağustos 1792’de “İkinci Devrim” adı verilen bir halk ayaklanması patlak verdi. Fransa topraklarının yabancı orduların işgalinde bulunduğu bir sırada patlak vermiş olan bu sosyal ayaklanma aynı zamanda ulusal idi. Aşağı sınıflara dayanan bu devrim oy hakkını mülk sahipleriyle sınırlayan 1791 Anayasası’nı da Anayasal Monarşi’yi de devirdi ve bu devrimle birlikte oy hakkına konulan sınırlama kaldırılarak genel oy hakkı (Üniversal suffrage) ilan edildi.


    Bu gelişmeleri protesto eden soyluluk ve kralla uzlaşma taraftarları (Lafayette vd) bu sırada devrimi terkettiler (19 Ağustos 1792) .


    Eylül 1792’de Fransa’nın bir cumhuriyet olduğu ilan edildi (19. Yüzyılın tüm burjuva anayasalarına devrimden sonra yapılan Fransa anayasası ve cumhuriyeti model teşkil etti) .


    1792 yılı Meclis’te yeni partilerin de oluştuğu bir yıl oldu. Devrimin radikalleşmesiyle birlikte burjuvazi içinde halk ile ittifakı savunan Montagnardlar (özellikle Jacobenler) ile halkı tehdit olarak gören Jirondenler birbirlerinden iyice kopuştular. Bu kriz ortamındadır ki 1791 Anayasası askıya alındı ve Ulusal Konvansiyon (National Convention) için seçimler yapıldı. Yeni meclis devrimci ordunun Paris’in kuzeyinde Prusya birliklerini yenilgiye uğrattığı aynı gün toplandı (20 Eylül 1792) . Bu savaşa tanık olan ünlü Alman şairi Geothe, “Bugün ve burada dünya tarihinde yeni bir çağ başlıyor” demiştir.


    Robespierre, Louis de Saint-Just (1767-1794) ve Camille Desmoulins (1760-94) gibi isimlerin liderliğindeki Jakobenler giderek aşağı sınıflardan yana daha radikal tutumlar aldılar. Jirondenler’in karşı çıkmasına rağmen Konvansiyon kral Louis XVI’in yargılanmasını ve ölüm cezasının infazını kararlaştırdı (21 Ocak 1793) . Kralın giyotine gönderilmesi krizi derinleştirdi. Monarşiyi geri getirme ya da anayasal monarşi düşüncesi kesin bir darbe yedi ve Cumhuriyet seçeneği güç kazandı. Ulus ve Cumhuriyet kavramları özdeşleşti.


    Bu gelişmeler Jirondenler’in de yenilgisi demekti.


    1 Şubat 1793’te Konvansiyon İngiltere ve Hollanda’ya, 7 Mart’ta ise İspanya’ya savaş ilan etti. Başını İngiltere’nin çektiği “Birinci Koalisyon” diye bilinen bu ülkelerin ittifakı “devrimci ulus” Fransa’ya karşı bir dış reaksiyondu. Jakobenler ile Montagnardlar’ın teşvik ettiği Jironden karşıtı 31 Mayıs-2 Haziran 1793 isyanı devrimin yeni bir aşamasını başlattı. Temmuz 1793 tarihi, Jakobenlerin Jirondenleri iktidardan devirdiği ve Robespierre’nin bir diktatörlük kurduğu tarih olarak verilir bazı kaynaklarda.

    Jirondenler Konvansiyon’dan tasfiye edildiler. Çok geçmeden Ulusal/Kamu Güvenlik Komitesi (Kamu Güvenliği Komitesi, The Commitee Of Public Safety) hükümetin baş organı haline geldi. Bu komitenin üyelerinden biri de Montagnardlar (sağ kanat Jacobenlerden) ’dan Parisli lider Danton (1759-1794) ’du. Dokuz kişiden oluşan Kamu Güvenliği Komitesi’nin geçici olarak kesin otorite/iktidar yapılması Danton’un önerisiyle gerçekleşmişti. Danton, savaş/kavga yerine görüşmeler yapıyordu. Ulusal Güvenlik Komitesi’nin ve bu komitenin üyelerinden Robespierre’nin otoritesi giderek artmış ve muhalefete karşı artan ölçüde şiddete (teröre) başvurulur olmuştu. 1793 Ekim’inde bir seri politik yargılamalar başlamış, 3 Ekim günü Devrimci Mahkeme (Revolutionary Tribunal) önüne çıkarılan 22 Jironden 31 Ekim’de giyotine verilmişlerdi. 1793 sonlarında politik tutukluların sayısı binleri bulmuş, yüzlerce kişi giyotine yollanmıştı. Temmuz 1794’te 1251 devrim-karşıtı kralcı giyotinde öldürülmüştü. 1794’te tüm Fransız sömürgelerinde kölelik kaldırıldı (Robespierre asıldıktan sonra kölelik tekrar geri getirildi) . Ateizm gelişti. Bu dönem boyunca Devrimci Hükümet’in kontrolünde terör süreklilik kazanmış, bir aralık kiliselerin de kapatıldığı, dine karşı bir tutum alındığı oldu. Ama Konvansiyon 6 Aralık 1793’te inanç ve ibadet özgürlüğü prensibini tasdik etti. Bir savaş hükümeti olan Devrimci Hükümet’in (yürütmenin) otoritesinin giderek güçlendiği bu süreçte Fransa’da yönetim aygıtı da giderek merkezileşti. Bu, yürütmenin (otoritenin) merkezinde bulunan Ulusal Güvenlik Komitesi’nin başarısı için zorunlu bir koşuldu. Aralık 1793’ten Temmuz 1794’e kadarki sürede (Thermidor adı verilen reaksiyona kadarki sürede) başında Robespierre’nin bulunduğu “Devrimci Hükümetin Diktatörlüğü” istikrar kazanmış, devrimci terör yöntemine başvurularak devrim düşmanları sindirilmiş, karşı-devrimci isyan odakları bastırılmıştı. Devrim, özgürlük/kurtuluş için devrim düşmanlarına karşı açılmış bir savaş olarak değerlendiriliyor ve devrimci hükümetin işlevleri de buna göre tanımlanıyordu. Özel mülkiyetin tasfiyesinden sözedilmese de, Saint-Just “Ne zengin ne de fakir olmalı” diyordu.


    Ama Devrimci Hükümet uzun yaşamadı. Elinde bir gazete bulunan ve 1789 Devrimi’nin önderlerinden biri olan Danton, kendi gazetesinde ve Meclis’te devrimin hızını kesmek, terörü azaltmak gerektiğini savunuyordu. Hatta onun Robespierre’nin yönetimine karşı bir darbe hazırlığı yapmakta olduğu söylentileri çıkar. Danton ve çevresindeki grup hükümete muhalefete, ona saldırmaya başlamışlardı. Nihayet 29-30 Mart gecesi “komplo” ve “ihanet”le suçlanan Danton, Camille ve diğerleri (sağ kanat) tutuklanıp Devrimci Mahkeme önüne çıkarıldılar ve 5 Nisan 1794’te giyotine gönderildiler.


    Nisan 1794’ten Thermidor (Nisan 1794 ile Temmuz 1794 arasındaki döneme Termidor deniyor ki, bu Danton ile Robespierre’in asılışları arasındaki süre ile örtüşür) ’a kadar merkezileşme arttı, terör yoğunlaşarak devam etti. Ama bu süreçte devrimci hükümet halk desteğini yitirdi. Mayıs 1794’te Hristiyanlığın tasfiyesi kararının ve Jakoben terörünün ardından bir hükümet krizi patlak verdi ve bu olay devrimci hükümetin düşüşünü hızlandırdı. Hükümetin kendisi içinde de anlaşmazlıklar patlak vermişti. Ulusal Güvenlik Komitesi’nde Robespierre’nin grubu tecrit edilmişti. Bu anlaşmazlıklar sonunda Konvansiyon önüne getirildi. 8 Thermidor günü Robespierrre adlarını vermeden Konvansiyon önünde hasımlarına saldırınca onlar da karşı atağa geçtiler. 9 Thermidor günü (yeni Fransız takviminde 27 temmuz 1794) ulusal Meclis’te muhalefet birleşmiş, içinde rüşvetle satın alınmış temsilcilerin de bulunduğu ilkesiz bir koalisyon kurulmuş ve Konvansiyon’dan Robespierre’nin tutuklanması emri çıkartılmıştı.


    27-28 Temmuz 1794’te Robespierre düşürüldü.


    Bu sırada Paris Komünü tarafından yapılan bir isyan girişimi başarısızlığa uğradı. 10 Thermidor günü Robespierre ve yoldaşları (Saint-Just, vd) mahkeme bile edilmeden giyotine verildiler (1794) .


    Bu olay “devrimin sonu” oldu.


    Böylece 1789’da başlayan devrim yaklaşık beş yıl sonra 1794’te Robespierre ve yoldaşlarının giyotinde öldürülmeleriyle bitmişti.


    Eylül 1794’te karşı-devrimci terör dönemi başladı (geri geldi) . Politik partiler/klüpler ve devrimci mahkemeler yasaklandı. 1795 Nisan ve Mayıs aylarında Paris halkı tekrar ayaklandı. Bu isyanlarda bir parti örgütü yoktu.


    1796’da ise Gracchus Babeuf yeni hükümeti devirmek için bir komploya başvurdu, ama başarısız kaldı. Aşağı sınıflar artık politik sistemden dışlanmıştı.


    Babeuf’un komplosundan sonra hükümet (Directory) , anti-Jakoben bir baskı kampanyası yürüttü ve daha da sağa kaydı.


    Birinci Direktory (1795-97) altında halkı dışlayan çok sınırlı bir Cumhuriyet mevcuttu. Bu dönemde dışardaki savaşlarda 1796-97’deki başarılarıyla özellikle fetihçi general Napoleon Bonaparte prestij kazandı ve giderek bağımsız bir güce ve faktöre dönüştü. Directory, bir zaman sonra Bonapart’ın ve ordunun elinde bir rehine dönüştü. İkinci Direktory denen 1797-99 döneminde Fransa’nın dışarıdaki fetihlerine tepki olarak Fransa’ya karşı aralarında Britanya, Rusya, Avusturya ve İsveç’in de bulundukları bir “ikinci koalisyon” oluştu. İtalya ve İsviçre’yi kaybeden Fransa giderek kendi doğal sınırlarına çekilmek zorunda kaldı. Dışardaki yenilgi ve ekonomik çöküntünün yolaçtığı içteki hoşnutsuzluk Jacobinleri güçlendirdiyse de Termidorcu burjuvazi iktidarı korudu. Ama Jacobinler’den duyulan korku da giderek artıyordu.


    1799’da Napolyon Bonapart’ı iktidara getiren “Onsekizinci Brumaire Darbesi” oldu. 1799’dan 1815’e kadar artarak güçlenen ve kıtada egemenlik için savaşlar yapan Bonapart, 1804’te kendisini imparator ilan etmiş ve kendi öz monarşisini yaratmıştı.


    1813-14’te Napolyon’un egemenliğine karşı Alman ulusal kurtuluş/bağımsızlık savaşı başladı. Fransa’ya karşı başını Britanya’nın çektiği bir “Üçüncü Koalisyon” oluştu. 21 Ekim 1805’te Trafalgar’da Britanya Fransa’yı yenilgiye uğrattı. 1812-15 arasında Napolyonik sistem çöktü. 1815 Haziaran’ında Fransa Waterloo’da bir kez daha Britanya’ya yenildi. Bu savaşta esir düşen Bonapart sürgün edildiği uzak bir adada 1821’de öldü.


    Böylece 1799-1815 arasını kapsayan ve Avrupa tarihinde Napolyonik Çağ olarak bilinen çağ sona ermişti. Bu çağ boyunca Fransa kendisini feodal ve mutlakiyetçi rejimlere karşı mücadelenin öncüsü olarak görmüş, 1792’de Avusturya’ya karşı savaşla birlikte kıtasal bir savaş yoluyla kendi fikirlerini, devrimini ve rejimini (devlet biçimini) bütün Avrupa kıtasına ve dünyaya yaymak için savaşmıştı. Fransa’nın yürüttüğü bu kıtasal savaş Avrupa’da monarşileri korumak ve devrimleri ezmek amacıyla Fransa’ya karşı 1815’te o dönemin belli başlı monarşileri olan Prusya, Avusturya ve Rusya arasında “Kutsal ittifak” olarak bilinen gerici ittifakın oluşmasına götürdü (Buna karşın 1815’ten 1914’e kadarki dönem Avrupa’da Fransa’nın başlattığı bir çağ, yani “Ulusal devletler çağı” oldu) .


    1815 sonrasında Fransa’da bir restorasyon yaşandı. Buna Restorasyon Dönemi (1815-30) deniliyor. Meşrutiyetçiler adı da verilen Bourbon Sülalesi yandaşlarının egemenliği dönemidir bu. İktidar bu aralıkta burjuvazinin bir kesimini oluşturan büyük toprak sahiplerinin (tarım ve ticaret burjuvazisinin) elindedir (burjuvazinin tümünün değil sadece bir kesiminin elinde) .


    Bu dönemin devlet biçimi Marks’ın burjuva devletin bir biçimi (ilk biçimi) olarak gördüğü ve bu nedenle “Burjuva monarşi” olarak tanımladığı Anayasal Monarşi’dir. Sürgünden dönen Louis XVIII (1815-24) altında bir Anayasal Monarşi kuruldu (“Burjuva Monarşi”, Bourbon hanedanı yönetimi) . Yönetim burjuvazinin kralcı hizbinin elindeydi. 1789 Devrimi’nin alaşağı ettiği kralcı güçler ve monarşi geri gelmiş, eski günlerin intikamını almak için Beyaz Terör estirmişti.


    Bu döneme, 1830 Devrimi’yle son verildi.


    1830’da halk Bourbon hanedanını Kurucu meclis, Cumhuriyet, Genel Oy Hakkı talepleriyle bir ayaklanmayla devrmiş, ama devrimi halk yapsa da iktidara bu kez de daha örgütlü olduğu için halkın zaferinde yararlanan burjuvazinin bir kesimi gelmişti. Bu kesim burjuvazinin özellikle mali kanadını temsil eden Orleans sülalesinden/hanedanından L. Philippe adında birini kral olarak tahta oturtmuştu. 1830 Devrimi bir burjuva devrimdi, bu devrim iktidarı toprak sahiplerinden kapitalistlere geçirdi. 1830-48 arası Temmuz Monarşisi diye tanımlanır (adını 1830 Temmuz devriminden alır) . Bu dönemde de iktidar burjuvazinin tümünün değil yalnızca bir kesiminin, ama bu kez mali aristokrasinin/sermayenin (Bankerler, Borsa kralları vd) elindedir. Bu sırada muhalefette bulunan sanayi burjuvazisi kralcı burjuvaziye karşı Cumhuriyet talep ediyordu, yani cumhuriyetçiydi.


    Temmuz Monarşisi adı verilen bu dönemde Fransa’da 1832, 1834 ve 1839 işçi ayaklanmalarına tanık olundu. Hepsi de kanlı şekilde bastırılan bu ayaklanmalardan sonuncusu (12 mayıs 1839) Blanki ve Barbes liderliğindeki Mevsimler Derneği tarafından örgütlenmişti.


    1789 Fransız Devrimi’nin hemen her yıldönümünde “Devrim ve Terör” konulu açık oturumlar yapılır, Fransız Devrimi’ni konu alan filmler (Reign Of Terror ve Danton, vd gibi) gösterilir. Lenin ve Robespierre paralelliği kurulur. Fransız devrimi’nde Robespierre, Rus Ekim devriminde Lenin kilit isimlerdir.


    İngiliz burjuva ideologları şiddet kullandıkları için Fransız ve Rus devrimlerini hep eleştirir. Bugünkü Fransız burjuvazisi de Fransız Devrimi’nin 1789-92 arasındaki birinci evresini kabul eder, ama totaliter bulduğu Robespierre’nin liderliğindeki 1792-95 evresine sahip çıkmaz. Her ne kadar şiddet her durumda kaçınılmaz değilse de, tanımları ve tabiatları gereği bütün devrimler şiddet içerirler.


    Aslında devrime sepep olan şeyler, bir de devrimin kendisinin sepep oldukları, yani sonuçları vardır. Terörü yaratan veya başlatan Fransız devrimi olmadı. Terör 1793’te doğmadı. O zaten vardı. Devrimin devirdikleri halka terör uyguluyor, devrildikten sonra da yabancı ordularla işbirliği içinde eskiyi geri getirmek için teröre başvuruyorlardı. Fransız Devrimi de tıpkı Ekim Devrimi gibi kuşatılmıştı. 1792’de hepsi de birer monarşi olan Britanya, Çarlık Rusyası ve Avusurya-Macaristan imparatorlukları Fransa’ya karşı ittifak yapmış, bu ülkeyi işgale kalkışmışlardır. Bunun üzerinedir ki Fransa kendisini savunmak zorunda kalır, totaliter bir kimliğe bürünür.


    Kısacası Fransız Devrimi’ne karşı tutumun o gün olduğu gibi 200 yıldan çok sonra buğün de Fransız toplumunu böldüğüne tanık oluyoruz. Tarihe herkes andaki duruşu ve güncel çatışmalar içindeki tavrı bağlamında yaklaşıyor.



    Not: Fransa’da cumhuriyet ilk kez 1789 devrimini takiben 1792’de ilan edildi. 1789-1804 arasına Birinci Cumhuriyet deniliyor. 1804-14 arası Birinci İmparatorluk diye bilinir. Sonra Restorasyon Dönemi (Anayasal Monarşi/Burjuva Monarşi: 1815-30) ve Temmuz Monarşisi (Anayasal Monarşi: 1830-48) , ardından İkinci Cumhuriyet (24 Şubat 1848-1852 arası) geliyor. 1852-1870 arası ise İkinci. İmparatorluk dönemidir. 1871-1940 arası III. Cumhuriyet, 1947-58 Dördüncü, 1958 sonrası da Beşinci Cumhuriyet dönemidir.





    1848 Devrimleri ve Bonapartizm


    Karl Marks, 1850 yılında yazdığı makalelerinin derlenmesinden oluşan Fransa’da Sınıf Savaşımları: 1848-50 ‘nda özetle şöyle demektedir:

    Burjuva koşullar burjuva toplumun üretim güçlerinin gelişmesine izin verdikleri sürece (şimdi 1850’de yaşanan refah bunu gösterir) gerçek bir devrimden sözedilemez. Böyle devrimler ancak modern üretim araçları ile burjuva üretim biçimleri çatışmaya girdikleri dönemlerde olanaklıdır. Coşkulu bildiriler para etmez. Yeni bir devrim yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Biri ne kadar kesinse diğeri de o kadar kesindir.


    19. yüzyılda ekonomik bunalımların kural olarak o dönemde dünya pazarının hakimi (burjuva dünyasının merkezi) olan İngiltere’de başlayıp kıtaya yayıldıklarına, devrimlerin ise Fransa’da patlak verip tüm kıtaya buradan sıçradıklarına işaret eden Marks, önce İngiltere’de başlasalar da bu bunalımların ilkin İngiltere’nin kendisinde değil kıtada devrimler (şiddetli patlamalar) doğurduğunu söylemekte, kıtadaki bu devrimlerinin İngiltere’ye ne ölçüde yansıdığı ise bu devrimlerin burjuvazinin varlık koşullarına ne ölçüde zarar verdiğine bağlıdır diye eklemektedir.


    Marks’a göre bu devrimlerin nedenleri her zaman İngiltere’de, kendileri kıta üzerinde olmuşlar, burjuva gövdenin kalbine vurmadan önce denge olanağı daha az olan uçlara (periferiye) vurmuşlardır. Proletarya devriminin sadece Fransa’nın ulusal sınırları içinde zafer elde edemeyeceğini söyleyen Marks, bu devrimin zaferinin onun dünya (Avrupa) pazarının egemeni İngiltere’yi de etkilemesi, böylece dünya pazarının koyduğu engelleri kırması halinde mümkün olacağını düşünüyordu.


    1789, 1830 ve 1848 devrimlerinin hepsi de ilkin Fransa’da patlak vermiş ve çok geçmeden tüm Avrupa kıtasına yayılmışlardır. Marx, 1789’dan beri gerçekleşen Fransız burjuvazisinin bu devrimlerinin hiçbiri “düzene karşı bir suikast” olmadılar, hepsi düzeni (sistemi) ve işçilerin köleliğini olduğu gibi bıraktılar; bu devrimlerle birlikte değişen tek şey “sınıf egemenliğinin siyasal biçimi” (yani burjuva devletin/diktatörlüğünün biçimleri değişmiştir) olmuştur demektedir.


    Ona göre sistemi/düzeni hedef alan ilk ayaklanma 22 Haziran 1848 Paris işçi ayaklanması olmuştur.


    1848 Devrimi de ilkin 24 Şubat günü Fransa’da patlak verdi ve tüm Avrupa kıtasına yayıldı. Avrupa’nın belli başlı sanayi ve ticaret merkezleri ayaklanmalara sahne oldular. 13 Mart’ta Viyana, 18 Mart’ta Berlin ayaklandı, 10 Nisan’da İngiltere’de Çartistler büyük bir gösteri düzenledi, Mayıs başında İtalya’da bir halk ayaklanması koptu.

    1848 devrimleri sadece Avrupa’nın batısındaki değil, doğusundaki (Doğu Avrupa’daki) ezilen ulusları da ulusal bağımsızlıkları için harekete geçirmişti. Polonyalılar, Macarlar, Prusya ve Avusturya eğemenliği altında yaşayan hemen tüm Slav halklar (Sırplar, Çekler, Hırvatlar, Bulgarlar) ayaktaydı. Bu devrim İngiltere’deki 1847 krizinin (ticari ve sınai bunalım) de katkıda bulunduğu Avrupa ülkelerindeki bunalımın (enflasyon, hayat pahalılığı) bir sonucuydu.


    1848 Şubat Devrimini takiben Fransa’da burjuva öğelerin çoğunlukta olduğu bir Geçici Hükümet (transtional/İnterim Goverment) kuruldu. Bu hükümet 1815’ten beri yürürlükte olan ve sermaye eğemenliğini gizleyen kralcı/monarşist yönetim biçimlerine son verip Cumhuriyet ilan etmekte ikircikli davranınca, henüz barikatları sökmemiş ve silah bırakmamış bulunan Paris proletaryası tarafından ayaklanma ile tehdit edildi. Bunun üzerinedir ki hükümet genel oya dayalı bir Cumhuriyet ilan etmek zorunda kaldı.

    Marks’a göre Şubat devrimi genel oyu getirmekle Fransa’nın kaderi üzerinde nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan mülk sahibi köylüleri oy hakkına sahip kılmış, dolayısıyla söz sahibi yapmıştı. Böylece bu devrimle birlikte burjuvazinin bütün fraksiyonlarının temsil edildiği sermayenin/burjuvazinin ortak, çıplak ve açık egemenlik biçimi olan “Burjuva Cumhuriyeti” (“Şubat Cumhuriyeti”, “Burjuva egemenliğinin cumhuriyetçi biçimi”) oluştu, devrime kendi dar amaçları için katılmış olan burjuvazinin devrimi sınırlaması da önlendi.


    Fransız toplumuna ve Geçici Hükümet’e Cumhuriyet’i kabul ettiren silahlı Paris proletaryası olmuştu. İşçi sınıfı burjuva ağırlıklı bu hükümete iki temsilcisini (L. Blanc ve Albert) de yerleştirdi.


    Tıpkı 1830 Temmuz Devrimi gibi Şubat 1848 de bir burjuva devrimdi. Çünkü bu devrim burjuvaziyi iktidar yapmış ve kapitalizmin sınırları içinde kalmıştı. Sosyalist değil, demokratik bir devrimdi bu. Ama sanayi burjuvazisi ile ittifak halinde savaşan proletarya bu devrimde birdenbire “bağımsız bir parti” olarak öne çıkmış, burjuvazinin yanında kendi çıkarlarını üstün kılmaya çalışmış, devrime katılmakla henüz kendi kurtuluşunu değilse de bu uğurda bazı kazanımlar elde etmişti.


    İngltere’yi sanayi ülkesi, Fransa’yı ise 1850’de hala bir tarım ülkesi olarak tanımlayan Marx’a göre 1848’de Fransa özelinde proleter bir devrimin iktisadi (maddi) temeli henüz olgun olmadığı için 1848 Şubat’ında Fransız sanayi proletaryası da henüz kendi devrimini yapacak güçte ve yetenekte değildi. O tarihte Fransa’nın iktisadi gelişmesi henüz geri ve yetersizdi. O ana kadar daha sanayi burjuvazisi iktidar bile değildi. Sanayinin daha da gelişmesi ve o sırada sadece Paris ve birkaç diğer merkezde yoğunlaşan sanayi proletaryasının ulusal ölçekte güçlenmesi ise ancak sanayi burjuvazisinin egemenliği altında mümkündü.


    1848 Şubat Devrimi doğrudan doğruya mali burjuvaziye (mali aristokrasiye) karşı yapılmıştı. Kısası, 1848 Şubat’ında Fransız proletaryası kendi sınıf çıkarını toplumun devrimci çıkarı olarak öne sürecek konumda değildi, bu nedenle de ancak burjuvazinin çıkarı yanında kendi çıkarlarını da başarmaya çalışıyordu. Üç renkli Fransız ulusal bayrağı çekilirken kızıl bayrağı indirmesi bundandı. Ulusun proletarya ile burjuvazi arasında yeralan orta katmanları (köylülük ve küçük burjuvazi) koşullar tarafından onu kendi öncüleri olarak tanıyıp destekleme konumuna gelmedikçe sermayenin egemenliği devrilemezdi (Bk. K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları-1848-50, 1850) .


    Şubat 1848 Devrimi’nden üç-dört ay sonra 22 Haziran 1848’de Paris işçileri ayaklandı. Bir hafta sonra, yani ayaklanmanın yenilgisini takiben Yeni Ren Gazetesi’nin 29 Haziran 1848 tarihli sayısında kardeşlik burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarının kardeş olduğu (çakıştığı) yere kadar sürdü diyen Marx, bu ayaklanmanın 1789’dan bu yana gerçekleşen Fransız devrimleri içinde düzeni/sistemi (yani burjuvazinin egemenliğini) hedef alan, burjuvazinin sınıf eğemenliğini zor yoluyla devirmek ve işçilerin köleliğine son vermek isteyen ilk ve tek ayaklanma olduğunu söyler ve ekler:

    “Bu ayaklanmada modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma verildi. Bu, burjuva düzenin sürdürülmesi ya da ortadan kaldırılması uğruna savaşımdı. Cumhuriyeti gizleyen perde yırtılıyordu.” (K. Marx, FSS, 1850) .


    22 Haziran 1848 ayaklanmasında işçilerin çoğunluğu silahsız ve öndersizdi. Ayaklanma ortak bir plandan ve yardım kaynaklarından yoksundu. Böylece bu ayaklanma yenildi. Marx’a göre ancak Haziran yenilgisiyle birliktedir ki Fransız işçi sınıfı “burjuva cumhuriyetin bağrında “ kendi durumunda küçük de olsa bir iyileşme beklemenin hayal olduğunu gördü, o tarihe kadarki illüzyonları dağıldı. Şubat devriminden ödün olarak “burjuva hak istemleri” talep eden işçi sınıfı Marx’ın yazdığına göre Haziran 1848 ayaklanmasında “Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatoryası! ” talebini/sloganını benimsemiştir.


    22 Haziran 1848 ayaklanması tüm Avrupa kıtasında burjuvazileri halka karşı feodal monarşiler ve feodal güçlerle ile açıkça ittifaka sürükledi. Fransız burjuvazisi kendi proletaryasına karşı iç-savaşı yürütebilmek için dışarda barış siyasetini benimseyerek “ulusal devrimleri” (“ulusal bağımsızlıkları uğruna” savaşıma başlamış halkları) Kutsal İttifak olarak bilinen üçlü koalisyonu oluşturan Rusya, Prusya ve Avusturya monarşilerinin üstünlüğüne teslim etti. Oysa bu koalisyon Avrupa kıtasında burjuva cumhuriyetlerine karşı monarşileri, burjuva demokrasilerine karşı gericiliği temsil ediyordu. Fransa’nın Avrupa devriminde insiyatifi ele almasına olanak verecek koşullar ancak Haziran yenilgisiyle yaratıldılar diyen Marks şunları eklemektedir:

    “Fransa’da her yeni proletarya ayaklanması hemen bir dünya savaşının başlama işareti olacaktır. Yeni Fransız devrimi derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. Yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek zorunda olacaktır...Devrim öldü! Yaşasın Devrim! ” (K. Marx, FSS, 1850) .


    Marx, Şubat (1848) ’tan önce devrim “devlet biçiminin yıkılması demeye geliyordu”, ama “Haziran’dan sonra devrim burjuva toplumun yıkılması demeye geliyor” diye yazmaktadır (FSS, 1850) .


    Haziran yenilgisinden sonra Fransa’da iktidar iç-savaş sırasında karşı-kampı yöneten burjuvazinin Cumhuriyetçi kanadının eline geçti. Ancak arkasında proletarya olduğu zaman burjuvaziye karşı devrimci bir tutum alabilen küçük-burjuvazi, Haziran çatışmasında burjuvazi ile ittifak halinde işçi sınıfına karşı savaşmış, ama işçi sınıfının yenilgisini takiben burjuvazi tarafından küçük-burjuva demokratların (“Demokrat cumhuriyetçiler”) etkisi de kırılmıştı. Bu küçük-burjuva demokrat partinin parlamento grubuna (meclis grubu) zavallı bir kopyası oldukları 1793’ün eski Montagne’sine özendikleri için Montagne (Dağ) deniliyordu.


    Haziran ayaklanması sırasında bu ayaklanmayı bastırmak için Fransa’da başında diktatörce yetkilerle donatılmış General Cavaignae’nin bulunduğu bir “Askeri diktatörlük” oluşmuştu. Paris’te sıkıyönetim vardı. General Cavaignae Cumhuriyetçi burjuvazinin adayı olarak 10 Aralık 1848 başkanlık seçiminde Napolyon Bonaparte’nin yeğeni Louis Napolyon ile yarıştı ve kaybetti. Marks’a göre seçimleri 1789 Fransız devriminin yarattığı “yeni köylü sınıfının” çıkarlarını temsil eden Louis Napolyon (II. Bonapart) ’un kazanması ve onun devlet başkanı olması ile birlikte Fransa’da “burjuva diktatörlüğü” (cumhuriyetçi burjuvazinin diktatörlüğü) sona erdi. “10 Aralık, mevcut hükümeti deviren köylülerin Hükümet Darbesi oldu” ve Fransa’nın en sıradan adamı ve amcası Birinci Bonapart’ın ancak zavallı bir kopyası olan II. Bonapart birdenbire karmaşık bir önem kazandı. O, her sınıfın ağzında başka bir anlam taşıyor, hiç bir şey olmadığı için her anlama geliyordu. Seçimlerde onu yalnız köylüler değil, ordu, kralcı burjuvazi (mülkiyeti, aileyi, dini ve düzeni korumayı ilke edinen “Düzen Partisi”nde toplanmış olan burjuvazinin monarşi yanlısı fraksiyonu) , küçük-burjuvazi (düşmanları bu partiye Düzen Partisi’nin zıddı anlamında Anarşi Partisi adını takıyordu) , ayrıca küçük-burjuvazi ve işçi sınıfının “en ileri kesimleri” kendi adaylarını (Ledru-Rollin ve Raspail) çıkarmış olsalar da cumhuriyetçi burjuvazi ve adayından Haziran yenilgisinin öcünü almak isteyen işçi sınıfı da genelde oy vererek İkinci Bonapart’ı desteklemişti. Böylece tüm bu sınıflar köylülerin seçim zaferine (ayaklanmasına) katkıda bulunmuşlardı. 10 Aralık’ın sonuçları burjuva cumhuriyetçi ve küçük-burjuva demokrat partilerin yenilgisi demekti.


    İkinci Bonapart, devlet başkanı seçildikten sonra burjuva cumhuriyeti giderek bir monarşiye benzetti. Yürütme ve yasama çatışması meclisin tasfiyesiyle sonuçlandı (K. Marx, FSS, 1850) .


    13 Haziiran 1849’da küçük-burjuva demokratlarının çağrısıyla otuz-bin kişinin katıldığı barışçıl bir gösteri ordu tarafından dağıtıldı. Marx, 22 haziran 1848 işçi sınıfının, 13 Haziran 1849 küçük-burjuvazinin ayaklanmasıydı demektedir.


    1849 ayaklanması dağıtıldıktan sonra İkinci Bonapart yeni bir kabine kurdu. 6 Ocak 1850’de kendi adını taşıyan (Le Napoleon) bir gazete çıkardı ve kendisini savunan dernekler örgütledi (Bonapart’ın devlet başkanı seçildiği tarihin yıldönümünü olan 10 Aralık 1849’da) .


    Marks, “On Aralık Derneği/Birliği” adıyla örgütlenen bu Bonapartçı derneği “Bonapart’ın Özel Partisi” olarak tanımlar. Hayırsever bir dernek maskesi altında Bonapartçı bir generalin yönetiminde kurulan bu dernek serseri, hırsız, maceracı, pezevenk, kumarbaz, hokkabaz, hamal, genelevciler, eski kovulmuş askerler, işsiz yazarlar vs gibi Paris lumpenlerini (lumpen-proletaryasını) örgütlüyordu. Derneğin ana gövdesini Marks’ın “toplumun bütün sınıflarının tortusu, döküntüsü, firesi” olarak tarif ettiği lumpen-proletarya oluşturuyordu. Bonapart kendi amaçları için kullanabileceği ve yararlanabileceği tek sınıf olarak lumpenleri bulmuştu diyen Marks, bu seçimin onun kişiliği ile uyuştuğuna dikkat çeker.


    Ertelenmiş ara seçimler yaklaşınca İkinci Bonapart ve hükümeti zor durumdan çıkışı bir provakasyonda görerek tasarladığı bazı girişimleri için ‘anarşi var’ bahanesi yaratmak istedi. Solu sokağa dökmek (hazırlık gören işçileri zamansız bir ayaklanmaya teşvik) için 5 Şubat 1850’de Özgürlük Ağaçlarını söktürdüler, ama çeşitli sınıfları etrafında toplayan ve bir devrim yapmak üzere olan işçi sınıfı bu kışkırtmaya kapılmadı (özgürlük ağaçları 1789’da başlatılan ve 1830 ve 1848’de devam ettirilen devrimlerin anısına ağaçlar dikme geleneğinden geliyordu) .


    10 Mart 1850’de ara seçimler yapıldı. Tüm engellemelere rağmen solun Paris’te gösterdiği üç aday (şimdi hükümete karşı proletaryanın önderliği altında toplanmış olan burjuva cumhuriyetçi parti, sosyalist küçük-burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç müttefik sınıfı temsil etti bunlar; proletaryayı Blankici bir sosyalist temsil etti) meclise girmeyi başardılar.


    Böylece 10 Mart gerçekte bir devrimdi, İkinci Bonapart’ın yenilgisi demekti. Çünkü oy pusulalarının gerisinde sokak vardı, kaldırım taşları vardı.


    Marks, 10 Mart 1850 ara seçim sonuçları ile birlikte Fransa’da “bir devrimci bunalım” oluştuğunu söyler (“Mart-Nisan 1850 Bunalımı”) .


    Bu tarihten sonra İkinci Bonapart ve şaşkına dönen Düzen Partisi yeniden birleştiler. Bonapart yeniden tüm hizipleriyle birlikte Düzen Partisi’nin tarafsız adamı olmuş, bütün Düzen taraftarları güçbirliği yapmıştı. Çünkü “Sosyalizm ile toplum (düzen) arasında ölümüne bir düello yeralıyordu; ya biri ya öteki yokolacaktı, ya düzen sosyalizmi, ya da sosyalizm düzeni ortadan kaldıracaktır diyordu bir düzen yandaşı”.


    Halkın iradesi (genel oy) artık düzen yandaşlarına karşı dönmüştü. Denge bozulmuştu.


    Her devrimin “genel bir bahaneye” ihtiyacı vardır. Burjuvazi genel oya saldırmakla ve 31 Mayıs 1850’de Meclis Düzen Partisi oylarıyla genel oy hakkını kaldırmakla devrime ihtiyaç duyduğu bahaneyi sağladı. Genel oy genel bir bahane için en uygunu oldu ve muhalefeti birleştirdi.


    Marks’a göre “31 mayıs 1850 yasası burjuvazinin hükümet darbesi oldu” (Bk. Fransa’da Sınıf Savaşımları) .


    10 Mart 1850’de halkın zaferi sağlanmıştı. 28 Nisan ara seçimleri ise küçük-burjuva demokratların zaferini getirdi. Bu başarılar üzerine 8 Mayıs 1850’de Düzen Partisi genel oyu da, basın özgürlüğünü de kaldırdı. Askerin gövde gösterisiyle bu iş olaysız atlatıldı. Bu arada sanayi ve ticaretteki refah proletarya için her türlü devrimci girişimi (ayaklanma, devrim) önlüyordu. 11 Nisan 1851’de Bonapart parlamentoya ve Düzen Partisi’ne aldırış etmeden yeni bir kabine atadı.


    2 Aralık 1851’de ise Bonapart’ın hükümet darbesi oldu.


    Marks, bu darbeyi “Onsekizinci Brumaire’nin ikinci baskısı” olarak tanımlar ve 1848 Anayasasının “Sarhoş ve serseri bir askerin” (yani Bonapart’ın) şapka darbesiyle devrildiğini yazar.



    Devlet Biçimi Olarak Bonapartizm: Bonapartizm, özgün bir devlet biçimi olarak Marks ve Engels tarafından ayrıntılı olarak işlenmiş bir konudur. Marx’ın 1852’de yazdığı Onsekizinci Brumaire adlı kitabın konusu L. Bonapart’ın 2 Aralık 1851 Darbesinin tarihidir. Bu eserde 1848’den 1852’ye kadarki Fransa tarihi işlenmektedir. Marks’a göre Bonapartizm, “Burjuvazinin ulusu/ülkeyi yönetme yeteneğini çoktan yitirdiği, ama işçi sınıfının henüz bu yetenekte (Fransa’yı yönetecek, sc) olmadığı bir dönemde tek olanaklı yönetim biçimi” olarak belirdi (Bk. Fransa’da İç savaş) . “Bonapartizm (emperyalizm) ...iyiden iyiye gelişmiş burjuva toplumun devlet iktidarının...en değerden düşmüş, en son biçimidir”. Burjuva toplum bu devleti feodalizmden kurtuluş için kendi öz kurtuluş aleti olarak yarattı, ama en sonunda sermayenin emeği köleleştirme aracına dönüştürdü. Bonapartizm (emperyalizm) bu devlet iktidarının en son biçimidir. L. Bonapart iktidarı sınıflar mücadelesini sömürerek ele geçirdi. Engels’e göre, L. Bonapart’ın 2 Aralık 1851 Darbesi Avrupa’da “yukardan aşağıya devrimler dönemi”ni başlattı. Çünkü Bonapart’ı taklit ederek Bismark da Prusya’da “yukarıdan inme 1866 Devrimi’ni yaptı”. Böylece Prusya’da 1808-13’te başlamış olan ve 1848’le sürdürülen burjuva devrimi 1866’da Bonapartçılık biçimi altında tamamladı. “Aşağıdan yukarıya devrimler dönemi” şimdilik son bulmuştu.



    Paris Komünü (18 Mart 1871 Paris İşçi Devrimi)


    1852-1870 dönemi Fransız tarihinde İkinci İmparatorluk olarak adlandırılır. 1848-52 arasındaki İkinci Cumhuriyet döneminde seçimle işbaşına gelerek devlet başkanlığı yapan Louis Bonapart, 1852-70 arasında da imparator sıfatıyla yönetti.


    İkinci Bonapart, amcasının dönemi olan Birinci İmparatorluğun (1804-14) tüm topraklarını (1814’te yitirilen) geri almak, eski sınırları yeniden kurmak için ilhakçı ve yayılmacı bir dış politika izledi. En başta Ren’in sol Alman kıyısına gözdikmişti. 1866 Prusya-Avusturya savaşını Prusya kazanınca ve 1815’te 30’dan çok Alman devletinin birleştirilmesiyle kurulmuş olan Alman Konfederasyonu’nun yerini 1866 zaferinden sonra Avusturya haricindeki Alman devletlerini Prusya egemenliği altında birleştiren Kuzey Alman Konfederasyonu alınca, Bismark’tan istediği toprak ödününü koparamayan Bonapart, 19 Temmuz 1870’te Almanya’ya savaş açtı.


    6 Ağustos’ta başlayan bu savaş 2 Eylül’de Sedan’da Fransa’nın yenilgisiyle sonuçlandı.


    Bu yenilgi İkinci İmparatorluğun çöküşüne ve “4 Eylül 1870 Paris Devrimi”ne götürdü. Bu devrim yeniden Cumhuriyet ilan etti (Üçüncü Cumhuriyet, 1871-1940) . Bu cumhuriyeti Prusya dahil tüm devletler tanıdı. Thiers’in alelacele oluşturduğu hükümet sözde bu devrimin adına davranıyordu. Alman ordusu Fransa’da ortaya çıkan değişikliğe ve cumhuriyet ilanına aldırmadan Paris kapılarına dayanınca Thiers’in öncülüğündeki bir grup avukat salt burjuvalardan bileşen “ulusal savunma hükümeti” oluşturdular. Paris halkı sadece “ulusal savunma” amacıyla varolması koşuluyla bu hükümet gaspına gözyumdu ve oldu bittiyle oluşturulan bu hükümeti tanımak zorunda kaldı. Eli silah tutan tüm Parisliler “ulusal muhafız”a katıldılar. İşçi sınıfı silahlandırılmadan Paris savunulamazdı. Böylece işçiler silahlanmış oldu.


    Ama Fransa’da İç Savaş’ta Marks’ın dediği gibi “Silahlandırılmış Paris demek silahlı devrim demekti”. Bu nedenle çok geçmeden burjuvalardan bileşen “ulusal savunma hükümeti” ile “silahlı proletarya” arasında çatışmalar patlak verdi. 31 Ekim 1870’de işçi taburları hükümet merkezi olan Belediye Sarayı’na saldırıp bazı hükümet üyelerini tutukladılar. Ama yabancı bir ordu tarafından kuşatma altında tutulan bir kentte iç-savaşa yol açmamak için bunları tekrar serbest bıraktılar ve aynı hükümetin iş başında kalmasına katlandılar.


    Blanki’nin girişimiyle 22 Ocak 1871’de ulusal muhafız ve Paris işçi sınıfı “ulusal savunma hükümetinin” çekilmesini ve Komün kurulmasını isteyen bir gösteri yaptılar. Burjuva hükümet gösteriyi terörle bastırdı. Bu sırada Prusya ordusu Paris’in bir bölümünü işgal etmişti, ama Paris’e “zafer girişi” yapmaya ulusal muhafızın ateş kesse de silah bırakmamış olması nedeniyle cesaret edemedi (bütün imparatorluk birlikleri çoktan esir edilmişlerdi veya silahlarını Almanlara teslim etmişlerdi) .


    Prusya ordusu Paris’i tam 131 gündür kuşatma altında ve göz hapsinde tutuyordu. Hükümet başkanı Thiers işçiler silahlı kaldıkça burjuvazinin ve hükümetinin egemenliğinin güvencede olmayacağını bildiğinden işçileri silahsızlandırmaya girişti. Aslında bu hükümet daha cumhuriyet ilan ettiği günün (4 Eylül 1870) akşamı Paris’i Prusya ordusuna teslim etmeyi kararlaştırmıştı ve şimdi de “ulusal görev ile sınıf çıkarı” arasındaki bu çatışmada bir “ulusal ihanet hükümeti”ne dönüşüyordu. Çünkü 28 Ocak 1871 günü bu hükümetin Dışişleri Bakanı Jules Favre hükümet adına Paris’i ve tüm Fransa’yı Almanlara (Bismark’a) teslim anlaşması anlamına gelen bir ateşkes yapmıştı ve Prusya’nın yardımıyla Paris’e ve cumhuriyete karşı bir iç-savaş başlatıyordu. Bismark’la yapılan anlaşmaya göre sekiz gün içinde bir Ulusal Meclis seçilip hükümetin yaptığı barış anlaşması onaylanacaktı. Öyle oldu. Toprak sahipleri ile doldurulan bir meclis oluşturulup hükümetin yaptığı anlaşma onaylandı.


    Ama “Ulusal Savunma Hükümeti”nin Paris’i silahsızlandırma girişimleri boşa çıkarıldı. 18 Mart 1871 günü Paris, “kendini savunmak için tek bir adam gibi ayaklandı”. 18 Mart sabahı “Yaşasın Komün! ” gürültüsüyle uyandı Paris. Ulusal Savunma Hükümeti Versailles’e kaçtı (Bk. Marx, Fransa’da İç Savaş) .


    Engels, Marks’ın Fransa’da İç Savaş kitabına yazdığı 1891 tarihli Giriş’te 4 Eylül 1870 Devrimi’nden 18 Mart 1871 (Komün) ’e kadar Paris devriminin önde gelen niteliği “ulusal” olması, yani yabancı işgale karşı direniş olmasıydı demektedir. Bu dönemde mücadelenin “sınıf niteliği” geri plana itilmişti. Fakat 18 Mart 1871 Devrimi (Komün) ’nden hemen sonra devrimin “sınıf niteliği” keskin ve açık bir biçimde öne çıktı.


    Marks’ın deyişiyle “İşçi devrimi” Paris’te egemenlik kurdu. Ulusal Muhafız’ın Blankiciler’in etkinliğindeki Merkez Komitesi Geçici Hükümet görevini üstlendi. Bu hükümette çoğunluk Blankiciler’di. Komün (18 Mart 1871 Devrimi) ’ün önderleri bizzat Blanki ve izleyicileri idiler.


    Geçerken kısa bir not düşmek istiyorum: Paris Komünü’ne Blankistler, 1917 Rus Ekim Devrimi’ne de Leninistler önderlik ettiler. Bugüne kadar tarihin tanık olduğu iki başarılı işçi devrimine önderlik edenler Blankisler’le Leninistler oldular. Blanki, görüşleri ne olursa olsun iyi çalışılması gereken yaman bir devrimciydi. Örgüt ve ayaklanma konusundaki görüşleri nedeniyle Lenin’in kendisinin de sık sık Blankicilikle suçlandığına tanık olmaktayız.


    Şimdi Fransa’da biri Versailles’te, diğeri Paris’te iki hükümet oluşmuştu. İki başkent, iki iktidar vardı. Fransa’da biri burjuva, diğeri işçi olan ikili bir iktidar doğmuştu. İkisi arasında savaş başladı. Thiers, Paris İşçi Devrimi (Komün) ’nin önderi Blanki ve diğer işçi önderleri hakkında ölüm kararı aldırdı. 22 Mart 1871’de barışçıl bir gösteri görünümü altında Versailles hükümeti yandaşları Ulusal Muhafız’ın merkezini baskınla ele geçirmeye çalıştılar, ama başaramadılar.


    26 Mart günü Paris’te genel oyla Komün seçildi ve 28 Mart 1871’de de ilan edildi.


    Bu tarihe kadar Geçici Hükümet işlevi üstlenmiş olan Ulusal Muhafız Merkez Komitesi yönetimi Komün’e bıraktı. İki kez Komün’e seçilen Blanki bu tarihte Versay Hükümeti’nin elinde tutsaktı. Komün üyeleri arasında çoğunlukta olanlar Blankiciler’di. Komün’de Birinci Enternasyonal üyelerinden bileşen bir azınlık da vardı, ama bunların çoğunluğu Prodoncu sosyalistlerdi.


    Komün 12 Mayıs 1871’de Paris’e giren Versay birliklerine karşı 8 günlük kahramanca bir direnişin akabinden 28 mayıs 1871’de yenik düştü.


    Kronolojik düzende bakacak olursak Komün’ün yaptığı işlerden ve aldığı kararlardan bir bölümü şunlardı: Sürekli (düzenli) orduyu kaldırdı ve memurları sorumlu ve her an görevden geri alınabilir kıldı (30 Mart 1871) , tüm sağlam yurttaşların katılacağı ulusal muhafızı (çoğunluğu işçilerden bileşen “silahlı halktı” bu) tek silahlı güç ilan etti. Komün üye ve görevlilerinin en yüksek maaşının yılda altıbin Frank’ı geçmemesini kararlaştırdı (1 Nisan) . Kilise ile devletin ayrılmasını, din işleri bütçesinin kaldırılmasını, kilisenin tüm mülklerine elkonulmasını kararlaştırdı (2 Nisan) . Ulusal Muhafız’ın 137. Taburu halkın sevinç gösterileri arasında giyotini yaktı (6 Nisan) . Tüm dinsel imge, simge, dua ve dogmaların okullardan uzaklaştırılmasını kararlaştırdı (8 Nisan) . Sahipleri tarafından işletilmesi durdurulan fabrikaların yönetiminin o işletmelerde çalışan işçilere verilmesini emretti (16 Nisan) .


    Yaklaşık 70 günlük iktidarı süresinde (18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e kadar yaşadı sadece) Komün’ün yaptıklarından bazıları bunlardı.


    Komün “yeni bir tarih çağını açtı” diyen Marks’a göre Komün parlamenter değil, hem yürütme hem yasama işlevi gören hareketli bir gövdeydi. Sürekli ordu ve devlet memurluğu gibi iki büyük gider kaynağını kaldırarak ucuz hükümeti olanaklı kıldı. Komün’ün geliştirmeye fırsat bulamadığı bir örgütlenme taslağına göre en küçük kırsal yerleşme merkezlerinde/birimlerine varana kadar “siyasal biçim” Komün olacaktı.


    Marx, 1850’de yazdığı FSS adı verilen yazılarında özetle şöyle demektedir:

    Proletarya devrimi korkusu yüzünden Fransa’da normalde sanayi burjuvazisinin oynaması gereken rolü (devrimin başına geçme) küçük-burjuvazi, normalde küçük-burjuvazinin oynaması gereken rolü (küçük-burjuvazinin görevini) işçi sınıfı üstlenmişti. İşçi sınıfının oynaması gereken rolü ise Fransa’da üstlenen yoktur, bunun sadece sözü edilir, ama yapanı yoktur. Kaldı ki bu görev (proleter devrim) hiç bir yerde ulusal sınırlar içerisinde başarılamaz. Fransız toplumunun bağrında sınıf savaşı ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşına dönüşmektedir. Çözüm ancak dünya savaşı yoluyla, proletaryanın dünya pazarına egemen bulunan ulusun (yani İngiltere’nin) başına geçtiği anda başlar. Burada örgütlenmesinin sonunda değil henüz başında bulunan devrim kısa soluklu bir devrim değildir. Bugünün kuşağı Musa’nın çölden geçirdiği Yahudilere benzer. Yani bu kuşak hem yeni bir dünyayı ele geçirmek, hem de o yeni dünyanın düzeyinde olacak insanlara yer açmak için yok olmak zorundadır.





    1905 Rus Devrimi


    Bu devrim Ocak-1904’te başlayan Rus-Japon savaşı hala sürerken patlak verdi. Bolşevik Partisi Tarihi’ne göre bu savaş sırasında Troçki ve Menşevikler “yurt savunması”ndan sözederken Lenin ve Bolşevikler devrimi güçlendireceği için Çarlığın yenilgisini istediler.


    Devrim 1905 yılının başında (Putilov Fabrikası’nda işçilerin atılmasını protesto eden ve hızla bir genel greve dönüşen bir grevle) başladı ve sonuna dek sürdü (Ocak’tan Aralık’a) .


    1904’te sahte bir işçi örgütü kurmuş olan Papaz Gapon adında bir provakatör, Rusya’nın en büyük sanayi kenti Petersburg’un en büyük fabrikası olan Putilov’da grevin başladığı 9 Ocak 1905 günü kendi örgütü aracılığıyla taleplerini Çar’a duyurmak üzere ellerinde Çar’ın resimleri ve Kilise’nin bayrakları ile 140 bin kadar işçiyi Kışlık Saray’a sessiz bir yürüyüş yapmaya ikna etti. Provakasyonu farkeden Bolşeviklerin uyarısı para etmeyince onlar da işçilerle birlikte yürümek zorunda kaldılar. Üzerlerine ateş açıldı ve binden çok işçi öldü. 9 Ocak 1905’teki bu işçi katliamı “Kanlı Pazar” diye bilindi ve her yıl anıldı.


    1905 Devrimini başlatan işte bu katliam oldu.


    Olay duyulunca Rusya’nın İstanbul’u Petersburg’un her yanında poltik grev ve gösteriler başladı. İşçi semtlerinde barikatlar kuruldu ve Ocak ayı boyunca 440 bin işçi katıldı bu gösterilere. İşçi mücadelesi politik bir nitelik almıştı. Moskova, Varşova, Riga ve Bakü gibi merkezlerde de işçilerin askerlere karşı zaman zaman silahlı direnişe geçtikleri görüldü.


    Bolşeviklerin Nisan 1905 Londra Kongresi (III. Kongre) ile Menşeviklerin 1 Mayıs 1905 Cenevre (İsviçre) Konferansı Rusya’da 1905 Devriminin devam ettiği bu koşullar altında toplanmış ve kendi stratejilerini, bu devrimde proletaryanın taktiğinin ne olması gerektiğini tartışıp kendi görüşlerini belirlemişlerdi. Lenin’in 1905’teki bu birinci burjuva devrimi sürerken Haziran-Temmuz 1905’te yazdığı “Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği” kitabında “İki Taktik” dediği “Rus sosyalist hareketinin Jakobenleri” olarak tanımladığı Bolşevik ve “Rus sosyalist hareketinin Jirondenleri” dediği Menşevik kanatların aldığı bu kararlardır. Anlatılmak istenen 1905 Devrimi başlayınca doğan yeni koşullarda biri Bolşeviklerin diğeri Menşeviklerin (Yeni Iskra Grubu) benimsediği iki farklı tutumudur. Lenin’in İki Taktik adlı kitabının konusu Bolşeviklerin ve Menşeviklerin aldığı kararların karşılaştırılarak tartışılmasıdır.


    Lenin, İki Taktik’ten birkaç ay sonra yazdığı “Sosyal-Demokratların Köylü Hareketi Konusundaki Tutumu” (Bk. Social-Democracy’s Attitute Towards The Peasant Movement, Collected Works, vol. 8, s. 230-39, 14 Eylül 1905) başlıklı bir yazısında “Kesintisiz Devrim” kavramını kullandı ve bunun anlamını şöyle açıkladı:

    “Demokratik devrimden derhal ve kesinlikle gücümüze bağlı olarak, sınıf-bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücüne bağlı olarak sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimi savunuyoruz. Yarı-yolda durmayacağız”.


    Lenin burjuva devrimde proletayanın rolü ve görevleri konusundaki görüşlerini ikinci burjuva devrimi (Şubat 1917) sürecinde yazdığı “Letters From Afar” (Uzaktan Mektuplar, Mart-Nisan 1917) adıyla bilinen mektuplarında ve Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi (Nisan 1917) adı altında toplanmış bulunan çeşitli makalelerinde daha da geliştirir.


    Devrim ilerleyen aylarda sürdü ve Bolşeviklerin ayaklanma ve iktidar organları olarak, devrimci iktidarın bir çekirdeği olarak görecekleri ilk işçi sovyetleri doğdu. Ama Petersburg işçi sovyeti yönetimi Menşeviklerin eline geçmiş ve bu durum 1905 devriminde sovyetlerin belirleyici rol oynamalarını engellemişti. Bolşevik Partisi Tarihi’ne göre Troçki ve Menşevikler Petersburg sovyetine ayaklanma karşıtı bir tutum benimsetmişlerdi. Rusya’nın Ankara’sı olan Moskova’da Moskova işçi sovyeti baştan beri Bolşeviklerin elinde oldu ve devrimci bir tutum izledi, ayaklanma organı rolü oynadı. Bolşeviklerin girişimiyle Moskova’da ayrıca Asker Temsilcileri Sovyeti kuruldu. Ekim-Aralık (1905) ayları arasında Rusya’nın hemen bütün işçi merkezlerinde İşçi Temsilcileri Sovyetleri kuruldu. Haziran'da Odessa’da Karadeniz Filosu’na dahil büyük bir savaş gemisi olan Potemkin Zırhlısı’ndaki denizciler isyan etmiş ve onbir gün devam eden ordu ve donanmadaki bu isyan sonunda bastırılmıştı.


    1905 Devrimi’nin sürdüğü bu ortamdadır ki, Çar, devrimi bölmek ve yatıştırmak için Duma adı verilen bir parlamento ve bazı başka reformlar vadetti. Bu sıradaki parlamento Buligin Duması diye bilinir ki, Menşevikler ona katılmayı savunurken, Bolşevikler boykot ettiler.


    Ekim’de Moskova’dan başlayıp tüm Rusya’ya yayılarak bir genel greve dönüşen demiryolu işçileri grevine toplam bir milyon kadar işçi katıldı. Çar, bir yandan yeni ödünler sözü verirken öte yandan devrimi bastırmak için polis yönetiminde Kara Yüzler diye bilinen lumpen unsurlardan kurulu sivil çeteleri de kullanarak her türlü zoru kullandı.

    Çoğunlukla kendiliğinden oluşturulmuş olan sovyetler bir hükümet gibi davranıyorlardı. 1905 Devriminin daha devam ettiği Kasım ayında Lenin Rusya’ya döndü. Aralık’ta Moskova’da silahlı ayaklanma başladı ve Bolşevikler bu ayaklanmayı yönetmeye çalıştılar. İçerde ayaklanmayı ezmek için Çar 1905 Devrimi boyunca süren dış savaşı durdurmak isteyerek Japonya ile barış imzaladı. Bolşevikler Moskova’da silahlı ayaklanma örgütlemeye çalışıyordu. Ama Petersburg sovyetinden yeterli destek gelmedi, ayaklanma tüm ülkeye yayılamadı, Moskova’da Aralıkta yapılan ayaklanma bastırıldı ve bu yenilgiyi takiben devrimci kabarış durdu, dalga giderek geri çekilmeye başladı. Menşevikler silahlı ayaklanmaya taraf olmamışlardı. 1905 devrimi böylece yenilgiye uğradı.


    1906’da Çar yeni bir parlamento topladı (Birinci Duma) . Bolşevikler bunu da boykot ettiler, ama sonraları gerileme dönemine denk düşen bu 1906 boykotunu hatalı gördüler.


    Nisan 1906’da Stockholm’de iki kanadın da katıldığı Birlik Kongresi yapıldı, ortak bir MK seçildi. Ama birlik fiilen kurulamadı, dahası az sonra iç-mücadele daha da alevlendi ve her iki kanat kendi bağımsız örgütlenmelerini sürdürdü.


    1907 Mayısı’nda iki kanadın da katıldığı 5. Kongre yapıldı ve en önemli gündem maddesi olarak “burjuva ve küçükburjuva partilerine karşı tavır” konusu tartışıldı. 1905-07 arasındaki pratiğiyle Rus liberal burjuvazisi Çarlıkla ittifak ve uzlaşma (Bir Demokratik Cumhuriyet değil, tersine bir Anayasal Monarşi üzerinde anlaşma arıyordu) arayan karşı-devrimci bir güç olduğunu kanıtladı. 3 Haziran 1907’de Çar İkinci Duma’yı dağıttı ve bu hükümet darbesi ile birlikte Stolipin Gericiliği adı verilen sosyalistlere saldırı kampanyası dönemi başladı. Bu dönem 1912’ye kadar devam etti (1907/8-1912) .


    Böylece 1905 yılı başında başlayan devrim (devrimci kabarış) giderek alçalarak ancak 3 Haziran 1907 tarihinde kesin bir yenilgiyle noktalandı. 1907 Aralığında Lenin geri yurtdışına çıktı.


    1907-12 arası dönem boyunca Marksizme inançsızlık gelişti. Marksistler arasından dönekler çıktı. Bu nedenle Marksizmi savunmak bir görevdi. Lenin 1909’da bu amaçla Materyalizm ve Ampirokritisizm’i yazdı.


    Bu dönemde her iki kanat içinde de daha çok Tasfiyeciler ve Likidatörler diye tanımlanan legalizm akımı gelişti ve devrimin yeniden yükseleceğine inanmayan bu unsurlar partiyi legal ve reformcu bir işçi partisine dönüştürmek için çabaladılar, gizli partinin dağıtılmasını istediler. Çok sayıda aydın partiyi terketti, parti küçüldü. Bu aynı dönemde Bolşevikler arasında başını eski Bolşevikler’den Bogdanov ve Lunaçarski gibilerin çektiği sadece illegaliteyi savunan, legal ve yarı-legal faaliyete son verilmesini ve Bolşevik milletvekillerinin parlamentodan çekilmesini istedikleri için Otzovizm (Rusça’da geri çekme) diye tanımlanan bir eğilim çıktı ve bunlar 1909’da partiden ihraç edildiler.


    Sonra 1912 Ocağı’nda kongre önemi taşıyan Prag Konferansı yapıldı ve burada Bolşevik kanat kendisini RSDİP adı altında ayrı ve II. Enternasyonal partilerinden temelde farklı “yeni tipte bir parti” (“Leninist Parti”) olarak yeniden örgütledi.


    RSDİP (Bolşevikler) adı 1918’e dek korundu.


    1912’den itibaren grev hareketi yeniden canlandı. 1914’e dek yükselerek devam eden bu politik grevlerde ana talepler demokratik cumhuriyet, 8 saatlik işgünü ve topraklara elkonulması idiler. 1912’den itibaren gelişen durum 1905 devriminin başlangıcını andırıyordu. Köylülerin (ağalara karşı) ve askerlerin (orduda) de isyanları yeralıyordu. Rusya’da bir ikinci devrim yaklaşıyordu. Bolşevikler bu canlanma döneminde (1912-14) Petersburg’da Pravda (Gerçek) adında legal bir günlük gazete çıkardılar ve Pravdacılar diye de bilindikleri bu dönemde bir işçi kitle partisi olmaya doğru yöneldiler.


    1917 Ekim Devrimi sırasında Bolşevik Partisi’nin çekirdeğini 1912-14 arasında kazanılmış olan Pravdacı işçi kuşağı oluşturdu. Bu dönemde Bolşevikler parlamentoda kendi parlamento grubunu da oluşturdular. Ayrıca sendikalarda ve işçi derneklerde vs legal faaliyet yürüttüler.


    Temmuz-Ağustos 1914’te Birinci Savaş patlak verdi ve Çar hükümeti içerde iç-savaştan (devrimden) kurtulmak için Rusya’yı savaşa soktu, İngiltere ve Fransa ile ittifak halinde Almanya’ya karşı savaştı (Bk. Bolşevik Partisi Tarihi) .





    1917 Rus Şubat Devrimi (İkinci Rus Burjuva Devrimi)


    Bu devrım Birinci Savaş’ın orta yerinde kimsenin devrim beklemediği bir anda tıpkı 1905 Devrimi gibi kendiliğinden patlak verdi, kendiliğinden bir devrimdi. Çünkü onu ne bir parti, ne de ayaklanma planı hazırladı. Ayaklanma (devrim) ’ya götüren olaylar 1905’teki Kanlı Pazar’ın yıldönümünün anıldığı 9 Ocak 1917 günü nedeniyle Petrograd, Moskova vd gibi kentlerde yapılan gösteriler ve grevlerle başladı ve giderek Kahrolsun Otokrasi ve Kahrolsun Savaş gibi sloganlarla 26 Şubat’ta Çarlığa karşı bir ayaklanmaya dönüştü. Polis ve Ordu ile işçiler arasında silahlı çatışmalar yaşandı. “Çarlığa karşı silahlı mücadeleye devam edin” diyen Bolşevikler, Devrimci Bir Geçici Hükümet kurulması çağrısında bulundular. İsyana onbinlerce asker de katıldı. Yani ordu da bölünmüştü. 27 Şubat 1917’de Ayaklanma (Devrim) ilkin Petrograd’da zafer kazandı. Ardından bu haberin duyulduğu heryerde benzer ayaklanmalar oldu ve sonuç devrimin/ayaklanmanın zafer kazanması oldu.


    Devrimi yapan işçilerdi ve ayaklanmanın daha ilk günlerinde 1905’teki gibi sovyetler kurmuşlardı. Ama Petrograd, Moskova ve biçok diğer kentin sovyetlerinde çoğunlukta olan ve onları yöneten Menşevikler ile Sosyalist-Devrimciler (Kerenski bu partidendi) idiler. Bu iki parti Bolşevikleri dışlayarak ortaklaşa bir Geçici Hükümet kurdular. Liberal ve diğer burjuva partilerin de hükümette temsilcileri bulunuyordu.


    Lenin bu hükümeti bir “burjuva hükümet” olarak tanımladı.


    Ama bu hükümetin yanıbaşında başka bir iktidar daha vardı: İşçi-köylü ittifakını ifade eden ve İşçi-Köylü Diktatörlüğü anlamına gelen İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti. Hakikatte ortada bir ikili iktidar (iki iktidar) vardı.


    Bu geçici bir durum olacaktı açık ki. Sonunda biri diğerine boyun eğecekti. Çünkü iki başlı bir iktidar uzun süre gitmezdi. İkili iktidar durumunu yaratan şey küçük-burjuvaziyi temsil eden Menşevik ve Sosyalist-Devrimci partilerin resmi (gerçek) iktidarı ısrarla burjuvaziye teslim etmeleri olmuştu. Oysa isteselerdi bu iki parti tüm iktidarı alabilirlerdi.


    Bu devrim olduğunda Lenin İsviçre’de bulunuyordu ve oradan Bolşevik Partisi’ne yazdığı Uzaktan Mektuplar başlığını taşıyan (7 Mart-26 Mart 1917 arasında yazılmışlardır) mektuplarında kendi görüşlerini anlattı. 3/16 Nisan’da Rusya (Petrograd’a) ’ya döndü. Geldikten bir gün sonra 4 Nisan’daki bir toplantıda Nisan Tezleri diye bilinen görüşlerini, yani bu devrimde proletaryanın görevlerini ve taktiğini anlattı (Nisan’da öne sürüldükleri için Nisan Tezleri deniyor) :

    Geçici Hükümet (emperyalist savaşı devam ettiriyor) ’e destek verilmemeli, devrimci bir hükümetin olanaklı tek biçimi parlamenter bir cumhuriyet değil, İşçi Vekilleri Sovyetleridir. Ama Bolşevikler bu sovyetlerde şu anda azınlıktadır.

    Yeni bir Enternasyonal kurulmalıdır.

    Devrimin birinci aşamasından (iktidarın burjuvaziye geçmesi ve bu anlamda Rusya’da burjuva devrimin tamamlanmış olması) ikincisine, yani sosyalist devrime geçiş dönemindeyiz. “Sosyalist devrim” için mücadeleye girişmeliyiz. Çünkü burjuva resmi iktidarın alternatifi biz ne düşünürsek düşünelim zaten somut olarak sovyetlerin şahsında oluşmuş olup beklemededir ve bu ikili iktidar durumunun kendisi devrimin gelişmesinde bir geçiş aşamasını temsil ediyor, çünkü bunlar uzun süre yanyana duramazlar.


    Kamanev, Stalin ve diğer bazı Eski Bolşevikler burjuva devriminin tamamlandığını söyleyen bu görüşlere karşı çıktılar (savaşa ve Geçici Hükümete karşı tavır konularında Pravda’nın editörleri Stalin ve Kamanev paralel bir tutum izliyorlardı, ama BPT bundan bahsetmez) . Ama nisbeten kısa sürede (bir aydan daha kısa sürede) Lenin kendi partisini Nisan Tezleri’ne kazanabildi. Bu tezler arasında Sosyal-Demokrat adının bilimsel olmadığı ve bu adın bırakılıp Komünist adının benimsenmesi, parlamenter cumhuriyetten sovyet cumhuriyetine geçilmesi gibi tezler de vardılar.





    1917 Ekim Devrimi


    1905 ve 1917 Şubat devrimleri kendiliğinden devrimler iken Ekim Devrimi bir parti tarafından planlanıp örgütlendi.


    Bolşevik Parti Şubat devrimi ile açık/legal bir partiye dönüştü ama bu durum ancak beş ay sürebildi (Şubat’tan Temmuz’a) . 7 Temmuz’da tekrar gizliliğe geçti.


    1917 Ekiim Devrimi’ne götüren süreç (Nisan’dan Ekim’e) en önemli gelişmeler ekseninde şöyle toparlanabilir:

    20-21 Nisan krizi (Geçici Hükümet’in savaşı sürdürme siyasetine karşı iç savaşın başlangıcı olmaya çok yaklaşan bir kendiliğinden patlama) ,

    10/18 Haziran (Bolşeviklerin çağırdığı gösteri yasaklandı ama bunu Bolşevik sloganların egemen olduğu 18 Haziran gösterisi izledi) ,

    3-4 Temmuz krizi (iç savaşın başlangıı olabilecek bir diğer kendiliğinden patlama. Lenin ayaklanmanın zaferi için bu tarihte gerekli nesnel koşulların olmadığını düşünüyor, ayaklanma sorununda Marksizm ile Blankizm’i ayıran noktalara işaret ederek ayaklanmanın zaferi için gerekli koşulları sıralıyordu. Bu tarihte işçi sınıfı henüz Bolşevikleri izlemiyordu, yani Petrograd ve Moskova sovyetlerinde henüz çoğunluk değillerdi):

    3-4 Temmuz’daki bu kendiliğinden patlamanın ardından 5-6 Temmuz karşı-devriminin patlaması, ordunun patlamayı ezmesi ve Geçici Hükümet’in Bolşevik Parti’ye saldırıya geçmesi, 7 Temmuz’da ikili iktidar durumunun son bularak tüm iktidarın tamamen burjuvaziye geçişi, Geçici Hükümet’in karşı-devrimcileşmesi, barışçıl devrim olasılığının kalkması ve aynı gün Lenin’in tutuklanması için emir çıkarılması;

    6. Kongrede (Temmuz Günleri) Troçki ve grubunun Bolşevik Parti’ye katılması (Stalin’e ve BPT’ne göre partiye içten ele geçirmekti amaçları) ve bu kongrede sosyalist devrim için silahlı ayaklanma hazırlığının eksende oluşu;

    12-15 Ağustosta Genel Kurmay Başkanı General Kornilov’un komünistlerin ezilmesi ve sovyetlerin dağıtılması direktifi ve Bolşeviklere karşı saldırı, terörün giderek tırmanışı, Kornilov’un bir “askeri diktatörlük” kurmak amacıyla bir darbe girişimi yapma planı, ama Başbakan Krenski’nin (Kerenski Hükümeti/Geçici Hükümet) son anda buna onay vermeyişi, buna rağmen Kornilov’un sovyetleri dağıtmak üzere Petrograd’a asker yollaması (25 Ağustos) , Bolşeviklerin sovyetlere Petrograd’ı Kornilov’a karşı savunmak üzere direnme çağrısı yapması ve Kornilov’un isyan ve darbe girişiminin sonunda bastırılışı (31 Ağustos) , bu olayla birlikte devrimin yeni bir aşamaya girmesi;

    Temmuz’dan sonraki Krenski rejimini Lenin’in bazen “askeri diktatörlük”, bazen “Bonapartizm” olarak tanımlaması, 31 Ağustostan itibaren Bolşeviklerin Petrograd ve Moskova sovyetlerinde çoğunluk haline gelişi (Lenin bu iki kentte iktidarı almak Rusya’da iktidarı almak ve korumak için yeterlidir der) ve her ikisinin de yönetimini almaları, böylece ayaklanmanın zaferi için esaslı koşulun hazır hale gelişi;

    7 Ekim’de Lenin’in gizlice Finlandiya’dan Petrograd’a gelişi ve 10 Ekim Bolşevik MK toplantısında yakın bir tarihte silahlı ayaklanma önermesi (Kamanev ve Zinovyev bu karara katılmayışları ve bunu 18 Ekim’de ülkeye ifşa etmeleri):

    24 Ekim sabahı (6 Kasım) bizzat Lenin’in yönetiminde ayaklanmanın başlaması ve zafer kazanması, 25/26 Ekim’de Lenin’in başkanlığında sovyet hükümetinin kurulması ve bu tarihten Şubat-Mart 1918’e kadarki süre içinde (4-5 ayda) sovyet iktidarının hızla tüm Rusya’ya yayılması.



    Alman Devrimi


    Birinci Savaştan itibaren Alman Solu Bolşeviklerin büyük etkisi altına girdi. Bu durum Nettle’a göre bir Lenin-Lxemburg kutuplaşmasını gündeme getirebilirdi, ama olmadı. Birinci Savaş içinde Rosa Lüxemburg, tek sayı çıkan bir derginin adıyla Enternasyonal diye bilinen gruba dahildi. Bu grup Nisan 1915’te kurulmuştu. Ama savaş içinde veya sonunda etkili bir örgüt kurmayı beceremediler. Bu grup aynı zamanda Spartakistler adıyla biliniyordu. Adı Enternasyonal olan bu grup Zimmerwald Konferansı (Eylül 1915) ’nda Lenin’in İkinci Enternasyonal’in bölünmesi (ondan kopuş) ve onun yerine bir Üçüncü Enternasyonal kurulması, emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi görüşüne destek vermedi. R. Lüxemburg’un Enternasyonal grubu tüm olup bitene rağmen Alman SPD’den örgütsel kopuşu hala redediyordu. Spartakistler (Spartkusbund) de denen bu grup İkinci Enternasyonal’den (merkezcilerden) ve SPD’den kopuşa yanaşmadı. 1917’de kopuşa niyeti olmayan ama SPD’den ihraç edilen muhalif bir grup Bağımsız Alman S-D Partisi (USPD) adında yeni bir parti kurmak zorunda kaldı. Spartakistler (Rosa Lüxemburg-Karl Liebknecht grubu) bu tarihte hala SPD içinde muhalif bir gruptu ve Lenin’in onlara yaptığı SPD’den kopuş önerisini dinlemiyorlardı. Onların örgütlenme anlayışı gevşek bir örgütlenme, parti-içi demokrasi ve SPD liderliğinin üye kitlesine dayanarak “aşağıdan yukarıya” ele geçirilmesi idi. Bunlar 1918 sonuna kadar hala küçük ve etkisiz bir gruptu ve örgütlenmeye önem vermiyorlardı. Almanların çoğu böyle bir grubun varlığından dahi habersizdi. SPD’den ayrılıp ayrı örgüt olmak istemediler ve bunun faturasını pahalı ödediler. Daha sonra bu grup USPD’ye katıldı. Aslında bu grubun sembolü Rosa Lüxemburg değil, Karl liebknecht idi. Lenin, Almanya’da ad vererek onu ve onun grubu dediği Spartakus grubunu destekledi.


    Nisan 1917’de Berlin’de politik grev dalgası yükseldi.


    Alman Devrimi 1918’de başladı.


    Ocak 1918’de bir diğer grev dalgası koptu ve bu ikinci dalgada Berlin’in büyük fabrikalarında devrimci fabrika grupları diye bilinen işçi sovyetleri doğdu. Bu sovyetler savaş dönemi boyunca yaşadılar, Kasım 1918-Mart 1919 arasında önemli bir rol oynadılar.


    Bu grevleri ve oluşumları desteklese de Spartaküs grubunun bu olaylarda ne payı vardı ne de denetimi. Eylül 1918’de yeni bir grev dalgası koptu.


    Cephelerde Alman ordusu yenilmekteydi. USDP ve işçi sovyetleri SPD’ye kıyasla hükümetten daha radikal şeyler talep ettiler.


    Ekim 1918’de Spartaküs Grubu ayaklanma çağrısı yaptı.


    Kasım 1918’de cephelerde asker sovyetleri, Almanya’nın en önemli kentlerinde ise işçi sovyetleri oluştu. USPD, İşçi Sovyetleri ve Spartakus Grubu ittifak halinde 11 kasım 1918 tarihinde bir ayaklanma planladılar. Plandan haberdar olan kral 9 Kasım’da görevini SPD liderine bıraktı ve kral ile ayaklanma planlayanlar arasında arabuluculuk işlevi gören SPD Almanya’da iktidara geldi. Aynı gün Karl Liebknecht sosyalist cumhuriyet (işçi sovyetleri iktidarı) ilan etti.


    Ama bu grubun örgütsel gücü ile sloganları/talepleri arasında bir uyumsuzluk vardı.


    SPD ise hemen sonra Demokratik Cumhuriyet ilan etti. SPD ve USPD ortak bir hükümet kurdular. Spartakus Grubu bu tarihte USPD içinde bir baskı grubuydu. 9 Kasım 1918’de Rosa Lüxemburg cezaevinden serbest bırakıldı. Çok yaşlanmış ve hastaydı. Aynı gün Jogiches’in önerisiyle başlarında K. liebknecht’in bulunduğu bir grup Berlin’de bir matbayı basarak Die Rote Fahne (Kızıl Bayrak) adlı bir gazete bastırılmasını sağladılar. 11 Kasım 1918’de Enternasyonal Grubu Spartaküs resmi adını benimsedi ve iktidarı SPD-USPD ittifakından alma hazırlıkları yaptı. 10 Kasım’da iktidarın işçi ve asker sovyetlerine verilmesini talep etti. Ama sovyetlerde etkisi olmadığı için bu slogan iktidarın bu gruba verilmesi anlamına gelmiyordu. SPD ise Kurucu Meclis sloganını benimsedi. İki ayrı taktikti bunlar. USPD ikisi arasında gidip geldi. Sovyetlerde SPD ve USPD etkindiler. USPD’nin içinde ve onun sol kanadı olarak varlığını sürdüren Spartaküs grubunun programı Bolşeviklerin (Rus tecrübesinin) kopyasıydı. 21 Aralık 1918’de ordu sovyet yürütmesini tutuklama girişiminde bulununca, Ocak 1919 ayaklanması patlak verdi.


    Karl Liebknecht ve R. Lüxemburg işte bu ayaklanma sırasında öldürüldüler.


    Nettle’ye göre R. Lüxemburg, bir Üçüncü Alternatif olabilirdi, ama olamadı. O tarihlerde Ya Bolşevizm(Leninizm, sc) Ya Sosyal-Demokrasi dayatılmıştı.


    Rosa Lüxemburg’un da katıldığı Berlin’deki kongrede 1 Ocak 1919’da Alman Komünist Partisi kurulmuş, böylece Spartaküs Grubu kendini AKP’ye ve ilk kez bağımsız bir partiye dönüştürmüştü. Ama 10-13 Ocak 1919’da ordu ayaklanma yandaşlarını ezdi. 15 Ocak akşamı K. Liebknecht ile R. Lüxemburg öldürüldüler. AKP adıyla ayrı bir parti kurduktan iki hafta sonraydı bu. R. Lüxemburg’un cesedi bir köprüden kanala atıldı. Ceset 31 Mayıs 1919’da bulundu ve 13 Haziran’da toprağa verildi. 29 Ocak’ta Franz Mehring öldü. R. Lüxemburg ve Jogiches’in ölümlerinden sonra KPD (AKP) Bolşevizmin etkisine girdi. 1921 ve 1923’te iktidarı alma girişiminde bulunan KPD her ikisinde de başarısız kaldı.



    1929 Krizi ve Krize Farklı Yanıtlar


    Bu bir dünya ekonomik kriziydi. Faşizmlerin 1930’lardaki yükselişi kapitalizmin 1929 kriziyle ilişkili görünüyor. Hayli sarsıcı olan bu kriz ABD de dahil tüm dünyada etkili oldu. Kriz boyunda sağ da, sol da militanlaştı. Genelde komünist ve faşist uçlar alternatif gibi göründü ve güçlendiler. Bunun istisnası İsveç’te iki ucun değil Sosyal-Demokrasinin (merkezin) alternatif haline gelip iktidar olması ve krize karşı zamanla yeni bir model olarak görülmesi oldu. Almanya’da ise 1933’te Alman ırkının üstünlüğünü, seçkin ırk olduğunu savunan Naziler iktidar oldular ve 1945’e kadar iktidarda kaldılar. Yani Almanya’da 1929 krizi faşizmle çözüldü. Hitler, otobanlar inşaasında çalıştırıp işsizliği çözdü. Siyahlar ve Çingeneler ile birlikte aşağı ırk ilan edilen ve kendilerine tıpkı Amerika’daki zenciler gibi davranılan (pekçok meslek onlara yasaklandı, Almanlar’la arkadaş olmaları yasaklandı, işyerleri boykot edildi vs) , iğneyle, gazla yokedilen, yerlerinden sürülen ve ülke ülke kovalanan Yahudiler katledildi. “Kırık camlar gecesi” (The Night Of Broken Glasses) ’nde Sinagoglar ateşe verildi. 1929 krizine bir diğer yanıt SSCB’de Stalinizm oldu. Nazizm ve Stalinizm altında Almanya ve Rusya’da savaş ekonomileri güçlendi.


    İspanya İç Savaşı (1936-38/39 arası yıllar) : 1931’de seçimleri cumhuriyetçiler kazandı. Monarşi yıkılıp ikinci cumhuriyet kuruldu. 1936’da Halk Cephesi (Komünist, Cumhuriyetçi, Sosyalist ve Sendikalistler koalisyonu) iktidar oldu. Temmuz 1936’da Franko ve ordu ayaklanması oldu (monarşi yanlısı gerici güçler) ve iç-savaş başladı. İspanya’da İç-Savaş üç yıl sürdü ve bu savaşta yarım milyon insan öldü. Hitler ve Mussolini tarafından desteklenen Franko faşizmine karşı bir direniş yükseldi ve bu direnişe hemen her ülkeden gönüller (uluslararası tugaylar) da katıldılar.

    Fransa’da Anti-Faşist Halk Cephesi: Faşizm tehlikesine karşı 1936’da anti-Faşist bir Halk Cephesi kuruldu (Sosyalist, Komünist, Cumhriyetçi vs koalisyonu) ve seçimlerde zafer kazanıp hükümet kurdu. 1936-38 arasında Fransa’yı Halk cephesi hükümetleri yönetti. 1939’da Fransa Almanlarca işgal edildi ve bu işgal 1945’e kadar sürdü.



    Meksika Devrimi (1910-17)


    20. yüzyılın büyük devrimlerinden biri. Bu devrim 1876-1910 arasında yöneten Porfirio Diaz’ın diktatörlüğünü devirmek amacıyla başladı. O tarihte Meksikalılar’ın % 80’i köylüydü. Emiliano Zapata’nın liderliğindeki köylü ordusu Diaz’ın yerine geçen yeni Madero hükümetine karşı 1910-11’de toprak reformu için bir mücadele açtı. 1913’de Madero bir ordu darbesiyle (karşı-devrim) devrildi. Devrilen Anayasacı Madero’nun güçleri ile Zapata ve Villa’nın köylü orduları 1914’te yeni rejime karşı ittifak kurdular ve aynı yıl Zapata ve Villa’nın köylü orduları federal başkenti işgal ettiler. Ama Villa ve Zapata bir toprak programından öte ülkeyi yönetmek için bir programa sahip değillerdi. Bu nedenle ulusal hükümet üzerinde rekabetten çekildiler ve bir boşluk doğdu. Bu boşluğu burjuva generaller doldurdu. Madero’nun generallerinden Carranza devlet başkanı oldu ve 1917’de yeni bir burjuva anayasa ilan etti. Zapata, iki yıl daha savaşını devam ettirdikten sonra 1919’da bir suikastle öldürüldü. İşçiler bu devrime bağımsız bir güç olarak katılmadıkları gibi, 1915-16’da Zapata ve Villa’nın güçlerine karşı burjuva generallerle ittifak yapmışlardı.



    Çin Devrimi


    19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Çin pazarı üzerindeki rekabet şiddetlendi ve Çin’de kapitalizm de bu dönemde gelişmeye başladı, I. Savaş yıllarında ise hızlandı. Çin’de kapitalizmin gelişmeye başladığı 19. Yüzyılın ikinci yarısı aynı zamanda bu ülkede uluslaşma sürecinin de başlangıcı sayılıyor. Çin üzerinde Japonya, İngiltere ve Fransa gerilerden beri rekabet ettiler. Çin’in bir anlamda bu ülkelerin “ortak sömürgesi”ne dönüştüğü söylenir.



    Çin Burjuva Devrimi

    Bu devrimi esas olarak Mao’nun yazdıklarına (Bk. Seçme Eserler) dayanarak özetliyorum.


    1912’ye kadar Mançuryalılar’ın egemenliği (bir yabancı egemenlik) altında olan Çin, ulusal mücadelelere girişir. Bu mücadelenin başını Sun Yat Sen’in liderliğindeki Çin milli/ulusal burjuvazisi çeker. 1911 ayaklanması ile Mançurya hakimiyeti ve onların işbirlikçisi kral devrilip Çin’de “Cumhuriyet” kurulur ve Sun Yat Sen başkan seçilir.

    Sun Yat Sen’in daha 1894’te kurmuş olduğu burjuva ulusal parti, iktidara geldikten hemen sonra 1912’de “Kuomintang (Ulusal Parti) ” adını alır.


    Böylece Çin’de burjuvaziyi iktidara taşıyan ilk devrime (1911 Devrimi) tanık oluyoruz. Bir burjuva devrimdir bu. Ama bu devrim feodalizm ve emperyalizmin hakimiyetini kıramaz. Bu nedenle de bu tarihte başlayan burjuva-demokratik devrim sürecinin tamamlanması çeşitli aşamalardan geçerek emperyalizm ve feodalizmin hakimiyetinin kırıldığı 1949 devrimine kadar sürecektir.


    Çin burjuvazisini iktidara getiren 1911 devriminden sonradır ki proletarya da siyaset sahnesinde görünmeye başlar. İlk kez 4 Mayıs 1919 hareketinde hissedilir varlığı. Daha belirgin işareti olarak da 1921’de Çin Komünist Partisi’nin kuruluşu kanıt gösterilir ve resmi tarih yazımına göre Çin’de 1921’den sonraki devrimlere ÇKP’nin temsil ettiği Çin proletaryası önderlik etmiştir.


    ÇKP, hemen tümü aydın olan devrimciler tarafından kurulur.


    Ross Dowson’un yazdığı Chinese Revolutionist İn Exile adlı kitaba göre ÇKP, III. Enternasyonal’in girişimi ve yardımıyla Li Ta Chao ve Chen Tu-Hsiu tarafından örgütlenmiştir. O sırada henüz kadro yoktur. Sonraları ÇKP’nin çekirdek kadrosunu oluşturanlar ise Marksizmi öğretmek amacıyla Moskova’ya gönderilen ilk yirmi kişilik Çinli genç devrimciler arasından çıkmıştır. Aynı kaynağa göre 1925-27 döneminde ÇKP MK’sı Chen Tu-Hsiu’nun liderliği altındaydı. Komüntern ve Moskova’nın karşı çıkmasına ve veto etmesine rağmen ÇKP MK’sının anti-Kuomintang olduğu ve cepheden çekilme taraftarı olduğu Mart 1926’da, Çan Kay-Şek’in anti-komünist darbesi sahnelenir. 1925-27 Devriminin yenilgisinin nedeni adı geçen kaynağa göre Moskova ve Komüntern politikasıydı. 1927 yenilgisinden sonra KE kendi Çin politikasını değiştirdi, ama bu defa da eski aşırı sağ oportünizmin yerine ayaklanma önerisi yaparak aşırı sol bir politika koydu. Buna karşı çıkan ÇKP önderleri kovuldular. KE’in önerisiyle örgütlenen Pekin’deki ayaklanma yenildi ve bu olayda altmış komünist önder yitirildi. Chen Tu-Hsiu ve Peng yenilginin sorumluluğunu Stalin ve Buharin’in yönettikleri Komüntern’e yüklediler. Onlar KE’in Çin politikasına muhalefet ettiler, ama kendileri de alternatif bir politika formüle edemediler. Bu kitabın yazarı Trotsky’nin görüşlerini sonraları öğrendiklerini, onun görüşlerinin Chen ve Peng’inkine paralel düştüğünü yazmaktadırlar. Chen ve Peng, ÇKP içinde Trotsky’nin görüşleri doğrultusunda Troçkist bir Sol Muhalefet örgütleme fikrine ulaştılar (Bk. R. Dowson, a.g.e.) .



    Birinci İç-Savaş Dönemi (1924/25-27)

    Bu döneme “Kuzey seferi” de deniyor. Pekin üzerine yapılan bu seferin amacı Çin’in ulusal birliğini kurmaktır. Bu dönem boyunca (1924’ten 27’ye kadar) , proletarya partisi olduğunu söyleyen ÇKP, bu sıralarda Çay Kay Şek’in liderliği altında bulunan Kuomintang diye bilinen Çin burjuvazisinin (ulusal) partisi ile “Milli Birleşik Cephe” (emperyalizme karşı) içinde yeraldı. Kuomintag, Çin’de iktidar partisiydi (1911’den beri iktidardı) . Fakat 1927’de Çin Devrimi yenilgiye uğradı. Mao, bu yenilginın nedenlerini partisinin burjuvaziyle ittifak (Birleşik Cephe taktiği) siyasetinde değil (buna karşı çıkanları sol sapma ile suçlar) , Çan Kay Şek’in önderliğindeki burjuva partinin devrime ihanetinde ve partisi içinde ittifaklar konusunda görülen sağ (köylülerle ittifakı rededip sadece Kuomintag ile ittifakı savunan kesim) ve sol diye tanımladığı iki tür oportünizmde arar. Kuomintag’ın ise 1924-27 arasında Sun Yat Sen’den beri izlenen SSCB ve ÇKP ile ittifakı savunduğu için demokatik devrimden yana “devrimci” bir parti olduğunu öne sürer, yani Milli Birleşik Cephe taktiğinde herhangi bir yanlışlık görmediği gibi o taktiğin 1924-27 arasında doğru olduğunu iddia eder. Ona göre 1927’ye kadar “devrimci” olan Kuomintang, 1927’den itibaren gericileşti, 1927-31 arasında “karşı-devrim” safında yeraldı.


    Çin’de “kızıl siyasi iktidarlar” (yani “Çin Sovyet Cumhuriyeti”) diye de anılan ilk kurtarılmış bölgeler 1924-27 iç savaşının sonunda, yani 1926/27 yılı ve 1928 yılı dolayında oluştular ve 1927/28 sonrasında giderek çoğaldılar. Mao’ya göre 1928 yılına kadar dünyada böyle bir deney yaşanmamıştı, yani ona göre ilk kez Çin’de görüldü kurtarılmış bölgeler.



    İkinci İç-Savaş Dönemi (Toprak Devrimi Dönemi, 1927-37)

    Bu dönemin başlarında (1927-31) iç çelişkilerin şiddetlendiği, ÇKP’nin milli burjuvazi ve toprak ağalarının (kısaca “yerli gericilik” diye tanımlanır) ittifakına karşı savaştığı anlatılır. Mao’ya göre bu dönemde “Baş çelişme” halk ile feodalizm arasındaydı.


    1931’den itibaren emperyalist Japonya Çin’in önemlice bir bölümünü işgal ederek sömürgeleştirdi. Bu sırada Kuomintag’ın yönetimi altında bulunan ülkenin işgal edilmemiş geri kalanı ise “yarı-sömürge” diye tanımlanır. Böylece 1911 Devrimi’nden beri bağımsız olan “yarı-feodal” Çin resmi söyleme göre bu tarihte sömürge ve yarı-sömürge haline gelir.


    Bu dönemde (1927-37) , çok sayıda, hatta neredeyse tüm kurtarılmış bölgeler (bağımsız rejim) yitirilir ve bunun üzerine karşı-devrimci ordunun kuşatmasını yarıp geri çekilmek üzere yapılan 1935 yılındaki ünlü “uzun yürüyüş” gerçekleşir. Bir “geri çekiliş” olan bu yürüyüşün sonunda yapılan toplantıda kurtarılmış bölgelerin kaybına ve geri çekilme zorunluluğuna neden olmakla suçlanan eski parti yönetimi ve onun politikaları değiştirilir ve Mao ÇKP liderliğine getirilir (parti başkanı seçilir) . Mao’nun liderliğe yükselişi böyle gerçekleşir. Bu dönem içinde (1931-34 arasında) ÇKP’de uzun süreli savaş stratejisine (iktidarın parça parça zaptı çizgisi) karşı çıkan ve bunun yerine Mao’nun “oportünist” (“sol sapma”, “Li Li San Çizgisi”) diye nitelediği iktidarın ülke çapında silahlı bir ayaklanma yoluyla alınması strtejisini savunan görüşler partiye egemen olmuştur. Öyle analaşılıyor ki, politikaları kurtarılmış bölgelerin kaybına ve geri çekilmeye neden olarak gösterilip suçlanan ve 1935’te değiştirilen parti yönetimi bu stratejiye bağlıydı ve Mao’nun stratejisi 1935 sonrasında egemen kılınmış olmalıdır.


    Mao 1893’te Hunan Eyaleti’nin Shao-Shan köyünde doğdu. Bir köylünün oğludur. 1911 isyanına katılmış ve Çin Cumhuriyeti’nin doğuşunu görmüştür. ÇKP’nin iki başlıca önderi Chen Tu-hsiu ve Li To Chaos tarafından etkilenmiş, 1921’de Marksizmi benimsemiş, ÇKP I. kongresine katılmıştır. 1924/25’ten sonra köylülerin devrimci potansiyelini farketmiş, köylü sorunuyla ve hareketiyle ilgilenmiş ve incelemiş, 1927’de kırsal alanda “yeni tipte” br devrimci mücadele başlatmıştır. 1927-49 arasındaki hayatı kırda geçti.



    Anti-Japon Direniş Savaşı Dönemi (1937-45)

    Mao’ya göre Çin’de biri halk ile feodalizm, diğeri de Çin ile emperyalizm arasında olmak üzere iki temel çelişme mevcuttu. “Çelişmeler Üzerine” yazısını Mao bu dönemde yazdı ve bu dönemde “baş çelişme” Çin ile emperyalizm (ama genelde emperyalistlerle değil, özelde Çin ile Japonya) arasındadır diyerek, Japonya dışındaki emperyalist ülkelerle olanlar da dahil diğer çelişmelerin geçici olarak geri (ikinci) plana düştüklerini söyler.


    Mao’ya göre “Baş çelişme” siyasi bir kavramdır ve belirli bir aşamada siyasal mücadelenin baş hedefine işaret etmektedir. Baş çelişki, baş görev demektir.


    Böylece ÇKP bu dönemde İç-Savaş’ı bırakarak bir kez daha Milli Birleşik Cephe taktiğine (Kuomintang dahil Japon işgaline karşı çıkan tüm sınıf ve partilerle, “anavatan savunmasını kabul eden herkesle” bir anti-Japon cephe) döndü ve dışarda yalnız SSCB ile değil barışı korumak isteyen emperyalist ülkelerle de “ittifak” yapılmalıdır dedi (yani Almanya, İtalya ve Japonya’dan bileşen faşist bloka karşı SSCB, ABD ve diğer Avrupa ülkeleriyle ittifak) . Nitekim anti-Japon savaş döneminde ABD, Yenan ve Mançurya’da üslenen ÇKP kuvvetlerine askeri eğitim vermiş, hem ÇKP hem de Çan Kay Şek’le ilişkide olmuş ve ikisi arasında arabuluculuk yapmıştır. Bu dönemde ÇKP ile Çay Kay Şek’in anti-komünist Kuomintang’ı yeniden aynı cephede yeraldılar. Hatta Kuomintang’ı birleşik cephede yeralmaya razı etmek için Kızıl Ordu’nun ve bağımsız rejimlerin (kurtarılmış bölgeler) adını değiştiler ve kurtarılmış bölgelerdeki hükümetlere Kuomintang’ı da dahil ederek ortak milli hükümetlere dönüştürdüler ve Kuomintang’ın silahlı mücadele ile devrilmesi siyasetini geçici olarak bıraktılar. Bazı iddialara göre Çan Kay Şek, Japonya’ya karşı ÇKP ile birleşik cepheye ikna olmadığı için bu dönemin (1937-45) başında kaçırılmış ve ÇKP ile cepheye razı olduktan sonradır ki serbest bırakılmıştır. Buna rağmen bu cephe ancak ÇKP’nin az evvel andığımız tavizleri vermesiyle kurulabilmiştir. Mao’nun bizzat kendisi bu politikasının ÇKP’nin “teslim olması (teslimiyetçilik) ” olarak yorumlandığına işaretle bunu teslimiyet olarak tanımlayanlara “Çirkin iftiracılar” (“Ah Kucular”) demektedir. Tony Cliff’in yazdığına göre 1937-45 döneminde ÇKP, Koumintag kontrolündeki bölgelerde hiç bir parti örgütü kurmaya girişmez, işçi desteği aramaz bile.


    Sonunda faşist üçlü yenildi. SSCB’nin Japonya’ya savaş ilan etmesi ve ABD’nin Hiroşima’yı bombalaması Çin’deki Japon işgaline son verdiren belirleyici olaylar oldu ve 1945’te Japonya teslim oldu.



    Üçüncü İç Savaş (1946-49)

    Japon işgali son bulunca anti-japon Milli Cephe dağıldı. Mao, bu dönemin baş çelişkisinin Çin halkı ile yerli gericilik (Kuomintang vs) ve onun ardındaki emperyalizm (ABD) arasında olduğunu söyler. Bu dönemde Mao, feodalizm ve emperyalizmin yanısıra “komprador kapitalizm”i de hedef gösterir, ama “genel olarak kapitalizmi (milli kapitalizmi) ” değil, sadece “komprador kapitalizm”in kaldırılacağını vurgular.


    Bu savaş 1949’da ÇKP’nin zaferiyle sonuçlandı ve Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Yenlgiye uğratılan Kuomintang lideri Çay Kay Şek Tayvan’a çekilip orada ABD yanlısı bir yönetim kurdu.


    1949’da Çin komünistleri iktidara gelince kendileriyle birlikte Maoizm diye tanımlanan ve Marksizm olarak sunulan “yeni tür bir Marksizm” gündeme getirdiler. Aslında bu Stalnizmin bir çeşididir. Onun ayırt edici yönü “köylü tipi bir Marksizmi” temsil etmesi, kırsal ve askeri bir bakış içermesidir. Çin Devrimi kırlardan kentleri kuşatma stratejisi nedeniyle ortodoks-olmayan bir yol izledi ve Çin tecrübesi genel bir tarih görüşüne dönüştürülüp Çin’in sınırlarını aşan anlamlar yüklendi. Mao’nun karmaşık (Marksist tipte bir analiz ile Çin düşüncesi ve kültürünün kombinasyonu) düşüncesinde özgün olan bir husus da “çelişki” kavramıdır.


    1926’da ÇKP’nin toplam üye sayısı altı-bin civarındadır. Tony Cliff’in verdiği rakamlara göre 1926 sonunda ÇKP üyelerini % 66’sı işçi, % 22’si aydın % 5’i köylü iken, partide işçi oranı 1928 sonunda % 10’a, 1930 sonunda sıfıra düşer. 1930’dan 49’a kadar ÇKP’nin sanayi işçisi üyesi hiç yok gibidir ve bu durum Mao’nun 1949 zaferinde sanayi işçi sınıfının hiç bir rol oynamadığına işarettir. ÇKP, Cliff’e göre Orta Çin eyaletlerindeki ihtilalci köylü hareketlerine dayanmış ve buralarda Çin Sovyet Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Ama 1934’te buralarda askeri yenilgi alınca Kuzeybatıdaki Yenan’a çekildi ki, Çin’in sosyo-ekonomik bakımdan en geri olan bu bölgeleri Moğolistan ve Mançurya sınırındaydılar. Ülkenin tüm sanayi merkezleri Kuomintang kontrolündeydi.


    Şehirlerin düşmesinden hemen sonra ise ÇKP liderleri herhangi bir işçi ayaklanmasını önlemeye çalışarak herkesin işinin başında olmasını bildirdiler. Buna uyan işçi sınıfı hareketsiz bekledi.



    1949 Sonrasında Çin

    1966’da başlatılan Çin Kültür Devrimi on yıl sürdü. 1963’te uç veren Çin-Sovyet çatışması, 1968’den sonra devam etti. Çekoslovak işgali örneğinden ürken Çin, Çin-Sovyet sınırında tedbirler aldı. 1969’da iki ülkenin sınırlarında aylarca süren sınır çatışmaları patlak verdi. Bir Sovyet nükleer müdahalesinden korkuya kapılan Mao’nun Çin’i ABD’ye yanaştı. Çin’in geliştirdiği yeni stratejide (üç dünya teorisi) bu korkuların, kendi savunmasına dönük endişelerin etkili olduğu söylenebilir. Çin-ABD yakınlaşması karşısında tecrit olacağını düşünen SB de, ABD ile ilişki kurarak detant (yumuşama) politikasını savundu. Carter’in Nötron Bombası yapımına karşı SB kendi dış politikasının çıkarı için dünya barış hareketini harekete geçirmede önemli rol oynadı.



    Cezayir Devrimi (1954-61)


    Cezayir bir Fransız sömürgesiydi. Cezayir Bağımsızlık Savaşı (Cezayir Devrimi) , Fransız işgaline karşı ulusal kurtuluş cephesi FLN önderliğinde gelişti. Bağımsızlık bir kent gerilla savaşı sonucunda kazanıldı. Cezayir’in yapılaşma tarzı, dar ve birbiriyle tuhaf bağlantıları olan sokakları gerillalar tarafından bu amaçla iyi kullanıldı.



    Küba Devrimi (1956-59)


    Gerilla fikri bu devrimle büyük prestij topladı. Küba’nın ABD’nin arka-bahçesi konumu onu popüler kıldı. Bu devrim iki kişinin şahsında bulur tüm anlatımını. Biri Guevera, diğeri Castro’dur.


    Che Guevera: Bu devrimin önderlerinden biri, 1967’de Bolivya’da öldürüldükten sonra bir efsaneye dönüşen Che Guevera idi. Ölmediğine dair hikayeler yayıldı, ölümsüz addedildi. İsa benzeri bir kurtarıcı figürle özdeşleştirildi. İsa’yı çarmıhta Che olarak gösteren resimler var. Cesedi öldürüldükten 30 yıl sonra bulundu. Elleri kesilmişti. Kemikleri dahil kalıntıları Küba’ya gönderildi. Gömüldüğü sıradaki resmi (delil olsun diye öldürenlerin çektiği fotoğraf) İsa’ya benzetildi. 1960’ların protestosunun sembolü oldu. 1968 kuşağının elinde ve dilinde her yanda bir slogana dönüştü. O, özel mülkiyetten ve paradan nefret ederdi. Ulusal Banka’nın başına getirildiğinde parayı tasfiye etmeyi düşündü. Hedefi “Dünyayı istiyorum ve şimdi istiyorum” idi. Onun afiş ve posterlerini, resmini taşıyan tişörtleri üreten global bir sanayi sektörü doğdu.

    Che, sosyalist idealleri temsil ediyordu ve bu uğurda ölen büyük bir devrimciydi.


    Fidel Castro: Küba devriminin bir nolu önderi ise Castro’dur. Bir Avukat’tır. Batista’nın Amerikancı rejimine karşı Kübalı kahraman Jose Marti’nin etkisi altında ve izinde silah temin etmek için yüzlerce kişiyle 1956’da Küba ordusuna ait Moncada Kışlası’na bir baskın yaptı. Çatışma çıkarsa savaşarak dağlara çekileceklerdi. Baskıncıların çoğu, hemen hepsi öldürüldü. Kendisine sempati duyan bir askeri görevli sayesinde F. Castro sağ yakalandı ve yargılandı. Bu yargılama onu Jose Marti’den sonraki dönemde Küba’nın en büyük kahramanına dönüştürdü. Mahkemede “History will absolve me” (tarih beni berat ettirecek) dedi ve bu savunmasında öncülük ettiği hareketin programının esasını açıkladı. 15 yıla mahkum edildi. Çıktı veya kaçtı. Moncada baskının tarihi olan 26 Temmuz’dan dolayı “26 Temmuz Hareketi” olarak bilinen hareketi kurdu ve onun mahkeme savunması bu hareketin programının özünü oluşturdu. Sierra Maestra’da bir gerilla grubu kurdu ve iki yılda bir gerilla ordusuna dönüştürdü bunu. Ocak 1959’da zafer kazanarak Havana’ya girdi. Amerikancı Batista rejimi yıkıldı, Batista kaçtı. Havana’ya girişinden birkaç gün sonra Havana’da halka muazzam bir nutuk verdi. Hemen sonra kurulan mahkemelerde Amerika ve Batista işirlikçilerini yargılattı. Rejimi sevmeyenler Amerika’ya kaçtı ve oradaki bu Kübalı kaçkınlar ABD tarafından Küba’ya karşı kullanılmak üzere organize edildiler. ABD’ne karşı dünyanın en küçük ülkelerinden biri olan Küba SSCB’ne yaklaşmaktan başka çare bulamadı. ABD ambargosu ve yaptırımlarına karşı ekonomisi şekere ve tütüne/sigaraya bağımlı Küba ancak bu sayede ayakta durabildi. ABD-SSCB ilişkilerinde kriz konusu oldu.

    Küba modeli ve Che Guevera’nın çabaları Latin Amerika’da benzer gerilla gruplarını ve devrimleri özendirdi.





    Vietnam Devrimi


    1858’den itibaren Fransa tarafından işgal edilen Vietnam bu süreçte bağımsızlığını yitirdi ve 1896’da hem ekonomik hem politik bakımdan ilhakı tamamlanıp tamamen sömürgeleşti. Monarşi Fransa ile işbiriği yaptı. Sömürge düzeni 1896’dan 1916’ya dek iyice pekişti. Vietnam’da modern sınıflar ancak Birinci Savaş sonrasında oluşmaya başladılar.


    1930’da Vietnam İşçi Partisi (Vietnam Komünist Partisi) kuruldu ve bir zamandır aydınların öncülük ettiği ulusal harekete o önderlik etti.


    Vietnam’da ilk kurtarılmış bölgeler 1930-31’de doğdu. Buralarda tıpkı Çin’deki gibi iktidarı halk iktidarı adı altında Köylü Soyetleri (Köylü Birlikleri) ele geçirdi.

    İkinci Savaş’ın yaklaşmakta olduğu sıralarda Komünist Enternasyonal savaşa ve faşizme karşı barış ve demokrasi için “geniş halk cepheleri” acil görevini belirledi. Nitekim Fransa’da 1936’da FKP öndeliğinde Halk Cephesi seçimleri kazanıp hükümet kurdu. Fransa’daki bu gelişmenin Vietnam’a etkisi hayli olumlu olmuş, 1936-39 arasında Vietnam’da siyasal özgürlük ortamı genişlemiş, legal propaganda, ajitasyon ve örgütlenme imkanları doğurmuştu. Buna karşın Fransız işgali devam ediyordu. Gene de Fransız Emperyalizmini Yıkalım, Topraklara El Koyalım, Fransız Söürgeciliği vs gibi sloganlar ve kavramlar bu dönemde askıya alınmış, düşman tarifinde daha çok Fransız Faşistleri ve Gerici Sömürgecileri gibi söylemler tercih edilmişti. Çünkü Fransa faşist üçlüye karşı SSCB’nin yanındaydı ve KE’in politikaları Vietnam’a böyle yansıtılıyordu.

    1939’da II. Savaş başlayınca durum değişti. Aralık 1939’da partinin MK’sı Fransız emperyalizmine karşı bir birleşik cephe kurmayı ve bir ayaklanma örgütlemeyi kararlaştırdı. Bu öncelikli görevin başarısı için toprak devrimi siyaseti (topraklara el koyma ve dağıtma sloganı) bırakıldı (Bk. Ho Şi minh, Seçme Yazılar, Aşama Yay.) .

    Bu arada hızlı değişiklikler cereyan etti. Hitler Fransa’yı işgal edince, Japonya Çin Hindi ve Vietnam’ı Fransa’dan aldı. Böylece Vietnam, bu kez Japonya ile karşı karşıya geldi.


    Vietnam devriminin bir ulusal kurtuluş devrimi olduğundan hareketle 1941’de Viet Minh adında bir ulusal cephe kuruldu. 1944-45’te ise Vietnam Kurtuluş Ordusu kuruldu. Anti-Japon bir genel ayaklanma hazırlıkları yürütüldü. Mayıs 1945’te Nazi Almanya’sı teslim olunca, 8 Ağustos 1945’te SSCB Japonya’ya savaş ilan etti ve sonunda ABD’nin de devreye girişiyle 15 Ağustos 1945’te Japonya da teslim oldu. Bu kez II. Savaşın galibi olan ABD, İngilter ve Fransa müttefik ülke orduları girecekti Vietnam’a. Parti erken davranıp onlar gelmeden ve Japonlar’dan boşalacak yeri doldurmadan önce genel bir ayaklanmayla iktidarı almaya karar verdi.


    Ağustos 1945’te tüm ülkede iktidar alındı ve Ho Şİ Minh başkanlığında bir geçici hükümet kuruldu. Proletarya önderliğinde bir halk devrimi olarak tanımlanan bu olayı takiben 2 Eylül 1945’te ise Vietnam Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi.


    Bu zaferde dış etkenler ve uluslararsı gelişmeler belirleyici oldu. Ama Vietnam gene de Fransızlar tarafından ele geçirildi.


    1954’te ülkenin kuzeyinde zafer kazanıldı. Güneydeki direniş hala kazanmamıştı. Bu aralıkta Güney’de Fransızlar’ın yerini ABD aldı. Güneydeki direniş 1960’ta oluşturulan Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğinde ABD’ye karşı sürdürüldü. Vietnam’ın birliği ve bağımsızlığı günün sloganı oldu. 1969’da Güney Vietnam da kurtarıldı.





    Bazı Sonuçlar



    Devrimlerin Niteliği

    Her ikisi de sonuçta yenilgiye uğrayan 1871 Paris Komünü ve 1917 Rus Ekim Devrimi haricindeki diğer devrimlerin hepsi burjuva devrimleri oldular. Rus Ekim Devrimi dışındaki 20. Yüzyıl devrimlerinde sanayi proletaryası çok tali bir rol oynadı. Marx’ın öngörüsünün aksine devrimler geri ülkelerde yeraldı.


    Eric Wolf, Peasants Wars Of The Twentieth Century (1969) adlı kitabında 20. Yüzyılın altı ana devrimi olarak Meksika (1910-17) , Rus (1917) , Çin (1927-49) , Küba (1959) , Cezayir (Bağımsızlık Savaşı, 1954-1961) ve Vietnam (1945-75) devrimlerini sayar. Onları tek tek tahlil eden yazar tüm bu devrimlerin “Köylü devrimleri (köylü savaşları) ” oldukları sonucuna ulaşır. Hatta Caldwell gibi Maocu düşüncenin de katkısıyla bu deneyimlerde köylülüğün devrimin öncüsü olarak proletaryanın yerini aldığını tartışanlar ve karşıt sonuçlara ulaşsalar da öncü rolünü köylülüğün hangi tabakasının üstlendiğini araştıranlar vardır.


    Köylülerin devrimdeki rolü konusunda Alavi’nin Peasants and Revolution (1965) , M. Caldwell’in The Revolutionary Role Of The Peasants (1969) , B. Moore’nin Social Origins Of Dictatorship and Democracy (1966) ve Wolf’un analizleri okunmaya değerdirler. Bunlara Ian Roxborough’un Theories Of Underdevelopment (1979) başlıklı çalışması da eklenebilir.


    Bu devrimlerin tümünün köylü devrimleri oldukları tanımlamasına katılmak mümkün değil. Örneğin Cezayir kurtuluş savaşı esas olarak kentsel bir savaştı. 1959 Küba ayaklanması da köylü savaşı diye nitelenemez. Ama Çin ve Vietnam devrimleri gerçekten de “köylü savaşı (köylü devrimi) ”nın açık ve tipik örnekleri gibi görünürler. Gene de bu devrimlerin sınıf niteliğini değerlendirirken sadece bu devrimlere katılanlara (sınıf ittifaklarının tabiatına) ve ondan yarar görenlere (devrimin taleplerine) değil, program (ideoloji) ve liderliğe de bakmalı, örgüt ve liderlik gözardı edilmemelidir. Çünkü iktidar alındıktan sonra inşa edilen toplum daha çok program ve liderlikle ilintilidir. Bu açıdan baktığımızda altı devrimin hiçbirinde köylülük iktidara gelen sınıf olarak görünmez. Devletin kontrolü bu sınıfa geçmemiş. Devrimden sonra iktidarı kontrol edenler daima kentli gruplar olmuştur. Erken köylü isyanlarının aksine 20. Yüzyıl devrimlerinde örgüt ve liderlik köylülüğe dışarıdan benimsetilmiştir.


    Dolayısıyla “köylü devrimi” kavramı devrimin sonucuna, kimin iktidara geldiğine değil, sadece veya daha çok katılanlara baktığı için yanıltıcıdır. Herhalükarda Paris Komünü ve Rus Ekim devrimi dışındakileri genel olarak konuşursak birer burjuva devrimi olarak tanımlamak gerekir.


    E. Wolf’un değerlendirmesi hatalı ve eksik olmakla birlikte onun köylü devrimi olarak tanımladığı bu devrimlerin çoğunluğunda (Çin, Küba gibi) , proletarya öncü olarak ortaya çıkmak bir yana, gerçekten de önemli bir rol oynamamıştır; ama bu ülkelerin resmi tarihi proletaryanın rol oynamadığı kendi devrimlerini proletarya devrimi olarak tanımlamıştır.


    Stalin altında Marksizm değişikliğe uğratıldı, sosyalizme ekonomik planlama ve devlet mülkiyeti anlamı yüklendi. Stalin-sonrası dönemde geri ülkelerde (üçüncü dünyada) Marksizm’in değiştirilmesine yeni şeyler eklendi. Çin Devrimi’nin katkısı ise Maoizm’de yansıdığı şekliyle bir adım daha ileri gidip işçi sınıfına devrimde herhangi bir fiili rol vermemek oldu. “Proletarya“ sözcüğü ÇKP liderliği için özgün bir sosyal sınıfa referans olmaktan çıkmıştı.


    Böylece ‘proletarya’ terimi nasıl sanayi işçi sınıfı ile ilişkili bir kavram olmaktan çıkartıldıysa, “sosyalizm” de giderek işçi sınıfının kurtuluşunu ifade etmekten çıkartılarak “ekonomik kalkınma için bir reçete”, bir kalkınma/sanayileşme modeli olarak anlaşıldı.



    Çağ Analizinde Yanılgılar

    17. yüzyıl İngiliz ve 18. Yüzyıl Fransız burjuva devrimlerinde görüldüğü gibi hemen tüm burjuva devrimleri sırasında proleter devrim girişimlerine tanık oluruz. Ama tüm bu erken girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.


    18. yüzyılı burjuva-devrimleri çağı olarak tanımlayan Marks-Engels, 19. yüzyılın da proletarya devrimleri çağı olacağını söylediler.


    Örneğin 1852 yılında yazdığı Onsekizinci Brumaire’de Marks, burjuva devrimleri 18. Yüzyılın, proletarya devrimleri ise 19. Yüzyılın devrimleridir diyordu. Bu görüş Komünizmin İlkeleri ve Komünist Manifesto’da da vurgulu şekilde ifade edilir. Nitekim, 1848’de Fransa’da Şubat Devrimi patlak verince ve tüm Avrupa’ya yayılınca, özellikle aynı yılın Haziran’ında Paris’te yeralan işçi ayaklanmasından hemen sonra, Marks ve Engels, ‘Büyük ve kesin kavganın başlamış olduğunu’ düşündüler (yani onlara göre proletarya devrimleri çağı başlamıştı) . ‘Bu kavga uzun süreli ve seçeneklerle dolu tek bir devrimci dönemde’ yeralacak, ve ‘proleteryanın kesin zaferiyle’ sonuçlanacaktı (bk. Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Engels’in Önsözü, 6 Mart 1895) .


    1848 Devrimleri de gerçekte burjuva devrimleri oldular. Yani Marks-Engels’in öngörüleri gerçekleşmedi ve zaten onlar da çok geçmeden bunu farkettiler. Başarısızlıkla sonuçlanan kısa ömürlü Paris Komünü girişimi (ki aynı ölçekte olmasalar da benzer girişimlere hemen her burjuva devriminde tanık olunduğunu az evvel söyledim) hariç tutulursa, 19. Yüzyıl da burjuva devrimlerinin belirlediği bir çağ oldu.


    19. yüzyılı burjuva devrimleri çağı olarak niteleyen Lenin ise 20. Yüzyılın proletarya devrimleri çağı olacağını öne sürdü.

    1917 Rus Ekim Devrimi bu görüşü doğrulayacak gibi göründüyse de arkası gelmedi. Bir dünya devrimine dönüşemeyen Ekim Devrimi ulusal sınırlara hapsolup sonunda yenildi.


    Kısacası 20. Yüzyıl da proletarya devrimleri çağı, yani proletarya devrimlerinin belirlediği ve küreselleştiği bir çağ olamadı. Tam tersine 20. Yüzyıl da fiiliyatta burjuva devrimlerinin (anti-faşist, anti-emperyalist savaşların, köylü devrimleri ve ulusal kurtuluş hareketlerinin) belirlediği bir çağ oldu. Böylece Ekim Devrimi bu çağın istisnası olarak kaldı.


    Şimdi 21. Yüzyıldayız.


    Bence, eğer böyle bir çağ yaşanacaksa, asıl şimdi proletarya devrimleri çağına girmiş bulunuyoruz.


    Marks-Engels’in zamanında Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri burjuva devrimlerini ya henüz yapmamış ya da daha tamamlamamışlardı. Nitekim Lenin Asya’da burjuva devrimlerinin 1905 Rus Devrimi’yle birlikte başladığına işaret etti (yani 20. Yüzyılda) .


    Şimdi kapitalist olmayan ülke neredeyse kalmadı. Kapitalizm bir dünya sistemine aslında ancak 20. Yüzyılda dönüştü. Batı Avrupa’da burjuva devrimleri döneminin 19. Yüzyıl sonlarında, Doğu Avrupa ve Asya’da ise 20. Yüzyılda esas olarak kapandığı söylenebilir (henüz istisnaları olmakla birlikte) .


    Bu duruma bakarak 21. Yüzyılın proletarya devrimleri çağı olacağı umut edilebilir.


    Marksizmin proletaryaya atfettiği tarihsel girişim yeteneğinin (devrimci rolün) olaylar tarafından, yani 19. Ve 20. Yüzyılın tecrübeleri tarafından doğrulanıp doğrulanmadığı ciddi olarak tartışılması gereken bir konudur. Bundan kaçmak iman tazelemek, kör inanç gibi bir şey olur. Kendi iç karşıtlıklarının/dinamiklerinin işleyişi sonucunda kaçınılmaz olarak yıkılacağı öngörülen kapitalizm, tüm krizleri atlatma yeteneği göstererek bugüne kadar gelebildi. Koptu kopacak denen kıyamet bir türlü kopmadı. 19. Yüzyıl sonunda Bernştayn buna dayanarak ortaya çıktı zaten.


    Proletaryanın geçmiş yüzyıllarda kendisine atfedilen devrimci misyonu kanıtlamamış olduğu savıyla, sıranın proletarya devrimlerine gelip gelmediği konusunda kuşku duyanlar olabilir. Tecrübe tarafından yeterince kanıtlanmadığına göre bu kuşkulara hak bile verilebilir. Ama bu yüzyılın tecrübesinin bu kuşkulara son vereceğini düşünüyorum.



    Burjuva Devrimleri Sürecinde Proletaryanın Taktikleri

    Marksizmin kurucularının beklentilerinin tam tersine geçmiş yüzyılların (19. Ve 20. Yüzyılların) burjuva devrimleri tarafından belirlendiğine işaret ettim. Bu belirleme bir kez kabul edilirse, geçmiş yüzyıllar bakımından en önemli konu bu yüzyıllarda yeralan devrimlerde (burjuva devrimleri sürecinde) proletaryanın rolü ve taktikleridir.

    Bu konuya 1848 devrimleriyle, daha doğrusu 1848 Alman Devrimi’nde Marx-Engels’in ve partilerinin izlediği taktikle başlamak gerekir. Bence Troçki’ye ait Sürekli Devrim tezi ve Geçiş Programı anlayışı öz olarak Marks-Engels’te vardı (Bk. Komünistler Birliği’nin’nin Mart 1850 tarihli genelgesi; Komünizmin İlkeleri ve Komünist Manifesto) . Onlarda olmayan tek şey gecikmiş burjuva devrimlerine proletaryanın önderlik edebileceği ve etmesi gerektiği görüşüydü. Bu görüşü ilk ortaya atan ise Lenin oldu. Böylece Troçki’nin yaptığı Marks, Engels ve Lenin’deki unsurları Sürekli Devrim adı altında biraraya getirmek oldu.



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Oyunculuk18.08.2007 - 14:10

    Marlon Brando


    Marlon Brando

    (1924 Omaha-)

    ABD'li sinema ve tiyatro oyuncusu.

    Mesleği hakkında hiç de olumlu konuşmayan ama birçok seyirci ve eleştirmen tarafından yüzyılın oyuncusu olarak kabul edilen; 'metod oyunculuk' tarzını doruğa ulaştıran bir aktör. Robert De Niro, Al Pacino gibi ustaları derinden etkileyen bir simge.

    Ama son yıllarda kendini oyunculuktan çok şişmanlamaya verip, izleyicilerini kızdıran bir yıldız.

    1944 yılında tiyatro oyunculuğuna başladı.Birçok oyunda rol aldıktan sonra 1947 yılında Tennessee Williams'ın 'Arzu Tramvayı' oyunundaki serseri ve maço bir genç karakteri olan 'Stanley Kowalski' tiplemesiyle tüm tiyatro camiasında adını duyurdu.

    Daha sonra Elia Kazan ve Lee Strasberg'in kurduğu 'Actors's Studio'ya katılıp burada uygulanan 'Metod' oyunculuk tarzının ilk ve en önemli uygulamacılarından ve oluşumuna katkıda bulunanlardan biri oldu.

    1950 yılında Fred Zinnemann'ın 'Men(Erkekler) ' filmiyle sinema dünyasına etkileyici bir adım attı.Daha sonra 1951-1954 yılları arasında sırasıyla; tiyatroda da oynadığı Elia Kazan'ın'Arzu Tramvayı'(1951) , yine Elia Kazan'ın 'Viva Zapata'filminde ünlü meksikalı gerilla lideri Emiliano Zapata'yı canlandırdı(1952) .Joseph Mankiewicz filmi 'Jul Sezar'da Marcus Antonius rolündeydi(1953) .Bu üç filme üst üste üç kez 'En İyi Erkek Oyuncu'oscarına aday oldu ama kazanamadı.Oscarına,1954 yılında sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olan Elia Kazan'ın yönettiği 'Rıhtımlar Üzerinde' filmindeki sendika ağalarına karşı koymaya çalışan dok işçisi 'Terry Malloy' rolüyle ulaştı.Brando artık tam anlamıyla zirvedeydi.'Vahşi Hücum(The Wild One) 'filminde canlandırdığı,bir motorsiklet çetesinin asi lideri rolüyle genç kuşağın idolü haline geldi.Kurulu düzeni sorgulayanların sembollerinden biri oldu.

    50'li yılların ikinci yarısı,ilk yarısındaki kadar görkemli olmasa da oyuncu için başarılı geçti.Bu dönemdeki başlıca filmleri olarak; 'Çayhane', oscar adayı olduğu 'Sayonara' ve 'Genç Aslanlar' sayılabilir.

    1961 yılında Stanley Kubrick'in yarıda bırakmasıyla yönetmenliğini de üstlendiği psikolojik western 'Tek Gözlü Jack'i çevirdi.'Yatak Hikayesi' ve Charlie Chaplin'in yönettiği 'Hong Kong'lu Kontes' filmlerinde komedi oyunculuğunu denedi.

    Arthur Penn'in ırkçılık karşıtı 'Kaçaklar(The Chase) ' ve eşcinsel bir subayı canlandırdığı John Huston imzalı 'Pırıltılı Gözler' gibi sistemi ve toplumsal yapıyı sorgulayan filmlerde rol aldı.Ama eski parlak dönemi geride kalmış gibi gözüküyordu.Özellikle 60'ların sonunda oynadığı 'Candy', 'Gece Gelen Adam' gibi hem eleştirmenler hem de seyirciler tarafından berbat bulunan filmlerle karizmasını bir hayli sarstı.

    Bu kötü dönem,1972 yılında Francis Ford Coppola'nın sinema tarihinde unutulmaz bir yeri olan 'Baba(The Godfather) ' filmine kadar sürdü.Bu filmdeki mafya babası 'Don Vito Corleone' rolündeki unutulmaz oyunculuğuyla eşsiz bir oyuncu olduğunu bir kez daha ispatladı ve tam anlamıyla bir sinema efsanesi haline geldi.Bu rolüyle 'En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'nı ikinci kez kazandı.Ama,ABD yönetiminin ve Hollywood sinemasının kızılderililere yaptıkları haksızlıklara dikkat çekmek için,ödül törenine kendi yerine kızılderili bir kadını gönderip ödülü almayarak protesto etti.

    Böylece,uzun bir süredir desteklediği 'kızılderililerin medeni hakları hareketine' en büyük desteği vermiş oldu.

    1973 yılında Bernardo Bertolucci'nin erotizmin sınırlarını zorlayan filmi 'Paris'te Son Tango'da tüm vücuduyla(!) oynadığı karakterle seyircileri tam anlamıyla şok edip, bir kez daha oscara aday gösterildi.

    1978 yılında bilimkurgu filmi 'Superman'deki sadece 10 dakika süren rolü için (Superman'in babası rolündeydi) sinemadaki efsanevi kişiliği sayesinde astronomik bir ücret aldı.Yapımcılar onun küçük rolleri için bile inanılmaz paralar ödemeye razı oluyorlardı.

    Francis Ford Coppola'nın,sinema tarihinin en başarılı savaş karşıtı filmlerinden olan 'Kıyamet(Apocalypse Now) ' filmindeki kendini yarı tanrı sanan Albay Kurtz rolündeki emprovize oyunculuğuyla yine göz doldurdu.(Dedikodulara göre bu film için sete geldiğinde kendisine verilen senaryoyu okumamıştı ve rolü hakkında hiçbir bilgisi ve hazırlığı yoktu! !)

    1980 yılındaki 'Formül' filminden sonra sinemaya dokuz yıllık bir ara verdi.Bu süre zarfında bazı televizyon dizilerinde konuk oyuncu rollerinde oynadı.1989 yılındaki 'Kuru Beyaz Bir Mevsim' filmindeki oyunculuğuyla 'en iyi yardımcı erkek oyuncu' dalında oscar adayı olarak sinemaya parlak bir dönüş yaptı.

    90'larda 'Keşif', 'Dr.Moreau'nun Adası', 'Don Juan de Marco' başlıca filmleri oldu.

    Son olarak 2001 yılında henüz gösterime girmeyen ve başrollerini Robert De Niro ve Edward Norton ile paylaştığı 'The Score' filminde rol alıyor.


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • pir sultan abdal15.08.2007 - 21:53

    Pir Sultan Abdal, 16. yüzyılda yaşamış halk şairi, ozan. Asıl adı Haydar'dır. Yaşamının büyük bölümü Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağına bağlı Banaz köyünde geçti. 16. yüzyılın ikinci yarısında Sivas çevresinde boy gösteren Alevi-Bektaşi Safevi-Türkmen kökenli yani Şah İsmail yanlısı Caferi mezhebi olaylarına karıştı. Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa, Pir Sultan'ı astırdı. Ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 arasındaki bir tarih olduğu sanılıyor.

    Konu başlıkları
    [gizle]
    1 6 Ayrı Kimlik
    2 Yetişme Koşulları
    3 Hakkında Araştırma ve Çalışmalar Yapanlar
    4 Dış Bağlantılar

    6 Ayrı Kimlik
    Pir Sultan Abdal
    Çeşitli araştırmalarda 6 ayrı Pir Sultan kimliğine değinilir. Sırasıyla,
    Çorum yöresinden olup bir süre Ankara’da Hasan Dede tekkesinde kalan Pir Sultan'ım Haydar,
    Aruzla şiirler yazan Pir Sultan,
    Divriği yöresinde yetişen ve asıl adı Halil İbrahim olan Pir Sultan Abdal,
    18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın başında yaşamış olan Abdal Pir Sultan,
    16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında yaşayan ve Pir Sultan'ın asılmasıyla ilgili deyişleri söyleyen Pir Sultan Abdal.
    Son olarak menkıbeleşmiş yaşamıyla tanınan, Hızır Paşa'nın astığı kabul edilen 16'ncı yüzyıl şairi Banazlı Pir Sultan Abdal. Halk edebiyatı araştırmacıları, günümüzde tanınan Pir Sultan Abdal olarak Banazlıyı kabul eder.
    Pir Sultan Abdal Safevi yanlısı değildir.[kaynak belirtilmeli] Yazdığı deyişlerin hepsi Şah'a yazılmıştır.[kaynak belirtilmeli] Alevilikte Şah ile Hakk yani Allah anlatılmak istenir.[kaynak belirtilmeli] Şah Hz. Ali ile de özdeşleştirilir, çünkü Alevilikte Hz. Ali Şah-ı Merdan olarak adlandırılır ve Hakk-Muhammed-Ali bir bütün olarak tanımlanır. Pir Sultan Abdal bu anlamda Şah'a gidelim derken doğru ve temiz yol olan Hakk yolu (Hakk-Muhammed-Ali yolu) , aklın ve bilimin yolu olan Allah'ın yoluna davet etmiştir.

    Yetişme Koşulları
    Pir Sultan Abdal, halk arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan biridir. Alevi gelenekleri ile dergâhta tarikat ortamında Türk dilini kullanarak yetişti. Şiirlerinde duru ve yalın bir Türkçe kullandı. Ana konuları, Deyişler, Nefesler, Hakk sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi, duazimam, ilahi aşk, tasavvuf ve sosyal uyarı niteliğindedir. Bazıları her ne kadar Pir Sultan'ı başkaldıran asi biri olarak gösterse de gerçekte Pir Sultan Abdal'ın yaşadığı Sivas bölgesinde o tarihte hiçbir halk ayaklanmasına rastlanmamaktadır. Dolayısıyla bir derviş olarak toplumu irşat (İlimiyle ve aklıyla toplumu bilgilendirmiştir) etmiştir. Tekke ve tasavvufun kalıplarını aşıp geniş bir halk kesimine seslenebildi. Medrese öğrenimini Erdebil'de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilenmedi. Alevi olan Pir Sultan Abdal Türk diline sahip çıkmıştır.
    Pir Sultan Abdal


    Alçakta yüksekte yatan erenler
    Yetişin imdada aldı dert beni
    Başımı alıp hangi yere gideyim
    Gittiğim yerlerde buldu dert beni

    Abdal Pir Sultan'ım gönlüm hastadır
    Kimseye diyemem gönlüm yastadır
    Bilmem deli oldu bilmem ustadır
    Şöyle bir sevdaya saldı dert beni


    Pir Sultan Abdal'ın yaşamı üzerine, yazılı kaynaklarda pek bilgi yoktur. Doğum ölüm yılları bile bilinmiyor. Yaşamı üzerine bilgiler, genellikle, kendi şiirlerinden, halk söylentilerinden, kuşaktan kuşağa anlatıla gelen menkıbelerden, bir de yakınlarının ya da başka ozanların onu anlatan şiirlerinden çıkarılır.

    Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmiştir, çünkü Pîr Sultan, bağlandığı tarikatın din anlayışını, dünya görüsünü yansıtmakta ya da derinleştirmek için soyut şiirler yazan bir sanatçı değildir, doğrudan doğruya başından geçenleri, kavgasını, özlemlerini, katlandığı acıları, yaşamının türlü yönlerini yansıtan somut şiirler yazmıştır.

    Şiirlerden, halk söylentilerinden çıkarılan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas'ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağına bağlı Banaz köyünde doğmuştur. Yıldız dağı eteklerinde, Çırçır'a kırk sekiz kilometre uzaklıkta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çoğu tek katli kerpiç evleri, soğuktan korunmak için yari yari yarıya toprağa gömülü bir köy...

    Banaz'da bugün de Pîr Sultan'ın olduğu söylenen bir ev, önünde sairin yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir söğüt ağacı, ağacın altında, asâsının ucuna takip Horasan'dan getirildiğine inanılan bir değirmen taşı vardır. Pîr Sultan yaz aylarının güzel havalarında bu taşın üstüne oturup karısıyla sohbet edermiş. Köylüler bu evi, ağacı, taşı kutsal sayarlar.

    Kızının yaktığı ağıtta uzun boyluluğuna, biçimliliğine değinilen sairin asil adi, şiirlerinde belirttiğine göre, Haydar'dir. Bir yerde soyunun Yemen'li olduğunu, bir yerde Peygamber'in öz torunu olduğunu söyler, bir yerde de İmam Zeynel-Âbidin'den 'Zeynel dedem' diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan'in bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttırmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, 'seyyid'liklerini ileri sürmek tarikat uluları arasında bir gelenektir. Genel kani, sairin İran'ın doğusundaki Türk yurdu Horasan'dan, önce Iran Azerbaycan'ında ki Hoy kasabasına, oradan da Anadolu'ya göçüp Sivas'a yerleşen bir Türkmen soyundan geldiği yolundadır.

    Çocukluğu çobanlıkla geçen Pîr Sultan'ın okuma yazma bildiği anlaşılıyor, ama bilgin bir kişi olduğu söylenemez. Tekke eğitimi çerçevesinde kalmıştır. Halifeler tarihini, peygamber menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre'yi, Hatâyî'yi bilir. Bunlar dışında, çağının bilimleriyle ilgilenmediği gibi, divan edebiyatı ile de ilgilenmemiştir. Şiirlerinde Yunan mitolojisinin, Iran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrıca, genel olarak bütün tarikatların kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin yüksek konularına da girmez.

    Söylentiye göre, Pîr Sultan'ın üç oğlu, bir kızı varmış. oğullarından Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat'in Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim'de gömülüymüşler. Adi Sanem olan kızının Pîr Sultan asıldığı zaman söylediği ağıt çok ünlüdür. Bazı uzmanlar bu ağıtı Sanem'in ağzından bir tarikat ozanının yazmış olabileceğini belirtirler. Pîr Muhammed ise babası gibi sairdir. Delikanlı iken attan düşerek öldüğü, Pîr Sultan'in 'Allah verdiğini almaz dediler / Bana verdiğini aldı n'eyleyim' derken bu olaya değindiği söylenir. Şiirlerinden uzun yasadığı, çok çocuğu bulunduğu açıkça anlaşılan sairin, sağlığında iki oğul acısı görmüş olduğunu ileri sürenler de vardır.

    Pîr Sultan Alevî-Bektasî tarikatindandir. Tarikata girme arkadasi, yani musaibi, Ali Baba'dir. Baglandigi tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî'nin Anadolu'ya gönderdigi dervislerden Koyun Babanin tekkesinde, Bektasîligin kurucusu Haci Bektas Veli'nin tekkesinde posta oturmus, yani en üst makamlara getirilmis Seyh Hasan'dir.

    Pîr Sultan, baglandigi tarikatça yalniz dinsel önder degil, devlet baskani olarak da görülen Iran Sahlari adina, Anadolu halkini Osmanlilar'a karsi kiskirttigi,ayaklanmaya çagirdigi, belki de bir ayaklanmaya öncülük ettigi için, Sivas Valisi Hizir Pasa'nin emriyle tutuklanmis, yolundan dönmeyecegi anlasilinca da asilmistir.

    Söylentiye göre, asildigi yer Sivas'da eskiden Keçibulan adini tasiyan, sonra uzun süre Daragaci diye anilan, simdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarsisi'nin karsisinda Mal Pazari olarak kullanilan bu alanin Gazhane bitisiginde, sira sögütlerin bitiminde bulunan, boyu bes metre, eni bir metreden fazla, bakimsiz toprak yigini onun mezaridir. Üstündeki moloz taslar, asilmasi sirasinda Hizir Pasa'nin emriyle halkin attigi taslardir.

    Mezarinin, bir menkibeye göre Erdebil'de, Bektasî gelenegine göre de Merzifon'da oldugu söylenir. Daha baska söylentiler de vardir, ama gerçege en yakin görünen söylenti asildigi yere gömüldügü, yakinlarinin, tarikat erlerinin, hükümet baskisi yüzünden ölüsünü alip köyüne bile götüremedikleridir.

    Siirlerinden, halk söylentilerinden çikarilan bu daginik bilgileri degerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan'in ne zaman yasadigini saptamak gerekir.


    NE ZAMAN YASADIGI
    Uzmanlar 'Yürüyüs eyledi Urum üstüne' diye baslayan siirindeki sözlerine bakarak, Pîr Sultan Abdal'in Sah Tahmasb zamaninda yasadigini söylüyorlar. Bu siirinde söyle sözler var:

    Aslini sorarsan Sah'in ogludur
    (...)
    Koca Haydar Sah-i cihan torunu
    Ali nesli güzel imam geliyor
    'Koca Haydar Sah-i cihan' diye anilan, Sah Ismail'in babasi Seyh Haydar'dir. 'Sah' diye anilan ise, Akkoyunlu Devleti'ni yikip Safevîogullari Devleti'ni kurarak Sîî mezhebi baskanligi ile devlet baskanligini birlestiren, Sah Ismail'in kendisidir. Seyh Haydar'in torunu, Sah Ismail'in oglu da Sah Tahmasb'dir.

    Sah Tahmasb'in saltanat döneminin (1524-1578) büyük bir bölümü, Kanunî Sultan Süleyman'in saltanat dönemine (1520-1566) rastlar. Bu iki hükümdar geçmisteki aci olaylar yüzünden, uzun süre ülkeleri arasinda barisi saglayamamislar, Iranlilar ile Osmanlilar, 1534'den 1554'e kadar, tam yirmi yili anlasmazliklar, çatismalar, savaslarla geçirmislerdir. Kanunî Sultan Süleyman 1534'de yaptigi dogu seferinde, Iranlilar'in elinde bulunan Bagdat'i Osmanli topraklarina katmis, Sah Tahmasb 1548'de Anadolu'ya girerek Kemah'a kadar ilerlemis, 1552'de Ercis, Ahlat kalelerini geri almistir.

    Pîr Sultan'in siirlerindeki olaylarin Sah Tahmasb dönemindeki olaylara uymasi, daha sonraki Iran sahlarinin Anadolu üzerine 'yürüyüs eylemis' olmalari, bazi uzmanlarin kesin konusmalarina, sairin bu dönemde yasadigindan süphe edilemeyecegini söylemelerine yol açar.

    Oysa bu dönemde Sivas'da valilik etmis bir Hizir Pasa yok, ama 1552'de Köstendil, 1554'de Sam, 1560'da Bagdat beylerbeyliklerinde bulunmus bir Hizir Pasa var. Uzmanlar 1567'de ölen bu Hizir Pasa'nin, Bagdat'a giderken, Sivas'a ugrayip oradaki ayaklanmayi bastirmis olabilecegini söylüyor. Bu görüs dogruysa, Pîr Sultan 1560'da asilmis demektir.

    Pîr Sultan'in dili on altinci yüzyilin ikinci yarisinin dilidir, diyen bazi uzmanlar ise sairin 1560'da asilmis olabilecegini kabul etmiyorlar. Onlar halk söylentisini degerlendirerek baska bir yoldan gidiyor, Sivas'da valilik etmis Hizir Pasa'yi ariyorlar.

    Sofi Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi'nin I. Ahmed'e yazdigi bir mektupta, Alevîler ile Seyh Bedreddin'e bagli olanlari iyi taniyan, onlarla ugrasmasinin bilen bir Hizir Pasa'dan söz ediliyor. Belgenin ilgili bulundugu dönemde ise iki Hizir Pasa yasamis. Birinin özellikleri söyle:

    Deli Hizir Pasa, Van Beylerbeyi (1582) , Kars Beylerbeyi olarak Iran seferine katilma (1587) , Erzurum Beylerbeyi (1588) , Sivas Valisi (1588) , Diyarbakir Valisi (1589) , gene Sivas Valisi (1590) , Tuna Muhafizi (1602) , Budin Muhafizi (1605) , ölümü (1607) .

    Deli diye anilmasi gözü pek, acimasiz bir kimse oldugunu gösteriyor. Ayrica Iran seferine katilmis, yani Safevîlere karsi savasmis. Safevî yanlisi Alevîlere düsmanlik besleyebilir. Iki kere Sivas'a vali gönderilmis, ikincisinde oldukça uzun kalmis. Alevîleri iyi tanidigi, onlarla ugrasmasini bildigi anlasiliyor.

    Pîr Sultan'i astiranin Sivas Valisi Deli Hizir Pasa oldugunu söyleyen uzmanlarin görüsü dogruysa, sairin ölümü 1588'de, ya da 1590'dan sonradir.

    Gene uzmanlara göre, Pîr Sultan 1534'de Bagdat'in Osmanlilar'a geçisi üzerine, Iran Sahina,


    Güzel Sah'im çok yerlerden görünür
    Asli nedir niye verdin Bagdat'i
    diye siir yazmistir. 1534 ile 1590 arasinda 56 yil var. Pîr Sultan bu siiri yazdiginda, diyelim 20 yasindaysa, 76 yasinda ölmüs olur.

    Böyle uzun bir ömür sürdügü kabul edilirse, uzmanlar arasindaki görüs ayriliklari da sona erebilir. Çünkü bu uzun ömre hem Pîr Sultan'in siirlerindeki olaylara uygun düsen Sah Tahmasb dönemi, hem de Deli Hizir Pasa sigdirilabiliyor.

    Gene de bazi durumlarin açiklanmasi kolay degil. Örnekse, Pîr Sultan'in siirlerinde bir Alevî ayaklanmasindan söz ediliyor, oysa Deli Hizir Pasa döneminde Sivas'da böyle bir ayaklanma olmamis.

    Uzmanlar arasindaki görüs ayriliklarinin ötesinde, kesin olan sudur: Pîr Sultan abdal on altinci yüzyilda Anadolu'da, Sivas yöresinde yasadi.


    KITAPLAR
    Pîr Sultan abdal üzerine ilk önemli çalismayi 1929'da Sadettin Nüzhet ERGUN yapmis, 105 siir yayimlayarak, sair üzerine bilgiler verilmistir: XVII Asir Saz Sairlerinden Pîr Sultan Abdal.

    Konuya ikinci önemli yaklasim Pertev Naili BORATAV ile Abdülbâki GÖLPINARLI'nin birlikte hazirladiklari, 1943'de yayimlanan Pîr Sultan Abdal adli kitaplar olmustur.

    Diger yayinlar:


    Pîr Sultan Abdal,Abdülbâki Gölpinarli, Varlik Yayinevi
    Pîr Sultan Abdal, Cevdet Kudret, Yeditepe Yayinevi
    Pîr Sultan Abdal, Cahit Öztelli, Milliyet Yayinevi
    Sabahattin Eyüboglu'nun, ölümünden önce hazirlayip bitiremeden biraktigi bir seçmeler kitabi, dostlarinca tamamlanip Cem Yayinlari arasinda basildi.


    SANATI
    Halkin benimsedigi, destan kahramani durumuna getirdigi sairlerin alinyazisini Pîr Sultan da paylasmistir. Uzmanlar yazmalarda gördükleri ya da agizdan agiza sürüp gelen Pîr Sultan siirlerinden hangilerinin gerçekten onun oldugunu, hangilerinin onun adina baskalarinca söylendigini ayirmakta güçlük çekiyor, çaresiz kaliyorlar. Görünüse bakilirsa, halkimiz Pîr Sultan'in siirlerini çogaltma çabasini günümüzde bile sürdürüyor.

    On altinci yüzyilda yazildigi bilinen bir yazmadaki, genellikle eski yazmalardaki Pîr Sultan siirleriyle sonradan bulunanlar arasinda, gerek dil, gerek söyleyis yönünden büyük ayriliklar oldugu gerçektir.

    Bu durumu gözönünde tutan uzmanlar, Pîr Sultan'in sanati üzerine konusurken, özellikle eski yazmalardaki siirlerinden, onun söyledigine kesin diye bakilan siirlerden yola çikiyorlar. Görüsleri söyle özetlenebilir:

    Pîr Sultan Halk edebiyati geleneklerinden hiç ayrilmamis, ölçü, uyak, biçim, dil, söyleyis özellikleriyle, bir halk ozani görünümünü hep sürdürmüstür. Siirleriin genellikle hece ölçüsünün 11'li (4+4+3 ve 6+5) ya da 8'li (4+4 ve 5+3) kaliplariyla yazmis, arada 7'li kalibi da kullanmistir. Aruz ölçüsüyle siiri yoktur. Yalniz, gene heceyle yazdigi bir siirinde gazel düzenini denemistir. Bunun disinda siirleri hep dörtlikler biçimindedir, kosma ya da semaî biçiminde... Çogu zaman yarim uyak kullanmis, ses azligini rediflerle giderme yoluna da sik sik basvurmustur.

    Siirlerinden Pîr Sultan'in saza bagliligi açikça anlasiliyor. Iyi bir çalgi ustasi oldugu da düsünülebilir.

    Konularini yalnizca dinsel inançlardan, mezhep ya da tarikat inançlarindan almamis, yasamin çesitli yönleri üzerine kesinlikle din disi siirler de söylemistir. Tarikat siirlerinde ise, Ali, On Iki Imam gibi genel konularin yani sira, kendi kavgasini, yasadigi günlerdeki çatismalari, ayrintilariyla yansitmis olmasi çok ilginçtir. Kurumsal konulara, örnekse Tasavvufun derin sorunlarina girmemis, yasam karsisinda hep sonut, hep disa dönük kalmistir. Inançlarinin,kavgasinin yilmak bilmez, sözünü sakinmaz bir propagandacisidir.

    Onun siirlerini okurken Anadolu'nun toplumsal tarihi üzerine bilgiler ediniriz. devlet düzenini bozuklugunu, mezhep ayriligindan dogan iç kavgalari, bu yüzden Alevîlere yapilan zulümleri, kadilarin haram yedigini, müftülerin yalan yanlis fetva verdigini, Siilerin karsilastigi güçlüklerin Sünnî halktan degil, Sünnî Osmanli Devleti'nden geldigini ögreniriz. Alevî Türkmenlerin, yönetimi durmadan bozulan, dinsel hosgörüden uzaklasan Osmanlilar'dan nasil kopup, Mehdî diye, kurtarici diye Iran Sahlarina sarildiklarini, siyasal kaygilara nasil araç edildiklerini görürüz. Bu baglanisin altindaki çaresizlikleri, giderek bu baglanisin yarattigi umut kirikliklarini sezeriz.

    Pîr Sultan din disi konular islerken halk ozanlarinin kaliplasmis sözlerini kullandigi gibi, zaman zaman bunlardan bütünüyle uzaklasmis köy yasamini tertemiz, katkisiz bir gözlem gücüyle yansiyan siirler de söylemistir. Insan, hayvan, doga sevgisiyle örülmüs siirler...

    Kullandigi dil çaginin konusma dilidir. Yabanci sözcükler, din, mezhep, tasavvuf, tarikat araciligiyla yasadigi günlerin konusma diline girdigi oranda onun siirlerine de girmistir


    KAYNAK: MEMET FUAT
    Pîr Sultan Abdal-Yasami Sanatçi Kisiligi Yapitlari-DE Yayinevi 1977



    Eserlerinden bazıları:

    Alçakta Yüksekte

    Alçakta yüksekte yatan erenler
    Yetisin imdada aldi dert beni
    Basimi alip hangi yere gideyim
    Gittigim yerlerde buldu dert beni

    Oturup benimle ibadet kildi
    Yalan söyledi de yüzüme güldü
    Yalin kiliç olup üstüme geldi
    Çaldi bölük bölük böldü dert beni

    Üstümüzden gelen boran kis gibi
    Yavru sahin pençesinde kus gibi
    Seher çagi bir korkulu düs gibi
    Çagirta çagirta aldi dert beni

    Abdal Pîr Sultan'im gönlüm hastadir
    Kimseye diyemem gönlüm yastadir
    Bilmem deli oldu bilmem ustadir
    Söyle bir sevdaya saldi dert beni


    Sultan Suyu Gibi Çağlayıp Akma

    Sultan Suyu Gibi Çağlayıp Akma
    Erilir Gam Yeme Divane Gönül
    Er Başımda Duman, Dağ Başında Kış
    Erilir Gam Yeme Divane Gönül

    Yıkılır Mı Hakk’ın Yaptığı Havuz
    Şah-ı Merdani' nin, Biz De Kılavuz
    Üç Günlük Dünyada, şu Yahşi Yavuz
    Erilir Gam Yeme Divane Gönül

    Pir Sultan Abdal’ım, Sırdan Sırada
    Bu İş Böyle Oldu, Kalsın Burada
    Cümlemiz Niyetlendiği Murada
    Erilir Gam Yeme Divane Gönül


    Bugün Yardan Haber Geldi

    Bugün Yardan Haber Geldi
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan
    Eğildim Bir Buse Aldım
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Güzel Olanı Severler
    Yanağından Gül Dererler
    Kulakta Mengiç Küpeler
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Baş Koydum Yarin Dizine
    Uykular Girmez Gözüme
    Ağ Ellerin Sür Yüzüme
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Şekerden Şerbet Ezerler
    İnce Tülbentten Süzerler
    Dört Yanım Almış Güzeller
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Pir Sultanım Gel Yanıma
    Seni Sarayım Canıma
    Dola Kolların Boynuma
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan


    Bilene Danış

    Bilirim Bilirim Dersin Bilene Danış
    Danışan Dağları(Hey Dost) Aşar Mı Aşar
    Danışmadan Yola Çıksa Bir Kişi
    Akıbet Yolundan(Hey Dost) Şaşar Mı Şaşar

    Cahile Irak Ol Kamile Yakın
    Bir Mana Söyleyim(Hey Dost) Darılma Sakın
    Hasmın Karıncaysa Merdane Takın
    Ummadık Taş Başa (Hey Dost) Düşer Mi Düşer

    Pir Sultan Abdalım Böyle Mi Olur
    Kişi Ettiğini(Hey Dost) Elbette Bulur
    Yırtıcı Kuşların Ömrü Tez Olur
    Zararsız Akbaba(Hey Dost) Yaşar Mı Yaşar


    Bu Yıl Bu Dağların Karı Erimez

    Bu Yıl Bu Dağların Karı Erimez
    Eser Bâd-ı Sabâ Yel Bozuk Bozuk
    Türkmen Kalkıp Yaylasına Yürümez
    Yıkılmış Aşiret İl Bozuk Bozuk

    Kızılırmak Gibi Çağladım Aktım
    El Vurdum Göğsümün Bendini Yıktım
    Gül Yüzlü Cerenin Bağına Çıktım
    Girdim Bahçesine Gül Bozuk Bozuk

    Elim Tutmaz Güllerini Dermeye
    Dilim Tutmaz Hasta Hâlin Sormaya
    Dört Cevabin Mânasını Vermeye
    Sazım Düzen Tutmaz Tel Bozuk Bozuk

    Pir Sultan'ım Yaratıldım Kul Diye
    Zalim Paşa Elinden Mi Öl Diye
    Dostum Beni Ismarlamış Gel Diye
    Gideceğim Amma Yol Bozuk Bozuk Gurbet Elde

    Gurbet elde bir hal geldi başıma,
    Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.
    Derman arar iken derde düş oldum,
    Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.

    Hüma kuşu suya düştü ölmedi,
    Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı.
    Dedim yâre gidem nasip olmadı,
    Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.

    Kağıda yazarlar ufak yazılar,
    Anasız olur mu körpe kuzular.
    Yürek yaralıdır, ciğer sızılar,
    Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.

    Pir Sultan Abdal'ım böyle buyurdu,
    Ayrılık donları biçti giydirdi.
    Ben ayrılmaz idim felek ayırdı
    Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir.




    Kul Olayım Kalem Tutan Ellere

    Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Sekerler Ezeyim Şirin Dillere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Sivas Ellerinde Sazım Çalınır,
    Çamlı Beller Bölük Bölük Bölünür.
    Yardan Ayrılmışam Bağrım Delinir,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Pir Sultan Abdal’ım Ey Hızır Paşa,
    Gör Ki Neler Gelir Sağ Olan Basa.
    Beni Hasret Koydun Kavim Kardaşa,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.



    Dostun Bahçesine Bir Hoyrat Girmiş

    Dostun Bahçesine Bir Hoyrat Girmiş
    Korudur Da Benli Dilber Korudur
    Gülünü Dererken Dalını Kırmış
    Kurudur Da Benli Dilber Kurudur
    Neredesin De Dudu Dillim Nerede
    Neredesinde Kömür Gözlüm Nerede

    Bu Meydanda Serilir Postumuz
    Çok Şükür Mevlaya Gördük Dostumuz
    Bir Gün Kara Toprak Örter Üstümüz
    Çürüdür De Benli Dilber Çürüdür
    Neredesin De Dudu Dillim Nerede
    Neredesinde Kömür Gözlüm Nerede

    Pir Sultan Abdal’ım Başımdan Başlar
    İyisini Korda Kemini Taşlar
    Bin Çiçekten Bir Kovana Bal İşler
    Arıdır Da Benli Dilber Arıdır
    Neredesin De Dudu Dillim Nerede
    Neredesinde Kömür Gözlüm Nerede




    Gelmiş İken Bir Habercik Sorayım

    Gelmiş İken Bir Habercik Sorayım
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın
    Gerçek Erenlere Yüzler Süreyim
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın

    Alçağında Al Kırmızı Taşın Var
    Yükseğinde Turnaların Sesi Var
    Ben De Bilmem Ne Talihsiz Başın Var
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın

    Benim Şah'ım Al Kırmızı Bürünür
    Dost Yüzün Görmeyen Düşman Bilinir
    Yücesinden Şah'ın İli Görünür
    Niçin Gitmez Yıldızdağı Dumanın

    El Ettiler Turnalar Bazlara
    Dağlar Yeşillendi Döndü Yazlara
    Çiğdemler Taşınsın Söylen Kızlara
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın

    Şah'ın Bahçesinde Gonca Gül Biter
    Anda Garip Garip Bülbüller Öter
    Bunda Ayrılık Var Ölümden Beter
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın

    Ben De Bildim Su Dağların Sahisin
    Gerçek Erenlerin Nazargâhısın
    Abdal Pir Sultan’ın Seyrangâhısın
    Niçin Gitmez Yıldız Dağı Dumanın







    çııÖÖçşIlgıt Ilgıt Esen Seher Yelleri

    Ilgıt Ilgıt Esen Seher Yelleri
    Doğru Gelir Doğru Gider Mi
    Hakkın Emri İle Çürüyen Canlar
    Bin Yıl Yerde Yatsa Çürür Mü

    Pazarlık Mı Olur Adil Dükkanda
    Mevl-i Muhabbetim De Kaldı Yar Sende
    Bu Divan Olmazsa Ulu Divanda
    Dost Benim Sualim Verir Mi

    Bahçede Açılmış Yar Gonca Güller
    Gülün Figanından Sefil Bülbüller
    Aşuktan Maşuğa Da Sarılan Kollar
    Bin Yıl Yerde Yatsa Çürür Mü

    Abdal Pir Sultan'ım Da Kalbi Zar Olan
    Döner Mi Sözünden Gerçek Yar Olan
    Senin Gibi Aht-ı Sadık Yar Olan
    Verdiği İkrardan Döner Mi



    Bugün Yardan Haber Geldi

    Bugün Yardan Haber Geldi
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan
    Eğildim Bir Buse Aldım
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Güzel Olanı Severler
    Yanağından Gül Dererler
    Kulakta Mengiç Küpeler
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Baş Koydum Yarin Dizine
    Uykular Girmez Gözüme
    Ağ Ellerin Sür Yüzüme
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Şekerden Şerbet Ezerler
    İnce Tülbentten Süzerler
    Dört Yanım Almış Güzeller
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan

    Pir Sultanım Gel Yanıma
    Seni Sarayım Canıma
    Dola Kolların Boynuma
    Bir Bir Yandan Bir Bir Yandan



    Derdim Çoktur Hangisine Yanayım

    Derdim Çoktur Kangısına Yanayım
    Yine Tazelendi Yürek Yaresi
    Ben Bu Dertten Kande Derman Bulayım
    Meğer Şah Elinden Ola Çaresi

    Dürlü Donlar Giyer Gülden Naziktir
    Bülbül Cevreyleme Güle Yazıktır
    Çok Hasretlik Çektim Bağrım Eziktir
    Güle Güle Gelir Gelir Canlar Paresi

    Benim Uzun Boylu Serv-i Çınarım
    Yüreğime Bir Od Düştü Yanarım
    Kıblem Sensin Yüzüm Sana Dönerim
    Mihrabımdır Kaşlarının Aresi

    Dizar İle Muhabbete Doyulmaz
    Mehabbetten Kaçan İnsan Sayılmaz
    Münkir Bin Kere Püf Dise Sönmez
    Tutusunca Yanar Aşkın Çırası

    Pir Sultan'ım Kati Yüksek Uçarsın
    Selamsız Sabahsız Gelir Geçersin
    Aşkı Mehabbetten Niçün Kaçarsın
    Böyle Midir Elinizin Türesi



    Ötme Bülbül Ötme

    Ötme Bülbül Ötme, Sen Değil Bağım
    Dost Senin Derdinden Ben Yana Yana
    Tükendi Fitilim Eridi Yağım
    Dost Senin Derdinden Ben Yana Yana

    Deryadan Bölünmüş Sellere Döndüm
    Ateşi Kararmış Küllere Döndüm
    Vakitsiz Açılmış Güllere Döndüm
    Dost Senin Derdinden Ben Yana Yana

    Haberin Duyarsın Peyikler İle
    Yaramı Sarsınlar Şeyikler İle
    Kırk Yıl Dağda Gezdim Geyikler İle
    Dost Senin Derdinden Ben Yana Yana

    Abdal Pir Sultan'ım, Doldum Eksildim
    Yemeden İçmeden Sudan Kesildim
    Zülfün Kemendine Kondum Asıldım
    Dost Senin Derdinden Ben Yana Yana



    Yürüyüş eyledi Urum üstüne

    Yürüyüş eyledi Urum üstüne
    Ali nesli güzel İmam geliyor
    İnip temenna ettim güzel destine
    Ali nesli güzel İmam geliyor

    Doluları adım adım dağıdır
    Tavlasında küheylanlar bağlıdır
    Aslını sorarsan şahın oğludur
    Ali nesli güzel İmam geliyor

    Tarlaları adım adım çizili
    Rakibin elinden ciğer sızılı
    Al yeşil geyinmiş gerçek gazili
    Ali nesli güzel İmam geliyor

    Magripten çıkar görünü görünü
    Kimse bilmez evliyanın sırrını
    Koca Haydar şah-ı cihan torunu
    Ali nesli güzel İmam geliyor

    Pir Sultan Abdal' ım görsem şunları
    Yüzüm sürsem boyun eğip yalvarı
    Evvel baştan On'kiler serveri
    Ali nesli güzel İmam geliyor



    Çıkardılar kisvesini başından

    Çıkardılar kisvesini başından
    Soyuyorlar Şahı Merdan Ali'yi
    İndirdiler teneşirin üstüne
    Koyuyorlar Şah'ı Merdan Ali'yi

    Fatma Ana ağlar şol yaşın yaşın
    Şundan gördüm Düldül'ün kişneyişin
    Ol Şahı Merdan'ın kıbleye başın
    Çevirdiler Şahı Merdan Ali'yi

    Mürekkebi Zemzem ile ezdiler
    Üst başına Mim duasın yazdılar
    Kubunın da Ak Deve'ye kazdılar
    Gönderdiler Şahı Merdan Ali'yi

    Kasdettiler İmamlann soyuna
    Zehirler kattılar Hasan payına
    Kefenini Ab-ı Zemzem suyuna
    Batırdılar Şahı Merdan Ali'yi

    Pir Sultan Abdal'ım hoş hava ile
    Arşa direk dikti bir dua ile
    Kanber'in yedtiği Ak Deve ile
    Götürdüler Şahı Merdan Ali'yi Sabahtan Cemalin

    Sabahtan Cemalin Seyran Eyledim
    Gönüller Perişan Elinden Güzel
    Nice Bir Gezeyim Gurbet Elleri
    Hiç Mi Bilir Yoktur Halımdan Güzel

    Seher Bülbülüsün Gider Gelmezsin
    Gelirsen De Güzel Baki Kalmazsın
    Seni Uçuranlar Murat Almasın
    Seni Kim Uçurdu Yuvandan Güzel

    Pir Sultan Abdal'ım Dervişler Gezer
    Aradım Bulmadım Derdimi Yazar
    Şimdi Benim Dostum Cennette Gezer
    Kalma Benim İçin Yolundan Güzel



    Çeke Çeke

    Çeke Çeke Ben Bu Dertten Ölürüm
    Seversen Ali’yi Değme Yarama
    Ali’nin Yoluna Serim Veririm
    Seversen Ali’yi Değme Yarama

    Bu Yurt Senin Değil Konar Göçersin
    Körpe Kuzulardan Nasıl Geçersin
    Ali’nin Dolusun Bir Gün İçersin
    Seversen Ali’yi Değme Yarama

    Ilgıt Ilgıt Oldu Akıyor Kanım
    Pir Yoluna Kurban Verilir Serim
    Benim Derdim Bana Yeter Efendim
    Seversen Ali’yi Değme Yarama

    Abdal Pir Sultanım Deftere Yazar
    Hilebaz Yar ile Olur Mu Pazar
    Pir Melhem Çalmazsa Yaralar Azar
    Seversen Ali’yi Değme Yarama



    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Koyun Beni Hak Aşkına Yanayım
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
    Yolumdan Dönüp Mahrum Mu Kalayım
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Benim Pirim Gayet Ulu Kişidir
    Yediler Ulusu, Kırklar Esidir
    On İki İmamın Server Başıdır
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Kadılar Müftüler Fetva Yazarsa
    İşte Kemend, İste Boynum Asarsa
    İşte Hançer, İste Kellem Keserse
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Ulu Mahşer Günü Olur Divan Kurulur
    Suçlu, Suçsuz Gelir Anda Derilir
    Piri Olmayanlar Anda Bilinir
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Pir Sultan'ım Arsa Çıkar Ünümüz
    O Da Bizim Ulumuzdur Pirimiz
    Hakka Teslim Olsun Garip Canımız
    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan



    Dünyanın Üstünde Kurulu Direk

    Dünyanın Üzerinde Kurulu Direk
    Emek Sayılmadan, Sızlar Bu Yürek
    Bu Düzeni Kim Kurmuş Bizler De Bilek
    Söyle Canım Söyle Dinlesin Canlar

    Ocağa Koymuşlar Köşe Taşını
    Hak Kollasın Gerçeklerin İsini
    Bir Gün Ağrıdırlar Senin Başını
    Söyle Canım Söyle Dinlesin Canlar

    Pir Sultan Abdal’ım Farz Eylesinler
    Yola Gelmeyenden Edilmez Minnet
    Cümlenin Muradı Dünyada Cennet
    Söyle Canım Söyle Dinlesin Canlar


    Mürşide varmaya talip olursan

    Mürşide varmaya talip olursan
    İptida insandan rehber isterler
    Verdiğin ikrara doğru gelirsen
    Ahd ile peymandan rehber isterler

    Rehberin var ise olursun insan
    Rehberin yok ise kalırsın hayvan
    Arasat gününde açılır meydan
    Açılan meydanda rehber isterler

    Mürşidin nazarı müşkülü seçer
    Kamil olan talip sıratı geçer
    Can kuşu kafesten akıbet uçar
    Tenden uçan candan rehber isterler

    Şah-ı Merdan bir yol kurdu kuluna
    Bu yola giden rehberden biline
    Girmek ister isen İmam yoluna
    On İki İmamdan rehber isterler

    Tarikat babına girmek dilersen
    Hakikat güllerin dermek dilersen
    Erenler sırrına ermek dilersen
    Sır ile pinhandan rehber isterler

    Pir Sultan'ım söyler bu hikayeti
    Yirmi sekiz harfle yedi ayeti
    Nefsini bilmektir sözün gayeti
    Bilmeğe irfandan rehber isterler


    Gam elinden benim zülfü siyahım

    Gam elinden benim zülfü siyahım
    Peykan değdi sinem yaralandı gel
    Suna başın için ağlatma beni
    Bugün sevda candan aralandı gel

    Gamdan hisar oldu mekanım yurdum
    İşitmez avazım dinlemez virdim
    Bir değil beş değil on değil derdim
    Düğümler baş verdi sıralandı gel

    Hasretine vasıl olam mı böyle
    Mecnun'a da bili kalır mı Leyla
    Ölümlü dünyadır gel helaı eyle
    Yüklendi barhanam kiralandı gel

    Ne çekerse dertli sinem dağ olmaz
    Gürler gelir geçer ömür çağ olmaz
    Teşevvüştür yaralarım sağ olmaz
    Göğerdi çevresi karalandı gel

    Pir Sultan Abdal'ım haftada ayda
    Günler gelir geçer bulunmaz fayda
    Gönül Hak arzular canım hayhayda
    Toprağım üstüme kürelendi gel


    Yürü bire yalan dünya

    Yürü bire yalan dünya
    Yalan dünya değil misin
    Hasan ile Hüseyini
    Alan dünya değil misin

    Ali bindi Düldül ata
    Can dayanmaz bu firkata
    Boz kurt ile kıyamete
    Kalan dünya değil misin

    Tanrı'nın Aslan'ın alan
    Düldül'ü dağlara salan
    Yedi kere ıssız kalan
    Kalan dünya değil misin

    Bak şu kışa bak şu güze
    Ciğer kebab döndü köze
    Muhammed'i bir top beze
    Saran dünya değil misin

    Pir Sultan'ım ne yatarsın
    Kurmuş çarhını dönersin
    Ne konarsın ne göçersin
    Kalan dünya değil misin



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • jean paul sartre13.08.2007 - 20:15

    Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris) , ünlü Fransız yazar ve filozoftur. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında Varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasal alandaki aktifligiyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir Entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

    yaşamı Babasını küçük yaşta kaybeden Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde devam ettirdi. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı. II.Dünya savaşı sırasında Almanlar tarafından hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı.(1943)

    1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve ' Les Temps Modernes ' adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tamamı edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkamaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

    Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. ' 121'lerin Bildirgesi ' olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik aktiviteleri giderek yoğunlaşmış ve giderek kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

    1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik aktiviteleri yavaşladı, ama her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.


    Sartre ve Beauvoir'in mezarıÖte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Sartre'ın Varoluşçuluğu
    2 Bulantı
    3 Varoluşçu Marksizm
    4 Sartre ve Aydın tavrı
    5 Kitapları
    6 Kaynak
    7 Dış bağlantılar



    Sartre'ın Varoluşçuluğu [değiştir]Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha cok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

    Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir sekilde anlasilan varolusculuk anlaminda bir felsefe egilimiidr elbette, yoksa varolusculugun argümanlarinin bir kismini, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa cok daha öncelerde, örnegin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadir. Ama bir felsefe egilimi larak Varolusculugu Pascal ile birlikte ele alip degerlendirmek yaygin bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.

    Daha sonralari, Soren Kierkegard tam olarak belli bir sekil verir varolusculugun anlasilmasinda. Buna göre dünyadaki insanin varolusu bir problematiktir ve felsefenin sorusturulmasi bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varolusculuk öyleki hem edebiyat alaninda hem de felsefe alaninda etkili olmus ve cesitli sekillerde temsilcilerini bulmustur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varolusculuk dendiginde akla gelen ve modern varolusculugun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

    Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacagını belirler. Bu, 'varoluş özden önce gelir' sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alcak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlügün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyleki, insan kendi özgürlüğüne de mahküm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

    Öte yandan varoluşçuluk belirtildigi gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümaizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Varoluşçuluk Hümanizmdir'der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır.


    Bulantı [değiştir]Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (' kendinde şey ') , insana bulantı duygusu verir; cünkü gerceklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, ' kendi-için-şey ' dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak 'Varlık ve Hiçlik' kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı'da edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

    Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördügü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını farkeder; çünkü bu anda varolusun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı.Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır bu. Sartre'a göre bu bulantı bizi varlıkların kendiliğinden varoluşlarından ve dolayısıyla anlamsızlıktan ayırır ve bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.


    Varoluşçu Marksizm [değiştir]Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla degerlendirilebilir ve degerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; Marksizm hümanizmdir, der Sartre.

    Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, 'çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku oldugu' saptamasını yapar. Bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi sözkonusudur Sartre'a göre. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir sekilde önerir ve 'insanlik tarihinin tek geçerli yorumu'nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. 'Hic olmazsa zamanımız icin'der Sartre, 'marksizm aşılamazdır'.


    Sartre ve Aydın tavrı [değiştir]Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da tutarsızlığa düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir.

    Bu bakımdan Sartre için, 'çağının tanığı ve vicdanı' diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdırda. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

    Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavrıdır.

    Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sarte'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; 'her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur'. Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.


    Kitapları [değiştir]Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say yayınları.
    Diyalektik Aklın Eleştirisi, Sartre.
    Edebiyat Nedir? , çeviren:Bertan Onaran, Payel yayınları.
    Sözcükler, çeviren:Bertan Onaran, Payel yayınları.
    Yazınsal Denemeler, Payel yayınları.
    Bulantı, çeviren:Selahattin Hilav, Can yayınları.
    İmgelem, çeviren:Alp Tümertekin, İthaki yayınları.
    Baudlaire, çeviren:Alp Tümertekin, İthaki yayınları.
    Ego'nun Aşkınlığı, çeviren:Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım yayınları.
    İş işten Geçti, çeviren:Zübeyir Bensen, Varlık yayınları.
    Varlık ve Hiçlik
    Duvar
    Akıl Çağı
    Tükeniş (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir)

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • nazım hikmet13.08.2007 - 20:03

    NAZIM HİKMET YAŞAM ÖYKÜSÜ Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu (aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir) , 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.
    Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (sonradan Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu.
    Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı.
    Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi.
    Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti.
    Nâzım Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.

    Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de 'Alemdar' gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı.
    İstanbul işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde yazdığı 'Gençlik' adlı şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı.

    1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı.

    İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili) , Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal) , Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdi.

    Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921 martında 11,5 x 18 cm boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi.
    Bu arada Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti.
    çııÖÖçşMustafa Kemal'in kendilerine söylediklerini Vâlâ Nureddin Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı kitabında şöyle aktarıyor:
    'Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi:
    '- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi.
    'Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.'

    Kısa bir süre sonra öğretmen olarak Bolu'ya atandılar.
    Bolu'da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korudu. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi'ni anlatıyor, Lenin'den, Kautsky'den söz ediyor, Sovyetler Birliği'ni görmek istediğini söylüyordu.
    Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler. 1921 ağustosunda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921'de Batum'a vardılar.
    Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar.

    Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin serbest ölçüsünü biliyordu. Batum'da 'İzvestiya' gazetesinde gördüğü, büyük bir olasılıkla Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini anlayamamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği 'Açların Gözbebekleri'ni hece ölçüsüne sokamadığını görünce, 'İzvestiya'daki şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı.
    İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi.
    Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te 'Yeni Hayat', 'Aydınlık' gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi. 'Aydınlık' dergisinde çalışmaya başladı.
    İstanbul'da polisçe izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için İzmir'e geçti. Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu. 1925 şubatında Şeyh Sait İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925'te yayımlanan bir bildirge dolayısıyla 'Aydınlık' dergisi çevresindeki yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal Mahkemesi'ndeki dava 12 Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü.
    Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir'den haziran ayı ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti.
    Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu.
    Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi.
    Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı.
    Aynı yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı mahkûmiyetlerden temize çıkmak için, gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan Türkiye'ye girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarıldılar.
    İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce Hopa Cezaevi'nde iki ay beklediler. Güneşsiz, havasız, karanlık bir koğuşta, nerdeyse hepsi köylü olan tutuklularla birlikte yatıp kalktılar. İki arkadaşın yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest bırakılmaları gerekiyordu.
    Ama başka bir suçtan cezaları bulunup bulunmadığını araştırmak için yapılması gereken yazışmalar uzun süreceğinden, mevcutlu olarak Ankara'ya gönderilmelerine karar verildi.
    4 Ekim 1928'de kelepçeli olarak İstanbul'a getirilişleri gazetelerde eleştirilere yol açtı. İstanbul'da çıkarıldıkları mahkeme, bütün suçlamaların birleştirilerek ele alınması için, iki arkadaşın Ankara'ya gönderilmelerini uygun gördü.
    Basın yapılan onur kırıcı uygulamayı açıkça eleştirmeye başlamıştı. Bir bağışlama yasası çıkarılmış, siyasal tutuklular salıverilmişken, onların böyle bileklerinde kelepçeyle oradan oraya dolaştırılmaları kınanıyordu.
    Ama yazılanların bir yararı olmadı. 14 Ekim 1928'de Nâzım ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar.
    Önceki yargılanmalarından gerekli bilgilerin, belgelerin toplanması biraz sürdü. Ancak 4 Kasım 1928'de başlayan duruşmaları 23 Aralık 1928'de sona erdi.
    çııÖÖçşAnkara Ağır Ceza Mahkemesi, Nâzım Hikmet'in İstiklal Mahkemesi'nce verilip bağışlama yasasıyla kaldırılan 15 yıllık cezasına dayanak olan belgeleri ele alarak nerdeyse yeni bir yargılama yaptı.
    Sonuçta tutuklanma tarihlerine göre, ikisinin de önceki sonraki, bağışlanmış bağışlanmamış bütün cezalardan kurtuldukları anlaşıldı. Böylece, serbest bırakılmalarına, yüzlerine karşı, oy birliğiyle karar verildi.
    Ankara'daki dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun Halkevi'nde çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi önerileri benimsemeyerek İstanbul'da Zekeriya Sertel'in çıkardığı 'Resimli Ay' dergisinin yazı kadrosuna katıldı.
    Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. 'Putları Yıkıyoruz' başlığı altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde Abdülhak Hâmit, Mehmet Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük yankılar uyandırdı.
    Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı kitabı ise büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile Si-Ya-U, ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi.
    Temmuz 1930'da 'Salkımsöğüt' ile 'Bahri Hazer' şiirleri şairin kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti.

    1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde 'bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği' savıyla mahkemeye verildi.
    6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, Türk Ceza Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu.
    Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi:
    'İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.'
    Bundan sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış amaçlarını açıklayan şair, bir yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin mahkemeye vermesi gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı olduğunu rakamlarla açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın durumundan söz etmek suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi.
    Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek,
    'Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim,' dedi.
    Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye'nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını,
    'İddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz,' diye bitirdi.
    Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi.
    Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.

    1932'de Nâzım Hikmet'in Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33 sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi'de (sonradan İstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye kondu.
    Benerci Kendini Niçin Öldürdü? 'de Sühulet Kütüpanesi'nce yakında yayımlanacağı duyurulan Gece Gelen Telgraf nedense 1933 yılı başında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi'nce yayımlandı. Kitabın kapağı ile üçüncü sayfasında 1932 tarihi vardı, ama sondaki beş şiirin altına 1933 tarihi konmuştu. Anlaşılan bu kitap basıma hazırlanırken birtakım tedirginlikler yaşanmıştı.
    Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava açıldı. Birini 5 Mart 1933'te kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, 'halkı rejim aleyhine kışkırtmak'tan, sırasıyla yazar Nâzım Hikmet'e, yayımcı Ahmet Halit'e, basımevi sahibi Ali Beye karşı; öbürünü ise, 9 Mayıs 1933'te, yapıtta yer alan 'Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye' adlı yergide 'kendisine ve pederine hakaret ettiği' gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e karşı açmışlardı.
    Oysa şair Gece Gelen Telgraf toplandıktan iki hafta kadar sonra, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa, Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış, bu arada öbür davalarının duruşmalarında bulunmuş, ama arkasından, yargılanmak üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti.
    İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi.

    Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. Oysa Nâzım Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul'a geldi.
    çııÖÖçş1930'da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiği halde kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935'te evlendi.
    Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmişti: Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik...
    Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordu.
    Geçimini sağlamak için 'Akşam' gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelerde tefrika edilmek üzere romanlar yazdı.
    Bir yandan da İpek Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı.
    1935'te Taranta Babu'ya Mektuplar adlı şiir kitabını yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi'de sahneye kondu.
    1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi yayımlandı.
    II. Dünya Savaşı öncesinde sağcı ve solcu yazarlar arasındaki gerginlik son haddine varmıştı. Basın organlarında karşılıklı suçlamalar birbirini izliyordu. 1936 sonunda bildiri dağıtmak suçlamasıyla on iki kişiyle birlikte gene tutuklanan Nâzım Hikmet, 1937 nisanında duruşmaların tutuksuz yapılmasına karar verilmesi üzerine serbest bırakıldı. Bu davadan beraat etmesinden kısa bir süre sonra ise, İpek Sineması'nda resmi giysili bir Harp Okulu öğrencisinin kendisiyle konuşmaya çalışması üzerine, bir provokasyonla karşı karşıya olduğuna kesinlikle inanan şair, Emniyet Birinci Şube'ye telefon ederek: 'Yapmayın, ben burda çocuklarımın ekmek parası için didinip duruyorum, siz hâlâ benim peşimdesiniz! ' gibi sözler etti.
    Aynı öğrenci bir süre sonra evine geldi. Birtakım sorular soran bu genci şair ayaküstü verdiği CHP politikasına uygun yanıtlarla başından savdı.

    17 Ocak 1938 gecesi akrabası olan Celâleddin Ezine'nin evinde otururlarken gelen polislerce tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesi'nde bekletildikten sonra, Nâzım Hikmet Ankara'ya Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne gönderildi. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu bu dava, 29 Mart 1938'de 'askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik' suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs 1938'de temyiz bu cezayı onayladıktan sonra, Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne getirildi, kısa bir süre sonra da, haziran ayı sonlarına doğru, Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler onu alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı.
    Bu kez de Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde yargılanacaktı. 10 Ağustos 1938 günü başlayan davada, on dokuz gün sonra, 29 Ağustos 1938'de, 'askeri isyana teşvik'ten, 20 yıl ağır hapse mahkûm oldu. İki cezası birleştirilince 35 yıl tutuyordu. Mahkeme bunu çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağladı.
    29 Aralık 1938'de, Askeri Yargıtay'dan gelen onay, son umutları da boşa çıkardı.
    1 Eylül 1938'de İstanbul Tevkifhanesi'ne, 1940 şubatında Çankırı Cezaevi'ne, aynı yıl aralık ayında da Bursa Cezaevi'ne gönderildi.
    Bu cezaevlerinde toplam 12 yıl kalan Nâzım Hikmet yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli olarak şiir yazdı.
    Cezaevlerinde tanıştığı, Türk halkının güç koşullar altında yaşayan, yoksul, acılı kişileriyle dostluklar kurdu. Dört Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri; Piraye'ye Rubailer; Memleketimden İnsan Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf ile Menofis gibi yapıtlarını bu insanlara okuyup eleştirilerini aldı.
    İkinci Dünya Savaşı sona erince, 1946 başlarında, siyasal havanın görece yumuşadığı düşüncesiyle, suçsuz olduğunu belirterek, yapılan 'adli hata'nın düzeltilmesi için, daha önce de birkaç kez yaptığı gibi, Büyük Millet Meclisi'ne bir dilekçe ile başvurduysa da bundan bir sonuç elde edemedi.
    1949 ortalarına doğru Ahmet Emin Yalman'ın 'Vatan' gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve gazetenin avukatı Mehmet Ali Sebük'e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda, kamuoyunda Nâzım Hikmet'in bir 'adli hata' yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı. Ankara'da avukatlar, İstanbul'da aydınlar topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanına başvurdular. Yurt dışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Bu arada Birleşmiş Milletler Örgütü'nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950'de Nâzım Hikmet'in serbest bırakılması dileğiyle Büyük Millet Meclisi başkanına, milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi.
    çııÖÖçşBütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gören Nâzım Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı.
    Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara'dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul'a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi'ne yatırıldı.
    Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara'ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet'e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim'le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen'le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran'la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını, ertesi gün de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu.
    Nâzım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.

    'Vatan'daki yazılarıyla ortada bir 'adli hata' olduğunu açıkça kanıtlamış bulunan Mehmet Ali Sebük, bütün ilgililerle olduğu gibi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile de çok olumlu geçen bir konuşma yaptı.
    Artık her şey işin ne yolla çözüleceğini beklemeye kalmış gibi görünüyordu.

    Nâzım açlık grevini erteleyince Cerrahpaşa Hastanesi'nde muayeneden geçirilip sağlıklı olduğu saptanarak önce eşyalarını almak üzere Sultanahmet Cezaevi'ne, oradan da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.

    Ne var ki Cerrahpaşa Hastanesi'nin verdiği rapor yeterince açık değildi. Şairin sağlık durumu açısından serbest bırakılmasına karar verilemiyordu.
    On gün kadar bekledikten sonra, Mehmet Ali Sebük, 22 Nisan 1950'de, Adalet Bakanlığı'na bir dilekçe vererek Nâzım Hikmet'in serbest bırakılıp bırakılmayacağını sormak gereğini duydu. Ne bekleniyordu?
    İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Cezaevi doktorunun, Bursa Hastanesi doktorlarının, Cerrahpaşa Hastanesi doktorlarının verdikleri raporları tutarlı görmeyerek Adli Tıp Meclisi'ne göndermişti. Adli Tıp Meclisi'nden gelen yanıt şöyleydi:
    'Üç ay müddetle bir hastanede tedavisine devam edilmesi ve bu müddetin sonunda alınacak neticeye göre muamele ifası lüzumlu görülmüştür.'
    Ama bu rapora bile uyulmuyordu. Günler Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde beklemekle geçiyordu. Hiçbir şey yapıldığı yoktu.

    2 Mayıs 1950 sabahı Nâzım Hikmet yeniden açlık grevine başladı. Vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu hem ilgililere durumu bildiren bir dilekçe yazdı, hem de Ankara'ya giderek Adalet Bakanı'yla görüştü.
    Şair bu kez ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar grevi sürdürmeye kararlıydı. Günde dört beş bardak su ile bol bol sigara içiyor, ama hiçbir şey yemiyordu. İlk üç sabah cezaevi bahçesinde beden hareketleri yapmış, gün boyunca gazete, kitap okumuştu. Dördüncü günden sonra ise iyice bitkinleştiği, yataktan çıkmak, konuşmak bile istemediği görüldü.
    9 Mayıs 1950 günü cezaevinden ambulansla Adli Tıp Müdürlüğü'ne götürüldü. Üç saat süren bir muayene sonucu doktorlar tam teşekküllü bir hastanede gözetim altında kalması gerektiğine karar verdiler. Cerrahpaşa Hastanesi'nde tek kişilik bir odaya yatırılmak istendi. Ama Nâzım Hikmet'in, 'Ben kobay değilim, hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum. Greve cezaevinde devam edeceğim,' diye diretmesi üzerine, hastane yetkilileri bu isteği bir tutanakla saptayıp imzasını aldılar. Gene Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.

    Bu arada, yurt içinde, yurt dışında, gösteriler, toplantılar birbirini izliyor, bildiriler dağıtılıyor, olaylar yaşanıyor, imzalar toplanıyor, 'Nâzım Hikmet' adında iki sayfalık bir gazete çıkarılıyor, ilgililere sürekli mektuplar yazılıyordu.

    Nâzım Hikmet açlık grevinin on ikinci gününde sekiz kilo kaybetmiş, çok kötü duruma düşmüştü. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi Kliniği'ne kaldırılarak kendisine serum takıldı. Daha sonra da Verem Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya yatırıldı.
    On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının 'tıbbi müdahalelerle' uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların yönünü birdenbire değiştiriverdi.
    Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e telgraflar, mektuplar yağmaya başladı.

    çııÖÖçşAçlık grevini sürdürüyordu, ama Büyük Millet Meclisi beklenen genel bağışlama yasasını görüşmeden tatile girmişti.
    14 Mayıs 1950'de ise yeniden seçim yapılacaktı.
    Seçimlerin sonucu alınıp yeni hükümet kurulana kadar greve ara vermeliydi.
    Yüzlerce telgrafın, mektubun yanı sıra, topluca imzalanmış dilekçeler de geliyordu.
    Nâzım Hikmet 19 Mayıs 1950 Cuma günü saat 17:03'te, kendisine gelen mektupları coşkuyla okuyan vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu'na, açlık grevine son verdiğini bildirdi.

    Çok hırpalanmıştı. Hastanede doktorların yakın denetimi altında bile sağlığının düzelmesi oldukça uzun sürdü. Serbest bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın bir süre Cerrahpaşa Hastanesi'nde kaldı.

    14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı bağışlama yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım Hikmet'in bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuşmalar yapıldı.
    Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doğrudan bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12 yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu.
    15 Temmuz 1950'de, Cerrahpaşa Hastanesi'nde, artık serbest olduğu kendisine avukatlarınca bildirildi.

    Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken görüşmeci gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık olmuştu.
    Cezaevinden çıkınca karısı Piraye'den ayrıldı.
    Kadıköy'de, önce annesinin Cevizlik'teki evinde, sonra bir apartman katında Münevver Hanımla yaşamaya başladı. Gene İpek Film Stüdyosu'nda çalışıyordu.
    26 Mart 1951'de, bir oğulları oldu. Adını Mehmet koydular.

    Gerçi cezaevinden çıkmıştı, ama polisçe sürekli izleniyordu. Evinin önünde hep bir cip bekliyor, nereye gitse polisler de arkasından geliyorlardı. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağını bulamayacağı anlaşılıyordu. Kuvâyi Milliye'nin yayın hakkını alan bir yayınevi çıkmışsa da, kitap bir türlü yayımlanmıyordu.
    Bu sırada Kadıköy Askerlik Şubesi'ne çağrıldı. Askerliğini yapmamış olduğu, hemen sevkedilmesi gerektiği bildirildi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiğini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı.
    Birkaç ay sonra tekrar şubeye çağrılarak kendisine Sivas'ın Zârâ ilçesine gitmeye hazırlanması söylendi. İsteği üzerine Haydarpaşa Hastanesi Sağlık Kurulu'na gönderildi. Kurula on ay önce Cerrahpaşa Hastanesi'nden aldığı, kalbinden, ciğerlerinden rahatsız olduğunu gösteren raporları sunduysa da askerliğini engelleyecek bir durumu olmadığı kararına varıldı.
    Bu arada bir doktor kulağına bu işin sonunu iyi görmediğini fısıldadı. Şubeden hazırlıklarını yapmak için bir haftalık izin aldı.

    17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20 Haziran 1951'de Romanya'ya vardığı Bükreş Radyosu'ndan öğrenildi.
    Sonradan yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılmış, Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gitmişti.
    Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
    Münevver Hanım ile oğlu Mehmet ise polisçe yakından izlenmeye devam edildiler. Yurt dışına çıkmalarına ise kesinlikle izin verilmedi.

    Dışarda birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet büyük bir ün kazandı. Yapıtları çeşitli dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı.
    Ama gittiği ülkenin artık gençliğindeki o coşkulu, geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği olmadığını kısa sürede anlamıştı. Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, 'Bilmem, nicedir görmedik,' yanıtını alıyordu.
    Şiirlerinin çevirilerinde anlamı değiştiren yanlışlar bulunması canını sıkmaktaydı.
    Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e dönük içi boş, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını söylemesi uyarılmasına neden olmuştu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir.
    Moskova'ya 1951 temmuzunda ulaşan Nâzım Hikmet, ağustosta, Fadeyev'le birlikte, Berlin'de Dünya Gençlik Festivali'ne katıldı. çııÖÖçş


    Eylül'de Bulgaristan'a gitti. Orada Fahri Erdinç'le, cezaevi arkadaşı Betoven Hasan'la karşılaştı. Türklerin köylerini dolaştı, sorunlarını dinledi, bol bol Türkçe konuştu.
    1-6 Aralık 1951'de, gene Fadeyev'le Viyana'da yapılan Dünya Barış Kongresi'ne gittiler. Orada Aragon'la, Frédéric Joliot-Curie'yle tanıştı, öldüğünü sandığı, KUTV'dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U) ile karşılaştı.
    Arkasından Prag'a giderek Uluslararası Barış Ödülü aldı.
    Sovyetler Birliği'nin desteklediği Dünya Barış Konseyi'nin etkinliklerinde önemli bir rol oynamaya başlamıştı.
    25 Haziran 1952'de Asyalı üyelerin toplantısına katılmak üzere Pekin'de; 1-5 Temmuz 1952'de Kore Savaşı'na karşı bir toplantıya katılmak üzere Berlin'deydi. Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaşa Türk hükümetinin asker göndermesini kınıyor, Kore'de halkımızın Amerikalılar için kan dökmesine neden olanlara karşı konuşmalar yapıyordu.
    5 Ekim 1952'de bir barış toplantısı için gene Viyana'ya gitti. Bu toplantının açılış konuşmasını yaptı.
    12-19 Aralık 1952 tarihleri arasında ise bir kez daha Viyana'da bir araya gelindi. Bu çok büyük toplantıda seksen üç ülkeden 1700 delege vardı. Burada açılış konuşmasını yapan Frédéric Joliot-Curie'den, Aragon'dan başka, Jean-Paul Sartre, Pablo Neruda, Diego Rivera, Arnold Zweig da vardı.
    1952 yılı sonunda Nâzım Hikmet artık Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosundaydı. Çok çeşitli kentlerde toplantılara katılıyor, bu arada Varşova'ya da gidiyordu. Polonyalılarla arası son derece iyiydi. Elinde belirli bir ülkenin vatandaşı olarak sürekli bir pasaportu bulunmadığını gören, ayrıca büyük dedesi yoluyla Polonyalı Borzenski ailesinden geldiğini öğrenen dostları, ona bir Polonya pasaportu çıkardılar. Böylece Nâzım Hikmet büyük dedesinin soyadıyla Polonya vatandaşlığına kabul edilmiş oldu: Nâzım Hikmet Borzenski.

    Dünya Barış Konseyi'nin eylemleri aralıksız sürüyor, gittikçe daha büyük kalabalıkların ilgisini çekiyordu.
    22-29 Haziran 1955'te Helsinki'de yapılan Dünya Barış Toplantısı'na doksan ülkeden 2000 delege geldi. Nâzım Hikmet bu toplantıda Türk delegesi olarak söz aldı. Toplantı sonunda bir kez daha Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosuna seçildi.
    6 Ağustos 1955'te Japonya'nın Hiroşima kentinde öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediği Dünya Barış Konferansı ise soğuk savaş çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi değildi. Hiroşima'ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümüydü. Nükleer araştırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Nâzım Hikmet bu toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük şairlerinden biri olarak alkışlandı.
    1956'da, sekiz ay kadar, 'özgürlükçü komünizmin örneği' olarak gördüğü Polonya'da kaldı, öbür toplumsalcı ülkelere oradan gidip geldi. Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosunda olması sürekli yolculuklara çıkmasını gerektiriyordu.
    Sovyetler Birliği'nin soğuk savaş adına ağırlık verdiği barış propagandası (ki karşıtları buna barış saldırısı diyorlardı) tartışılamayacak bir doğruya dayandığı için, Nâzım Hikmet'in büyük bir içtenlikle katıldığı bir etkinlik olmuştu. Böyle bir propagandaya siyasal kaygılarla girişilmese de, onun bir şair olarak şiirlerinde aynı propagandayı yapacağı, barışı savunacağı kuşku duyulamayacak bir gerçekti. Katıldığı toplantılarda, yaptığı konuşmalarda kendi düşüncelerini söyledi. Bir propagandacı değil, içtenlikle duygularını ortaya vuran bir şair olarak görüldü.
    Bu yıllarda yazdığı savaş karşıtı, nükleer silahlar karşıtı şiirleri bestelenerek, Paul Robeson gibi Pete Seeger gibi dünyaca ünlü şarkıcılarca söylendi.

    Nâzım Hikmet Sovyetler Birliği'nde komünizmin geçirdiği gelişmelerden, proletarya adına başlatılan diktatörlüğün bir kişi diktatörlüğüne dönüşmesinden çok tedirgin olmuştu. Düşüncelerini açık açık söylemekten çekiniyor, susuyor, zor durumda kalırsa başına bir şey gelmemesi için inanmadığı sözler ediyor, ama yeri geldikçe güvendiği arkadaşlarına bu tedirginliğini yumuşak bir dille aktarıyordu.
    Örnekse, 1951 yılında, İlya Ehrenburg'a şöyle demişti:
    'Stalin Yoldaş'a büyük bir saygım var, ama onu güneşe benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum, bu yalnız kötü şiir değil, kötü duyarlık.'
    Aslında bir konuk olarak bulunduğu Sovyetler Birliği'nde Stalin'den korkmaması olanaksızdı. Ayrıca çevresindeki katı komünistlerin tepkilerinden de çekiniyordu. Özgürlükçü davranışları, birtakım uygulamaları eleştirişi zaten göze batmakta, arada bir yakınlarınca uyarılmaktaydı. Bir iki kez de sorumlu kişilerce uyarılmıştı. Kulağına, disiplinsiz davranışlarını sürdürürse, yemeklerine katılan ilaçlarla yavaş yavaş zehirlenebileceği, ya da bir kazaya kurban gidebileceği gibi dedikodular da geliyordu.
    5 Mart 1953'te Stalin ölünce Yazarlar Birliği önde gelen şairlerden bu acı olayı yansıtan şiirler yazmalarını istedi.
    Nâzım Hikmet de bir şiir yazdı, ama Stalin'i her şeyin üstüne çıkarıp tek başına putlaştırmayan, Marx, Engels, Lenin'le birlikte, devrimin içindeki yerine koyarak anan bu şiir, sonuçta halkın birliğinin önemini vurguluyordu.
    çııÖÖçş1956 martındaki Yirminci Kongre'de, Kruşçev'in inanılmaz açıklamalarıyla Stalin'in cinayetleri ortaya döküldüğünde ise, Nâzım Hikmet, bunu Lenin'in geri dönüşü olarak değerlendiren 'Yirminci Kongre' adlı şiirini yazdı.

    1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdi. 3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda dinlendi.
    1957'den sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği'nin doğudaki ülkelerine yolculuklar yapmaya başladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe konuşan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden çok rahatsız oldu.

    Stalin döneminin ağır bir eleştirisi olan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? adlı oyunu, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu'nda sahneye kondu. Bir tek gece oynandıktan sonra yasaklandı. Bu olay Nâzım Hikmet'i çok üzdü. Bayağı bunalıma girdi. İntihar etmeyi bile düşündü. Moskova'da Stalin döneminin baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler, özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyorlardı.
    Ama bu oyun daha sonra başka tiyatrolarda, Riga'da, Çekoslovakya'da, Bulgaristan'da vb sahnelendi.

    Nâzım Hikmet 1958 mayısını Dino'larla birlikte, Münevver Andaç'ın genç kızlık yıllarının kenti Paris'te, ona gönderme yapan şiirler yazarak geçirdi. Cezaevindeyken yazdığı şiirlerde onu andığı gibi 'Gülüm' diyordu, 'Paris'te kimi gördün? ' sorusunu, 'Genç kızlığını Mimi'nin,' diye yanıtlıyordu. Oysa 1955 yılı sonlarından beri yeni bir sevda fırtınası yaşamaktaydı. Vera Tulyakova adında genç bir kadına âşık olmuş, onu Moskova'da bırakarak gelmişti. 'Sensiz Paris' derken kimin özlemini çektiğini anlamak kolay değildi.
    Nâzım Hikmet 1958 haziranında ise Leipzig'e giderek Bizim Radyo'da çalışan Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel'le buluştu. Türkiye'den tanıdığı insanlarla bir araya gelmek ondaki dinmek bilmez memleket özleminin acısını biraz olsun hafifletiyordu.
    Münevver ile Mehmet'i İstanbul'da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıl olmuştu. Oğlu fotoğraflarda büyüyordu. Ülkesinin insanlarıyla buluşmak onlarla buluşmak gibiydi.

    Ama Türkiye'den ayrıldığı 1951 haziranından beri karısına duyduğu ardı arkası kesilmez özlem, Nâzım Hikmet'in başka kadınlarla ilişki kurmasına engel olmamıştı.
    1952'de göğsündeki ağrılar yüzünden yatırıldığı Barvikha Sanatoryumu'nda üç ay kadar kalmış, burada kendisine âşık olan Galina Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duymuştu. Hastaneden çıkınca birlikte yaşamaya karar vermelerini Yazarlar Birliği'nin de uygun görmesiyle, Dr. Galina şairin özel doktoru olarak görevlendirilmişti.
    Bu özel doktor gece gündüz Nâzım Hikmet'le ilgileniyor, evini çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor, dinlenmesini ayarlıyor, yolculuklara birlikte gidiyordu. Şair yıllarca süren bu yakın ilginin birkaç kez kendisini ölümden döndürdüğünü söylerdi.
    Dr. Galina onun evli olduğunu, karısını sevdiğini biliyordu. Münevver Andaç'ın çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iş olursa şairi karısına bırakıp köşesine çekilecekti. Ama bambaşka bir olay yaşandı.

    1955 yılı sonlarına doğru, Soyuz Multifilm Enstitüsü'nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet'i görmeye gelen Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcı vardı.
    Bursa'da 1948 yılı sonunda yaşanan olay bir çırpıda tekrarlanıverdi. Şair gene yaşamında 'ilk defa' âşık oluyordu. Ama bu kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl sonra öğrenecekti.
    Elinde çikolatalar, çiçeklerle, Arnavut giysileri konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü'ne sık sık gitmeye başladı.
    Sevdalandığı genç kadının savaşta ölmüş olan babasından altı yaş daha büyüktü.
    Çevrelerindekilerin başlangıçta bir şakalaşma gibi baktıkları ilişki gittikçe ciddileşiyordu.
    Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiği ağır zatürree Nâzım Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı.
    3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, dokuz ay, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda sağlığına kavuşmayı beklerken gene de aklı hep Moskova'daydı.
    Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu işi daha ileri götürmek istemediğini, dönüşte ilişkilerini sona erdirmeleri gerektiğini söylemişti, ama tam tersi oldu.
    27 Temmuz 1957'de Moskova'da buluşur buluşmaz hemen bir ortak iş yaratıp Sevdalı Bulut'un senaryosu üstünde birlikte çalışmaya başladılar. Senaryo kabul edilince arkasından filmin çekimi sırasındaki beraberlik geldi.
    Ama Nâzım Hikmet yolculukları yüzünden ikide bir Moskova'dan ayrılmak zorunda kalıyordu. 1957 yılı sonunda bir ay Bakû'deydi, 1958 ocağından nisanına kadar Varşova'da, Mayısta Paris'te, haziranda Leipzig'deydi çııÖÖçşAğustos sonunda Moskova'ya dönünce Vera Tulyakova'ya birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960 başında Yermalova Tiyatrosu'nda sahnelenirken, ikisi de artık yaşamlarını birleştirmeye karar vermişlerdi.
    Nikâhlı olmadıkları için, Nâzım Hikmet'in, Münevver Andaç'tan boşanması herhangi bir işlem gerektirmiyordu. Sekiz yıldır birlikte olduğu Dr. Galina'ya ise Peredelkino'daki daçasını, 1957 model Volga limusin otomobilini, eşyalarını, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitaplarını, tablolarını, her şeysini, noterde kâğıt imzalayarak devretti. Kendisine yalnızca Moskova'daki apartman dairesini bırakmıştı.
    Bunun üzerine Vera Tulyakova'yla birlikte Bakû'ye gidip Kafkaslar'ın kuzeyindeki bir tatil merkezi olan Kislovodsk'ta üç ay baş başa kaldılar. Nâzım Hikmet çok mutluydu, ama her an da bu mutluluğu yitireceğinin korkusuyla tedirgindi. Gittikçe daha fazla kıskanmaya başladığı genç kadınla evlenmek, onu kendisine bağlamak istiyordu.
    Yoksa geçirdiği kıskançlık bunalımları hiç sona ermeyecekti.
    Moskova'ya dönüşlerinden bir süre sonra Vera Tulyakova kocasından ayrıldı, ama kızını babasına bırakmak zorunda kaldı.
    18 Kasım 1960'ta Nâzım'la genç kadın nikâhlandılar.

    Münevver Andaç ile Mehmet konusunda ne düşüneceğini Nâzım Hikmet de pek bilemiyor, örnekse 17 Temmuz 1959'da, Vera Tulyakova'yla diz dize çalışırlarken, 'İki Sevda' adlı şiirine, 'Bir gönülde iki sevda olamaz / yalan / olabilir' diye başlıyordu.

    1961 nisanında şair Paris'e ikinci kez gittiğinde yanında karısı Vera da vardı. Bu yolculuk bir balayı niteliğindeydi. Paris'te kırk gün kaldılar.
    Mayısta Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti.

    Paris'ten ayrılmadan önce, İtalya'nın Barış Konseyi delegelerinden Joyce Salvadori Lussu ile karşılaşmıştı. 1958 haziranında Stockholm'de yapılan Barış Konferansı'nda tanıştığı Lussu, onun aşk şiirlerine hayran olmuştu, ama, Piraye ile Vera'yı bilmiyor, bütün bu şiirleri Türkiye'den dışarı bırakılmayan karısı için yazdığını sanıyordu.
    1960 haziranında İstanbul'a gidince Münevver Andaç'la tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduğu, iki çocuğuyla tek başına verdiği yaşam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiği, pek beğendiği bu kadını çocuklarıyla birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu.
    İtalyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca başka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi düşünüyordu.
    Paris'te Nâzım Hikmet'le karşılaştığında söyledi ona karısıyla çocuğunu Türkiye'den kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı.

    1961 temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar.

    Ağustos başında Münevver Andaç, Renan, Mehmet Polonya'daydılar.
    Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü.
    Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, Nâzım evlendiğini ona yazmıştı, ama kocası olarak gördüğü kişinin başka bir kadınla evlendiğini yeni öğrenmiş gibi davranmayı içine düştüğü durum açısından daha uygun buldu. Son zamanlardaki mektuplaşmalarında birtakım tatsızlıklar yaşamışlardı.
    Münevver kocasının Moskova'da yıllardır bir kadın doktorla birlikte oturduğunu da biliyordu.
    Nâzım ise İstanbul'dan gönderilen bir mektupla karısının kendisini aldattığı yolunda uyarılmıştı. Buna inanmak duyduğu vicdan azabını biraz olsun azaltıyordu. Tıpkı Piraye'den ayrılmaya kalktığı günlerde yaptığı gibi, hem yaşamına, hem de şiirlerine karşı ağır bir suçluluk duygusu içinde, sarılacak bir dal araması çok doğaldı.
    Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu.
    Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu.
    Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek Moskova'ya götürmemeye karar verdi.
    Bir daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu.

    Nâzım Hikmet 1961 eylülünde Berlin'deydi. Ayın 11'inde yazdığı 'Otobiyografi'sinde, 'sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım / şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile / aldattım kadınlarımı / konuşmadım arkasından dostlarımın' diyordu.

    1962 ocağında Kruşçev'in aracılığıyla Nâzım Hikmet'e Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Şubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika Yazarlar Birliği Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittiler. Sovyetler'le gerginlik içinde olan Çinliler'in Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımadığı için, Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nâzım Hikmet'e itiraz etmeleri, şairin diliyle, varlığıyla nasıl Türkiye'ye bağlı olduğunu anlatan bir konuşma yapmasına neden oldu. Ayakta alkışlanan bu konuşma onun kongreye başkan seçilmesini sağladı.
    Nâzım Hikmet sağlığının gittikçe bozulmasına karşın, 1962 yılında Prag, Berlin, Leipzig, Bükreş'te yapılan toplantılara katılmaktan geri durmadı.
    1962 kasımında Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek için İtalya'ya gittiler: Milano, Floransa, Roma. Oradan, yeni yılı Dino'larla birlikte karşılamaya, Paris'e geçtiler.
    Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı şair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı alışveriş olanaklarıyla mutlu etti.
    4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydılar.

    1963 şubatında Nâzım Hikmet Asya ve Afrika yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katıldı.

    Martta, nisanda Berlin'deydi.
    Nisan sonunda Moskova'ya dönünce 'Cenaze Merasimim' adlı şiirini yazdı.
    Mayısta, oturdukları apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir daçada kaldılar.

    Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3 Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde öldü.
    Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • grup kızılırmak12.08.2007 - 18:42

    KIZILIRMAK


    Silâh ve şarkı
    ben bütün karanlıkları bunlarla yendim
    doğacak çocuğumun kanında esen
    emekçi karımın dimdik bakışlarında
    ve çetelerin sipsivri uykusuzluğu
    silâh ve şark


    benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyin
    ışıklı nehirler büyütür silâh seslerim tankaranlığında
    yekinir yürür orman
    yekinir yürür toprak
    yekinir yürür kalabalıklar
    ve der ki kitabın ortayerinde
    bütün ırmakları dünyanın
    kızılırmaktan geçer


    vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
    geçin sıcak ırmakları kuşlarım
    kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım


    açtım kırkıncı kapıyı
    gördüm ki atın önünde et
    titrer biryerleri zamanın
    kırdım kırkıncı kapıyı
    gördüm ki itin önünde ot
    ürperip durur hiç olmalardan
    şakıdı kuş
    yarıldı nar
    delirdi ateş
    ve başladı uğul uğul uğuldamağa
    bütün ırmakları dünyanın
    kızılırmak
    kızılırmak

    güneşin ortasında insanlar kımıldaşır
    ve der ki şakıyan kuş
    yarılan nar
    deliren ateş:
    zaman akıyor
    omuzlarında kalabalık nalkırıklarıyla
    anasonlu duyarlığında general nargilelerin
    bir damla kankurusu çok eski savaşlardan
    belki silâhların çürümedik biryerlerinde
    belki pişman bir ağzın acıyarak anlattıkları
    aşka benzer bir karışık kıtlık direnci
    boyunları kafataslı saray kahramanları
    yığınlara vatan diye kalan yoksunluk



    ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı!


    yıkık bir ud tiryakiliği antika cumbalarda
    kanaryalarında berberli bezginliği burjuvalığın
    bir polis burnu belki - dağdaki çarıksızın çarıksızlığı
    bir büyük vurgun düzeni - belki de bir lavrens
    vurgunun soygunu nevyork'ta döllediği
    bir kucak sakal sanmak belki de marks'ı
    toprakları denizleri insanları ingilizlemek
    silâhlarla beklemek sömürge sofralarını
    vaşington ağalarının pilâtin dişlerine
    taze bir kan gibisine gerinir güneşlerde
    saklar genişliğini şarapçasına
    altun tepsilerde çok büyük ölür yürek
    çok büyük hıncı kalır mayonezli kirenaların


    yanyana
    birsofrada
    sanfransisko ve c.i.a.
    yâni çuval ve mızrak
    notrdam'ın kargalarının güldüğü



    sakalları incili hümanizma satıcıları
    halep pazarlarından gecikmiş bir ikindi
    kışlalar öğlesonları asurbanipal
    bir böcek ölüsünün geceyi kemirdiği
    tektanrılı çokyataklı ve çok çok acımaklı
    ikindi parklarında köpek ve kıral
    altun ve brovningin karanlık egemenliği


    konuşun soytarılar
    çalgılar susun
    daha bitmedi açlar
    salınır o eski sularda cüzzam yalnızlığı kirliliklerin
    gözün gözü sömürdüğü topraklarda ayıp ve kara
    şimdi çoktaaan terekesi o serüven kahramanlığın
    o bezirgan mutluluk balık tutar şimdi mor kuytularda


    ne de çok özlemişiz gökyüzünü kirşiz sevmeyi

    kırdım kırkıncı kapıyı
    kandım o pınarlardan
    başladı ugul uğul uğuldamağa
    bütün ırmakları dünyanın
    kızılırmak
    kızılırmak


    Sen ne cömert topraklarsın ey ortadoğu
    sen ne çok soyulansın ve hiç uyanmıyansın


    akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında
    kuytuların kuytularda ölüme döllenmesi
    sevişmenin soyutluğu ve çamurluğu
    duaların çamurluğu ve soyutluğu
    gökyüzüne insanca bakamamak
    yâni hiçbir şey
    yâni utanç ve lavanta
    yâni mum
    çoktespihli bir ebabil ki uzar çöllerde
    uzatır baltazar bayramlarını petrol petrol
    uzatır köleliği âmin âmin
    çeşmelerinden hâlâ şehname akan
    şahlı seccadelerde acem ve anka
    mezarlık toprak reformu - kölelerin eşelendiği
    keskin bir ingiliz burnu - de ki abadan
    ya da bir şah ve allah ve dolar üçlemesi
    saat tam onikiye beş kala

    akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında
    soyubitmiş balıkların akvaryum bezginliği
    bir dilim ay
    bir lokma arap
    - gölgesini güneşten bile esirgeyen -
    ve şakkulkamer bedeviliği
    yâni utanç ve lavanta
    yâni kirli ve kaçak
    yâni mum
    kalçaları, kadın pazarlarının - yok başka
    karanlık vatanseverliği kaçakçılığın - yok başka
    general nargilelerin madalya törenleri
    ve şeytan taşlaması petrol kırallarının - yok başka
    ezik ve utangaç
    bilgiç ve yoz
    mum
    yâni demek istiyorum ki
    sadakalı sosyalizm soytarılığı


    konuşun soytarılar
    çalgılar susun
    bekler güzel yarınlarını bu tutsak toprakların
    çetelerin o sipsivri uykusuzluğu


    akdeniz'de mor bir deniz burjuva gitarlarında
    neyin neye düşman olduğu belki de hiç bilinmeyen
    hergece bir düşük, sam radyosunda
    hersabah bir komik âdem
    bir hacıyatmaz
    ve komünistli bir kıralistan yunanistan'da

    hacının develeri gevişirken ay altında ortadoğu'da
    petrol ve çelik kırallarının gölgesinde bir istanbul akşamı
    bizans ve kirli
    türk ve yoksul
    ve mâcun
    allaha ve devlete ve bilcümle gölgelere dualar eyliyerek
    biryanı yangın yıkım
    biryanı yoksul yetim
    biryanı dökülür pul pul
    deniz
    altun
    ve kristal karışımı halinde bir istanbul
    uyanır köprüaltı uykularında


    elektıronik müzikli bir hicazkâr ud
    ve kızıl çağrısı açlığın
    o devletli tekliğinin kabuğunda bir hamal Ortadoğulu
    sıla çalgını da
    vatan yoksulu
    allaha inanır arapça
    yoksulluk çeker türkçe
    ve denizi sever çocukça
    oraları söyler durmadan
    oralarda yaşar bıkmadan
    oralarda ölür istanbullarda


    kaktüs kemirenlerinden biri midir brezilya'nın
    yoksa nil'e tapan ve aç yatan bir fellah mıdır
    kimbilir belki de rio'lu bir gecekondulu
    insan nerde başlar belli değil ki
    istanbulsuz gibi yaşıyarak istanbul'u
    vatansızlığını vatan diye güzelim gün ortasında
    elektıronik müzikli bir hicazkâr ud
    develeşip develeşip dönüşmesi gökdelenlere
    yanki go hom'lu bir miting alaturka
    betonarme balkonlarında emperyalizmin
    ve kasıklarında maydarling amerika
    yâni bütün devrimcilerin konakladığı
    en çok özlediklerine düşman yaşıyan
    bir gecikmiş kıral ve özgür köle
    sürüyerek zincirlerini kaldırımlarda
    ana avrat söverek soluna sosyalistine
    ve bir somun ekmek kaldırımlarda
    ve bir garip hamal kaldırımlarda
    ve bir vatanölüsü kaldırımlarda

    Ne bulmak içkilerde intiharlarda
    neye varmak birşeyleri durmadan çoğaltarak
    çiçek resimleri çizmek güneşli pencerelere
    ölüleri akreplerle çiyanlarla karıştırarak
    eski çamaşırları yenilemek dilencilerde
    bir eski oyuncaktan koca bir gençlik bulup çıkarmak

    kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz
    alı neden moru neden kırmızıyı kimbilir neden severiz


    bir kenti geri almak ve davul
    bir kenti geri vermek ve davul
    oynaşmak iskeletlerle altunlarla madalyalarla
    dedeleri gümüşlere altunlara atlara oranlamak
    bıkıp bıkıp yeniden başlamak sevişmelere
    kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz
    alı neden moru neden kırmızıyı neden severiz
    [kimbilir

    dal uyur daldasında yorgun dalların
    gece büyük büyük anlatır eskimişlerden
    su değil toprak değil
    de ki acımışlıklar
    de ki altun sözcükleri tükenmişliğin
    oturur direk direk
    götürür pazar pazar
    ne ki yaşamak?



    umduğum gel
    sevdiğim gel
    beklediğim gel
    gel benim
    kuşak kuşak
    yoluna kurban olduğum

    Kırmızböceğini tanır mısınız?

    güneşin kıyısında kırmızböcekleriyiz
    bir, maviye çalar türkülerimiz
    bir, kapkaraya
    kağnı uzaklığını bilir misiniz
    kırmızıbiber ve tuz
    bilir misiniz
    karlı karanlıkta yalnız
    yapayalnız
    ince ince ölmek
    bilir misiniz
    bugün bulgurun sonu
    yarına dur bakalım
    öbürgün allah kerim
    bilir misiniz
    toprağın boynu bükük
    eller umarsız
    ağam sen bilirsin
    bilir misiniz
    hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz
    ve işte atombombalarıyla korunur açlığımız


    işlemeli mendil ve kurşun
    harmanyeriyiz hey bre
    karakol kapısıyız
    imparatorluk kokar sefaletimiz
    soyula soyula çıplak
    güdüle güdüle sürü
    bütün halklar gibiyiz - biraz kuşdili
    biraz kahvefalı
    ve biraz da düş
    hapisâne avlusuyuz hey bre
    cennet kuzularıyız
    helallaşır gibi bakarız dostların gözlerine
    severiz gülyağını
    ve bir de aynaları
    ve bir de aynalarda yiğitlik masallarını
    sonra azıcık da sakızı
    azıcık da uçkurhavalarını
    bıyık burup gazel çekeriz de tenhalarda menhalarda
    uzatırız boynumuzu elkapılarında
    sülünler gibi

    ve işte türkiyeliyiz
    hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz
    hamsiyiz karadeniz'de
    çukurova'da pamuk
    uzunyayla'da buğdayız
    ege'de tütün
    sınırboylarında gözükara kaçakçılarız
    istanbul'da kadillaklı karaborsacı
    ve doğu dağlarında koçero'larız
    eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi
    uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde
    çalışkanız
    filozofuz
    dostuz
    bütün sömürülenler gibi ezik
    bütün uyananlar gibi kızgın ve doluyuz
    seslenir yüzyıllar ötesinden pir sultan abdal'ımız
    'üstü kanköpüklü meşe seliyiz'
    etekleriz de kodaman soyguncuları ekmek kapılarında
    gözümüz gibi koruyup kolladığımız devletin silâhını
    hey bre
    yoksul - yetime doğrulturuz

    ve işte türkiyeliyiz
    ateşleriz de mandıraları fabrikaları
    topal karıncayı melhemleyip salıveririz
    bir yaprak düşer bir yanbakış götürür biryerlerimizi
    kan sızar yeşillerden ak mendillere
    çıkarıp öcümüzü dağbaşlarına
    ağıtlara ağıtlara dökeriz yüreğimizi


    saksıda çiçek
    kıraçta ceviz
    örtülerimizde nakış nakış sabır ve gözyaşı vardır bizim


    akıyorsak garip çaylar gibi incelerekten
    dokutuyorsak eğer sonbahar gibi
    çok ağır olduğumuz içindir mandalar gibi
    ve balıklar gibi çok kalabalık
    seviyorsak silâhı ve yoksulluğu
    susuyorsak kar altında toprakçasına
    bıçak kemiğe değmediği
    güneş ufuktan doğmadığı
    o tozkoparan fırtına
    kapımızı
    kırmadığı
    içindir

    vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
    geçin sıcak ırmakları kuşlarım
    kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım


    Anasının karnını tekmelediğinde temmuz
    kocaman ve çoook akıllı bir balıktı uzayda
    proton -1 uydusu sovyetler'in
    ve çelik bir kelebekti mariner-4
    ensekökünde merih'in
    şeftali emzikteydi bursa'da
    pamuk çiçekte
    çukurova'da
    ve yeşil bir buluttu buğday
    konya'da
    sivas'ta
    siverek'te

    ozan ozanca söylüyordu dünyanın geleceğini
    işçi grevce
    adını bile bilmediğimiz birileri vardı dünyanın bir-
    [yerlerinde
    örneğin Singapur'da
    tahran'da belki
    belki de kordoba'da
    karakas'da mı desem katanga'da mı
    yoksa roma'da mı ankara'da mı
    birileri biryerlerde durmadan yontuyordu
    barışı mermer mermer
    öfkeyi demir demir
    sevgiyi tunç tunç
    doyumsuz günler aşkına


    ölmek birşey değil dostlar
    hergün ölmek güç
    açlık
    o başka ölüm
    açlık korkusu
    beter
    ne atom ne hidrojen ne yangın
    dağları dümdüz etmeğe - dostlar
    aç çocukların çığlığı yeter
    proton-1
    mariner-4
    güzel
    akıllı
    büyük
    yıldız kaymaları masallar getirirken gecelerime
    yangından kaçar gibi bölük bölük
    sırtı yorganlı emekçileri cömert ülkemin
    göçüyorlardı vatan vatan
    viyana üzerinden
    adenover almanyasına
    'allı turnam bizim ile gidersen
    şeker söyle kaymak söyle bal söyle'
    söyle ki iyi vursun hınzır vurguncu
    tüyübitmediği soysun tefeci
    eskiden gemilere bindirip bindirip zencileri
    allı turnam geçersen ırgat pazarlarından
    zincirli topraklardan hacizli kapılardan
    hastane önlerinden geçersen allı turnam


    insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor
    birşeylerin gidişinden ve hiç dönmeyişinden

    sabahları yorumlamak güç değil
    yoksulluğu yorumlamak güç değil
    nasılsa bir başka yorumlamak hep aynı sabahları
    esmer ve uzak
    inmeli antenlerin ardında şaşkın
    ve grevler döverken komprador marka demokrasinin
    [duvarlarını
    yedirip yüreklerini korkularına
    bir köledüzenin uşağı efendisi
    cebi dolarlısı da
    sırtı bitlisi
    tekmeler gibi güneşi çocukların gözbebeklerinde
    'arefe gününde bayram ayında'
    vurdular emekçilerin kongresini
    kördüler
    karaydılar
    çiçeksizdiler
    ve gelip bir karanlıktan
    gidiyorlardı bir karanlığa

    Benim karamsarlığım belki de bir demet gül - sevdiğim
    içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-
    [sarlığım


    kocaman ve çoook akıllı bir balıkken uzayda
    proton -1 uydusu sovyetler'in
    ve kondukonacakken luna'lar
    tatlı bir öpücük gibi ay'a
    dilenmek benim ülkemde
    işsizlik benim ülkemde
    ve şeytan taşlamak yasak değildi benim ülkemde
    baböf'ü okumak yasak
    paspas yapıldı demirinden giyotinin
    direktuvar bir ölü söz lârus'ta
    oysa bizim buralarda
    kelepçe yapılıyor hâlâ
    pitekantıropüs babanın günahsız baltasından


    kopmuş toprağından kanayarak
    kanayarak
    saçılmış yollara türkü türkü
    ışık ne
    vatan nerde
    ne ki kutsallık!


    kentlerin varoşlarında sanki kurt sürüleri
    tanrıya filan değil
    allı morlu ışıklara dönük yüzleri
    konuşur elleri ekmek ekmek
    takırdar çeneleri
    ölüm yakın
    lokman uzak
    anlamak yasak değildi benim ülkemde
    anlatmak yasak
    adına grev diyorlardı
    adına gecekondu
    bir şey dolaşıyordu aramızda seslisoluklu
    yaşıyorduk onu biz - dinine allahına kitabına dek
    yaşıyorduk yağmurda yaprak gibi her zerremizde
    ölmek yasak değildi yoluna onun
    adını koymak yasak
    tutmuş troya atları subaşlarını
    madalyalı seyisleri emperyalizmin
    ak taşın üzerinde iki damla kan
    biri memet
    öbürü memet
    'arayerde bu kan nedir
    dost dost dost'
    görmek yasak değildi benim ülkemde
    göstermek yasak

    ben ki uçan kuşu kıskanırdım oyun çağımda
    nehirleri yağmurları selleri kıskanırdım
    buluttan gemilerimle aşardım duymadığım denizleri
    yıldızlardan yıldızlara kurulu hamağımda
    mapusâne türküleri söylerdim geceleri
    bir uzak sel sesiydi o kaygan günlerimde ekmek kavgası
    dünyamda renkler ve böcek sesleriyle bir öyle cümbüş
    en hırçın yıldızları en uysal kavaklara işlemek yaprak
    [yaprak
    yaralı bir serçenin gözlerinde bir evren ölüp ağlamak
    ve bütün haziranları bir tek gülle açmak hersabah


    o tedirgin ellerin bakışları hâlâ sofralarımda
    hâlâ çizik çizik kanar kaygusu o ekmeksiz akşamlarımın
    yok artık, dost yüzlü ağaçlarım, gurbet kanatlı gemilerim
    [yok
    gömüldü gitti kervanlarım o çıtır çıtır ağustos gecelerinde


    bir dilim güneş koyup bir dilim yoksul sevince
    aşk büyütmek
    gecelerce gecelerce özlemeklerden
    bölündüm ayrılıklara parça parça
    dağıldım yeryüzüne çığlık çığlık
    şimdi patron yüzlü sabahlardayım
    şimdi direk direk direnmek

    gel benim sevdiceğim
    gel benim umducağım
    beklediğim gel
    gel de bitsin
    kuşak kuşak
    yoluna kurban olduğum

    binip binip bulutlara ulaştım yıldızlara da
    kıtalardan kıtalara el sallıyamadım
    el sallıyamadım
    turnalar bile geçip gitti türkülerimden
    ben kaldım buralarda
    ben işte kaldım buralarda ey dost
    kırmızıkuşlar
    kırmızıkuşlar
    diye diye avuttum
    hırçın çocuklarımı
    em, em
    diye diye ağladıkça
    ağladıkça
    masmavi çocuklarım
    hep işte böyle

    insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor
    anaç bir ağaç gibi dinleniyor kaygularım şimdi güneşte
    aldanmak ne kolay
    ne temiz
    ne ilkel
    allahım!
    kalabalıklarla sevmek güzel günleri
    ne denli güç
    ne denli güç
    allahım!

    uzay
    o masallaranası yıldızlı karanlığım
    karanlığım benim!
    o şafak tarlalarının ekmeğe dönüşmesi
    sarıçiçek vakti ölmek ekinler arasında ve şafakleyin
    bıldırcınlar ve yıldızlar ve tanyeli eşliğinde
    birşeyleri bulmak ve varamamak
    vakur bir ağaç gibi kucaklamak evreni ve şafakleyin
    alfa
    beta
    gama
    ve aynştayn
    yâni biraz daha iflası korkularımızın
    insan denilenin karanlık kurtuluşu
    bir ceviz yaprağı denli basit ve ilkel
    karışık mı karışık bir ceviz yaprağı gibi


    nezaman kaldırsam başımı geceleyin
    ne denli çok anlamağa çalışsam
    gökyüzü bir yapraktı unutulmuş
    not defterinden aynştayn'ın

    ne sanat sanat için şarlatanlığı
    ne savaş için savaş
    çoktan anlaşıldı hey bekleroğlu
    taşın taş olmadığı
    ateşin ateş
    şimdi deprem çizgileri yığınların gözbebeklerinde
    şimdi yumruk çiçekleri o sömürge ülkeler
    aşamazken kel dağları kel dağları düşlerde bile
    geçtim sesduvarlarını sesduvarlarını düşlerde gibi
    yedi başlı beyler besledim yüreğimden yedirerek
    vurdum sonra başlarını beylerin efendilerin
    yok benim tanrılarla kişilerle hiçbir alışverişim
    ben artık, düzenlerle boğuşan bir gerçek devim
    öyle bir dünyayım ki ben-hep özlenmiş hiç yaşanmamış
    insan ve emekten geçer ekvatorum benim
    kendim çizerim sabahlarımı-yok benim sabahçıbaşım
    yok benim lüpçübaşım yok benim hötçübaşım
    yok
    yok
    yok!

    Elbet bir bildiği var bu haçaturyan'ın
    bir bildiği vardı elbet erzurumlu hançerbarı'nın
    arjantin pampalarında uykusuz çetecilerin
    benim kurtuluş anıtlarımda mermi yüklü ananın
    lumumba'nın kanının
    kanayan viyetnam'ın .
    kurşunlu duvarlara doğan günlerin
    kalabalık acıların
    bıçakaçmaz ağızların
    bir bildiği vardı elbet
    bir bildiği var
    bir bildiği olacak elbet

    hiç yalan söylemedi kalın çizgilerle susuşu yoksulluğun
    hiç yalan söylemedi gözlerde zulüm
    ve çıplak uykularında zengin düşleri milyonların
    hiç yalan söylemedi

    hiç yalan söylemedi bu ozan
    elbet bir bildiği var bu kayguların
    birikip birikip durmadan biryerlerde
    acıların öfkelerin birikip biryerlerde
    yekinmesi yatanların ve yürümesi
    akması küçüklerin ve katılması
    yıkması birşeylerin
    ve yıkılması
    yıkılıp yapılması
    hiç yalan söylemedi bu ozan
    işte karton kaleleri kapitalizmin
    işte gözün göze düşman olduğu
    işte elin ele düşman
    ve işte benim
    yeryüzünde güller gibi açılan devrimlerim


    kamboçya'da kalkan kamçı
    şaklar çukurova'da belimde benim
    istanbul'da verilmeyen hak
    durdurur dakota'nın volanlarını
    ve der ki öpüp kaldırdığım ekmek
    - beni böyle yerdenyere çalan şey -
    nevyork'ta bitmişse grev
    ben burda bil ki grev gözcüsüyümdür

    benim gözlediğim
    gel benim yürekyağım
    gel benim
    kuşak kuşak
    yoluna kurban olduğum
    gel!


    Of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar
    cilalar civeleklikler yalancılıklar
    karagünlü saraylı soytarılıklar of!
    soygunların gölgesinde sosyete adaleti
    bre hitlerkırması kurtköpekleri
    il duçe döküntüsü yandançarklılar
    bre arapsaçı sadakalı sosyalistler eh!


    elif lâm mim vav he ye
    direkler arası kubbe
    a be ce de ve ye ze
    kadillak marka bir hecindeve
    saraylardan saraylara aktarılarak
    eldenele ceptencebe aktarılarak
    - yürü bre kahpe devran! -
    kanarmş savaşlarla kıtlıklarla yoksunluklarla
    bir gözünde nevyork
    bir gözünde moskova
    gevişir tespih tespih
    dökülür dua dua
    ayışıklı sularında
    ortadoğu'nun
    of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar
    allamalar pullamalar törpülemeler
    karagünlü saraylı soytarılıklar of!


    Yorul ey gayrı
    akma ey su!
    ey benim yaratan tedirginliğim tutsak yanım dinmeyen
    [sızım ey!
    çıkarıp çıkarıp yeniden çıkarmak bu dağı bu doruğa
    yorul ey gayrı
    akma ey su!



    durup durup kaygulanmak gibi birşey bu bizim sularla
    [akıp gitmelerimiz
    sonsuz bir tren penceresinden savrulan güvercinleriz
    çok buruk çok buruk bir şarap diyorum sıkın bağları
    ben hiç ölmediğimi yaşamak istiyorum
    orman seviyorsam kimbilir dallara düşmanlığımı
    bayat bir başdönmesi - susmamak diye birşey
    kantutar beni yoksa - kantutmak diye birşey
    bırakma beni bırakma beni - çıldırırım diye birşey
    oysa düştüm develeri - düşlerimde uçaklar şimdi
    düşlerde başlayınca devrim - ne anladınız?
    devrim diye birşey - bir gecekondu tenceresinde
    demek ki önce devrim - ne anladınız?
    ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa
    yorul ey gayrı
    akma ey su!

    çiçekler bırakınca renklerini biçimlerini
    resimler sakal salınca yaldızlı albümlerde
    eski bir türkü gibi bakışlarından belli
    bitkilerin sürüp giden yeşillerinden belli
    kalırız gündengüne yaşlanan sözcüklerde
    bir akşam saatinde günbatımında
    gözgöze gelmelerde ve içkiye yenilmelerde
    bülbüllerin öte öte bitiremedikleri
    kana benzer kan değil kan gibi korkunç ve karanlık
    kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda
    belki de çocukların hiç bitmeyen oyunlarında

    ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa

    gülersin - menekşeler olur sesin - bırakıp gitmek
    gözlerine bakınca balıklar cıvıldaşmak - bırakıp gitmek

    bir avuç bulut içmek masmavi güvertelerde
    ağlamak tekil değil - ne anladınız? - bırakıp gitmek
    kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda

    böcekti karanfildi kemandı bonaparttı
    anarşistti burjuvaydı polisti kenediydi
    yoksuldu zengindi kıraldı soytarıydı
    soğuktu sıcaktı ılımandı of
    değil işte bu değil
    topunun sülâlesini!

    adamı tutup götürüyorlar
    geceyi burnundan getiriyorlar
    bütün kırbaçları bütün kelepçeleri bütün alçaklıkları
    adamı vurup öldürüyorlar

    geceyi bir daha yaşamak kolay
    adamı bir daha öldürmek zor
    siz bu tutanaktan ne anladınız
    öldürmek diye birşey - ne anladınız
    suçsuzdu diyorum - ne anladınız
    sefaleti yok etmek adamın düşü
    güzel günler düşünmek işi
    diyorlar bu kokan balığın başı
    tevfik fikret diyor devenin başı
    kime yüklemeli bu iğrenç suçu
    kime yüklemeli bu iğrenç suçu
    kime yüklemeli bu iğrenç suçu


    Benim karamsarlığım belki de bir demet gül - sevdiğim
    içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-
    [sarlığım


    biz ki
    petrolü kavuçuğu kahvesi ve kakaosuyla
    ve kastro'su zapata'sı amado'suyla
    sıcak ve kıvrak bir şarkı gibi düşünürüz
    atlantikaşırı bağımsızlığı
    biz ki bir vaşington sineği kondurup bir zenci dağa
    kanlı bir çocuk başı buluruz viyetnam'dan
    ve bazan
    öyle bir sızıyla sarsılır ki antenlerimiz
    sivaslı bir bağlamadan
    afrikalı bir tamtamdan
    daha ilkel ve yalınkat kalır
    o ipek öfkesiyle leonid kogan

    beni ısırdı
    - bilirim -
    18'lerdemondros'larda
    demokrat suratlıydı
    bilirim
    bezirgan dişli
    hâlâ damlıyor kanım
    viyetnam'da kırılan dişlerinden
    ve hâlâ aç dolaşıyor başkent caddelerinde
    kurtuluş savaşı kahramanlarım
    çoğunun çoktan söndü ödü ocağı
    kalmadı çoğundan bir nişan bile
    işte bundandır ki benim
    birtürlü gülemiyor
    gülemiyor
    gülemiyor işte türkülerim




    of ooofff
    ne de çok seviyorum harita okumayı!
    sakarya sivas erzurum
    madrid seul havana
    hepsini hepsini anlıyorum
    alev alev budistleriyle saygon
    linkoln'ün mezartaşı vaşington
    ve süzgün gözlü kompradorlarıma kurtuluş istanbulu


    anlamak hem kolay
    hem kolay değil

    ne ölüm
    ne aşk
    ne de işsizlik
    ve ne de deniz deniz kabarması yüreğin
    ne içki
    ne çiçek
    ne dostluk
    ve ne de akşam saatleri dişi kentlerin
    insan bir anda bütün bir evreni birden yaşıyor
    kan sıçrayınca bağımsızlık bayraklarına

    Birgün çıkıp geldiler - anlamsız yüzlerini ve gülüşlerini -
    tüketimartıklarım üretimorganlarını ve eski külotlarını -
    çikletlerini çukulatalarmı getirip bıraktılar - tiklerini mi-
    miklerini çiğliklerini - gençkızların düşlerini getirip bırak-
    tılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - iplerini
    oltalarını konservekutularmı - süttozlarmı soyalarını sa-
    lemlerini - kısırlıkhaplarmı madalyalarını tasmalarını -
    bayraklarını bayrakyırtmalarını sövmelerini - anamıza
    bacımıza çocuğumuza - en çok önem verdiğimiz şeyle-
    rimize - üretimorganlarını ve tüketimartıklarım kullana-
    rak - tanrının ve isa'nın ve bizimkilerin izniyle - atlarını
    seyislerini çombelerini - tıraşlarını ve dişlerini getirip bı-
    raktılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - son-
    ra güzel güzel anlaşmaları - sonra güzel güzel sözleş-
    meleri - sonra güzel güzel paylaşmaları - asılmış-
    ların ve asılacakların izniyle - vedurmadan durmadan
    baltazar bayramlarını - sonra güzel güzel savaş uçakla-
    rını - radarları rampaları atombombalarmı - denizaltı de-
    nizüstü birşeylerini - bilinçaltı bilinçüstü herşeylerini -
    piekslerini bitekslerini bitpazarlarını - eroinlerini kokain-
    lerini getirip bıraktılar - hergün hergün yeniden getirip
    bıraktılar-
    ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
    ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
    ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
    ve artık okadar çok şey getirdiler ki
    ve artık okadar çok şey getirdiler ki
    ve artık okadar çok şey getirdiler ki
    bağımsızlığa yer kalmadı ülkemde


    acılar ey acılar
    işsizlik acısı
    özgürlük acısı
    bağımsızlık acısı ey
    ve ey mızmız acılara direnmenin yoksul kahramanlığı
    ey hergün ölüm
    ey hergün ölüm
    toplanın
    birleşin
    bir olun
    acıların şâhı gibi gelin üstüme
    gelin
    ve bitsin şu iş



    seninle gelecek - çâre yok
    seninle bu tatlılık ey büyük acı
    gök incir nasıl ballanırsa acılardan
    acı koruk nasıl bulursa balların en sarhoşunu
    o işte o!
    gel benim darmadağın direncim
    gücüm
    emeğim
    çilem gel
    gel benim büyük acım
    gel ve bitir şu işi!
    kalaylardan mı gelirsin bolivya'lardan
    rio'nun favelalarmdan mı
    ispanya'dan mı viyetnam'dan mı
    zonguldak kömürlerinden mi gelirsin
    çukurova'lardan mı
    yellerle mi gelirsin ateşlerle mi
    uçarak mı koşarak mı yırtınarak mı
    gel işte gel gayrı
    gel
    gel
    gel de bitir şu işi

    elbet bir bildiği var bu çocukların
    kolay değil öyle genç ölmek
    yeşil bir yaprak gibi yüreği
    koparıp ateşe atmak
    pek öyle kolay değil
    hem öyle bir ağaç ki şu yaşamak denilen şey
    her bahar yeniden yeniden tomurcuklanır da
    yalnız bir bahar çiçeklenir
    a benim gülüm!


    elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi
    [yüzümün

    yaşamak
    bir köpek gibi tekmelenerek
    yaşamak
    öpülüp okşanıp kaldırılarak



    ne donkarlosun domuz ahırı
    ne senatör makdoların oda uşağı
    ne de hacıfışfışın kurban etidir
    demokrasi
    demokrasi denilen o haspanın - a benim gülüm
    lordlar kamarasına açılmaz kapısı
    beşikteki bebeler bile biliyor bunu artık
    biliyor ve unutmuyorlar
    insan kanıyla işlediğini
    o teksas tipi demokrasinin

    elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi
    [yüzümün
    elbet kolay değil öyle genç ölmek


    kore bir kan lekesidir
    akşamlarımızda sızlayan
    bir kopuk koldur hiroşima
    uçaklar geçtikçe çırpınan
    orda
    uzakdoğu'da
    gencecik yürekler gibi seğrîşir her bahar
    barış güvercinleri hiroşima çocuklarının
    burda
    benim ülkemde
    titreşip durur yeni barış güvercinleri

    insan karıştırıyor bazan
    ölmek mi yaşamak
    yoksa yaşamak mı ölmek


    bir karanfil takmak yakaya
    belki de bir orkide
    bir baloya gitmek
    gitmemek
    bir kumar partisi belki de
    onlarca hep birdir a benim gülüm
    onlarca hep aynı değerde
    afrika'da kaplan ve zenci avıyla
    bir atom savaşı ve toptan ölüm


    çocuklar büyümesin
    büyümesin
    tomurcuklar açmasın
    açmasın
    ve sularca akmasın o en güzel şey
    yaşlılar yaşamasın
    yaşamasın
    ocaklar tütmesin
    tütmesin
    ve yuvalar, gülüm benim
    gülmesin gülmesin
    çapraz iki çizgi ak bulutlara
    gâvur gözlü kargaları emperyalizmin
    amerikan bitpazarlarında

    dünya bir genişleyip alabildiğine
    daralıyor birden eliçi kadar
    ve dolar
    madalyalı bir yular gibi geçmiş boyunlarına
    ne güvercinin göğsündeki gökkuşağını görür gözleri
    ne karakarıncanın güneşe günaydınını
    ne de sevişir gibi işlemenin güzelliği titretir yüreklerini
    kongo bir açık bonodur
    belçikalı banker brodel'in kasasında
    ve mister gülbenkyan'ın purosunda
    enfes bir tütündür havana
    duymazlar çeliğin mavi kahkahasını
    tomurcukta çatlayan gücü görmezler gülüm
    satarlar bir akşam içkisine
    o cânım ülkelerin
    narçiçeği yarınlarını

    satarlar gülüm
    memedi memede vurdurup memedin tarla sınırında
    memedin karahaberini satarlar memedin memedine
    ve karagün
    - hangi karagün? -
    gelip çatınca davul davul
    yavruyu memeden koparır gibi
    koparırlar işleyen elleri işlerinden
    sokarlar ateşten ateşe gülüm
    soygun düzeninde göbek atarlar
    ne sevinç
    ne kıvanç
    ne güven
    bize onlardan kalan
    bir avuç yorgun umut
    zincirde bir vatan
    ve kanrevan türkülerdir

    İncecik boyunlu kıraç karpuzu
    dışı yeşil yeşil
    içi kırmızı
    yuvarlana yuvarlana geçer bulutlar
    meler yanık yanık bağlı bir kuzu
    nah şuramda koskocaman dağ benim
    nah şuramda ipincecik bir sızı
    ceylanları ceylan gibi çizmem ben
    çizersem hilâl boyunlu
    çiçekleri çiçek gibi çizmem ben
    çizersem nakış nakış
    akarım ince ince de olurum nehir nehir
    kavgaları kavga gibi çizmem ben
    çizersem türkü türkü
    yazmışlar benim için kocaman kitaplara
    dışı yeşil yeşil de
    içi kırmızı


    neylerim ben kitapları kocaman kitapları
    efendim okusun benim, canım efendim
    o kuştüyü salonlarda, canım efendim
    okusun da büyüsün benim efendim
    okusun da biliversin aklımdan geçenleri
    ben işte hep böyle azgelişmişim
    yâni ben çünkü evet azgelişmişim
    evet çünkü hayır fakat ben işte azgelişmişim
    çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş
    cephelerde mapuslarda aslanım aman
    kıtlıklarda kıyımlarda kurbanım aman
    seçimlerde sayımlarda ben varım aman
    kerpiçlerde küllüklerde hayranım aman
    şenliklerde şölenlerde ben yokum aman

    ben işte hernedense azgelişmişim
    çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş
    demiri de kömürü de sökerim aman
    buğdayı da pirinci de ekerim aman
    çilem budur benim işte çekerim aman
    evet çünkü hayhay fakat ben işte azgelişmişim
    yâni ben çünkü evet hayır fakat azgelişmişim
    ölüm kalım kıtlık kıyım ben varım aman
    bayramlarda seyranlarda ben yokum aman
    soygunlara vurgunlara hayranım aman
    vatan millet allah patron kurbanım aman
    kalabalık ve karanlık türküyüm aman

    benim için demişler ki kocaman kitaplarda
    dışı yeşil yeşil de
    içi kırmızı
    neylerim ben kitapları kocaman kitapları
    efendim okusun benim, cânım efendim
    okusun da biliversin aklımdan geçenleri
    okusun da açıversin gözünün şafağını
    turnalar çizeyim gurbetlerime
    ağıtlar düzeyim yiğitlerime
    kelepçeler vurulsun bileklerime
    okusun da büyüsün benim efendim
    yumuşacık salonlarda cânım efendim

    ve der ki şakıyan kuş
    yarılan nar
    deliren ateş
    bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu
    uşak matti seyretmez de breht'i
    efendisi puntila'sı seyreder
    bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu
    volga mahkûmları'na mahkûmlar değil
    aristokrat salonlarda efendiler içlenir


    damarı pir sultan damarı
    damarı robson damarı
    gelir uğul uğul yeraltı nehirlerinden
    gelir ve bulur yüreğimizi
    damarı kavga damarı
    bu ne biçim düzen hey bekleroğlu
    öfkesi sesinden büyük
    sesi ününden kocaman ruhi su'yu
    şu benim her dalı bin dert açan çıra-çakmak ülkemde
    şu benim yürekleri çıra-çakmak tutuşanlarım değil
    istanbul
    sosyetesi
    alkışlar
    'gelin canlar bir olalım
    tevekkel tu taalâllah'


    vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
    geçin sıcak ırmakları kuşlarım
    kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım

    Ay doğar bedir bedir
    yel eser ılgıt ılgıt
    sırıtır sıram sıram elkapıları
    elkapıları da kölelik kapıları
    kul olur yiğit

    ay doğar hilâl hilâl
    gün doğar devrim devrim
    sırıtır sıram sıram elkapıları
    elkapıları da kölelik kapıları
    kurtulur yiğit


    yeşili çin'den gelir bu kahkahanın
    kırmızısı afrika'lardan
    ve dünya dünya olur diyorum hey bekleroğlu
    yaşamak yaşamak
    gün gelir biz de görürüz yedi rengini deryaların
    gün gelir biz de ölürüz hey bekleroğlu
    yaşamak gibi güzel
    süzüp süzüp güneşi bereketlerden
    çin'den hindistan'dan amerika'dan
    taze bir kan gibi dolaşırız biz de bu yeryüzünü


    vatan topraksa eğer
    ormansa nehirse mâdense vatan
    işçiyse köylüyse aydınsa vatan
    yâni yapıp yaratmaksa herşeyi yenibaştan
    sevmeyi yenibaştan
    alkışı yenibaştan
    bir hesabı vardır bunun sorulur
    bu hesabı soracaklar bulunur
    akgün karagünden öcünü alır birgün
    ürker altunlu yiğitliğin senin ey bunak düzen
    ürker bu yağma saltanatın
    o kanlı karanlıktan kopup gelen bebeğin
    güneş renkli ilk çığlığından
    lenin'ler olur bu çığlık hey bekleroğlu
    marks'lar mao'lar mevlâna'lar
    mustafa kemaller olur hey bekleroğlu
    galile'ler gagarin'ler adsız ustalar
    ve sen olursun işte hey bekleroğlu
    kıtlıklarda
    kıranlarda
    kurtuluşlarda

    uyan ey köşem bucağım
    kırıkkolum iğriboynum sağırkapım dilsizim
    vaktidir direnmenin
    vaktidir şimdi
    karalasın göbeğinde güzel gün
    karalasın göbeğinde mutluluk
    karataş çatladıçatlıyacak

    proton -1
    mariner - 4
    anamın aksütü gibi biliyorum ki
    aynı kafadan doğma
    aynı ellerden çıkmadır
    ve aynı amaçlarla dönmeseler de uzayda
    anamın aksütü gibi biliyorum ki
    bir mariner işçisi de özlemektedir
    [barışı
    en az bir proton işçisinin sevdiği
    [kadar
    Silâh ve şarkı
    ben bütün karanlıkları bunlarla yendim
    sesimde benim
    iki yumruk gibi yanyana dövüşüyorlar
    spartaküslerle viyetkonglar
    yüreğimde benim
    ette bıçak gibi yatıyor
    yarım kalan şarkıları yiğitlerimin
    öfkemde benim
    çok dallı bir ağaçtır özlemek
    doymadan gidenlerimin gözbebeklerinden

    yürüdüm üstüne üstüne bunca yıl
    geçtim dikenlitellerini yasakların bir bir

    tavında demir
    tavında toprak
    ve tavında yürek gibi kabarık
    ve alıngan
    dokundum ateşli kabuğuna güzelin
    iyinin
    gerçeğin
    soyundum kötülüklerden çırçıplak


    dünyanın tepesinde bir avuç hışır
    karga kanat çırpsa uykuları karışır
    yağmalanmış emeklerden gelir soylulukları
    yağmalanmış özgürlüklerden
    dinleri imanları vurgun kelepir
    toprağın memeleri
    altun ışıltılı kumları kıyıların
    emeğin çiçekleri
    hep onlar için
    hep onlar için takvimlerin mutlu günleri
    içimizin karanlığı
    soframızın öksüzlüğü
    hiç gülmemesi yüzlerimizin
    hep onlar için
    adları morgan da osman da filân da olsa
    isacı da olsalar muhammetçi de
    iki dallas domuzu gibi benzerler birbirlerine
    karagünler için kaldırırlar kadehlerini
    adanalı bir toprak ağasıyla
    detroit'li bir otomobil fabrikatörü

    dünyanın tepesinde bir avuç hışır
    dinleri imanları vurgun kelepir
    şarkılarda bile istemezler güzel günleri
    ve bacakları çörçil zaferi çizerken havalarda musolini'nin
    öter faşizm düdücükleri
    yanki go hom çaçaca
    maydarling amerika
    maydarling amerika

    Bir oğlum olacak adı temmuz
    uykusuz
    korkusuz
    beter mi beter
    ben beynimi satarak yaşıyorum
    o benden proleter

    bir oğlum olacak adı temmuz
    karataşın göbeğinde aşk
    karataşın göbeğinde barış
    karataş çatladıçatlıyacak
    bende bitmeyen kavga
    onda yeniden başlıyacak


    bir oğlum olacak adı temmuz
    öfkede benden fırtına
    sevgide deniz
    ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun
    ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
    temmuz gibi sıcak ve bereketli
    temmuz gibi uçsuzbucaksız



    bir oğlum olacak adı temmuz
    dilinde en güzel sesi türkçemin
    kulağı en yiğit şarkılarla delik
    korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
    vivaldi'yi dinler gibi okuyup anlıyacak
    ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şef-
    [talisine
    ay'dan kendi sesini dinliyecek
    vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle

    ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
    iri bir çizme gibi balkanlar'a basarken faşizm
    dağlarda silâh atmayı sevdim
    ben ki silâh taşıdım gizli gizli
    dünyanın bütün devrimlerine
    boşuna dönmüyor bu rotatifler
    boşuna bağırmıyor bu kara
    boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
    anamın aksütü gibi biliyorum ki
    doyumsuz günlere doğacak temmuz
    doyumsuz günler görecek
    hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi
    hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
    beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
    ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler
    [gibi günler
    ama mutlaka


    karataşın göbeğinde aşk
    karataşın göbeğinde barış
    karataş çatladıçatlıyacak
    ben direndim yorulmadım
    o yorulup yıkılmıyacak


    vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
    geçin sıcak ırmakları kuşlarım
    kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım



    ankara/temmuz 1965

    Hasan Hüseyin

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • hasan hüseyin korkmazgil12.08.2007 - 18:39

    Hasan Hüseyin KORKMAZGİL

    (1927 Gürün - 26 Şubat 1984 Ankara)

    Adana Erkek Lisesi (1948) , Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü (1950) mezunu. Göksun'da (K.Maraş) başladığı öğretmenlikten siyasi eylemde bulunduğu gerekçesiyle atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. Daha sonra Gürün'de ve Sivas'ta arzuhalcilik, tabela ve portre ressamlığı, inşaat işçiliği yaptı (1955-60) . 1960'da İstanbul'a, sonra Ankara'ya yerleşti. Akis dergisinde çalıştı, bir süre de Forum dergisini yönetti (1968-70) . Kızılırmak kitabı nedeniyle hakkında 142. maddeden dava açıldı, yargılandı, aklandı. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Hasan Hüseyin'in ilk şiiri 1959'da Dost dergisinde çıktı. Bu yıllarda mizahi hikayeleri de yayımlandı. Kavel (1963) adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, Kızılkuğu (1971) ile TRT'nin 1970 Sanat Başarı Ödülü'nü, Filizkıran Fırtınası (1981) ile 1981 Toprak ve Nevzat Üstün şiir ödüllerini aldı.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • amenna12.08.2007 - 18:36

    AMENNA


    'Yaşayanlar bir gün ölür'
    elbette
    ağaçlarla
    balıklarla
    kuşlarla ben
    âmenna

    'ağlayanlar bir gün güler'
    elbette
    uyanmakla
    anlamakla
    bilmekle ben
    âmenna

    'kısa çöp uzun çöpten hakkını alır'
    elbette
    direnmekle
    kurtulmakla
    barışla ben
    âmenna

    öyle bir yerdeyim ki
    ne karanfil
    ne kurbağa
    öyle bir yerdeyim ki
    biryanım maviyosun
    dalgalanır sularda
    biryanım çocuk parkı
    çığlıkçığlığa
    öyle bir yerdeyim ki
    anam gider allah allah
    dölüm düşmüş sokağa

    dostum dostum güzel dostum
    bu ne beter çizgidir bu
    bu ne çıldırtan denge
    yaprak döker biryanımız
    bir yanımız bahar bahçe



    Hasan Hüseyin KORKMAZGİL

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • haziranda ölmek zor12.08.2007 - 18:35

    HAZİRANDA ÖLMEK ZOR


    orhan kemal'in güzel anısına


    işten çıktım
    sokaktayım
    elim yüzüm üstümbaşım gazete


    sokakta tank paleti
    sokakta düdük sesi
    sokakta tomson
    sokağa çıkmak yasak


    sokaktayım
    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    yaralı bir şahin olmuş yüreğim
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!


    havada tüy
    havada kuş
    havada kuş soluğu kokusu
    hava leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    ne anlar acılardan/güzel haziran
    ne anlar güzel bahar!
    kopuk bir kol sokakta
    çırpınıp durur


    çalışmışım onbeş saat
    tükenmişim onbeş saat
    acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
    anama sövmüş patron
    ter döktüğüm gazetede
    sıkmışım dişlerimi
    ıslıkla söylemişim umutlarımı
    susarak söylemişim
    sıcak bir ev özlemişim
    sıcak bir yemek
    ve sıcacık bir yatakta
    unutturan öpücükler
    çıkmışım bir kavgadan
    vurmuşum sokaklara


    sokakta tank paleti
    sokakta düdük sesi
    sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
    dallarda insan iskeletleri


    asacaklar aydemir'i
    asacaklar gürcan'ı
    belki başkalarını
    pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
    dökülüyor etlerim
    sarı yapraklar gibi


    asmak neyi kurtarır
    sarı sarı yaprakları kuru dallara?
    yolunmuş yaprakları
    kırılmış dallarıyla
    ne anlatır bir ağaç
    hani rüzgâr
    hani kuş
    hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

    asılmak sorun değil
    asılmamak da değil
    kimin kimi astığı
    kimin kimi neden niçin astığı
    budur işte asıl sorun!


    sevdim gelin morunu
    sevdim şiir morunu
    moru sevdim tomurcukta
    moru sevdim memede
    ve öptüğüm dudakta
    ama sevmedim, hayır
    iğrendim insanoğlunun
    yağlı ipte sallanan morluğundan!

    neden böyle acılıyım
    neden böyle ağrılı
    neden niçin bu sokaklar böyle boş
    niçin neden bu evler böyle dolu?
    sokaklarla solur evler
    sokaklarla atar nabzı
    kentlerin
    sokaksız kent
    kentsiz ülke
    kahkahanın yanıbaşı gözyaşı


    işten çıktım
    elim yüzüm üstümbaşım gazete
    karanlıkta akan bir su
    gibi vurdum kendimi caddelere
    hava leylâk
    ve tomurcuk kokusu
    havada köryoluna
    havada suçsuz günahsız
    gitme korkusu
    ah desem
    eriyecek demirleri bu korkuluğun
    oh desem
    tutuşacak soluğum

    asmak neyi kurtarır
    öldürmek neyi
    yaşatmaktır önemlisi
    güzel yaşatmak
    abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
    ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak


    ah yavrum
    ah güzelim
    canım benim / sevdiceğim
    bitanem
    kısa sürdü bu yolculuk
    n'eylersin ki sonu yok!
    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!

    nerdeyim ben
    nerdeyim ben
    nerdeyim?
    kimsiniz siz
    kimsiniz siz
    kimsiniz?
    ne söyler bu radyolar
    gazeteler ne yazar
    kim ölmüş uzaklarda
    göçen kim dünyamızdan?


    asmak neyi kurtarır
    öldürmek neyi?
    yolunmuş yaprakları
    ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
    söyler hangi güzelliği?

    kökü burda
    yüreğimde
    yaprakları uzaklarda bir çınar
    ıslık çala çala göçtü bir çınar
    göçtü memet diye diye
    şafak vakti bir çınar
    silkeledi kuşlarını
    güneşlerini:
    «oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
    memet! »

    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    üstümbaşım elim yüzüm gazete
    vurmuşum sokaklara
    vurmuşum karanlığa
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!


    bu acılar
    bu ağrılar
    bu yürek
    neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
    bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
    bu geceler niçin böyle insansız
    bu insanlar niçin böyle yarınsız
    bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

    kim bu korku
    kim bu umut
    ne adına
    kim için?


    «uyarına gelirse
    tepemde bir de çınar»
    demişti on yıl önce
    demek ki on yıl sonra
    demek ki sabah sabah
    demek ki «manda gönü»
    demek ki «şile bezi»
    demek ki «yeşil biber»
    bir de memet'in yüzü
    bir de güzel istanbul
    bir de «saman sarısı»
    bir de özlem kırmızısı
    demek ki göçtü usta
    kaldı yürek sızısı
    geride kalanlara


    nerdeyim ben
    nerdeyim?
    kimsiniz siz
    kimsiniz?


    yıllar var ki ter içinde
    taşıdım ben bu yükü
    bıraktım acının alkışlarına
    3 haziran '63'ü

    bir kırmızı gül dalı
    şimdi uzakta
    bir kırmızı gül dalı
    iğilmiş üzerine
    yatıyor oralarda
    bir eski gömütlükte
    yatıyor usta
    bir kırmızı gül dalı
    iğilmiş üzerine
    okşar yanan alnını
    bir kırmızı gül dalı
    nâzım ustanın


    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    bir basın işçisiyim
    elim yüzüm üstümbaşım gazete
    geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
    şuramda bir çalıkuşu ötüyor
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!




    Hasan Hüseyin




    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • kapital10.08.2007 - 18:52

    KARL MARKS
    KAPİTAL III.CİLT

    Karl Marx'ın Capital, A Critical Analysis of Capitalist Productuon, Volume III, (Progress Publishers, Moscow 1974) adlı yapıtını İngilizcesinden Alaattin Bilgi dilimize çevirmiş, ve kitap, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Üçüncü Cilt, adı ile, Sol Yayınları tarafından Ağustos 1978 tarihinde yayınlanmıştır.


    OTUZÜÇÜNCÜ BÖLÜM
    KREDİ SİSTEMİNDE DOLAŞIM ARACI



    'DOLAŞIM hızının büyük düzenleyicisi kredidir. Bu, para piyasası üzerindeki şiddetli baskının genellikle niçin dolu bir dolaşımla çakıştığını açıklar.' (The Currency Theory Reviewed, s. 65.)
    Bunu iki anlama almak gerekir. Bir yandan, dolaşım aracında tasarruf sağlayan bütün yöntemler, kredi üzerine dayanırlar. Öte yandan, örneğin 500 sterlinlik bir banknot alalım. A, bunu bir poliçeyi ödemek için belli bir tarihte B'ye verir; B, aynı gün bunu bankerine mevduat olarak yatırır; banker gene aynı gün bununla, C için bir poliçe iskonto eder; C, bununla bankaya ödeme yapar ve banka da bunu bill broker'a [simsara] avans olarak verir, vb.. Banknotun satınalma ve ödemeye hizmet etmek üzere burada yaptığı dolaşımın hızını, tekrar tekrar bir kimseye mevduat biçiminde geri dönmesi ve tekrar bir başkasına borç biçiminde devredilmesinin hızı etkiler. Dolaşım aracındaki basit tasarruf, en gelişmiş biçimde clearing house'da -vadesi gelen poliçelerin düpedüz değiştirilmelerinde- ve paranın sırf bakiyelerin tasfiyesi için ödeme aracı olarak gördüğü genel işlevde görülür. Ne var ki, bu poliçelerin kendi varlıkları da, gene, sanayiciler ile tüccarların karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri krediye bağlıdır. Bu kredi azalırsa, poliçelerin ve özellikle uzun vadeli olanların sayıları da azalır, dolayısıyla da, hesapların tasfiyesi ile ilgili bu (sayfa 461) yöntemin etkinliği azalır. Parayı alışveriş işlemlerine karıştırmadan ibaret bulunan, ve bütünüyle, paranın ödeme aracı olarak işlevine -ki, bu da gene krediye dayanır- dayanan bu tasarruf, ancak iki türde olabilir (bu ödemelerin bir araya toplanmasıyla ilgili olarak şu ya da bu ölçüde gelişmiş teknikler dışında): poliçelerin ya da çeklerin temsil ettiği karşılıklı alacaklar, ya aynı banker tarafından tasfiye edilir ve bu banker, yalnızca, birinin hesabındaki alacağı diğerinin hesabına aktarır, ya da çeşitli bankerler kendi aralarında bu tasfiye işlemini yaparlar.[11] Sekiz-on milyonluk poliçenin, örneğin Overend, Gurney and Co. firması gibi, bir bill broker'ın elinde toplanması, hesapların bu şekilde aynı yerde karşılıklı olarak denkleştirilmesini daha geniş boyutlara ulaştırmanın bellibaşlı yollarından biriydi. Dolaşım aracının etkinliği bu şekildeki tasarruf ile, yalnızca hesapların kapatılması için gerekli olan küçük bir miktarın elde bulundurulması derecesine kadar artırıldı. Öte yandan, dolaşım aracı olarak akan paranın hızı tamamen (bu yolla da parada tasarruf sağlanmıştır) , para ile ardarda yapıldıkları sürece, satınalma ve satışların akışına, ödemeler zincirine bağlıdır. Ama dolaşımın hızını kredi etkiler ve dolayısıyla da artırır. Örneğin tek bir para parçası, kredinin aracılığı olmaksızın, ancak beş hareketi gerçekleştirebilir ve sırf dolaşım aracı olarak her bireyin elinde daha uzun süre kalır; ilk sahibi olan A, B'den, B, C'den, C, D'den, D, E'den ve E, F'den satın almada bulunur, yani elden ele geçişi sırf gerçek satın almalar ve satışlar yoluyla olmuştur. Ama, A, B'nin yaptığı ödeme ile aldığı parayı bankaya yatırır ve banka da bunu C'nin poliçelerini iskonto etmekte kullanır, C, D'den satın alır, D parayı bankasına yatırır ve banka da bunu E'ye borç verir ve E'de Fden satın alırsa, sırf dolaşım aracı (satınalma aracı) olarak hızı bile, birkaç kredi işlemiyle, B'nin parayı bankere vermesi, bankerin C'ye ait senedi iskonto etmesi, D'nin parayı bankerine vermesi, bankerin E'ye ait senedi iskonto etmesi ile, yani dört kredi işlemi aracılığı ile artırılmış olur. Bu kredi işlemleri olmaksızın, aynı para parçası, peşpeşe beş satın almayı belli bir, sürede yerine getiremezdi. Filli alım ve satımlarda aracılık etmeksizin, mevduat olarak yatırılma ve iskonto işlemleri yoluyla onun el değiştirmesi olgusu, burada, bir dizi fiili alım-satımda el değiştirmesini hızlandırmıştır. (sayfa 462)
    Bir ve aynı banknotun, birkaç bankada mevduat teşkil edebileceğini daha önce görmüştük. Bunun gibi, aynı bankada, çeşitli mevduatları da teşkil edebilir. Banker, A'nın yatırmış olduğu banknotla B'nin poliçesini iskonto eder. B, C'ye ödeme yapar ve C, aynı banknotu aynı bankaya yatırır.
    Basit para dolaşımını irdelerken (Buch I, Kap III, 2) , fiili dolaşımdaki para kitlesinin, dolaşım hızı ile ödemelerdeki tasarruf veri kabul edildiğinde, metaların fiyatları ve alışverişlerin miktarı ile belirlendiğini göstermiş bulunuyoruz. Aynı yasa, banknotların dolaşımını da düzenlemektedir.
    Aşağıdaki tabloda, İngiltere Bankasının, halkın elinde bulunduğu sürece yıllık ortalama banknot sayısı gösterilmektedir; 5-10 sterlin, 20-100 sterlin, 200 ve 1.000 sterlin arasında daha büyük miktarlar ve bir de, bu grupların herbirinin toplam dolaşımdaki yüzdeleri bu tabloya alınmıştır. Miktarlar biner şeklindedir, yani son üç sıfır yazılmamıştır. [Bkz: aşağıdaki tablo.][1*]

    Yıllar
    £5-10 Banknot
    %
    £20-100 Banknot
    %
    £200-1,000 Banknot
    %
    Toplam

    1844
    9.263
    45,7
    5.735
    28,3
    5.253
    26,0
    20.241

    1845
    9.698
    46,9
    6.082
    29,3
    4.942
    23,8
    20.722

    1846
    9.918
    48,9
    5.778
    28,5
    4.590
    22,6
    20.286

    1847
    9.591
    50,1
    5.498
    28,7
    4.066
    21,2
    19.155

    1848
    8.732
    48,3
    5.046
    27,9
    4.307
    23,8
    18.085

    1849
    8.692
    47,2
    5.234
    28,5
    4.477
    24,3
    18.403

    1850
    9.164
    47,2
    5.587
    28,8
    4.646
    24,0
    19.398

    1851
    9.362
    48,1
    5.554
    28,5
    4.557
    23,4
    19.473

    1852
    9.839
    45,0
    6.161
    28,2
    5.856
    26,8
    21.856

    1853
    10.699
    47,3
    6.393
    28,2
    5.541
    24,5
    22.653

    1854
    10.565
    51,0
    5.910
    28,5
    4.234
    20,5
    20.709

    1855
    10.628
    53,6
    5.706
    28,9
    3.459
    17,5
    19.793

    1856
    10.680
    54,4
    5.645
    28,7
    3.323
    16,9
    19.648

    1857
    10.659
    54,7
    5.567
    28,6
    3.241
    16,7
    19.467


    (B. A. 1858, s. xxvı.) Dolaşımdaki banknotların toplam tutarı, demek ki, ticari işler, ihracat ile ithalatın gösterdiği gibi, iki katından fazla arttığı halde, 1844'ten 1857'ye kadar mutlak bir azalma göstermiştir. 5 ve 10 sterlinlik daha küçük banknotlar, tabloda da görüldüğü gibi, 1844'te 9.263.000 sterlinden, 1857'de 10.659.000 sterline yükselmiştir. Ve bu, o sıradaki, altın dolaşımında görülen özellikle büyük artışla aynı zamanda olmuştur. Buna karşılık, daha yüksek değerdeki banknotlarda (200-1.000 sterlin) 1852'de 5.856.000 sterlinden, 1857'de 3.241.000 sterline bir azalma, yani 2½ milyon sterlinden fazla bir düşme olmuştur. Bu şöyle açıklanır: '8 Haziran 1854'te, Londra'daki özel bankerler, hisse senetli bankaların, Clearing House kuruluşuna katılmalarına izin vermişler, ve kısa bir süre sonra kesin kliring işleri, İngiltere (sayfa 463) Bankası içersinde örgütlenmiştir. Günlük takaslar şimdi, çeşitli bankaların bu kuruluştaki hesaplarındaki transferler ile yapılmaktadır. Bu sistemin kabul edilmesiyle bankerlerin eskiden hesaplarının kapatılması için kullandıkları büyük banknotlar artık gereksiz hale gelmiştir.' (B. A. 1858, s. v.)
    Toplam ticarette kullanılan paranın nasıl çok küçük bir asgariye indirilmiş bulunduğu, Kitap I'e alınan (Kap. III, not 103) , tablodan çıkartılabilir. Bu tabloyu, Londra'daki firmaların en büyüklerinden birisi olan ve küçük bir tüccarın gerekli her tür malı satın alabileceği Morrison, Dillon and Co., Banka komitesine sunmuştur.
    W. Newmarch'ın Banka Komitesinde (1857) yaptığı tanıklığa (n° 1741) göre, dolaşım aracındaki tasarrufa başka koşullar da yardımcı olmaktadır: bir peni ile gönderilen posta havalesi, demiryolları, telgraf, kısacası, gelişen ulaştırma ve haberleşme araçları; böylece şimdi İngiltere, aşağı yukarı aynı banknot dolaşımı ile, beş-altı kez daha fazla işin yürütülmesini sağlayabilmektedir. Bu ayrıca büyük ölçüde, dolaşımdan 10 sterlinin üzerindeki banknotların çekilmesinden de ileri gelmiştir. Bir sterlinlik banknotların da dolaşımda bulunduğu İskoçya ile İrlanda'da banknot dolaşımının yaklaşık %31 yükselmiş olması olgusunun doğal açıklamasını, Newmarch burada görmektedir (1747) . Birleşik Krallık'ta, bir sterlinlik banknotlar da dahil, toplam banknot dolaşımının 39 milyon sterlin olduğu söylenmiştir (1749) . Altın dolaşımı ise 70 milyon sterlin (1750) . İskoçya'da, banknot dolaşımı 1834'te 3.120.000 sterlin, 1844'te 3.020.000 sterlin ve 1854'te 4.050.000 sterlindi (1752) .
    Yalnız bu sayılardan bile, banknot çıkartan bankaların, bu banknotların her an altın paraya çevrilebildikleri sürece dolaşımdaki banknot sayısını hiç bir şekilde artıramayacağı açıktır. [Likit olmayan kağıt para burada hiç dikkate alınmamıştır; likit olmayan banknotlar ancak, şimdi Rusya'da olduğu gibi devlet kredisi ile fiilen desteklendiği yerlerde genel dolaşım aracı halini alabilir. O zaman bunlar, Kitap I'de (Kap. III, 2, c) 'Sikke ve Değer Sembolleri' başlığı altında incelenmiş bulunan, devlet tarafından çıkartılan likit olmayan kağıt para ile ilgili yasalara tabidirler. -F.E.]
    Dolaşımdaki banknot miktarı, devir gereksinmelerince düzenlenir ve her fazla banknot, kendisini çıkartana doğru gerisin geri döner. İngiltere'de yalnız İngiltere Bankasının banknotları, yasal ödeme aracı olarak genel dolaşımda bulundukları için, biz bu noktada taşra bankalarının, önemsiz ve yalnızca yerel olan banknot dolaşımlarını dikkate almayabiliriz.
    1858 Banka Komitesi önünde, İngiltere Bankası Guvernörü Mr. Neave şöyle tanıklık ediyor: 'n° 947. (Soru :) Halka sunulduğunu (sayfa 464) söylediğiniz aşağı yukarı 20.000.000 sterlinlik banknot miktarının aynı kalması için hangi önlemleri alıyorsunuz? - Olağan zamanlarda, halkın kullanması için yaklaşık 20.000.000 sterline gereksinme olduğu görülüyor. Yıl boyunca bazı özel dönemlerde bu miktar 1.000.000 ya da 1.500.000 sterlin daha artıyor. Halkın daha fazlasını istemesi halinde, bunu daima İngiltere Bankasından alabileceğini söylemiştim.' - '948. Panik arasında halkın banknot miktarını azaltmanıza izin vermeyeceğini söylediniz; bunu açıklamanızı istiyorum. - Panik sırasında bence halk istediği kadar banknot elde edebilir; ve hiç kuşkusuz bankanın bir taahhüdü olduğu sürece, halk bu taahhüdü Bankadan banknot almak için kullanabilir.' - '949. bu duruma göre, öyle görünüyor ki, her an yaklaşık 20.000.000 sterlin tutarında geçerli para gerekmektedir? - Halk için, 20.000.000 sterlin tutarında banknot; bu, değişiklik gösteriyor. 18.500.000, 19.000.000, 20.000.000, vb. sterlin kadar, ama ortalama alınırsa 19-20 milyon sterlin diyebilirsiniz.'
    Commercial Distress (C. D. 1848-57) (Ticari Bunalımı konusunda Lordlar Komitesinde, Thomas Tooke'un tanıklığı, n° 3094: 'Bankanın, halkın elindeki kendi dolaşım aracı miktarını genişletme konusunda bir yetkisi yoktur; ama bankanın, çok şiddetli bir işleme başvurmaksızın halkın elindeki banknot miktarını azaltma yetkisi vardır. '
    Nottingham'da 30 yıl bankerlik yapan J. C. Wright, bu taşra bankası için dolaşımda halkın gereksinme duyduğu ve istediğinden fazla banknot tutulabilme olanaksızlığını uzun uzun açıkladıktan sonra, İngiltere Bankası için şunları söylüyor (C.D. 1848-57) n° 2844: 'İngiltere Bankası üzerinde' (banknot çıkartılması için) 'herhangi bir denetim bulunduğunu bilmiyorum ama, herhangi bir dolaşım fazlalığı mevduata geçecek ve böylece başka bir ad almış olacaktır.'
    Aynı şey, neredeyse tamamen kağıt paranın dolaşımda bulunduğu İskoçya için de doğrudur, çünkü hem burada ve hem de İrlanda'da, bir sterlinlik banknotlar da kullanılmakta ve 'İskoçlar altından nefret etmektedir.' Bir İskoç bankasının müdürü Kennedy diyor ki, bankalar kendi banknot dolaşımlarını bile daraltamazlar ve 'yapılabilmeleri için banknot ya da altına gereksinme bulunan iç alışverişler olduğu sürece, bankerlerin, ya mevduat sahiplerinin talepleri yoluyla, ya da şu veya bu şekilde, bu alışverişlerin gerektirdiği miktarda dolaşım aracını sağlamaları gerekir İskoç bankaları, işlemlerini sınırlandırabilirler ama, dolaşım araçlarını denetleyemezler.' (Ibid., n° 3446, 3448.) Bunun gibi, Union Bank of Scotland'ın müdürü Anderson da diyor ki (Ibid., n° 3578) : 'kendi aranızdaki' [İskoç bankaları arasındaki] 'değişim sistemi, herhangi bir bankanın aşırı banknot çıkartmasını engelliyor mu? - Evet; değişim sisteminden daha güçlü bir engel daha var' [aslında bununla hiç bir ilgisi bulunmuyor, ama, her bankanın banknotlarının bütün İskoçya'da dolaşımda bulunmasını gerçekten de sağlamış oluyor], 'İskoçya'da yaygın olan bu bankada hesap bulundurma uygulaması; elinde parası olan herkesin bir banka hesabı var ve hemen gereksinmesi (sayfa 465) olmayan parayı her gün bu hesaba yatırıyor, böylece işgününün sonunda, halkın cebindeki para bir yana, bankaların dışında pek az para bulunuyor.'
    Aynı şey, İrlanda Bankası Guvernörü MacDonnel ile İrlanda Provincial Bank'ın Müdürü Murray'ın aynı Komitedeki tanıklıklarının da belirttiği gibi İrlanda için de geçerlidir.
    Banknot dolaşımı, İngiltere Bankasının isteğinden bağımsız olduğu gibi, bu banknotların altına çevrilebileceğini garanti eden bankanın kasalarındaki altın rezervinin durumundan da bağımsızdır. '18 Eylül 1846 tarihinde, İngiltere Bankasının dolaşımdaki banknotları 20.900.000 sterlin, Bankadaki külçe altın ve gümüş tutarı 16.273.000 sterlindi; ve 5 Nisan 1847'de dolaşımdaki banknot 20.815.000 sterlin ve külçe tutarı 10.246.000 sterlindi.... Ülkede dolaşımdaki parada herhangi bir daralma olmaksızın altı milyon altının ihraç edildiği apaçıktı.' (J. G. Kinnear, The Crisis and The Currency, London 1847, s. 5.) Kuşkusuz, bu ancak, İngiltere'de bugünkü koşullar altında olmuştur ve burada bile ancak, yasaların, banknot çıkartılması ile değerli maden rezervi arasında farklı bir oranı öngörmediği sürece olabilmiştir.
    Demek oluyor ki, yalnız iş ve ticaretin gereksinmeleri, dolaşımdaki para -banknot ve altın- miktarı üzerinde etkili olmaktadır. Burada her şeyden önce işlerin genel durumundan bağımsız olarak, her yıl kendilerini yineleyen devresel dalgalanmaları dikkate almak gerekir; böylece son 20 yılda 'dolaşım bir ayda yüksek, diğerinde düşük ve bir başka ayda orta düzeyde olmaktadır.' (Newmarch, B. A. 1857, n° 1650.)
    Bu nedenle her yıl ağustos ayında hasat giderlerini ödemek için, genellikle altın olarak birkaç milyon İngiltere Bankasından iç dolaşıma geçmektedir; çünkü, ücretler bu ayda yapılan bellibaşlı ödemelerdir ve banknotlar İngiltere'de bu amaç için pek geçerli olmamaktadır. Yıl sonuna kadar bu para tekrar bankaya dönmektedir. İskoçya'da, altın lira yerine, neredeyse bir sterlinlik banknotlardan başka bir şey bulunmamakta ve bu yüzden banknot dolaşımı, buna benzer durumlarda, yani yılda iki kez, mayıs ve kasım aylarında, 3 milyondan 4 milyona yükselmektedir; iki hafta sonra geriye akış başlamakta ve yaklaşık bir ay içersinde tamamlanmaktadır. (Anderson, C. D. 1848-57, n° 3595-3600.)
    İngiltere Bankasının banknot dolaşımı da her üç ayda bir, 'temettü', yani devlet borçları üzerinden faiz ödenmesi nedeniyle geçici dalgalanmalar göstermekte, banknotlar önce dolaşımdan çekilmekte ve sonra da tekrar piyasaya çıkmaktadır; ama çok geçmeden de gene geriye dönmektedir. Weguelin (B. A. 1857, n° 38) banknot dolaşımındaki bu dalgalanmanın ikibuçuk milyona ulaştığını söylemektedir. Ne var ki, mahut Overend, Gurney ve Ortakları firmasından Bay Chapman, para piyasasında bu yüzden doğan dalgalanmanın çok daha yüksek olduğunu tahmin etmektedir. 'Bu temettülerin ödenmesi için 6-7 milyon sterlini çektiğiniz zaman, bu arada bu meblağın yerini doldurabilecek birisinin aracı olarak bulunması gerekir.' (B. A. 1857, n° 5196.) (sayfa 466)
    Dolaşım aracı miktarında, sanayi çevriminin çeşitli evrelerine tekabül eden dalgalanmalar çok daha önemli ve uzun sürelidir. Şimdi de bu konuda adı geçen firmanın bir başka ortağının, saygıdeğer Quaker Samuel Gurney'in söylediklerine kulak verelim (C. D. 1848-57, n° 2645) : 'Ekim (1847) sonunda, halkın elindeki banknot tutarı 20.800.000 sterlindi. O dönemde, para piyasasında banknot elde etmede büyük bir güçlük vardı. Bu, 1844 tarihli yasanın koyduğu sınırlandırmalar sonucu, bunları elde edememek kaygısından ileri geliyordu. Halen [Mart 1848] halkın elindeki banknot miktarı... 17.700.000 sterlindir ama, şu anda herhangi bir ticari panik bulunmadığı için bu miktar gerekli olanın çok üzerindedir. Londra'da, elinde kullanabileceğinden daha çok miktarda banknot bulundurmayan ne banka vardır ne de sarraf.' - 2650. İngiltere Bankasının kasaları dışında bulunan... banknot miktarı, aktif bir dolaşımın devamı için tamamen yetersiz kalmakta, iş dünyasının hali ve kredi durumu... aynı şekilde dikkate alınmamış bulunmaktadır.' - '2651. Halen halkın elinde bulunan dolaşım miktarı ile ilgili olarak taşıdığımız fazlalık duygusu, büyük ölçüde, içinde bulunduğumuz büyük durgunluk durumundan gelmektedir. Yüksek fiyatlar ve alışverişlerdeki canlılık karşısında, 17.700.000 sterlin bize bir sınırlama duygusu vermektedir. '
    [İşlerin durumu böyle olduğu ve verilen borçların geriye dönüşü düzenli olduğu ve dolayısıyla kredi sarsılmadığı sürece, dolaşımdaki genişleme ve daralma, yalnızca, sanayiciler ile tüccarların gereksinmelerine bağlı bulunmaktadır. Altın hiç değilse İngiltere'de, toptan ticarette söz- konusu haline gelmediği ve altın dolaşımına, mevsimlik dalgalanmalar dışında, uzun bir süre için oldukça değişmez gözüyle bakılabildiği için, İngiltere Bankasının banknot dolaşımı, bu değişmelerin yeterli doğrulukta bir ölçütünü oluşturur. Bunalımı izleyen durgunluk döneminde dolaşım en alt düzeyindedir; canlanan taleple birlikte, dolaşım aracına karşı daha büyük bir gereksinme doğar ve artan gönençle birlikte büyür; dolaşım aracı miktarı, aşırı-gerilim ve aşırı-spekülasyon döneminde tepe noktasına ulaşır; bunalım çığ gibi patlak verir ve daha dün yığınla bulunan banknotlar piyasada görülmez olur ve onunla birlikte, senet kıranlar, senet ve tahvil karşılığında borç verenler ve meta satın alıcıları da, İngiltere Bankası imdada çağrılır, ama onun gücü de çok geçmeden tükenir, çünkü 1844 tarihli Bank Act, bütün dünya banknot diye feryat eder ve meta sahipleri ellerindekini satamadıkları halde borçlarını ödemeye çağrılır ve banknot bulabilmek için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırken, bankayı banknot dolaşımını kısmaya zorlamaktadır. 'Panik sırasında,' diyor daha önce adı geçen Wright (loc. cit., n° 2930) , 'ülke, bankerler ile başkaları dolaşım aracını istif halinde biriktirdikleri için, olağan zamana göre iki katı dolaşım aracına gereksinme duyar.'
    Bunalım bir kez patlak verdi mi, artık yalnızca, bir ödeme aracı sorunu halini alır. Ama herkes, bu ödeme aracını ele geçirmek için bir başkasına bağlı olduğu ve hiç kimse, vadesi geldiğinde karşısındakinin (sayfa 467) ödemeyi yapıp yapamayacağından emin olmadığı için, piyasada bulunan bu ödeme aracı, yani para için bir hücumdur başlar. Herkes eline geçirebildiği parayı bir yana istif eder ve böylece, en çok gereksinme duyulduğu bir günde banknotlar ortalıkta görünmez olur. Samuel Gurney (1848-57 C. D. n° 1116) , 1847 Ekiminde, böyle bir bunalım sırasında, kasalara kitlenen banknot miktarının 4-5 milyona ulaştığını tahmin etmektedir. -F. E.]
    Bu konuda, Gurney'in daha önce adı geçen ortağı Chapman'ın, 1857 tarihli Banka Komitesindeki sorgusu özellikle ilginçtir. Buraya, ben, bu tanıklığın, değinilen bazı noktaları daha sonra incelenecekse de, bellibaşlı yerlerini alacağım.
    Bay Chapman şöyle diyor:
    '4963. Herhangi bir kapitalistin (Londra'da olduğu gibi) , para piyasası üzerinde, dolaşım aracının çok düşük düzeyde olduğu bir sırada, büyük bir kıtlık ve baskı yaratacak güce sahip bulunmasının doğru bir şey olmadığı inancını taşıdığını da hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim. Bir amaca ulaşmak istedikleri takdirde piyasadan 1 ya da 2 milyon sterlin tutarında banknot çekebilecek güçte birden fazla kapitalistin bulunması da... mümkündür.' - 4965.[2*] Büyük bir spekülatör, 1 ya da 2 milyon sterlin tutarında devlet eshamı satabilir ve böylece piyasadan para çeker. Daha çok yakınlarda böyle bir şey oldu ve 'çok şiddetli bir baskı yaratıyor'.
    4967. Bu sırada banknotlar gerçekten de üretken değildir. 'Ama bu, onun [spekülatörün -ç.] büyük amacını eğer gerçekleştiriyorsa hiç bir şey değildir; onun büyük amacı, devlet fonlarının fiyatını düşürmek, kıtlık yaratmaktır ve bunu yapmak tamamen onun gücü içersindedir.' - Bir örnek: Bir sabah borsada paraya karşı büyük bir talep vardı; hiç kimse bunun nedenini bilmiyordu; birisi Chapman'dan %7'den 50.000 sterlin borç vermesini istedi. Chapman çok şaşırdı, çünkü onun faiz oranı çok daha düşüktü; kabul etti. Biraz sonra adam gene geldi, %7½'den 50.000 sterlin daha aldı ve ardından da %8'den 100.000 sterlin daha; ve %8½'den daha da istiyordu. Bu durumda Chapman bile tedirgin oldu. Az sonra, piyasadan birdenbire önemli miktarda para çekildiği açığa çıktı. Ama Chapman şöyle diyor, '%8'den epeyce borç verdim; daha öteye gitmekten korktum; ne olacağını bilmiyordum.'
    Şurasını hiç unutmamak gerekir ki, halkın elinde neredeyse her zaman banknot olarak 19-20 milyon sterlin bulunduğu varsayılmakla birlikte, bu banknotların fiilen dolaşımda bulunan kısmı ile, bankalarda yedek olarak atıl tutulan kısmı, birbiriyle orantısı bakımından sürekli önemli ölçüde değişir. Eğer bu yedek büyük ve dolayısıyla fiili dolaşım küçük ise, bu, para piyasası açısından dolaşımın dolu, paranın bol olduğu (the circulation is full, money is plentiful) anlamına gelir, yok eğer bu (sayfa 468) yedek küçük, dolayısıyla da fiili dolaşım dolu ise, para piyasası diliyle dolaşım düşük, para kıt (the circulation is low, money is scarce) - diğer bir deyişle, atıl borç sermayeyi temsil eden kısım küçüktür. Dolaşımda, sanayi çevriminin evrelerinden bağımsız gerçek bir genişleme ya da daralma -halkın gereksinmesi olan miktar gene de aynı kalmak üzere-, ancak teknik nedenlerle meydana gelir; örneğin, vergilerin ya da devlet borçları ile ilgili faizlerin ödendiği zamanlarda. Vergiler ödendiği zaman, normalin üzerinde banknot ve altın İngiltere Bankasına akar, ve aslında gereksinmeleri dikkate alınmaksızın dolaşım daralmış olur. Devlet borçları üzerinden temettü ödendiği zaman bunun tersidir. Birinci durumda, dolaşım aracı elde etmek için bankadan borç alınır. İkinci durumda, yedekleri geçici olarak büyüdüğü için özel bankalarda faiz oranı düşer. Bunun, mutlak dolaşım aracı miktarı ile bir ilişkisi yoktur; ne var ki bu, bu dolaşım aracını harekete geçiren ve bu süreç, kendisi için borç sermayesinin elden çıkarılması anlamına gelen ve dolayısıyla da kârı cebe indiren bankayı yakından ilgilendirir.
    Bir durumda, dolaşım aracı yalnızca geçici olarak yer değiştirmiştir ve İngiltere Bankası bunu, üç aylık vergilerden ve devlet borçları üzerinden ödenen üç aylık temettülerin ödenmesinden hemen önce, kısa vadeli borçlar vererek dengeler; bu fazla banknotların çıkartılması önce, vergilerin ödenmesinin yolaçtığı boşlukları doldurur ve çok geçmeden bunların bankaya yapılan ôdemelerle geriye dönüşü ise, temettülerin ödenmesi ile halkın eline geçen fazla banknotları geriye getirmiş olur.
    Diğer durumda ise, düşük ya da dolu dolaşım, daima yalnızca, aynı miktar dolaşım aracının, fiili dolaşım ve mevduata, yani borç verme aracına, farklı bir şekilde bölüşümü sorunudur.
    Öte yandan, eğer örneğin, İngiltere Bankasına altın akışına dayanılarak çıkartılan banknot sayısı artmış ise, bu banknotlar, Banka dışında poliçelerin iskontosuna yardımcı olur ve borçların tekrar ödenmesi yoluyla tekrar Bankaya dönerler, böylece dolaşımdaki mutlak banknot miktarı ancak geçici olarak artmış olur.
    Dolaşım eğer işlerdeki genişleme nedeniyle dolu ise (bu, fiyatlar nispeten düşük olduğu durumda bile olabilir) , yükselen kârlar ile artan yeni yatırımlar sonucu, borç sermayesine olan talep nedeniyle, faiz oranı nispeten yüksek olabilir. İşlerdeki daralma ya da belki de kredi bolluğu nedeniyle dolaşım düşük ise, faiz oranı, fiyatlar yüksek olsa bile düşük olabilir. (Bkz: Hubbard.)
    Mutlak dolaşım miktarının, ancak darlık zamanlarında faiz oranı üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Dolu dolaşım için talep, 1847'de Bank Act'in yürürlükten kaldırılmasının dolaşımda herhangi bir genişlemeye yolaçmayıp, yalnızca, istif edilmiş banknotları meydana çıkararak bunları dolaşıma aktarmasında olduğu gibi, kredi eksikliği nedeniyle, (sayfa 469) ya sırf, bir yana yığılan dolaşım aracına olan talebi (para dolaşımının azalan hızı ile aynı özdeş para parçalarının sürekli olarak borç sermayesine çevrilmesi dikkate alınmazsa) yansıtabilir; ya da, 1857'de Bank Act'in yürürlükten kaldırılmasından bir süre sonra olduğu gibi, o günkü koşullar altında, daha fazla dolaşım aracına fiilen gereksinme olabilir.
    Yoksa mutlak dolaşım aracı miktarının, faiz oranı üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, çünkü -dolaşım aracındaki tasarruf ile hızının değişmediği kabul edildiğinde- faiz oranını belirleyen şey, önce, meta-fiyatları ile yapılan alışverişlerin miktarı (böylece, bunlardan biri genellikle diğerinin etkisini nötralize eder) ve ensonu, kredi durumudur, oysa, mutlak dolaşım miktarı, hiç bir şekilde, faiz oranı üzerinde ters bir etki göstermez; ve ikinci olarak da, çünkü meta-fiyatları ve faizin, birbirleri üzerinde herhangi bir doğrudan karşılıklı ilişki içersinde bulunmaları zorunluluğu yoktur.
    Bank Restriction Act'in yürürlükte kaldığı sürece (1797-1819) bir currency [dolaşım aracı] fazlalığı vardı, ve faiz oranı, daima, nakit ödemelerin yeniden başlamasından sonraki düzeye göre, daha yüksekti. Daha, sonra, banknot çıkartılmasının sınırlandırılması ve kurların yükselmesiyle, hızla düştü. 1822, 1823 ve 1832'de genel dolaşım düşük ve faiz oranı da öyleydi. 1824, 1825 ve 1836'da dolaşım dolu idi ve faiz oranı yükseldi. 1830 yazında dolaşım dolu ve faiz oranı düşüktü. Yeni altın madenlerinin bulunmasından beri para dolaşımı bütün Avrupa'da genişledi ve faiz oranı yükseldi. Bu nedenle, faiz oranı, dolaşımdaki para miktarına bağlı değildir.
    Dolaşım aracı çıkartılması ile sermaye borç verilmesi arasındaki farkı, en iyi, fiili yeniden-üretim süreci ortaya koymaktadır..
    Üretimi oluşturan farklı kısımların birbirleriyle ne şekilde değişildiklerini görmüş bulunuyoruz.(Kitap II, Part III [İkinci Cilt, Üçüncü Kısım. -Ed.]) Örneğin, değişen sermaye, maddi bakımdan, emekçilerin geçim araçlarından, kendi ürünlerinin bir kısmından oluşmaktadır. Ama bu onlara, parça parça, para olarak ödenmektedir. Kapitalist bunu yatırmak zorundadır, ama yeni değişen sermayeyi gelecek hafta, bir önceki hafta ödediği eski parayla ödeyebilmesi büyük ölçüde kredi sistemi örgütüne bağlıdır. Aynı şey, toplam toplumsal sermayeyi oluşturan çeşitli kısımlar arasında örneğin tüketim araçları ile, tüketim araçlarının üretim araçları arasındaki değişim için de geçerlidir. Bunların dolaşımı için paranın, görmüş olduğumuz gibi, değişimi yapan tarafların birisi ya da her ikisi tarafından yatırılmış olması gerekmektedir. Para bunun üzerine dolaşımda kalmakta, ama değişim tamamlandıktan sonra kendisini yatırana geri dönmektedir, çünkü, bu para, onun fiilen kullanılan sanayi sermayesinin üzerinde ve ötesinde yatırılmış bulunmaktadır. (Kitap II, Yirminci Bölüm) . Gelişmiş bir kredi sisteminde, paranın bankerlerin (sayfa 470) elinde toplanmasıyla bu parayı yatıran, hiç değilse nominal olarak bankerler olmaktadır. Bu yatırım yalnızca dolaşımdaki parayla ilgilidir. Bu bir sermaye yatırımı değil, dolaşıma yapılan bir yatırımdır.
    Chapman: '5062. Halkın elinde büyük miktarlarda para olduğu halde,bunlara sahip olunamadığı zamanlar olabilir.' Panik sırasında da para vardır; ama herkes bunu, borç verilebilir sermayeye, yani borç verilebilir paraya çevirmemek için gözünü dört açmaktadır; herkes bu paraya, gerçek ödeme gereksinmelerini karşılamak amacıyla sıkı sıkıya sarılmaktadır.
    '5099. Kırsal bölgelerdeki taşra bankerleri kullanmadıkları bakiyeleri size ve diğer firmalara gönderiyorlar değil mi? - Evet.' - '5100. Öte yandan Lancashire ve Yorkshire bölgeleri sizden, işlerinde kullanmak üzere senetlerinin iskonto edilmesini istiyorlar? - Evet.' - '5101. Demek ki, ülkenin bir kısmındaki fazla para, ülkenin öteki kısmındaki talebi karşılamak için kullanılıyor? - Evet, tamamen öyle.'
    Chapman, bankaların, kendi fazla para-sermayelerini, kısa dönemler için eshama ve hazine bonolarına yatırma adetlerinin, son zamanlarda, bu paranın at call [emre hazır] yani istenildiğinde ödenilmek üzere borç verilmesinin yaygınlaşmasından beri epeyce azaldığını söylemektedir. O, şahsen bu gibi bonoların satın alınmasının hiç de pratik olmadığı kanısında. Bu yüzden o, parasını güvenilir poliçelere yatırıyor ve bunların bir kısmının her gün vadesi geldiği için, daima, günü gününe ne miktarda paranın eline geçeceğini bilmiş oluyor. [5101-5105.]
    İhracattaki büyüme bile kendisini az çok her ülke için, ama özellikle krediyi veren ülke için, iç para piyasası üzerinde, darlık dönemine kadar pek de hissedilmeyen artan bir talep olarak ortaya koymaktadır. İhracat arttığı zaman İngiliz fabrikatörleri, sevkedilen İngiliz mallarına karşılık ihracatçı tüccarlar üzerine genellikle uzun vadeli poliçeler çekiyorlar (5126) . - '5127. Genellikle bu poliçelerin zaman zaman tekrar çekileceği konusunda bir uzlaşma sözkonusu değil mi? - [Chapman:] Bu, bizden saklanan bir şeydir; biz bu tür bir poliçeyi kabul edemeyiz.... Bunun yapıldığını söyleyebilirim, ama böyle bir konu üzerinde konuşmam.' [Masum Chapman.] '5129. Ülke ihracatında, geçen yıl olduğu gibi 20 milyon sterlinlik büyük bir artış olunca, bu, doğal olarak, bu ihracatı temsil eden poliçelerin iskontosu için büyük sermaye talebine yolaçmayacak mıdır? - Hiç kuşkusuz.' - '5130. Bu ülke genel kural olarak, yapılan bütün ihracatlar için yabancı ülkelere kredi verdiğine göre, bu, bir süre için, buna tekabül edecek şekilde artmış bir sermayenin emilmesi olmayacak mıdır? - Bu ülke, muazzam kredi vermektedir; ama, daha sonra kendi hammaddesi için kredi almaktadır. Bize Amerika'dan daima 60 gün, öteki ülkelerden 90 gün vade tanınmaktadır. Öte yandan biz de kredi veriyoruz; Almanya'ya mal gönderdiğimizde, iki ya da üç ay veriyoruz.'
    Wilson, Chapman'dan, İngiltere üzerine poliçelerin, ithal edilen bu (sayfa 471) hammaddeler ile sömürge mallarının gemiye yüklenmesiyle aynı anda çekilip çekilmediğini ve bu poliçelerin, yükleme belgeleriyle birlikte gelip gelmediğini soruyor (5131) . Chapman öyle sanıyor, ama bu gibi 'ticari' işlemler konusunda bilgisi bulunduğunu itiraf etmiyor, ve bu alanda uzman olanlardan sorulmasını tavsiye ediyor. - Chapman Amerika'ya ihracat yaparken, 'malların transit olarak simgelendiğini,' söylüyor 5133; bu karışık söz herhalde, İngiliz ihracatçısının, metalarına karşılık Londra'daki büyük Amerikan bankalarından birisine dört ay vadeli bir poliçe çektiği ve bu firmanın Amerika'dan maddi bir teminat getirdiği anlamına geliyor.
    '5136. Genel kural olarak, daha uzak yerlerle ticaret yapan, ve sermayesini, mallar satılana kadar bekleyen tüccarlar da yok mu? Kendilerine ait büyük servetleri olan, kendi sermayelerini yatırabilen ve mallarına karşılık avans almayan firmalar bulunabilir; ama, mallarının büyük kısmı, ünlü bazı eski firmaların poliçeleri ile avanslara çevrilmiş durumdadır.' - '5137. Bu firmalar... Londra'da ya da Liverpool'da, ya da bir başka yerde bulunmakta.' - '5138. Bu nedenle, fabrikatörün kendi parasını yatırması ya da Londra'da ya da Liverpool'da para verecek bir tüccar bulması farketmemektedir; bu gene de bu ülkede verilen bir avans mıdır? - Tamamen öyle. Pek az durumda fabrikatörün bununla bir ilgisi vardır' [ama 1847'de neredeyse bütün durumlarda vardı]. 'Diyelim, Manchester'de mamul mal ticareti yapan bir kimse, mal satın alır ve bunları Londra'daki dürüst bir firma aracılığı ile sevkeder; Londra'daki firma, bu malların hepsinin anlaşmaya uygun biçimde sandıklandığına kanaat getirirse, Hindistan'a, Çin'e ya da bir başka yere gönderilen bu mallar karşılığında, Londra'daki bu firma üzerine altı ay vadeli poliçe çeker; şimdi artık bankacılık alemi işe karışır ve bu poliçeyi onun için iskonto eder; böylece, malların bedelini ödeme zorunda olduğu tarihte, bu poliçenin iskonto edilmesi yoluyla para sağlamış olur.' - '5139. O, bu parayı elde etmiştir ama, banker de kendi parasını elinden çıkartmıştır, değil mi? - Bankerin elinde de poliçe vardır, banker bu poliçeyi satın almıştır; o, kendi banka sermayesini, bu şekilde, yani ticari poliçeleri kırmak suretiyle kullanmaktadır.' [Demek ki, Chapman bile poliçe iskonto etmeye bir para avansı olarak değil, ama bir meta satın alınması olarak bakmaktadır. -F. E.] - '5140. Bu gene de, Londra'da para piyasası üzerindeki talebin bir kısmını teşkil etmektedir? - Hiç kuşkusuz, bu, para piyasasının ve İngiltere Bankasının bellibaşlı uğraşıdır. İngiltere Bankası bu poliçeleri elde etmekten bizim kadar memnundur, çünkü bunun iyi bir yatırım olduğunu bilirler.' - '5141. Bu şekilde, ihracat arttıkça, para piyasası üzerindeki talep de artmış olmuyor mu? - Ülkenin gönenci arttıkça biz' [Chapman'lar] 'buna katılmış oluyoruz.' - '5142. Demek ki, sermayenin kullanımı için bu çeşitli alanlar birdenbire artınca, hiç kuşkusuz, bunun doğal sonucu olarak, faiz oranı da yüksek olacaktır? - Kesinlikle öyle.' (sayfa 472)
    5143'te Chapman, 'yapılan büyük ihracatımız karşısında, külçe için böylesine bir gereksinmemiz olduğunu hiç anlayamıyor.'
    5144'te saygıdeğer Wilson soruyor: 'İhracatımız için, yaptığımız ithalat için, almış olduğumuzdan daha fazla kredi vermiş olmuyor muyuz? - Ben de bu noktada kuşkuluyum. Bir kimse, Manchester'deki mallarının Hindistan'a gönderilmesini kabul ettiğinde, sizin on aydan daha kısa bir süreyi kabul etmemiz olanaksızdır. Hindistan bize ödeme yapmadan bir süre önce, pamuğu için bizim Amerika'ya ödeme yapmamız gerekiyor (bu tamamen doğrudur): ama gene de o, işlerinde oldukça hassastır.' - '5145. Geçen yıl olduğu gibi mamul mallar ihracatımızda 20 milyon sterlinlik bir artış olsa, bu artan mal miktarını telafi etmemiz için hammadde ithalatımızda eskisine göre çok büyük bir artış olması zorunlu olacaktır' [ve bu şekilde, aşırı-ihracat, aşırı-ithalat ile aşırı-üretim, aşırı-ticaret ile bir tutulmuş oluyor] 'değil mi? - Hiç kuşkusuz öyle.' - '5146. Çok önemli miktarda hesap bakiyesi ödememiz gerekecek, yani hiç kuşkusuz o sırada hesap bakiyesi aleyhimizde olacak, ama uzun vadede Amerika ile... döviz hesabı lehimizdedir ve bir süredir Amerika'dan büyük miktarda külçe almaktayız.'
    5148. Wilson, tefecibaşı Chapman'a, aldığı yüksek faiz oranını, büyük bir gönencin ve yüksek bir kâr oranının belirtisi diye kabul edip etmediğini soruyor. Chapman besbelli bu lafebesinin bönlüğüne şaşarak, doğal olarak, bunu doğruluyor, ama şunları ekleyecek kadar da dürüst davranıyor: 'Başı sıkışan kimseler de vardır ve bunların yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülükleri vardır; kârlı olsun olmasın bunları yerine getirmeleri gerekir; ama bunun sürekliliği' [yani, yüksek faiz oranının devamı] 'gönencin belirtisi olabilir.' - Her ikisi de, yüksek bir faiz oranının, aynı zamanda, 1857'de olduğu gibi, ülkenin, başkalarının cebinden ödedikleri için yüksek bir faizi ödeyebilen (ve böylece de, herkes için faiz oranının belirlenmesine yardımcı olan) gezginci kredi şövalyeleri tarafından perişan edildiğinin, oysa bu arada kendilerinin gelecek kârlar üzerinden beyler gibi yaşadıklarının belirtisi olabileceğini de unutuyorlar. Aynı zamanda bu, fabrikatörler ile başkaları için de çok kârlı bir iş sağlayabilir. Borç sisteminin sonucu olarak geriye ödemeler tamamen aldatıcı hale gelir. Faiz oranı yüksek olduğu sırada, başkalarından daha düşük bir oranla iskonto yaptığı için, İngiltere Bankasını ilgilendirdiği kadarıyla, herhangi bir açıklamayı gerektirmemekle birlikte, aşağıdaki noktaları da açıklığa kavuşturmuş olur.
    '5156. Diyebilirim ki,' diyor Chapman, 'uzun bir süredir yüksek bir faiz oranının bulunduğu şu sıralarda, iskontolarımız en üst düzeydedir.' [Chapman bu sözleri, çöküntüden iki ay önce, 21 Temmuz 1857'de söylemişti.] - '5157. 1852'de' [faiz oranı küçük iken] 'iskontolarımız bu kadar yüksek değildi.' Çünkü işler, o sırada gerçekten epeyce daha sağlıklıydı.
    '5159. Piyasada büyük bir para akışı varken... ve banka oranı düşük (sayfa 473) iken, bir poliçe azalması olur.... 1852'de, tümüyle farklı bir gidiş vardı. Ülkenin ithalat ve ihracatı hiç bir zaman şimdiki düzeyde olmamıştı.' - '5161. Bu yüksek iskonto oranı ile iskontolarımız, 1854'teki kadar çoktu.' [Faiz oranının 5 ile 5½ arasında olduğu sırada.]
    Chapman'ın tanıklığının çok eğlenceli bir kısmı, bu insanların, halkın parasına gerçekten nasıl kendi paraları gözüyle baktıklarını ve iskonto ettikleri poliçelerin devamlı çevrilebilirlik hakkını nasıl kendilerinde gördüklerini açıklamaktadır. Sorular ve yanıtlar büyük bir bönlüğü ortaya koymakta. Büyük firmalarca kabul edilen poliçelerin her an paraya çevrilmesini sağlamak, ve İngiltere Bankasının, her türlü koşul altında bunların bill broker'lar için reeskontunu sağlamasını temin etmek, yasakoyucunun yükümlülüğü haline geliyor. Ve gene de 1857'de, 8 milyon olan borçlarıyla kıyaslandığında çok küçük sermayeleri olan, böyle üç bill broker iflas etti. '5177. Bu sözlerinizle onların,' [yani, Baring'ler ya da Loyd'lar tarafından kabul edilen poliçelerin] 'şimdi İngiltere Bankasının zorunlu olarak altınla değiştirilebilir banknotları gibi, zorunlu olarak iskonto edilmesi gerektiği inancında olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz? , - Bunların iskonto edilmemesinin çok esef verici bir şey olacağı inancındayım; elinde, Smith, Payne and Co., ya da Jones, Loyd and Co. firmalarının poliçeleri bulunan bir kimsenin, bunları iskonto ettiremediği için ödemeyi durdurmak zorunda kalması çok olağanüstü bir durum.' - '5178. Messrs. Baring'in sözleşmesi, poliçenin vadesi geldiğinde belli bir miktar paranın ödenmesini zorunlu kılmıyor mu? - Bu tamamen doğru; ama Messrs. Baring, bu sözleşmeyi yaptığında ve, böyle bir sözleşmede bulunan diğer her tüccar bunu hiç bir zaman altın sterlin olarak ödemeyi akıllarına bile getirmezler; bunu, Clearing House'da ödeyeceklerini düşünürler.' - '5180. Halka henüz poliçenin vadesi gelmeden, bunu herhangi bir kimseye iskonto ettirecek para isteme hakkını verebilecek bir sistemin bulunmasını mı düşünüyorsunuz? - Hayır, poliçeyi kabul edenden değil; ama eğer siz bununla, bizim iskonto edilmiş ticari poliçeleri elde etmemizin olanaksızlığını anlatmak istiyorsanız, durumu baştan sona değiştirmemiz gerekir.' - '5182. Öyleyse siz onun,' [ticari poliçenin] 'aynı, İngiltere Bankası banknotlarının altına çevrilebilir olması gibi, paraya çevrilebilir olması gerektiği kanısındasınız? - Bazı koşullar altında tamamen öyle.' - '5184. Demek ki, sizce currency ile ilgili mevzuat öyle olmalı ki, sağlam nitelikte bir poliçe her an, tıpkı banknot gibi kolayca değişilebilmelidir? - Evet öyle.' - '5185. İngiltere Bankasının ya da herhangi bir kimsenin yasayla bunu değiştirme zorunda olması gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz? - Benim söylemek istediğim, currency ile ilgili yasa hazırlanırken, sağlam ve yasal olması kaydıyla ülkedeki poliçelerin paraya çevrilmeme olasılığını engelleyen hükümler getirilmelidir.' - Banknotların altına çevrilmesine oranla, ticari poliçelerin paraya çevrilmesi işte budur. (sayfa 474)
    '5190. Ülkedeki para-tüccarları aslında yalnızca halkı temsil ederler.' Tıpkı Bay Chapman'ın daha sonraları, Davidson davasında, mahkeme önünde halkı temsil etmesi gibi. Bkz: Great Ciıy Frauds.[3*]
    '5196. Üç ayın sonunda' [temettüler ödendiği zaman] 'mutlaka... İngiltere Bankasına gitmemiz gerekiyor. Temettülerin ödenmesi için dolaşımdan, gelirin 6-7 milyon sterlinini çektiğinizde, o arada birisinin bunu sağlaması gerekir. ' - [Bu duruma göre, sözkonusu olan, sermaye ya da borç sermayesi değil, para arzıdır.]
    '5169. Bizim ticari çevremizi tanıyan herkesin bilmesi gerekir ki, hazine tahvillerini satma olanağını bulamadığımız, Hindistan tahvillerinin hiç bir işe yaramadığı, birinci derecede ticari poliçeleri iskonto ettiremediğiniz bir duruma düşünce, yaptıkları iş gereği, talep üzerine dolaşım aracı ödemek durumunda bulunanların -ki, bütün bankerler bu durumdadır- büyük bir endişeye kapılmaları doğaldır. Bunun sonucu ise herkesin rezervini iki katına çıkartması oluyor. Aşağı yukarı 500 dolayında bulunan bütün taşra bankerlerinin, Londra'daki muhabirlerine banknot olarak 5.000 sterlin göndermelerini istemeleri üzerine, bütün ülkede bunun etkisinin ne olacağını görürsünüz. Böylesine sınırlı miktarı ortalama olarak alsak bile, -ki düpedüz abes bir şeydir- dolaşımdan 2.500.000 sterlin çekilmiş olacaktır. Peki bu miktarı kim sağlayacak? '
    Öte yandan, elinde parası bulunan özel kapitalistler, vb., faiz ne olursa olsun parayı vermeye yanaşmıyorlar; bunlar da Chapman'ın ağzıyla konuşuyorlar: '5195. Gerektiğinde parayı geri almak kuşkusunu taşımaktansa hiç faiz almamak yeğdir.'
    '5173. Sistemimiz şöyledir: Bir anda ulusal sikke ile ödenmesi talep edilebilecek 300 milyon sterlin borç bulunsa, bu miktarın tamamının karşılığı 23.000.000 kağıt sterlin ya da buna yakın bir meblağ tutar; bu bizi her an kıvrandırabilecek bir durum değil midir? İşte bunalım sırasında kredi sisteminden birdenbire para sistemine geçişin sonucu.
    Bunalım sırasında ülke içersindeki panikten başka, bir para miktarından, ancak külçe altın, evrensel para olduğu ölçüde sözedilebilir. Oysa Chapman'ın hiç sözünü etmediği de bu; o yalnız banknot olarak kağıt paradan sözediyor.
    Aynı Chapman: '5218. Para piyasasındaki düzensizliğin bellibaşlı nedeni' [1847 Nisan ayı ile daha sonra ekim ayındaki] 'o yılki olağanüstü ithalat sonucu, takaslarımızı düzenlemek için gerekli para miktarı idi'.
    Her şeyden önce, bu dünya piyasası para rezervi o sırada en alt düzeye indirilmişti. Sonra bu aynı zamanda, kredi-parası ile banknotların çevrilebilirliği için güvence olarak iş görüyordu. Bu şekilde, tamamen farklı iki işlevi birleştiriyordu, ama bunların her ikisi de, paranın niteliğinden ileri geliyordu, çünkü, gerçek para daima dünya piyasa parasıdır (sayfa 475) ve kredi-parası daima dünya piyasa parası üzerine dayanır.
    1847'de, 1844 tarihli Bank Act yürürlükten kaldırılmaksızın, 'Clearing House'ların, işlerini düzenlemesi olanaksızdı.' (5221.)
    Ama Chapman ne de olsa kaçınılmaz bunalımı sezmişti: '5236. Para piyasasında bazı durumlar vardır ki (ve bugünkü durum buna çok yakındır): para elde edilmesi son derece güçtür ve Bankaya başvurulması zorunludur '.
    '5239. Bizim, Bankadan, 1847 Ekiminin 19, 20, ve 22'sinde, cuma, cumartesi ve pazartesi günleri aldığımız meblağlar ile ilgili olarak, eğer biz gelecek çarşamba günü senetleri alabilirsek ne mutluydu bize; para tekrar bize doğrudan doğruya akmış, panik bitmişti.' - 23 Ekim salı günü Bank Act yürürlükten kaldırılmış ve böylece bunalım sona ermişti.
    Chapman, aynı Londra üzerine çekilen poliçelerin, 100-120 milyon sterlin tuttuğuna inanıyor (5274) . Bu meblağ, taşra firmaları üzerine çekilen yerel poliçeleri içermiyor.
    '5287. 1856 Ekiminde, halkın elindeki banknot tutan, 21.155.000 sterline ulaştığı halde, para bulmada olağanüstü bir güçlük vardı; halkın elinde bu kadar para olduğu halde biz elimizi süremiyorduk.' - Bu durum, Eastern Bank'ın bir süre için (Mart 1856) içine düştüğü sıkışıklığın yolaçtığı korkudan ileri geliyordu.
    5290-92. Panik sona erer ermez, 'kârlarını faizden sağlayan bütün bankerler, hemen parayı kullanmaya başladılar.'
    5302. Chapman, banka rezervleri azaldığı andaki huzursuzluğu, mevduatlar ile ilgili endişeye bağlı olarak açıklamıyor, ama daha çok, birdenbire büyük paralar ödemek zorunda kalabilecek kimselerin hepsinin de, para piyasasında bir darlık olduğu anda, son sığınak olarak bankaya başvurabileceklerini çok iyi bildiklerini söylüyor; ve 'eğer bankaların rezervleri çok küçük ise, bunlar bizi görmekten pek hoşlanmazlar, tam tersine.'
    Ne varki bu rezervlerin gerçek büyüklük olarak eriyip gittiğini görmek de çok hoş. Bankerler günlük işlerinin gerektirdiği kadar küçük bir miktarı, ya kendi ellerinde ya da İngiltere Bankasında tutmakta, bill broker'lar, herhangi bir rezerv olmaksızın 'ülkedeki akışkan banka parasını' elde bulundurmakta. Ve İngiltere Bankasının elinde mevduatlar karşılığı borçlarını dengelemek için, bankerlere ve başkalarına ait yedeklerle, çok düşük bir düzeye, diyelim 2 milyon sterline kadar düşmesine izin verdiği bazı public deposits (devlet mevduatı) , vb. dışında bir şey bulunmamakta. Kağıt olarak bu 2 milyon dışında, demek ki bütün bu spekülasyonun, darlık zamanlarında külçe rezervinden başka bir yedeği bulunmamakta (ve bu da yedeği azaltmakta, çünkü dışarı giden külçeye karşılık gelen banknotların da geçersiz kılınması gerekmektedir) , ve böylece, dışarıya altın akışı yoluyla bu yedekteki her küçülme, bunalımı artırmaktır.
    '5306. Clearing House'da ticari işlemleri tasfiye etmek için para (sayfa 476) bulunmadığı takdirde, bence bundan sonraki tek seçenek, bir araya gelerek, ödemelerimizi birinci sınıf poliçelerle, Hazine üzerine, Messrs, Smith, Payne, vb., üzerine çekilecek poliçelerle yapmaktır.' - '5307. Demek oluyor ki, hükümet size dolaşım aracı sağlamakta başarı gösteremediği taktirde, bunu siz kendiniz icad edeceksiniz? - Başka ne yapabiliriz? Halk gelip dolaşım aracını elimizden alıyor; para bulunmuyor.' - '5308. Onların haftanın her günü Manchester'de yaptıklarını, demek, siz de Londra'da yapmış olacaksınız? - Evet.'
    Cayley'in (Attwood okuluna bağlı bir Birmingham'lı) , Overstone'un sermaye anlayışıyla ilgili olarak sorduğu bir soruya Chapman'ın yanıtı özellikle kurnazcadır: '5315. Bu komitede, 1847 bunalımı gibi bir bunalım sırasında, herkesin aradığı şeyin para değil sermaye olduğu söylendi, bu konuda düşünceniz nedir? - Bunu anlayamadım; biz yalnızca para ticareti yapıyoruz; bununla ne demek istediğinizi anlayamıyorum.' - '5316. Eğer siz onunla [ticari sermaye] bir kimsenin kendi işinde kullandığı para miktarını kastediyorsanız, buna sermaye diyorsanız, birçok durumda, bu, kendisine halk tarafından' -Chapman'ların aracılığı ile- 'verilen kredi yoluyla işlerinde kullandığı paranın çok küçük bir kısmını oluşturur.'
    '5339. Bizim madeni parayla ödeme yapmamıza son verdiren şey, zenginlik isteği midir? - Kesinlikle değil.... Bunun nedeni zenginlik isteğimiz değil, çok yapay bir sistem içersinde hareket etmemizdir; dolaşım aracımız üzerinde çok büyük bir talebin eşiğine vardığımızda (superincumbant) , bu dolaşım aracını elde etmemizi engelleyen durumlar doğabilir; ülkenin bütün ticari sanayii felce mi uğrayacak? Bütün istihdam yollarını kapatacak mıyız? ' - '5338. Ödemelerimizi madeni parayla yapmaya devam mı edelim, yoksa, ülke sanayiini mi devam ettirelim sorusu sorulsa, ben, bunu bırakalım demekte hiç duraksamam.'
    'Bunalımı artırmak ve sonuçlarından yararlanmak amacıyla,' [5358] banknot istif edilmesiyle ilgili olarak, bunun çok kolay olabileceğini söylüyor. Bunun için, üç büyük banka yeterli olabilir. '5383. Bu ticaret merkezindeki büyük alışverişlerle yakın ilgisi bulunan bir insan olarak, kapitalistlerin, pençelerine düşen kimselerin mahvolup gitmelerinden büyük kârlar sağlamak için bu bunalımlardan yararlandıklarını bilmeniz gerekmez mi? - Bunun böyle olduğuna hiç kuşku yok.' - Ve biz bu konuda; ticari bir deyişle 'kurbanların mahvolup gitmesinden muazzam kârlar' elde etme çabası içersinde, ensonu kendi ipini kendi eliyle çekmekle birlikte, bay Chapman'a pekala inanabiliriz. Ortağı Gurney de şöyle diyor: Bu işleri bilen için, işlerdeki her değişiklik bir yarar sağlar, Chapman diyor ki: 'Toplumun bir kesiminin, öteki kesimden hiç haberi yok; bunlardan birisi, örneğin, kıtaya ihracat yapan, ya da kullandığı hammaddeyi ithal eden fabrikatör; bunun, külçe işiyle uğraşan kimse ile ilgili hiç bir bilgisi yok.' (5046.) - Ve böylece, günlük güneşlik bir günde Gurney ile Chapman'ın kendileri de, 'bu konuda bilgileri olmadığı' (sayfa 477) için, o mahut iflasla yüzyüze geldiler.
    Daha önce de gördüğümüz gibi, banknot çıkartılması her zaman bir sermaye avansı anlamını taşımıyor. Tooke'un, Lordlar Kamarasının C. D. 1848 Komitesindeki aşağıdaki tanıklığı, yalnızca, bir sermaye avansının, yeni banknotlar çıkartılması yoluyla bir banka tarafından bile gerçekleştirilmiş olsa bile, mutlaka dolaşımdaki banknot sayısında bir artışı belirtmediğini göstermektedir.
    '3099. Örneğin, İngiltere Bankasının, avanslarını büyük ölçüde genişlettiği halde, ek banknot çıkartılmasına yolaçmayacağına inanıyor musunuz? - Bunu kanıtlayan pek çok olgu var; en çarpıcı örneklerden birisi 1835'te, Bankanın, Doğu Hint mevduatları ile Doğu-Hint Kumpanyasından alınan borçları, halka verilen daha büyük avanslarda kullanmasıydı. O sırada halkın elinde bulunan banknot miktarı aslında daha da azalmıştı. Ve 1846'da, demiryolu mevduatının bankalara ödenmesi sırasında da buna benzer bir tutarsızlık görülmüştü; senet ve tahviller (iskonto edilen ve mevduat olarak) yaklaşık otuz milyona çıkmıştı, oysa bunun halkın elindeki banknot miktarında farkedilebilir bir etkisi olmamıştı.'
    Banknotlar dışında, toptan ticaretin, çok daha önemli bir başka dolaşım aracı daha vardır: poliçeler. Sağlam poliçelerin her yerde ve her koşul altında kabul edilmesinin, işlerin düzenli akışı için ne denli önemli olduğunu Bay Chapman bize göstermişti. 'Gilt nicht mehr der Tausves Jontof, was soll gelten, Zeter, Zeter! '[4*] Bu İki dolaşım aracı arasında acaba ne gibi bir bağıntı vardır?
    Gilbart bu konuda şöyle yazıyor: '... Banknot dolaşım miktarındaki azalma, poliçe dolaşım miktarını düzenli olarak artırır. Bu poliçeler iki sınıftır: ticari poliçeler ve banker poliçeleri... para kıtlaşınca borç para verenler, 'bizim üzerimize poliçe çekin, biz kabul ederiz' derler. Ve bir taşra bankeri, nakit verecek yerde, müşterisi için poliçe iskonto edince, ona, Londra'daki temsilcisi üzerine yirmibir günlük kendi çekini verir. Bu poliçeler, dolaşım aracı olarak hizmet ederler.'(J. W. Gilbart, An Inquiry into the Causes of the Pressure, etc., s. 31.)
    Bunu Newmarch biraz değişik bir biçimde doğruluyor, B. A. 1857, n° 1426:
    'Poliçe dolaşım miktarındaki dalgalanmalar ile banknot dolaşımındaki dalgalanmalar arasında bir bağıntı yoktur... oldukça düzenli biricik sonuç... para piyasası üzerinde, iskonto oranındaki bir yükselme ile kendisini gösteren bir baskı olduğu sıralarda, poliçe dolaşım hacminde büyük bir artış olduğudur, ve bunun tersi de doğrudur.'
    Bununla birlikte, bu gibi zamanlarda çekilen poliçeler hiç bir zaman, Gilbart'ın dediği gibi yalnız kısa vadeli banka-çekleri değildir. Tersine (sayfa 478) bunlar çoğunlukla ve gerçek alışverişleri hiç bir şekilde temsil etmeyen ya da yalnızca üzerlerine poliçe çekilmesi amacıyla yapılan işlemleri temsil eden hatır senetleridir; bunların her ikisinin de yeteri kadar örneğini vermiş bulunuyoruz. Economist (Wilson) bu poliçeler ile banknotların güvenilirliğini karşılaştırırken şöyle diyor: 'Talep üzerine ödenilebilir banknotların fazlalığı, hiç bir zaman piyasada tutulamazlar, çünkü bu fazlalık, ödeme için daima bankaya dönecektir, oysa, iki ay vadeli poliçeler, çok fazla miktarlarda çekilebilir, çünkü bunların vadesi gelip de diğerleri ile değiştirilmelerine kadar herhangi bir denetim sözkonusu değildir. Uzak bir tarihte ödenecek olan poliçelerin dolaşımının güvenilir diye kabul edilip de, talep üzerine ödenen kağıt paranın dolaşımının güvenliğine karşı çıkmak bizim için tamamen açıklanamaz bir şeydir. ' (Economist, May 22, 1847, s. 575.)
    Dolaşımdaki poliçe miktarı bu nedenle, tıpkı banknotlar gibi yalnızca, iş ve ticaretin gereksinmeleri ile belirlenir; olağan zamanlarda, Birleşik Krallık'ta 1850 ile 1860 arasında, dolaşımda, 39 milyon banknota ek olarak, yaklaşık 300 milyon poliçe bulunuyordu ve bu poliçelerin 100-120 milyonu yalnız Londra üzerine çekilmişti. Dolaşımdaki poliçe hacminin, banknot dolaşımı üzerinde bir etkisi yoktur, ancak para darlığı sırasında, poliçe miktarı artıp da nitelikleri bozulunca, dolaşımdaki banknot miktarının, poliçe miktarı üzerinde bir etkisi olduğu görülür. Ensonu, bunalım döneminde, poliçe dolaşımı bütünüyle çöker; herkes nakit ödeme kabul ettiği için, ödeme vaadi artık geçersiz duruma gelir; yalnızca banknot, hiç değilse İngiltere'de, dolaşım gücünü korur, çünkü, toplam serveti ile ulus, İngiltere Bankasını desteklemektedir.



    ----------

    Ne de olsa kendisi de 1857'de para piyasasının kodamanlarından olan Bay Chapman'm bile Londra'da, istediği anda tüm para piyasasını altüst edebilecek ve böylece daha küçük para ticareti yapanlara kan kusturabilecek güçte birkaç büyük para-kapitalistin bulunduğundan acı acı yakındığını görmüş bulunuyoruz. Bir-iki milyon değerinde esham satıp, piyasadan buna eşit banknot (ve aynı zamanda borç sermayesi) çekerek, bir darlığı önemli ölçüde yoğunlaştırabilecek böyle birkaç para kapkaççısının olduğunu söylüyordu. Üç büyük bankanın elele vermesiyle mevcut darlık buna benzer manevralarla bir paniğe çevrilebilirdi.
    Londra'daki en büyük sermaye gücü hiç kuşkusuz İngiltere Bankasıdır, ama, yarı-hükümet kuruluşu olarak statüsü, yetkisini böyle zalim bir şekilde ortaya koymaktan onu alıkoyuyordu. Gene de, özellikle 1844 tarihli Banka Yasasından beri o da, küpünü doldurmanın yollarını öğrenmişti.
    İngiltere Bankasının 14.553.000 sterlinlik bir sermayesi olduğu gibi, buna ek olarak da emrinde 3 milyon sterlinlik 'bakiye', yani dağıtılmamış (sayfa 479) kâr ve, gerekli olana kadar Bankaya yatırılması gereken vergi, vb. olarak hükümet tarafından toplanan bütün para bulunuyordu. Biz buna bir de, normal zamanlarda yaklaşık 30 milyon sterlin tutarındaki öteki mevduatlar ile, herhangi bir rezerve dayanmaksızın çıkartılan banknotları katarsak, Newmarch'ın aşağıdaki sözlerinin (B. A. 1857, n° 1889) oldukça ılımlı bir tahmin olduğunu görürüz: 'Para piyasasında (Londra) sürekli olarak kullanılan fonların tutarının, 120 milyon sterlin kadar bir şey olabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim; bu 120 milyon sterlinin çok önemli bir kısmı, aşağı yukarı yüzde 15-20 kadarı, İngiltere Bankası tarafından kullanılmaktadır.'
    Bankanın, kasalarındaki külçe rezervi tarafından karşılanmamak üzere çıkarttığı banknotlar ile, kendisi için yalnız dolaşım aracı değil, bu karşılıksız banknotların nominal tutarında -hayali olsa bile- bir ek sermaye teşkil eden değer sembolleri de yaratmış olur. Ve bu ek sermaye, ek kâr getirir. - 1857 Banka Yasasında Wilson, Newmarch'a soruyor: '1563. Bir bankerin dolaşım aracı, ortalama düzeyde tutulduğu sürece, bu bankerin fiili sermayesine bir ektir, değil mi? - Tabii öyle.' - '1564. Demek ki, bu dolaşımdan elde ettiği kâr, fiilen sahip bulunduğu sermayeden değil, krediden sağlanan bir kâr oluyor? - Elbette.'
    Aynı şey, banknot çıkartan özel bankalar içinde doğrudur. 1866-1868 numaralı yanıtlarında Newmarch, bunlar tarafından çıkartılan bütün banknotların üçte-ikisini (son üçte-birin, bu bankalardaki külçe rezervler tarafından karşılanması gerekiyor) , bu miktarda sikke tasarruf edildiği için, 'bir o kadar sermaye yaratılması olarak' kabul ediyor. Bunun sonucu olarak bankerin kârı, öteki kapitalistlerden daha büyük olmayabilir. Böyle de olsa, bu kârı onun, bu ulusal sikke tasarrufundan sağladığı gerçeği gene ortadadır. Ulusal bir tasarrufun özel bir kâr halini alması olgusu burjuva iktisatçılarını zerre kadar şaşırtmamakta, çünkü genellikle kâr, ulusal emeğe elkonulmasıdır. Örneğin -çıkarttığı banknotların sırf devlet sayesinde kredisi olan- İngiltere Bankasının (1797-1817) devletten, yani halktan, devlet borçları üzerinden faiz biçiminde ödemeler alarak, devletin aldığı güce dayanarak aynı banknotları kağıttan paraya çevirmesinden ve sonra da bunu tekrar devlete borç vermesinden daha saçma bir şey olabilir mi?
    Ne var ki, bankaların sermaye yaratma için başka yolları da var. Gene Newmarch'a göre, taşra bankaları, yukarda söylendiği gibi, ellerindeki fazla fonları (yani, İngiltere Bankası banknotlarını) , iskonto edilmiş poliçeler karşılığında Londra'daki bill broker'lara göndermeyi adet haline getirmişler. Bu poliçeler ile banka kendi müşterilerine hizmet etmekte, çünkü kendi yerel müşterilerinden aldığı poliçeleri, yaptığı ticari işlerin kendi yöresinde bilinmesine engel olmak için tekrar kullanmama kuralını izlemektedir. Londra'dan alınan bu poliçeler yalnız, Londra'da doğrudan doğruya ödemeler yapmak zorunda bulunan ve bankanın Londra üzerine kendi çekini tercih etmeyen müşterilere hizmet etme (sayfa 480) amacını yerine getirmekle kalmaz, ayrıca, bankerin cirosu bunlar için yerel kredi sağladığı için, yerel ödemelerin tasfıye edilmelerine de hizmet etmiş olurlar. Böylece, örneğin Lancashire'da, bütün yerel bankaların kendi banknotları ile, İngiltere Bankasına ait banknotların büyük bir kısmı, bu gibi poliçeler tarafından dolaşım dışına sürülmüştür. (Ibid., 1568-1574.)
    Böylece biz, burada, bankaların, 1) kendi banknotlarını çıkartmak, 2) Londra'ya, vadesi 21 gün olan ama çekilir çekilmez karşılığı nakit olarak hemen kendilerine ödenen çekler çekmek ve, 3) her şeyden önce ve aslında banka aracılığı ile yapılan ciro nedeniyle -hiç değilse o bölgeyi ilgilendirdiği kadarıyla- bir krediye haiz bulunan iskonto edilmiş poliçelere ödeme yapmak suretiyle bankaların nasıl kredi ve sermaye yarattıklarını görmüş bulunuyoruz.
    İngiltere Bankasının gücünü, piyasa faiz oranını düzenlemesi ortaya koyar. Normal faaliyet sıralarında Banka, külçe rezervinden dışarıya olan ılımlı altın akışına, ödeme aracına olan talep, son otuz yıl boyunca önemli ölçüde sermaye gücü kazanan özel bankalar, hisse senetli bankalar ve bill broker'lar tarafından karşılandığı için, iskonto oranını yükselterek[12] engel olamaz. Böyle bir durumda, İngiltere Bankasının başka çarelere başvurması gerekir. Ama Banker Glyn'in (Glyn, Mills, Currie ve Ortakları firmasından) , 1848-57 ticari bunalımını araştıran Commercial Distress Komisyonunda söylediği sözler kritik dönemler için hâlâ gerçekliğini korumaktadır: - '1709. Ülke üzerindeki büyük baskı koşulları altında, İngiltere Bankası faiz oranını düzenler.' - '1710. Olağanüstü bunalım dönemlerinde... özel bankerler ile simsarların (brokers) iskontoları nispeten sınırlı hale gelince, bu işi yerine getirmek İngiltere Bankasının üzerine düşmekte ve o zaman piyasa oranını düzenleme gücüne bu banka sahip bulunmaktadır.'
    Şu da var ki, hükümetin koruması altında bulunan ve bunun getirdiği ayrıcalıklardan yararlanan bir kamu kuruluşu olan İngiltere Bankası, gücünü, öteki özel girişimlerin yaptığı gibi, insafsızca kötüye kullanamaz. Bu nedenle Hubbard, Bankacılık Komitesinde (B. A. 1857) şöyle demektedir: '2844. [Soru:] İskonto oranı en yüksekken, Banka, gidilecek en ucuz yer ve en düşükken bill broker'lar en ucuz firmalardır, değil mi? - [Hubbard:] Bu daima böyle olacaktır, çünkü İngiltere Bankası hiç bir zaman rakipleri kadar düşük düzeye inmemekte ve iskonto oranı en yüksekken, hiç bir zaman aynı yükseklikte olmamaktadır.' (sayfa 481)
    Ne yazık ki, darlık zamanlarında İngiltere Bankasının, özel deyimiyle piyasayı sıkıştırması, yani zaten ortalamanın üzerinde bulunan faiz oranını daha da yükseltmesi, iş hayatında gene de ciddi bir olaydır. 'Banka, piyasayı sıkıştırmaya başlar başlamaz, dışarıya ihracat için bütün satın almalar hemen kesilmekte... ihracatçılar, fiyatlar, depresyonun en düşük noktasına ulaşana kadar beklemekte ve ancak o zaman satın almada bulunmaktadırlar. Ama bu noktaya varılınca kurlar düzenlenmekte - depresyonun en düşük noktasına ulaşana kadar, altın ihracı durmaktadır. İthalat için mal satın alınması, dışarıya gönderilmiş bulunan altının bir kısmının geriye gelmesini sağlayabilir ama bunlar, dışarıya akışa engel olamayacak kadar geç gelmektedirler.' (J. W, Gilbart, An lnquiry into the Causes of the Pressure on the Money-Market, London 1840, s. 35.) - 'Dolaşım aracını, döviz kurları ile düzenlemenin bir başka etkisi de, kıtlık sıralarında, çok yüksek bir faiz oranına yolaçmasıdır.' (loc. cit., s. 40.) 'Kambiyo kurlarının düzeltilmesinin yükü, ülkedeki üretken sanayiin omuzlarına yüklenmekte, oysa, bu sırada İngiltere Bankasının kârları, işlerini daha az miktarda değerli madenle yürütmesi sonucu, fiilen büyümektedir.' (loc. cit., s. 52.)
    Ama, Samuel Gurney dostumuz da der ki: 'Faiz oranındaki büyük dalgalanmalar, bankerler ile tefeciler için yararlıdır - konjonktürdeki bütün dalgalanmalar, işini bilen kimse için yararlıdır.' Piyasadaki istikrarsızlığı insafsızca sömürerek Gurney'ler işin kaymağını topladığı halde, İngiltere Bankası bunu aynı rahatlıkla yapamıyor ama, işlerin genel durumunu saptama konusunda sahip oldukları olağanüstü olanaklar sayesinde, yöneticilerin ceplerine dolan kişisel kârlar bir yana, gene de oldukça tatlı bir kâra konuyor. Nakit ödemelere başlandığında, 1817 tarihli Lordlar Kamarası Komitesine sunulan bilgilere göre, 1797'den 1817 tarihine kadar geçen bütün dönem için İngiltere Bankasının sağladığı bu kârlar şu şekilde idi:
    Bonolar ve temettü artışları
    7.451.136

    Sahipleri arasında bölüşülen yeni hisse senetleri
    7.276.500

    Sermayenin artan değeri
    14.553.000

    Toplam
    29.280.636


    Bu sonuç, 11.642.100 sterlin üzerinden 19 yıllık bir dönemde alınan bir sonuçtur. (D. Hardcastle, Banks and Bankers, 2nd ed., London 1843, s. 120.) Nakit ödemeleri 1797'de durduran İrlanda Bankasının toplam kazancını da aynı yöntemle değerlendirecek olursak, şu sonuçları elde ederiz:

    1821'de verilmesi gereken temettüler
    4.736.085

    Deklere edilen bonolar
    1.225.000

    Aktif artışı
    1.214.800

    Sermayenin artan değeri
    4.185.000

    Toplam
    11.360.885


    Bu, 3 milyon sterlinlik bir sermaye üzerinden alınan sonuçtur. (Ibid., s. 363-64) [5*] (sayfa 482)
    Ve bütün bunlar, merkezileşmenin faziletleri üzerine yapılan konuşmalardan sonra! Odak noktası sözde ulusal bankalar ile büyük para tüccarları ve bunların çevresindeki tefecilerden oluşan kredi sistemi, büyük bir merkezileşmeyi içermekte ve bu parazitler sınıfına yalnızca, zaman zaman sanayici kapitalistleri soyma olanağını vermekle kalmamakta, aynı zamanda da fiili üretime en tehlikeli biçimde burnunu sokma gücünü vermektedir - ve bu çete, üretim konusunda hiç bir şev bilmediği gibi, onunla en ufak bir ilgisi de bulunmamaktadır. 1844 ve 1845 tarihli yasalar, sayılan, maliyeciler ve stock-jobbers [borsa komisyoncuları] ile artan bu eşkıyaların büyüyen gücünün bir kanıtıdır.
    Eğer hâlâ bu saygıdeğer eşkıyaların, hem ulusal ve hem de uluslararası üretimi sırf üretimin çıkarları için sömürdüklerinden ve kendilerinin de sömürüldüğünden, kuşkulanan varsa, bankerlerin yüksek ahlaki değerleri konusundaki şu vaazdan çok şeyler öğrenebilir: 'Bankacılık kuruluşları... ahlaki ve dini kurumlardır.... Bankerlerin uyanık ve azarlayıcı gözleri tarafından görülmek korkusu, kaç genç tüccarı, yaygaracı ve müsrif kimselerle dostluk kurmaktan alıkoymuştur? ... Bankerinin gözünde itibarını sürdürmek endişesi aynı şey midir? Bankerinin bir kaş çatmasının onun üzerindeki etkisi, arkadaşlarının çığlık ve cesaret kırıcı sözlerinden daha büyük değil midir? Kuşkuya yolaçması ve dolayısıyla parasal olanaklarının kısıtlanması ya da kesilmesi sonucunu verebilecek bir hilekarlık ya da yalancılıkla suçlanma olasılığı onu tirtir titretmez mi? ... Ve onun için bankerlerin dostça tavsiyesi, papazınkinden daha da değerli değil midir? ' (G. M. Bell, İskoçyalı bir banka müdürü, The Philosophy of Joint-Stock Banking, London 1840) , s.46, 47.) (sayfa 483)




    OTUZDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
    CURRENCY PRlNCIPLE
    VE 1844 TARİHLİ İNGİLİZ BANKA YASASI


    [BUNDAN önceki bir yapıtta,[13] Ricardo'nun meta-fiyatlarıyla ilgili olarak, paranın değeri üzerine olan teorisi, incelenmişti; bu nedenle, burada, biz, kendimizi yalnız zorunlu olan noktalarla sınırlandırabiliriz. Ricardo'ya göre, madeni paranın değeri, onda maddeleşmiş bulunan emek-zamanı ile belirlenir; ama, ancak, para miktarı, değişilecek olan metaların miktarı ve fiyatı ile tam bir orantı içersinde bulunduğu sürece. Eğer para miktarı, bu oranın üzerine çıkacak olursa, değeri düşer, meta- fiyatları yükselir; yok eğer bu normal oranın altına düşerse, değeri yükselir, meta-fiyatları düşer - diğer bütün koşullar eşit olarak kabul ediliyor. Birinci durumda, bu altın fazlalığının bulunduğu ülke, değeri düşmüş bulunan altını ihraç edecek ve meta ithal edecektir; ikinci durumda, altın, kendi değerinin üzerinde değer biçilen ülkelere akacak, buna karşılık, değerinin altına düşen metalar bu ülkelerden, normal fiyatlarına ulaşacakları diğer piyasalara akacaktır. Bu koşullar altında, 'altının kendisi, sikke ya da külçe olarak, kendi değerinden daha büyük ya da daha küçük-büyüklüğün madeni değerinin bir simgesi haline gelebilir ve şurası da açıktır ki, dolaşımdaki altına çevrilebilir banknotların da aynı (sayfa 484) yazgıyı paylaşmaları zorunludur. Banknotlar altına çevrilebilir ve dolayısıyla da gerçek değerleri nominal değerlerine tekabül edebilir, ama madeni ve altına çevrilebilir banknotlardan oluşan toplam dolaşım aracı (the aggregate currency, consisting of metal and of convertible notes) , dolaşımdaki metaların değişim-değerleri ve altının madeni değeri ile belirlenen düzeyin üzerine yükselerek ya da altına düşerek yukarda sayılan nedenlerle, toplam miktarlarına bağlı olarak değer kazanabilir ya da kaybedebilir. Altına oranla kağıdın değil, bir arada alınan altın ve kağıdın ya da bir ülkenin toplam dolaşım aracının bu değer kaybı, Ricardo'nun temel buluşlarından biridir ve Lord Overstone ile ortakları bunu kendi hizmetlerine alarak Sir Robert Peel'in 1844 ve 1845 tarihli banka yasasının temel ilkesi yapmışlardır.' (loc. cit., s. 155.)
    Adı anılan yapıtta verilen bu rikardocu teorinin yanlışlığını burada tekrar ortaya koymaya gerek yoktur. Bizi, burada, yalnızca, Peel'in yukarda sözü edilen Banka Yasalarını dikte eden banka teorisyenleri okulunun, Ricardo'nun tezlerini işleyiş biçimleri ilgilendiriyor.
    '19. yüzyıl ticari bunalımları, özellikle 1825 ve 1836 büyük bunalımları, Ricardo'nun para teorisinin gelişmesine değil, ama yeni bir uygulamasına olanak sağladı. Bunlar, artık, Hume'e göre 16. ve 17. yüzyıllarda değerli madenlerin değerden düşmeleri, ya da Ricardo'ya göre 18. yüzyıl boyunca ve 19. yüzyılın başında kağıt paranın değerinin düşmesi gibi, tek başına ekonomik görüngüler değildi; bunlar, şimdi içersinde kapitalist üretim sürecinin bütün öğelerinin çatışmalarını ortaya döktüğü ve kökeni ve çaresi bu sürecin en yüzeysel, en soyut alanında, para dolaşımı alanında aranan, dünya pazarının büyük fırtınalarıydı. Bu iktisadi meteoroloji peygamberleri okulunun hareket noktasını oluşturan gerçek teorik varsayım, gerçekte, Ricardo'nun salt madeni dolaşım yasalarını bulmasına neden olan dogmaya varmaktadır. Bunlara kalan iş, kredi ya da banknot dolaşımını, bu yasalara bağımlı kılmaktan ibaretti.
    'Ticari bunalımların en genel, en göze görünür olayı, meta-fiyatlarının oldukça uzun süreli bir genel yükselişi izleyen, ani ve genel düşüşüdür. Meta-fiyatlarındaki genel düşme, paranın bütün metalara oranla göreli değerinin yükselmesi gibi ve, tersine, fiyatların genel yükselişi paranın göreli değerinde bir düşme gibi gösterilebilir. Her iki durumda da görüngünün sözü edilmekte, ama açıklanmamaktadır.... Farklı söyleyiş biçimi, sorunu Almancadan İngilizceye çevriliyormuş gibi bir ufak değişiklikle yerinde bırakmaktadır. Demek ki, Ricardo'nun para teorisi, tam zamanında geliyordu, bu teori, aynı fikrin yersiz yinelenmesine bir neden-sonuç ilişkisi görüntüsü kazandırıyordu. Meta-fiyatlarının genel dönemsel düşüşü neden ileri gelmektedir? Paranın göreli değerinin dönemsel yükselişinden. Meta-fiyatlarının genel dönemsel yükselişi neden ileri gelmektedir? Paranın göreli değerinde dönemsel bir düşüşten. Aynı biçimde gene doğru sayılması gereken bir ifadeyle denilebilirdi ki, (sayfa 485) fiyatların dönemsel yükselişi ve düşüşü, fiyatların dönemsel yükselişi ve düşüşünden ileri gelir.... Bilinen şeylerin yinelenmesine bir neden-sonuç ilişkisi görünüşü kazandırması bir kez kabul edildikten sonra, geri kalan şey, kolaylıkla bundan çıkarılabilir. Meta-fiyatlarının yükselmesi, paranın değerinin düşmesinden ileri gelir, ama paranın değerinin düşmesi, Ricardo'nun bize öğrettiği gibi, dolaşımda bir aşırı bolluktan, yani dolaşan para kitlesinin paranın kendi içkin değeriyle ve metaların içkin değeriyle belirlenen düzeyi aşmasından ileri gelir. Gene aynı biçimde, meta- fiyatlarında genel bir düşüş, dolaşımda bulunan paranın kıtlığı sonucunda paranın değerinin kendi içkin değerinin üzerine çıkmasıyla açıklanır. Demek ki, dönemsel olarak fazla ya da eksik para dolaşımda bulunduğu için, fiyatlar dönemsel olarak yükselirler ya da düşerler. Eğer şimdi fiyatların yükselmesinin para dolaşımında bir azalmayla, fiyatların düşmesinin ise bir artmayla birlikte gitmesi sözkonusuysa, bu istatistiki olarak kanıtlanamasa da dolaşımda bulunan meta kitlesindeki herhangi bir azalma ya da çoğalma sonucu, dolaşımdaki para miktarının mutlak olmasa bile, hiç değilse göreli bir şekilde artmış ya da azalmış olduğu söylenebilir. Gördük ki, Ricardo'ya göre fiyatların bu genel dalgalanmaları, salt madeni bir dolaşımla zorunlu olarak birlikte meydana gelirler, ama ardarda gelişleriyle birbirlerini denkleştirirler, böylece örneğin yetersiz bir dolaşım, fiyatlarda bir düşmeye, metaların yabancı ülkelere ihracına neden olur, ama, bu ihracat, dışardan içeriye bir altın ithaline yolaçar, gene bu da fiyatların yükselmesini doğurur; metaların ithal ve altının ihraç edildiği çok fazla dolaşım durumunda ise bunun tersi olmaktadır. O halde Ricardo'nun dolaşımı ile kusursuz bir uyum içinde olan fiyatlardaki bu genel dalgalanmalara karşın, bu dolaşımın şiddetli ve had biçimi, yani bunalım biçimi, gelişmiş kredi sistemi dönemlerine ait olduğuna göre, banknot basımının tamı tamına madeni dolaşım yasalarıyla düzenlenmediği apaçık ortadadır. Madeni dolaşım, derhal sikke olarak dolaşıma giren ve böylece içeri ya da dışarı akışıyla meta-fiyatlarında düşmeye ya da yükselmeye neden olan değerli madenlerin ithalinde ve ihracında kendine çare bulur. Şimdi meta-fiyatları üzerinde aynı etkiyi elde etmek için, bankaların, yapay olarak madeni dolaşımın yasalarını taklit etmeleri gerekecektir. Eğer altın dışardan içeriye akın ederse, bu dolaşımda yetersizlik olduğunun, paranın değerinin fazla yüksek, meta-fiyatlarının ise fazla düşük olduğunun bir kanıtıdır ve, bunun sonucu olarak, yeni ithal edilen altına orantılı olarak banknotları dolaşıma koymak gerekir. Bunun tersi durumda, ülkeden çıkan altının miktarıyla orantılı olarak, banknotları dolaşımdan çekmek gerekir. Başka bir deyişle, banknotların dolaşıma sürülüşü, değerli madenlerin ithalat ve ihracatına göre ya da kambiyo kuruna göre düzenlenmelidir. Ricardo'nun, altının ancak sikke olduğu ve, sonuç olarak, ithal edilen her altının dolaşan parayı artırdığı, dolayısıyla fiyatları yükselttiği; ihraç edilen her altının sikkeyi azalttığı ve, sonuç olarak, fiyatları düşürdüğü yolundaki yanlış varsayımı, bu (sayfa 486) teorik varsayım, burada, ayrı ayrı her durumda mevcut olan altın kadar sikkeyi dolaşıma koymaktan ibaret olan pratik deneyim haline gelir. Lord Overstone (Jones Loyd'un bankeri) , Albay Torrens, Norman, Clay, Arbuthnot ve İngiltere'de Currency Principle okulu adı altında tanınan daha pek çok yazar, bu öğretiyi yalnızca öğütlemekle kalmadılar, Sir Robert Peel'in 1844 ve 1845 Banka Yasaları sayesinde, bu teoriyi, hâlâ yürürlükte olan İngiliz ve İskoç banka mevzuatının temeli yaptılar. En geniş anlamıyla bütün ülke ölçüsünde yapılan deneyimlere göre, onların, pratik planda olduğu gibi teorik plandaki utanılacak fiyaskoları ancak kredi teorisinde açıklamasını bulabilecektir.' (loc. cit., s.165-168.[6*])
    Bu okulun eleştirisini, Thomas Tooke, James Wilson (Economist, 1844-1847) ve John Fullarton yapmışlardır. Ne var ki, biz, bazı vesilelerle, özellikle bu cildin Yirmisekizinci Bölümünde, bunların da, altının niteliği konusunda ne kadar eksik bilgi sahibi olduklarını ve, para ile sermaye ilişkisi konusunda nasıl belirsizlik içersinde bulunduklarını görmüş bulunuyoruz. Biz, burada, yalnızca, Peel'in Banka Yasaları (B. C. 1857) ile ilgili olarak, 1857 tarihli Avam Kamarası Komitesindeki tartışmalardan bazı bölümleri almakla yetineceğiz. -F. E.]
    İngiltere Bankası eski Guvernörü J. G. Hubbard'ın tanıklığı: '2400. Külçe ihracının... meta-fiyatları üzerinde hiç bir etkisi olmamıştır. Bunun etkisi, çok önemli bir etkisi, faiz getiren tahvillerin fiyatı üzerinde olmuştur, çünkü faiz oranı değişince, bu faizi içeren metaların değeri zorunlu olarak önemli ölçüde etkilenir.' - Hubbard, 1834-1843 ve 1845-1853[7*] yıllarını kapsayan iki tablo veriyor. Bu tablolar, başlıca onbeş ticari maldaki fiyat değişmelerinin, altın ihraç ve ithali ile, faiz oranından tamamen bağımsız olduğunu gösteriyor. Öte yandan bu tablolar, gerçekte, 'bizim yatırılmamış sermayemizin temsilcisi olan' altın ihracatı ve ithalatı ile, faiz oranı arasındaki yakın ilişkiyi gösteriyor. '[2402] 1847'de çok büyük miktarda Amerikan tahvil ve değerli senedi tekrar Amerika'ya ve Rus tahvil ve senetleri tekrar Rusya'ya, ve diğer Kıta Avrupası tahvil ve senetleri, hububat ikmalimizi sağladığımız yerlere transfer edilmiştir.'
    Hubbard'ın aşağıdaki tablolarının dayandığı başlıca onbeş mal şunları içermektedir: pamuk, pamuk ipliği, pamuklu dokumalar, yün, yünlü kumaş, keten, keten bezi, indigo, dökme demir, kalay, bakır, donyağı, şeker, kahve ve ipek. (sayfa 487)

    II. 1834-1843

    Tarih
    Bankanın Külçe Rezervi £
    İskontonun Piyasa Oranı
    Başlıca Onbeş Malın

    Fiyat Artışı
    Fiyat Azalışı
    Değişmeyen

    1 Mart 1834
    9.104.000
    %2¾
    -
    -
    -

    1 Mart 1835
    6.274.000
    %3¾
    7
    7
    1

    1 Mart 1836
    7.918.000
    %3¼
    11
    3
    1

    1 Mart 1837
    4.077.000
    %5
    5
    9
    1

    1 Mart 1838
    10.471.000
    %2¾
    4
    11
    -

    1 Eylül 1839
    2.684.000
    %6
    8
    5
    2

    1 Haziran 1840
    4.571.000
    %4¾
    5
    9
    1

    1 Aralık 1840
    3.642.000
    %5¾
    7
    6
    2

    1 Aralık 1841
    4.873.000
    %5
    3
    2
    -

    1 Aralık 1842
    10.603.000
    %2½
    2
    13
    -

    1 Haziran 1843
    11.566.000
    %2¼
    1
    14
    -



    II. 1844-1853

    Tarih
    Bankanın Külçe Rezervi £
    İskontonun Piyasa Oranı
    Başlıca Onbeş Malın

    Fiyat Artışı
    Fiyat Azalışı
    Değişmeyen

    1 Mart 1844
    16.162.000
    %2¼
    -
    -
    -

    1 Aralık 1845
    13.237.000
    %4½
    11
    4
    -

    1 Eylül 1846
    16.366.000
    %3
    7
    8
    -

    1 Eylül 1847
    9.140.000
    %6
    6
    6
    3

    1 Mart 1850
    17.126.000
    %2½
    5
    9
    1

    1 Haziran 1851
    13.705.000
    %3
    2
    11
    2

    1 Eylül 1852
    21.853.000
    %1¾
    9
    5
    1

    1 Aralık 1853
    15.093.000
    %5
    14
    -
    I


    Hubbard'ın bu konudaki yorumu: '1834-43 yılları arasındaki 10 yılda olduğu gibi, 1844-53 yılları arasındaki 10 yılda, bankanın külçe altın rezervindeki dalgalanmalar da, her zaman, iskonto üzerine avans verilmiş borç verilebilir paranın değerindeki bir azalma ya da artış ile birlikte olmuştur; bu ülkede meta-fiyatlarındaki değişmeler, İngiltere Bankasının külçe rezervindeki dalgalanmalarda görüldüğü gibi, dolaşım miktarından tam bir bağımsızlığı ortaya koymaktadır.' (Bank Act Report, 1857, II, s. 290, 291.)
    Metaların arz ve talebi piyasa-fiyatlarının belirlediğine göre, iskonto oranında ifadesini bulan borç verilebilir para-sermayeye olan talebi (ya da daha doğrusu bunun arza göre gösterdiği sapmaları) , gerçek 'sermaye' talebi ile özdeşleştirmekle Overstone'un nasıl bir yanılgıya düştüğü burada açık hale geliyor. Meta-fiyatlarının, currency [dolaşım aracı -ç.] miktarındaki dalgalanmalar tarafından düzenlendiği yolundaki sav, şimdi, iskonto oranındaki dalgalanmaların, para-sermayeden farklı olarak, gerçek maddi sermayeye olan talepteki dalgalanmalarla ifade edildiği şeklindeki tümce ile gizleniyor. Aynı komitede hem Norman'ın ve (sayfa 488) hem de Overstone'un fiilen bu savı öne sürdüklerini ve özellikle ikincinin, en sonunda köşeye sıkıştırılana kadar, durmadan kaçamak yollara başvurmak zorunda kaldığını görmüş bulunuyoruz. (Bölüm XXVI.) Belli bir ülkede mevcut altın miktarındaki değişikliklerin, dolaşım aracı hacmini artırmak ya da azaltmak suretiyle, bu ülkedeki meta-fiyatlarını yükseltmesi ya da düşürmesi gerekeceği, aslında eski bir martavaldır. Eğer altın ihraç ediliyorsa, demek ki, bu Currency teorisine göre, meta-fiyatlarının bu altını ithal eden ülkede yükselmesi gerekir ve böylece, altın ihraç eden ülkeden yapılan ihracatın değerinin de, altın ithal eden ülkenin piyasası üzerinde yükselmesi gerekir; buna karşılık, altın ithal eden ülkenin ihracat değerinin, iç piyasada, yani altını alan ülkede bir yükselme meydana getirdiği halde, altın ihracatçısı ülkenin piyasasında düşmesi gerekecektir. Ama aslında, altın miktarındaki bir azalma, yalnızca faiz oranını yükseltir, oysa, altın miktarındaki artış, faiz oranını düşürür; faiz oranındaki dalgalanmalar, maliyet-fiyatlarının belirlenmesine ya da arz ve talebin belirlenmesine girmemiş olsaydı, meta-fiyatları da bundan hiç etkilenmemiş olurdu.
    Aynı raporda, Hindistan ile iş yapan büyük bir firmanın yöneticisi N. Alexander, 1850'lerde Hindistan'a ve Çin'e büyük gümüş akışı konusunda aşağıdaki görüşleri öne sürüyor. Bu, kısmen, Çin'de İngiliz dokumalarının satışını engelleyen Çin İç Savaşının ve kısmen de, Avrupa'da ipekböcekleri arasında görülen ve İtalya ile Fransa'daki ipekböceği yetiştirilmesini büyük ölçüde azaltan hastalığın bir sonucuydu.
    '4337. Gümüş akışı Çin'e mi yoksa Hindistan'a mıdır? - Gümüşü Hindistan'a gönderiyorsunuz ve bunun büyük bir kısmı ile afyon satın alıyorsunuz; bu afyonun hepsi de, ipek satın alınması için fon oluşturmak üzere Çin'e gidiyor; Hindistan'daki pazarların durumu (buradaki gümüş birikimine karşın) , tüccar için, mal ya da İngiliz mamulleri göndermek yerine, gümüşle ödemede bulunmayı daha kârlı hale getiriyor.' - '4338. Gümüş elde etmek için, Fransa'dan dışarıya büyük bir akış olmamış mıdır? - Evet, çok büyük.' - 1344. Fransa'dan ve İtalya'dan ipek ithal etmek yerine, biz, oralara, hem Bengal'den ve hem de Çin'den büyük miktarlarda ipek gönderiyoruz.'
    Başka bir deyişle, gümüş, o kıtanın para madeni, Asya'ya meta-fiyatları, bu metaları üreten ülkede (İngiltere'de) yükseldiği için değil, bu metaları ithal eden ülkedeki aşırı ithal sonucu fiyatlar düşmüş olduğu için, meta yerine gönderilmiştir; ve bu, gümüşü İngiltere Fransa'dan aldığı halde ve karşılığını kısmen altınla ödemek zorunda olduğu halde böyle olmuştur. Currency teorisine göre, fiyatların, yapılan bu gibi ithaller sonucu İngiltere'de düşmesi, Hindistan'da ve Çin'de yükselmesi gerekirdi.
    Bir başka örnek. Lordlar Kamarası Komitesinde (C. D. 1848-57) Liverpool'lu ilk tüccarlardan birisi şöyle tanıklık ediyor: - '1994. 1845 yılı sonunda [pamuk iplikçiliğinden] daha kazançlı ve böylesine büyük kârlar sağlayan bir başka iş yoktu. Pamuk stoku büyük ve iyiydi, işe (sayfa 489) yarar pamuğun libresi 4 peniye satın alınabilirdi, ve bu pamuktan, iyi secunda mule twist No 40, 4 peniyi geçmeyen bir maliyetle yapılabilir, yani iplikçi için libre başına bütün gider 8 peniyi geçmezdi. Bu iplik, büyük miktarlarda satılır ve libresi 10½ ve 11½ peniden eylül ve ekim ayları için büyük sözleşmeler yapılırdı, ve bazı durumlarda iplikçiler, pamuğtın ilk maliyetine eşit kâr sağlarlardı.' - '1996. Bu iş kolu, 1864 başlarına kadar kazançlı olmaya devam etti.' - '2000. 3 Mart 1844'te pamuk stoku [627.042 balya] bugünkünün [3 Mart 1848'de 301.070 balya olan stokun] iki katı idi ama fiyatı libre başına 1¼ peni daha pahalı idi.' [5 peniye karşılık 6¼ peni.] Aynı zamanda, secunda mule twist No 40 iyi makine ipliğinin libresi 1847 Ekim ayında 11½-12 peniden 9½ peniye, aralık sonunda 7¾ peniye düştü; iplik, eğirildiği pamuğun satınalma fiyatına satıldı (Ibid., n° 2021 ve 2022) . Bu, sermaye 'kıt' olduğu için, paranın 'pahalı' olması gerektiğini söyleyen Overstone'un bilgeliğindeki bencilliği ortaya koymaktadır. 3 Mart 1844'te banka faiz oranı %3 idi; 1847 Ekim ve Kasımında %8 ve 9'a yükseldi, ve 3 Mart 1848'de hâlâ %4 idi. Pamuk fiyatları satışlarının büsbütün durması ve bunu izleyen yüksek faiz oranıyla birlikte ortaya çıkan panik sonucu, ikmal durumuna tekabül eden fiyatların çok altına düştü. Dolayısıyla bir yandan 1848 yılında ithalatta büyük bir düşme, öte yandan da, Amerika'daki üretimde bir azalma görüldü; böylece, 1849 yılında pamuk fiyatlarında bir yükselme oldu. Overstone'a kalırsa, ülkede pek çok para olduğu için metalar da fazla pahalıydı.
    '2002. Pamuklu sanayiindeki son gerileme, hammadde stoku çok fazla azalmakla birlikte fiyatlar daha düşük göründüğüne göre, hammadde kıtlığına bağlanamaz.' Overstone, fiyatları ya da metaların değerini paranın değeriyle, yani faiz oranıyla ne güzel de birbirine karıştırıyor. Soru 2026'ya verdiği yanıtta Wylie, Currency teorisi üzerine genel yargısını özetliyor, ve buna dayanarak da 1847 Mayısında Cardwell ile Sir Charles Wood, '1844 tarihli Banka Yasasını bütün hükümleriyle uygulama zorunluluğunu teyit ediyorlar.' - 'Bu ülkeler bana öyle geldi ki, nitelikleri gereği, paraya yapay olarak yüksek bir değer ve bütün meta ve ürünlere yapay ve mahvedici düşük bir değer vereceklerdir.' - Bu Banka Yasasının genellikle iş hayatı üzerindeki etkileri ile ilgili olarak da şunları söylüyor: 'İmalatın yapıldığı kentlerden, Birleşik Devletler'e giden malların satın alınmaları için tüccarlar ile bankerler üzerine çekilen ve normal dört ay vadeli olan poliçeler, büyük fedakarlıklara katlanılmaksızın iskonto ettirilmediği için, bu dört aylık poliçelerin iskonto edilmez hale geldiği 25 Ekim tarihli (Banka Yasasının yürürlükten kaldırıldığı) Hükümet Genelgesine kadar, siparişlerin yerine getirilmesi büyük ölçüde engelleniyordu.' (2097) . - Daha sonra, Banka Yasasının yürürlükten kaldırılmasının taşrayı da ferahlattığım görüyoruz. - '2102. Geçen ekim ayında [1847] burada mal satın alıp da siparişlerinin, ne kadar mümkünse o kadarını hemen kesintiye uğratmayan Amerikalı alıcı, yok (sayfa 490) gibiydi; ve paranın pahalılığı haberi Amerika'ya ulaşınca bütün yeni siparişler kesildi.' - '2134. Tahıl ile şekerin özel bir durumu vardı. Tahıl piyasasını, alınacak ürünün durumu, şekeri ise büyük stoklar ile ithalat etkilemişti.' - '2163. Amerika'ya olan borçlarımızın... bir kısmı, sevkedilen malların zorunlu satışları ile tasfiye edildi ve korkarım ki, geriye kalanı da, buradaki iflaslar ile iptal edildi.' - '2196. Doğru anımsıyorsam, 1847 Ekiminde bizim borsada yüzde 70 faiz ödendi.'.
    [Uzun süren yan etkileriyle 1837 bunalımını 1842'de normal bunalım-sonrası dönem izledi ve aşırı-üretimi kabul etmemekte -çünkü böyle bir şey, vülger ekonomiye göre saçma ve olanaksızdı- ayak direyen sanayiciler ile tüccarların bencil körlüğü en sonunda öyle bir karışıklığa yolaçtı ki, Currency Okulu kendi dogmasını ulusal ölçüde uygulamaya koyma olanağını buldu. 1844 ve 1845 tarihli banka mevzuatı yasalaştı.
    1844 tarihli Banka Yasası, İngiltere Bankasını, iki kısma, para basma kısmı ile bankacılık işlemleri kısmına ayırdı. Birinci kısım, 14 milyon tutarında teminat -bellibaşlı kısmı devlet borçları- ile, bütün madeni birikimi -bunun dörtte-birinden fazlası gümüş olamaz- kabul eder ve bu toplam tutarında banknot çıkartır. Bu banknotlar, halkın elinde bulunmadığı sürece, bankacılık kısmında alıkonulur ve, günlük kullanım için gerekli küçük bir sikke miktarı (bir milyon kadar) ile birlikte, her an emre hazır yedeğini teşkil eder. Banknot çıkartan kısım, halka, banknot karşılığında altın ve altın karşılığında banknot verir; halkla olan diğer işlemleri bankacılık kısmı yürütür. İngiltere ile Galler'de 1844'de kendi banknotlarını çıkartma yetkisi verilen özel bankaların bu ayrıcalıkları devam etti, ancak çıkartacakları miktar saptandı; bu bankalardan birisi kendi banknotlarını çıkartmaya son verdiği takdirde, İngiltere Bankası, böylece ortaya çıkan miktarın üçte-ikisi kadar kendi karşılıksız banknotlarını artırabilir; bu şekilde çıkarttığı banknotlar 1892 yılında 14 milyondan 16½ milyon (tam olarak söylenirse 16.450.000) sterline çıkmış oldu.
    Demek ki, bankanın hazinesinden çıkan her altın beş sterlin için, beş sterlinlik bir banknot, banknot çıkartma kısmına döner ve yokedilir; hazineye giden her beş altın sterlin için yeni bir beş sterlinlik banknot, dolaşıma girer. Bu şekilde, Overstone'un, madeni dolaşım yasalarını sıkı sıkıya izleyen ideal kağıt para dolaşımı uygulamaya konulmuştur ve böylece, Currency teorisi savunucularına göre, bunalımlar artık tümüyle sona erdirilmiştir.
    Oysa aslında, Bankanın birbirinden bağımsız iki kısma ayrılması, kritik zamanlarda, yönetimi, bankanın bütün mevcut olanaklarından rahatça yararlanma olasılığından yoksun bırakmıştır; böylece, öyle durumlar olabilir ki, bankacılık kısmı iflasın eşiğinde olduğu halde ihraç kısmının elinde, 14 milyonluk teminata ek olarak, hiç el sürülmeyen bir-kaç milyon altın bulunabilir. Ve bu, hemen hemen her bunalımda, büyük (sayfa 491) kısmı, bankanın değerli maden rezervi ile 'karşılanması gereken büyük bir altın ihracının yeraldığı dönem bulunduğu için çok daha da kolay olabilir. Ne var ki, o zaman dışarıya giden, her altın beş sterlin için, ülke-içi dolaşım beş sterlinlik bir banknottan yoksun kalacak ve böylece, dolaşım aracı miktarı tam da kendisine en fazla gereksinme bulunduğu sırada azalacaktır. Demek ki, 1844 tarihli Banka Yasası, bütün ticaret alemini, böylece, bunalımın patlak verdiği anda yedek bir banknot istifi yapmaya teşvik etmekte, başka bir deyişle, bunalımı hızlandırmakta ve yoğunlaştırmaktadır. Kritik anlarda, parasal araca, yani ödeme araçlarına karşı talebin bu gibi yapay yollardan yoğunlaştırılması ve aynı anda da arzın sınırlandırılması ile Banka Yasası, faiz oranını, bunalım sırasında şimdiye değin görülmeyen bir yüksekliğe çıkartmış oluyor. Dolayısıyla, yasa, bunalımları yokedeceği yerde, ya bütün sanayi aleminin ya da Banka Yasasının yokolup gideceği bir noktaya kadar yoğunlaştırmış oluyor. Hem 25 Ekim 1847'de ve hem de 12 Kasım 1857'de bunalım böyle bir noktaya kadar ulaştı; hükümet o sırada, 1844 tarihli yasayı yürürlükten kaldırarak, Bankanın banknot çıkartma tahdidini kaldırdı ve bu da her iki halde, bunalımın üstesinden gelinmesine yetti. 1847'de, birinci sınıf teminatlar karşılığında tekrar banknot çıkartılacağı konusunda verilen güvence, istifteki 4-5 milyon sterlinlik banknotun yeniden gün ışığına çıkmasına ve dolaşıma sokulmasına yetti; 1857'de, yasal miktarı aşan banknot çıkartılması, neredeyse bir milyona ulaştı, ama bu ancak çok kısa bir süre devam etti.
    Şurasını da belirtmek gerekir ki, 1844 mevzuatı hâlâ, madeni parayla yapılan ödemelerin durdurulduğu ve banknotların devalüe edildiği bir dönem olan 19. yüzyılın ilk yirmi yılını anımsatan izleri taşımaktadır. Banknotların taşıdıkları güvenceyi kaybedecekleri korkusu hâlâ açıkça bellidir. Ama bu kaygı tamamen dayanaksızdır, çünkü 1825 yılında bile, dolaşımdan çekilmiş bulunan bir sterlinlik eski banknot stokunun ortaya çıkartılarak dolaşıma sokulması, bunalımı sona erdirdi ve böylece, en yaygın ve derin güvensizlik zamanlarında bile, banknotların güvencesinin sarsılmadığını tanıtlamış oldu. Ve bunun anlaşılması hiç de güç değildir, çünkü ne olursa olsun bütün ulus, kendi güvencesi ile bu değer sembollerini desteklemektedir. -F. E.]
    Şimdi de, Banka Yasasının etkisi üzerine yapılan birkaç yoruma gözatalım. John Stuart Mil1, 1844[8*] tarihli Banka Yasasının aşırı-spekülasyonu engellediğine inanıyor. Ne mutlu ki, bu bilge kişi, 12 Haziran 1857'de konuştu. Dört ay sonra bunalım patlak verdi. O, düpedüz, 'banka müdürleri ile genellik1e ticaret erbabını, bunlar, ticari bunalımın niteliğinden daha iyi anladıkları, ve aşırı-spekülasyonu desteklemekle hem kendilerine ve hem de halka yaptıkları büyük kötülük için' kutladı. (B.C. 1857,n° 2031.) (sayfa 492)
    Bilge kişi Bay Mill, 'Ücret ödeyen fabrikatörler ile diğerlerine avans olarak verilmek üzere,' bir sterlinlik banknot çıkartıldığı takdirde, '... bu banknotların, bunları tüketim için harcayan kimselerin ellerine geçebileceğini ve bu durumda, bu banknotların kendilerinin, metalar için bir talep teşkil edeceğini ve bir süre için fiyatlarda bir yükselmeye yolaçabileceğini' [2066] düşünüyor. Acaba Bay Mill, fabrikatörlerin işçilere altın yerine kağıtla ödeme yaptıkları için daha yüksek bir ücret mi ödeyeceklerini sanıyor? Yoksa o, fabrikatör, 100 sterlinlik banknot halinde aldığı borcu altınla değiştirmiş olsa, bu ücretlerin, derhal bir sterlinlik, banknotlarla ödenmesi halinden daha mı az bir talep teşkil edeceğine inanıyor? Örneğin o, bazı maden bölgelerinde, ücretlerin yerel bankanın banknotları ile ödendiğini ve bu yüzden birkaç işçinin birarada tek bir beş sterlinlik banknotu aldığını bilmiyor mu? Şimdi bu onların taleplerini artırmış mı oluyor? Yoksa bankerler fabrikatörlere, büyüklere göre küçük banknotlarla daha kolay ve daha çok miktarda mı para veriyor?
    [Mill'in bir sterlinlik banknotlara karşı olan bu garip korkusu, ekonomi politik üzerine olan tüm yapıtı, çelişkiye karşı hiç duraksama göstermeyen bir seçmeciliği açığa vurmamış olsaydı, anlaşılmaz ve açıklanamaz bir şey olurdu. Bir yandan, Overstone'a karşı Tooke ile birçok noktada fikir birliği halinde; öte yandan, meta-fiyatlarının, mevcut para miktarı ile belirlendiğine inanıyor. İşte bunun için, öteki bütün koşullar eşit olmak üzere, her çıkartılan bir sterlinlik banknot için, bir altın sterlinin, Bankanın kasalarına doğru yola koyulacağına hiç aklı kesmiyor. Dolaşım aracı miktarının artabileceğinden ve dolayısıyla değerinin düşeceğinden, yani meta-fiyatlarının yükseleceğinden korkuyor. Yukarda sözü edilen kaygının ardında yatan işte yalnızca budur. -F. E.]
    Tooke, C. D. 1848-57 önünde, Bankanın iki kısma ayrılması, ve banknotların madeni paraya çevrilmesini garanti altına almak için alınan gereksiz önlemlerle ilgili olarak şu görüşleri öne sürüyor:
    1837 ve 1839 yıllarına göre, faiz oranında 1847'de görülen daha büyük dalgalanmaların biricik nedeni, Bankanın iki kısma ayrılmasıdır (3010) . - Banknotların güveni ne 1825'te ve ne de 1837 ile 1839'da etkilenmiş oldu (3015) . 1825'te altına karşı olan talebin tek amacı, taşra bankalarının bir sterlinlik banknotlarına olan güvenin bütünüyle sarsılmasıyla ortaya çıkan boşluğun doldurulmasıydı; bu boşluk, İngiltere Bankası da bir sterlinlik banknotlar çıkartana kadar yalnız altın ile doldurulabildi (3022) . - 1825 Kasım ve Aralığında, ihracat amaçları için altına karşı en ufak bir talep bulunmuyordu (3023) .
    'İçerde olduğu kadar dışarda da görülen bu güven kaybı karşısında, temettüler ile mevduatların ödenmesinin durdurulması, banknotların ödenmesinin durdurulmasından çok daha tehlikeli sonuçlar verebilirdi (3028) .'
    '3035. Eninde sonunda banknotların altına çevrilebilmesini tehlikeye atabilecek bir durumun, bir ticari bunalım sırasında daha da ciddi (sayfa 493) güçlükleri birlikte getirebilecek bir durum olduğunu söyleyemez misiniz? - Kesinlikle söylenemez.'
    '1847 yılı boyunca... daha fazla miktarda dolaşım aracı çıkartılması, 1825 yılında olduğu gibi, bankanın kasalarının tekrar dolmasına katkıda bulunabilirdi' (3058) .
    1857 B. A. Komitesinde Newmarch şöyle tanıklık ediyor: '1357. (Bankanın) kısımlarının bu şekilde ayrılmalarının... birinci kötü etkisi... ve, külçe rezervinin ikiye bölünmesinin kaçınılmaz sonucu, İngiltere Bankasının, bankacılık işlemlerinin, yani İngiltere Bankasının, onu ülkenin ticaret hayatı ile en yakın temasa getiren işlemlerinin tamamının, daha önceki rezerv miktarının ancak yarısıyla yürütülmesi olmuştur. Rezervin böylece ikiye bölünmesiyle öyle bir durum ortaya çıkmıştır ki, bankacılık kısmının rezervi, küçük ölçüde bile olsa bir azalma gösterdiği anda, Bankanın iskonto oranı üzerinde değişiklik yapması zorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla, bu azalan rezervler, iskonto oranında sık sık değişikliklere ve ani yükselmelere yolaçmaktadır.' - '1358. 1844'ten beri değişikliklerin' [1857 Haziranına kadar] 'sayısı altmışı bulmuştur, oysa 1844'ten önce, aynı süredeki değişiklikler hiç kuşkusuz bir düzineye bile ulaşmamıştır.'
    1811'den beri İngiltere Bankasının müdürü ve bir süre için de Guvernörü olan Palmer'in, C. D.. 1848-57 Lordlar Kamarası Komitesindeki tanıklığı özellikle ilginçtir:
    '828. 1825 Aralığında, bankada kalan külçe rezervi yaklaşık 1.100.000 sterlindi. Eğer bu Yasa [1844 tarihli Banka Yasası] yürürlükte bulunsaydı banka o sırada kuşkusuz in toto[9*] iflas ederdi. Aralıkta, sanırım, bir haftada 5-6 milyon banknot çıkartıldı ve o sırada panik hafifletilmiş oldu.'
    '825. Banka eğer o sırada görmüş bulunduğu işlemleri yürütmeye kalkışmış bulunsaydı, bugünkü Yasanın başarısızlığa uğrayacağı birinci dönem [1 Temmuz 1825'ten beri] 28 şubat 1837 idi; o dönemde bankanın elinde 3.900.000-4.000.000 sterlin değerinde külçe vardı, ve Bankanın rezervinde yalnızca 650.000 sterlin kalmış olacaktı. Diğer bir dönem 1839 yılında, 9 Temmuzdan 5 Aralığa kadar devam eden dönemdi.'. - '826. Bu dönemdeki rezerv miktarı neydi? Yedek, 5 Eylülde toplam 200.000 sterlin daha azdı (the reserve was minus altogether £ 200.000) . 5 Kasımda, yaklaşık bir, bir-buçuk milyona yükseldi.' - '830. 1844 tarihli Yasa, bankanın, 1837 yılında Amerikan ticaretine yaptığı yardımı engellerdi.' - '831. Belli başlı Amerikan firmalarından üçü iflas etti.... Amerika'yla ilgili hemen bütün firmalar, güvenilemez bir duruma düştüler ve Banka o sırada yardıma gelmeseydi, bir-iki firmadan fazlasının, işlerini sürdürebileceklerini sanmıyorum.' - '836. 1837 bunalımı, (sayfa 494) 1847 bunalımı ile kıyaslanamaz. 1837 yılındaki bunalım başlıca Amerika ticaretine inhisar ediyordu.' - 838. (1837 Haziran başında banka yönetimi bunalıma çare bulma sorununu tartıştı.) 'Bazı baylar... uygulanacak en doğru ilkenin faiz oranının yükseltilmesi olduğu düşüncesini savundular, böylece meta-fiyatları düşürülmüş olacaktı; kısacası, parayı pahalılandırıp metaları ucuzlatarak, dış ödemeler yapılabilecekti.' - '906. Bankanın gücünün, yani fiili sikke miktarının eski ve doğal yöntemlerle sınırlandırılması yerine, 1844 tarihli yasa ile yapay bir sınırlandırma getirilmesi, yapay güçlükler yaratma eğilimini taşır ve dolayısıyla, meta-fiyatları üzerinde gereksiz bir işlem Yasa hükümleri uyarınca gerekli olabilir.' - '968. 1844 tarihli Yasa hükümlerini işleterek, normal koşullar altında külçe rezervini fiilen dokuz-buçuk milyonun altına indiremezsiniz. O zaman bu, fiyatlar ile kredi üzerinde bir baskıya yolaçar ve dış ülkelerle yapılan ticarette kambiyo kurlarında, altın ithalini artıracak bir karışıklık yaratarak emisyon kısmının kasalarındaki altın miktarını büyütür.' - '996. Şimdi sizin (bankanın) tabi olduğunuz sınırlandırmalar altında siz, kambiyo kurları üzerinde etkin olabilmek için gümüş gerektiği bir sırada, elinizin altında yeterli ölçüde gümüş bulunmayacaktır.' - '999. Bankanın kasalarındaki gümüş miktarını beşte-bir olarak sınırlandıran hükmün amacı nedir? - Bu soruyu yanıtlayamam.'
    Bunun amacı, parayı pahalandırmaktı; Currency teorisi dışında, bankanın iki kısma ayrılması ve İskoç ve İrlanda bankalarının, belli bir miktarın ötesinde çıkartacakları banknotların karşılığı olarak altın rezervi bulundurma zorunluluğunun konulması aynı amaca dayalıydı. Bu usul, maden rezervinin bir merkezde toplanmaması sonucunu doğurdu ve böylece aleyhteki kambiyo kurlarının düzeltme gücü azaltılmış oldu. Aşağıdaki bütün koşulların amacı faiz oranını yükseltmekti: İngiltere Bankası, karşılığında altın rezervi bulunması hali dışında, 14 milyonun üzerinde banknot çıkartamayacaktı; bankacılık kısmı, sıradan bir banka gibi yönetilecek para bolken faiz oranını düşürmeye, para kıtken faiz oranını yükseltmeye çalışacaktı; Kıta Avrupası ve Asya ile kambiyo kurlarının başlıca düzeltme aracı olan gümüş rezervinin sınırlandırılması; İskoç ve İrlanda bankaları ile ilgili olan ve ihracat için hiç bir şekilde altına gereksinme göstermeyen, ama şimdi, bunların çıkarttıkları banknotların tamamen hayali olan çevrilebilirliğini sağlamak bahanesiyle altın bulundurulmasını zorunlu kılan hükümler. Gerçek şudur ki, 1844 tarihli yasa, İskoç bankalarında ilk kez 1857 yılında altına karşı bir hücuma neden oldu. Yeni Banka mevzuatı, dışarıya altın akışı ile iç piyasa amaçları için olan altın akışı arasında herhangi bir ayrım da yapmıyor; ama söylemeye gerek yoktur ki, bunların etkileri tamamen farklıdır. Dolayısıyla da, piyasa faiz oranında sürekli büyük dalgalanmalar meydana geliyor. Gümüş ile ilgili olarak Palmer, iki ayrı nedenle, 992 ve 994 numaralı yanıtlarında, bankanın yalnızca kambiyo kurlarının İngiltere lehine olduğu zaman, yani gümüş çok bollaştığında, banknot karşılığında gümüş (sayfa 495) satın alabildiğini söylüyor; çünkü: '1003. Gümüş olarak önemli miktarda külçe bulundurmanın tek amacı, kambiyo kurları ülke aleyhine olduğu sürece, dış ödemeleri kolaylaştırmaktır.' - '1004. Gümüş... dünyanın her yerinde para olan bir metadır, ve dolayısıyla da [dış ödemeler] amacı için... en dolaysız metadır. Son zamanlarda Birleşik Devletler yalnızca altın kabul etmektedir.'.
    Ona göre, aleyhte olan kambiyo kurları, dış ülkelere altın akışına yolaçmadığı sürece, darlık zamanlarında bankanın faiz oranını eski %5'lik düzeyin üzerine çıkartmasına gerek yoktu. 1844 tarihli yasa olmasaydı, banka, kendisine getirilen bütün birinci sınıf poliçeleri hiç güçlük çekmeden iskonto edebilirdi. [1018-20.] Ama, 1844 tarihli yasa ve bankanın 1847 Ekiminde içinde bulunduğu durum karşısında, 'bankanın kredi firmalarından isteyebileceği ve bunların da, ödemelerini yapabilmek için vermekten kaçınabilecekleri hiç bir faiz oranı yoktu' [1022]. Ve bu yüksek faiz oranı da, Yasanın tam amacıydı.
    '1029.... Faiz oranının dış talepler [değerli madenler için] üzerindeki etkisi ile ülke içersindeki bir kredi sıkışıklığı döneminde Banka üzerindeki baskıyı frenlemek amacıyla faiz oranındaki yükselme arasında benim çizmek istediğim büyük ayrım.' -'1023. 1844 tarihli yasadan önce... kurlar ülkenin lehinde iken ve bütün ülkede kesin bir panik ve endişe varken, banknot çıkartılması için konulmuş hiç bir sınır yoktu ve bu bunalım durumu ancak böyle hafifletilebilirdi.'
    İngiltere Bankasının yönetiminde 39 yıl bir yer işgal eden bir kimse işte bunları söylüyor. Şimdi de, özel bir bankeri, 1801'den beri Spooner, Attwood and Co. firmasının ortaklarından olan Twells'e kulak verelim. 1857 tarihli B. C.'de dinlenen tanıklar arasında yalnız o, ülkenin içersinde bulunduğu gerçek durumu görmemize yardım ediyor ve yaklaşan bunalımı görüyor, Ne var ki o da, başka bakımlardan Birmingham'lı bir little-shilling adamıdır; tıpkı, bu okulun kurucuları olan ortakları Attwood kardeşler gibi. (Bkz: Zur Kritik der pol. (Ek., s. 59.[10*]) Şöyle tanıklık ediyor: '4488. Sizce, 1844 tarihli yasa nasıl işledi? - Sorunuzu eğer bir banker olarak yanıtlamam gerekirse, Yasanın fazlasıyla iyi işlediğini söyleyebilirim, çünkü, bankerler ile her türden [para] kapitalistler için zengin bir verim sağladı. Ama bu yasa işlerini güvenle düzenleyebilmesi için iskonto oranının kararlı olmasını isteyen dürüst ve çalışkan işadamları için çok kötü işlemiş oldu.... Borç para vermeyi pek kârlı bir iş haline getirdi,' - '4489. O, [Banka Yasası] Londra'daki ticaret bankalarının, hisse senedi sahiplerine %20-%22 kâr vermelerini sağlamış oldu değil mi? - Geçen gün bunlardan birisi %18, ve sanırım bir başkası %20 veriyordu; bunların, 1844 tarihli yasayı çok kuvvetle desteklemeleri gerekir.' - '4490. Büyük sermayesi olmayan küçük işadamları ile saygıdeğer tüccarları... gerçekten de çok büyük sıkıntıya sokuyor (sayfa 496) - Benim bu konuda bilgi edinmemi sağlayan tek yol, bunlara ait olan ve şaşırtıcı miktarlara ulaşan ödenmemiş poliçeleri görmemdir. Bunların, hepsi de daima küçük meblağlar, belki de 20 ile 100 sterlin arasında; bunların büyük bir kısmı ödenmemiş ve ülkenin her yanına ödenmemiş olarak geri dönüyorlar; bu her zaman, küçük esnaf... arasındaki büyük sıkıntının bir belirtisidir.' - 4494. Şimdi o, işlerin kârlı olmadığını söylüyor. Aşağıdaki sözleri, hiç kimsenin bir bunalımdan en ufak bir kuşku bile duymadığı sırada, bunalımın gizli varlığını farkettiğini göstermesi bakımından çok önemlidir.
    '4494. Malların fiyatı Mincing Lane'de aynı kalıyor, ama hiç bir şey sattığımız yok, ne fiyatta olursa olsun satamıyoruz; nominal fiyatı koruyoruz.' - 4495. Şu olayı anlatıyor: Bir Fransız, Mincing Lane'deki bir komisyoncuya belli bir fiyatta satılmak üzere 3.000 sterlinlik mal gönderiyor. Komisyoncu istenilen fiyatı kabul edemiyor ve Fransız da bu fiyatın altında satamıyor. Metalar satılmıyor, ama Fransız'a para gerek. Bu durumda komisyoncu ona 1.000 sterlin avans veriyor ve Fransız da, mallarını teminat göstererek komisyoncuya üç ay vadeli 1.000 sterlinlik bir poliçe çekiyor. Üç ay sonra poliçenin vadesi geliyor ama mallar gene satılmıyor. Komisyoncu poliçeyi ödemek zorunda kalıyor ve 3.000 sterlinlik teminata sahip olduğu halde bunu nakite çeviremiyor ve bunun sonucu güç duruma düşüyor. Böylece bir kimse kendisiyle birlikte bir başkasını da zor duruma sokmuş oluyor. - '4496. Büyük ihracatla ilgili olarak... ülke içersinde işlerde bir durgunluk olduğunda, bu zorunlu olarak ihracatı kamçılıyor.' - '4497. Ülke içersindeki tüketimin azaldığını mı sanıyorsunuz? - Gerçekten çok fazla... büyük ölçüde... küçük esnaf bu konuda en iyi otoritedir.' - '4498. İthalat gene de çok büyük; bu, tüketimin fazla olduğunu göstermiyor mu? - Gösteriyor, eğer satabilirseniz, ama depoların çoğu bu mallarla dolu; sözünü ettiğim şu olayda, elde, satılmayan 3.000 sterlin değerinde mal var.'
    '4514. Para değerli olduğunda, sermayenin ucuz olduğunu söyleyebilir misiniz? - Evet.' - Demek ki bu adam, yüksek bir faiz oranı değerli bir sermaye ile aynı şeydir diyen Overstone ile hiç de aynı fikirde değil.
    Aşağıdaki satırlar işlerin nasıl yürütüldüğünü gösteriyor: '4616. Diğerleri, çok ileri gidiyor ve şaşılacak ithalat ve ihracat işleri çeviriyorlar; sermayelerinin kendilerine sağladığının çok ötesinde büyük işler; bütün bunlardan hiç kuşku yok. Bu adamlar başarıya ulaşabilirler; giriştikleri tehlikeli işte şansları yardım eder, büyük servetler elde edebilirler, işlerini yoluna koyarlar. Şimdi işlerin büyük ölçüde yürütüldüğü sistem işte bu. Bir sevkiyatta yüzde 20, 30, 40 kaybı göze alanlar var, bir dahaki riskli iş bu kayıplarını geriye getirebilir. Ardarda başarısızlığa uğrarlarsa mahvolup giderler; son zamanlarda bu gibi durumlara sık sık raslıyoruz; ticari firmalar geriye bir kuruş bırakmadan iflas edip gidiyorlar.' (sayfa 497)
    '4791. Düşük faiz oranı [son on yıldaki] bankerler aleyhine işliyor, doğrudur, ama sizlere defterleri göstermeden şimdiki kârların [kendi kârlarının], eskisine göre ne denli yüksek olduğunu anlatmak çok güç olur. Fazla para çıkartılması nedeniyle faiz düştüğü zaman, büyük mevduatlarımız bulunur; faiz yüksek olursa, bundan bu şekilde yararlanırız.' - '4794. Para, ılımlı bir faiz oranında iken bize daha fazla talep yapılır; daha fazla borç veririz; bu iş [biz bankerler için] böyle işler. Faiz oranı yükselince biz de ortalamanın üzerinde faiz alırız; almamız gerekenin üzerinde faiz alırız.'
    İngiltere Bankasının çıkarttığı banknotların kredisinin, bütün uzmanlarca her türlü kuşkunun ötesinde kabul edildiğini görmüş bulunuyoruz. Gene de Banka Yasası bu banknotların çevriIebilirliği için, altın olarak dokuz-on milyonu tamamen bağlıyor. Bu rezervin kutsallığı ve dokunulmazlığı böylece, eski zamanlardaki iddiharcılar arasında görülenden çok daha ileriye götürülmüş oluyor. Mr. Brown (Liverpool) , C. D.1847-57 Komisyonunda şöyle tanıklık ediyor: '2311: Bu para [emisyon kısmındaki maden rezerv], Parlamento Yasasını ihlal etmeksizin el sürülemediğine göre, denize dökülmüş gibidir.'
    Daha önce de adı geçen ve yaptığı tanıklık, Londra'daki modem inşaat sistemini göstermek için de kullanılan (Kitap II, Bölüm XII) inşaat müteahhidi E. Capps, 1844 tarihli Banka Yasası konusundaki kanısını şöyle özetliyor [B. A. 1857]: '5508. Bütünüyle bakıldığında... şimdiki sistem [Banka Yasasının getirdiği sistem] demek ki size göre sanki, sanayiin kârlarını zaman zaman tefecinin cebine aktarmak için kurnazca düzenlenmiş bir plan gibidir, öyle mi? - Evet öyle. Yapı işinde bunun böyle işlediğini biliyorum.'
    Daha önce de söylendiği gibi İskoç bankaları da, 1845 tarihli Banka Yasası ile, İngiliz bankalarına benzeyen bir sistem altına zorla sokulmuştu. Bunlar, her banka için saptanan sınırın ötesinde banknot çıkartmak için altın rezervi bulundurma zorundaydılar. Bunun sonucu, 1848-57 C. D. Komisyonundaki şu tanığın sözlerinden anlaşılabilir.
    Bir İskoç Bankasının müdürü Kennedy: '3375.1845 tarihli Yasanın yürürlüğe girmesinden önce İskoçya'da, altın dolaşımı diyebileceğimiz bir şey var mıydı? - Hayır, hiç yoktu.' - '3376. O zamandan beri, herhangi ek bir dolaşım oldu mu? - Hayır olmadı; halk altından hoşlanmaz.' - 3450. İskoç bankalarının 1845'ten beri tutmak zorunda oldukları yaklaşık 900.000 sterlin tutarındaki altın, onun kanısınca, yalnızca zararlı olabilir ve 'İskoçya'nın sermayesinin bu kadarlık bir kısmını kâr getirmeyecek bir biçimde emmektedir. '
    Ayrıca, Union Bank of Scotland'ın müdürü Anderson da diyor ki: '3588. İskoç bankalarının altın için İngiltere Bankası üzerindeki tek baskısı döviz içindi öyle mi? - Öyle, ve bu baskı, Edinburgh'ta altın (sayfa 498) tutmakla kalkmış olmayacaktır.' - '3590. İngiltere Bankasında' [ya da İngiltere'deki özel bankalarda] 'aynı miktarda teminata sahip olmakla, İngiltere Bankasına bir altın akışı yapmadan önce ne kadar gücümüz varsa gene o kadar gücümüz var.'
    Ensonu, Economist'ten (Wilson) bir yazı aktarıyoruz: 'İskoç bankaları, Londra'daki şubelerinde, kullanılmayan nakit meblağları tutuyorlar; bu şubeler de bunları İngiltere Bankasına koyuyor. Bu durum İskoç bankalarına, bu meblağların sınırları içersinde bankanın madeni rezervleri üzerinde kullanma hakkı sağlıyor, ve bu para, dış ödemelerin yapılması gerektiği anda gerekli bulunan bu yerde daima bulunmaktadır.' - Bu sistem, 1845 tarihli Yasa ile bozulmuş bulunuyor: 1845 tarihli Yasanın İskoçya üzerindeki etkisi sonucu 'son zamanlarda bankanın sikkelerinde, İskoçya'daki sırf olasılığa dayalı bulunan ve belki de hiç yapılamayacak olan bir talebin karşılanması için büyük bir akış görülmüştür.... Bu döneme kadar, büyük bir miktar, düzenli olarak Londra ile İskoçya arasında gidip gelirdi. Bir İskoç bankasının, kendi banknotları için artan bir talep beklediği bir an gelince, Londra'dan bir sandık altın getirildi; bu dönem geçince de aynı sandık, çoğu kez açılmadan Londra'ya geri gönderildi.' (Economist, October 23, 1847 [s. 1214-1215].)
    [Ve, Banka Yasasının babası, banker Samuel Jones Loyd, namı diğer Lord Overstone bütün bunlara ne diyor?
    Daha 1848'de, Ticari Bunalım konusundaki Lordlar Kamarası Komitesinde 25 Ekim 1847 tarihli Hükümet Mektubunun verdiği, banknot çıkartılmasının artırılması yetkisinin bile bunalımın şiddetini azaltmaya yettiği olgusuna karşın, 'yeterli sermaye yokluğunun neden olduğu bunalım ve yüksek faiz oranının, fazladan banknot çıkartılmasıyla ortadan kaldırılamayacağını' (1524) yinelemişti:
    O, 'Yüksek faiz ile sanayi kârlarındaki düşmenin, sanayi ve ticaret amaçları için kullanılabilecek maddi sermayedeki azalmanın zorunlu bir sonucu' (1604) olduğu görüşünü savunuyordu. Ve bununla birlikte, aylardır sanayiin içersine düştüğü bunalım, depoları dolduran, taşıran, ama fiilen satılamayan maddi meta-sermayeden ibaret bulunuyordu; işte sırf bu yüzden, maddi üretken sermaye, daha fazla satılması olanaksız meta-sermaye üretmemek için, bütünüyle ya da kısmen boşu boşuna beklemektedir.
    Ve, 1857 tarihli Banka Komitesinde de şöyle diyordu: '1844 tarihli yasa ilkelerine olan kesin bağlılık ve uygulanmasında gösterilen çabukluk ile her şey düzen ve yumuşaklık içersinde geçti, parasal sistem güvenli ve sağlamdır, ülkedeki gönenç tartışılamaz durumdadır, 1844 tarihli yasanın erdemine olan kamu güveni günden güne güçlenmekte, ve eğer komite, bu yasanın dayandığı ilkelerin sağlamlığı ya da sağladığı yararlı sonuçların daha başka pratik örneklerini görmek istiyorsa, komiteye verilecek doğru ve yeterli yanıt: çevrenize bakınız, ülkenin bugünkü iş ve ticaret durumuna bir gözatınız,... halkın memnunluğuna bakınız, (sayfa 499) toplumun bütün sınıflarına yayılan servet ve gönence bakınız; ve bunu yaptıktan sonra komite, bu sonuçların alınmasını sağlayan yasanın devamına engel olup olmamak konusunda, yerinde ve adaletli bir karar verebilecektir.' (B. C.1857; n° 4189.)
    Overstone'un 14 Temmuzda Komite önünde okuduğu övgüye, aynı yılın 12 Kasımında, banka yönetimine yazılan mektup biçimindeki yanıtta, geriye kalanların kurtarılabilmesi için, 1844 tarihli, mucizeler yaratan yasanın, hükümetçe yürürlükten kaldırıldığı bildiriliyordu. -F. E.] (sayfa 500)




    OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM
    DEĞERLİ MADEN VE KAMBİYO KURU



    I. ALTIN REZERVİNİN HAREKETİ


    Darlık zamanlarında banknot birikimi bakımından şurasını dikkate almak gerekir ki, bu, en ilkel toplum koşulları altında, karışıklık zamanlarında değerli maden yığmanın bir tekrarıdır. 1844 tarihli yasanın işleyişi ülkedeki bütün değerli madenleri dolaşım aracı haline sokmak istediği için de ilginçtir; bu yasa, dışarıya bir altın akışını, dolaşım aracındaki daralma ile, içeriye bir altın akışını, dolaşım aracındaki genişleme ile bir tutmak istemektedir. Ama, sonuçta denemeler, bunun tersinin doğru olduğunu tanıtlamıştır. Biraz ilerde sözünü edeceğimiz tek bir istisna dışında, İngiltere Bankasının dolaşımdaki banknot miktarı, 1844'ten beri hiç bir zaman, kendisine çıkartma yetkisi verilen azami düzeye ulaşmamıştır. 1857 bunalımı, öte yandan, bazı koşullar altında bu azaminin de yeterli olmadığını tanıtlamıştır. 1857 yılı 13 Kasımından 30 Kasımına kadar, bu azaminin üzerinde günde ortalama 488.830 sterlin dolaşımda bulunuyordu (B. A. 1858, s. xı) . O sırada, yasal azami 14.475.000 sterlin, artı, bankanın mahzenlerindeki maden rezerv miktarı idi.
    Değerli maden girişi ve çıkışı ile ilgili olarak şunları dikkate almak gerekir:
    Birincisi, bir yandan altın ve gümüş üretmeyen bir bölge içersinde, ileri-geri maden hareketi ile, öte yandan, altın ve gümüşün üretim (sayfa 501) kaynaklarından, çeşitli diğer ülkelere akışı ve bu ek madenin bunlar arasındaki dağılımı arasında bir ayırım yapmak gerekir.
    Rusya'daki altın madenlerinden önce, Kaliforniya ile Avustralya, etkilerini hissettiriyorlardı, 19. yüzyılın başından beri altın ikmali, aşınan sikkelerin değiştirilmesine, lüks eşyaların yapımına ve Asya'ya gümüş ihracına ancak yetiyordu.
    Bununla birlikte, önce, o zamandan beri Asya'ya gümüş ihracı, Amerika ile Avrupa'nın Asya ile yaptığı ticaret nedeniyle olağanüstü artış gösterdi. Avrupa'dan ihraç edilen gümüşün yerini, geniş ölçüde ek altın arzı aldı. Sonra, yeni ithal edilen altının bir kısmını, içerdeki para dolaşımı emdi. 1857 yılına kadar, altın olarak yaklaşık 30 milyonun, İngiltere'nin iç dolaşımına eklendiği tahmin edilmiştir.[14] Ayrıca, Avrupa ve Amerika'nın bütün merkez bankalarındaki ortalama maden rezervi düzeyi 1844'ten beri artış gösterdi. Aynı zamanda, daha büyük miktarlarda altın sikke iç dolaşımdan çıktığı ve hareketsiz hale geldiği için, paniği izleyen durgunluk döneminde banka rezervlerindeki daha hızlı büyüme sonucu iç para dolaşımında bir genişleme oldu. Ensonu: lüks eşyaların yapımı için değerli maden tüketimi, yeni altın yataklarının bulunmasından beri artan zenginlik sonucu, büyüme gösterdi.
    İkincisi, değerli maden, altın ya da gümüş üretmeyen ülkeler arasında gider gelir, aynı ülke sürekli olarak bu madeni hem ithal etmekte ve hem de ihraç etmektedir. Bu hareketin şu ya da bu yöndeki ağırlığıdır ki, son tahlilde, dışarıya bir altın akışı mı yoksa içerde bir büyüme mi olduğunu belirler, çünkü, düpedüz gidip gelmeler ve çoğu kez paralel hareketler, geniş ölçüde birbirini eşitler. Ne var ki, bu nedenle, sonucu ilgilendirdiği kadarıyla, bu süreklilik ve çoğu kez de, her iki hareketin birbirine paralel oluşu dikkate alınmamıştır. Daha büyük bir değerli maden ithali ya da ihracı, daima, meta ithali ya da ihracı arasındaki oranın bir sonucu ve ifadesi olarak yorumlanmıştır, oysa, bu aynı zamanda meta alışverişinden tamamen bağımsız olarak, bizzat değerli maden ithali ile ihracı arasındaki bağıntının bir göstergesidir.
    Üçüncüsü, ithalatın ihracattan fazla oluşu ya da bunun tersi, genellikle, merkez bankalarının maden rezervlerindeki artışla ya da azalmayla ölçülmüştür. Bu ölçütün hassaslık derecesi, doğal olarak, genellikle bankacılığın merkezileşme derecesine bağlıdır. Çünkü buna bağlı olarak, (sayfa 502) ulusal bankalar denilen kuruluşlarda genellikle birikmiş bulunan değerli madenlerin hacmi, ulusal maden rezervini temsil eder. Ama bunun böyle olduğu kabul edildiğinde, bu sağlıklı bir ölçek değildir, çünkü, ek olarak yapılan bir ithal, bazı koşullar altında, iç dolaşım ve lüks eşya yapımında daha fazla altın ve gümüş kullanılmasıyla emilmiş olabilir; ayrıca, ek bir ithal yapılmaksızın, iç dolaşım için, altın sikke çekilmiş olabilir ve böylece maden rezervi, ihracatta aynı zamanda bir artış olmaksızın azalabilir.
    Dördüncüsü, azalma hareketi uzun bir süre devam ettiğinde, altın ihracı dışarıya bir altın akışı biçimini alabilir ve bu azalma, hareketin eğilimini temsil eder ve bankanın maden rezervini, ortalama düzeyinin epeyce altına, neredeyse ortalama asgarisine doğru düşürür. Bu asgari düzey, banknotların ödenmelerini güvence altına alan yasalarla her ayrı durum için farklı şekilde belirlendiği için, azçok keyfi olarak saptanmıştır. Dışarıya altın akışının İngiltere'de ulaşabileceği nicel sınırlar konusunda, Newmarch, 1857 Banka Yasası Komitesinde şöyle tanıklık etmiştir (Tanıklık n° 1494) : 'Deneyimlere göre, dış ticaretteki dalgalanmalardan doğan dışarıya altın akışının, 3-4 milyon sterlini aşması olasılığı pek azdır.' - 1847'de, İngiltere Bankasının altın rezervi düzeyinde 23 Ekimde meydana gelen en düşük nokta, 26 Aralık 1846'ya göre 5.198.156 sterlin, ve 1846 yılının (29 Ağustos) en yüksek düzeyine göre 6.453.748 sterlin bir azalma olduğunu göstermiştir.
    Beşincisi, ulusal bankalar denilen kurumların maden rezervlerinin saptanması, ki, bu saptanma, bu maden birikiminin büyüklüğünü bizzat düzenlemez, çünkü bu büyüklük sırf iç ve dış ticaretin felce uğraması ile büyüyebilir, üç yönlü bir işlevi yerine getirir: 1) uluslararası ödemeler için yedek fon, bir başka deyişle, dünya-parası yedek fonu; 2) ardarda genişleyen ve daralan iç maden dolaşımı için yedek fon; 3) mevduatların ödenmesi ve kağıt paranın altına çevrilmesi için yedek fon (bu son işlev, bankanın işlevleri ile ilgili olup, para olarak paranın işlevleri ile hiç bir ilişkisi yoktur) . Bankaların bu yedek-fonları, dolayısıyla, bu üç işlevin herbirini etkileyen koşullar tarafından da etkilenebilir. Böylece uluslararası bir fon olarak, ödemeler dengesi -bu dengeyi belirleyen etmenler ve ticaret dengesine oranı ne olursa olsun- tarafından da etkilenebilir. İç maden dolaşımına ait yedek fon olarak da, bu dolaşımdaki genişleme ya da daralma tarafından etkilenebilir. Üçüncü işlev -teminat fonu olma işlevi-, söylendiği gibi, maden rezervinin bağımsız hareketini belirlemez, ama iki yönlü etkisi olur. İç dolaşımda madeni paranın (gümüşün değer-ölçüsü olduğu ülkelerde gümüş sikkeler de dahil) yerini alan banknotların çıkartılması halinde, yedek fonun 2) 'deki işlevi geçersiz olur. Ve değerli madenin bu işlevin yerine getirilmesine hizmet eden kısmı, uzun bir süre dış ülkelerin yolunu tutar. Bu durumda, maden sikkeler iç dolaşım için çekilmemişlerdir ve böylece, maden rezervinin, dolaşımdaki sikke haline getirilmiş madenin bir kısmının hareketsiz hale (sayfa 503) getirilmesiyle artması da bununla birlikte ortadan kalkmış olur. Ayrıca, mevduatların ödenmesi ve banknotların altına çevrilmesi için her zaman asgari bir maden rezervi bulundurulması gerekiyorsa, bu da kendine göre, dışarıya ya da içeriye altın akışının sonuçlarını etkiler; bu, rezervin, bankanın her zaman bulundurma zorunda olduğu kısmını ya da, belli zamanlarda, yararsız olduğu için elden çıkartmak istediği kısmı etkiler. Dolaşım, tamamen madeni ise ve bankacılık sistemi toplaşmış ise, banka da kendi maden rezervini, kendi mevduatlarının ödenmesi için teminat olarak düşürme zorundadır ve dışarıya bir maden akışı, 1857'de Hamburg'da görüldüğü gibi bir paniğe yolaçabilir.
    Altıncısı, belki de 1837 dışında, gerçek bunalımlar, daima, ancak kambiyo kurlarındaki bir değişmeden sonra, yani değerli maden ithali, ihracına göre tekrar ağırlık kazanır kazanmaz patlak verirler.
    1825'te gerçek çöküş, altın akışı kesildikten sonra gelmişti. 1839'da, bir altın akışı vardı, ama bu bir çöküntüye yolaçmadı. 1847'de altın akışı nisan ayında kesildi ve çöküntü ekim ayında geldi. 1857'de, dış ülkelere altın akışı, kasım ayı başında kesildi ve çöküntü aynı ayın sonlarında geldi.
    Bu, 1847 bunalımında özellikle belliydi; altın akışı, hafif bir bunalım başlangıcına yolaçtıktan sonra nisan ayında kesildi ve gerçek ticari bunalım ancak ekim ayında başladı.
    Aşağıdaki tanıklık, 1848 [Secret Committee of the House of Lords on Commercial Distress'de] Ticari Bunalımı Konusundaki Lordlar Kamarası Gizli Komitesinde yapılmıştı. Bu tanıklık 1857 yılına kadar basılmamıştı. (Biz bunu da C. D.1848-57 olarak aktarmıştık.)
    Tooke'un tanıklığı: 1847 Nisan'da, sözcüğün tam anlamıyla paniğe varmamakla birlikte bir darlık başlamıştı, ama nispeten kısa süreli oldu ve önemli bir ticari iflas görülmedi. Ekim ayında para darlığı, nisan ayındakinden çok daha yoğundu ve neredeyse hiç görülmemiş sayıda ticari iflaslar oldu (2996) . - Nisan ayında kambiyo kurları, özellikle Amerika ile, olağandışı büyüklükte ithalatın ödenmesinde bizi önemli miktarda altın ihracına zorladı ancak büyük bir çabayla Banka dışarıya altın akışını durdurdu ve oranları yükseltti (2997) . - Ekim ayında kambiyo kurları İngiltere'nin lehine idi (2998) . - Kambiyo kurlarında değişme, nisanın üçüncü haftasında başladı (3000) . - Temmuz ve ağustosta dalgalandı (3001) . - Ağustosta altın akışı, iç dolaşım için bir talepten ortaya çıktı (3003) .
    İngiltere Bankası Guvernörü J. Morris: Kambiyo kuru 1847'den beri İngiltere'nin lehinde olduğu ve dolayısıyla altın ithali yapıldığı halde, bankanın külçe rezervi azaldı. '2.200.000 sterlin, iç talep sonucu, ülkeden çıktı'(137) . - Bu, bir yandan, demiryolu yapımında daha fazla işçi çalışmasıyla, öte yandan, 'bunalım sırasında ellerinde altın bulunmasını arzu eden bankerler' ile açıklandı (147) . (sayfa 504)
    1811'den beri, İngiltere Bankasının eski guvernörü ve müdürlerinden, Palmer: '684. 1847 Nisanının ortalarından 1844 tarihli yasanın sınırlandırıcı maddesinin kaldırıldığı güne kadar geçen dönem boyunca, döviz durumu bu ülkenin lehine idi.'
    1847'de kendi başına bir parasal panik yaratan dışa altın akışı, bu nedenle, her zaman olduğu gibi, yalnızca bir bunalımın habercisiydi, ve patlak vermeden önce, tersine bir akış başlamıştı bile: 1839'da, tahıl, vb. satın alınması için, dışarıya kuvvetli bir altın akışı oldu, ama ne bunalım vardı, ne de parasal panik.
    Yedincisi, genel bunalımlar yerleşir yerleşmez, altın ile gümüş -üretici ülkelerden içeri akan yeni değerli madenler bir yana- çeşitli ülkelerin kendi birikimleri olarak, varoldukları eski denge durumu içersinde orantılı olarak dağılırlar. Öteki koşular eşit olmak üzere, her ülkedeki birikimin büyüklüğü, o ülkenin, dünya piyasasında oynadığı rol ile belirlenecektir. Bu birikim, normal payından daha fazlasına sahip bulunan ülkeden, normal miktarın daha azına sahip olan ülkelere doğru akar. Bu gidiş-geliş hareketleri, yalnızca çeşitli ulusal rezervler arasındaki başlangıçta varolan dağılımı yeniden sağlar. Ne var ki, bu yeniden dağılım, kambiyo kurlarını incelerken ele alacağımız, çeşitli koşulların etkisi ile meydana gelir. Normal dağılım yeniden kurulur kurulmaz -bu andan başlayarak- bir büyüme aşamasına girilir ve ardından tekrar dışa akış hareketi başlar. [Bu son tümce, kuşkusuz, dünya para piyasasının merkezi olarak, yalnızca İngiltere için geçerlidir. -F. E.]
    Sekizincisi, dışarıya maden akışı, genellikle, dış ticaret durumunda bir değişmenin belirtisidir ve bu değişiklik de, yaklaşan yeni bir bunalımın ön habercisidir.[15]
    Dokuzuncusu, ödemeler dengesi. Asya lehinde ve, Avrupa ile Amerika aleyhinde olabilir.[16]



    ----------

    Başlıca iki dönemde, değerli maden ithali yer alır. Bir yandan, bu bunalımı izleyen ve sınırlı bir üretimi yansıtan, düşük faiz oranının birinci evresinde yer alır; ve sonra, faiz oranının yükseldiği ama ortalama düzeyine henüz ulaşmadığı ikinci evrede. Bu, geriye ödemelerin çabuk geldiği, ticari kredinin bol olduğu ve dolayısıyla da, borç sermayesine olan talebin, üretimdeki genişlemeyle aynı oranda artmadığı bir evredir. Her iki (sayfa 505) evrede de, nispeten bol borç sermayesi ile, altın ve gümüş biçiminde, yani yalnızca başlıca borç sermayesi olarak iş görebileceği bir biçimde ek sermaye fazlalığı, zorunlu olarak, faiz oranını ve onunla birlikte de piyasanın genel durumunu ciddi olarak etkiler.
    Öte yandan, bir maden akışı, sürekli ve büyük ölçüde bir değerli maden ihracı, geriye ödemeler akışı durur durmaz ve piyasalar malla dolar dolmaz başlar, ve bir gönenç görüntüsü ancak kredi aracılığı ile sürdürülür; başka bir deyişle, borç sermayesine karşı büyük ölçüde artan bir talep ve dolayısıyla da faiz oranı en azından ortalama düzeyine ulaşır ulaşmaz bu maden akışı başlar. Kendisini dışarıya altın akışında ortaya koyan bu koşullar altında, sermayenin, doğrudan doğruya borç verilebilir sermaye biçiminde sürekli şekilde çekilmesinin etkisi önemli ölçüde yoğunlaşır. Bu, zorunlu olarak, faiz oranı üzerinde dolaysız bir etki yapar. Ama, faiz oranındaki yükselme, kredi işlemlerini sınırlama yerine bunları genişletir ve bütün kredi kaynakları üzerinde büyük bir baskıya yolaçar. İşte bu yüzden, bu dönem, çöküntüden önce gelen dönemdir.
    Newmarch'a soruldu (B. A. 1857) : '1520. Ama o zaman, dolaşımdaki senetlerin hacmi, iskonto oranı ile birlikte artıyor mu? - Öyle görünüyor.' - '1522. Tamamen olağan zamanlarda, ana hesap defteri gerçek değişim aracıdır; ama bir güçlük ortaya çıktığında, örneğin demin sözünü ettiğim koşullar altında, banka iskonto oranında bir yükselme olur... o zaman, işlemler, doğal olarak, poliçe çekilmesine dökülür; bu poliçeler, yalnız, yapılan alışıverişin yasal kanıtları olması bakımından daha uygun olmakla kalmaz, başka yerlerdeki satın almaları gerçekleştirmek için de daha elverişli oldukları gibi, sermaye sağlayabilecek bir kredi aracı olmaları yönünden de çok elverişlidirler.' - Üstelik, bazı tehlikeli durumlar bankayı, iskonto oranını yükseltme durumunda bırakır bırakmaz -böylece, aynı zamanda, bankasının iskonto edeceği senetlerin vadelerini kısaltma olasılığı da ortaya çıkmış olur- bunun hızla yükseleceği konusunda genel bir kaygı ortalığı kaplar. Herkes, ve her şeyden önce de kredi sahtekarları, böylece, gelecekteki senetleri iskonto ettirmek ve belli bir tarihte elden geldiğince çok kredi aracını ellerinde bulundurma çabasına düşerler. Bu nedenler, öyleyse şuna varıyor: etkisini hissettiren şey, ithal ya da ihraç edilen değerli madenin, değerli maden olarak düpedüz miktarı değil, önce, değerli madenin para biçiminde sermaye olarak taşıdığı özgül nitelik sayesinde ve sonra da, terazinin bir kefesine eklendiğinde sallanmakta olan göstergenin kesinlikle bir yana dönmesine yeterli olan bir tüy gibi hareket etmesi ile bu etkisini göstermiş olur; yapılacak bir ekin şu ya da bu yanının ağır basmasına yeteceği koşullar altında ortaya çıktığı için bu etkiyi gösterir. Böyle olmasaydı, diyelim 5-8 milyon sterlin tutarındaki bir altın çıkışının -ve bu, bugüne kadar görülen en üst sınırdır- hissedilebilir bir etki yaratmasını açıklamak olanaksız olurdu. İngiltere'de ortalama altın olarak dolaşımda bulunan 70 milyon sterlin ile kıyaslandığında bile önemsiz görülen, sermayenin (sayfa 506) bu küçük azalması ya da artışı, İngiltere'ninki gibi bir üretim hacmi ile kıyaslandığında gerçekten de ihmal edilebilir ufak bir büyüklüktür.[17] Ama, bir yandan bütün para-sermayeyi üretimin emrine sokmaya (ya da aynı şey demek olan, bütün para geliri sermayeye çevirmeye) yönelmiş bulunan, öte yandan, çevrimin belli evresinde maden rezervini en aza indirerek yerine getirmesi gerekli işlevleri yapmasına olanak vermeyen, işte bu gelişmiş kredi ve bankacılık sistemidir ki, bütün organizmadaki bu aşırı hassaslığı yaratmaktadır. Üretimin daha az gelişmiş aşamalarında, birikimin, ortalama düzeyinin altına düşmesi ya da üzerine yükselmesi nispeten önemsiz bir sorundur. Bunun gibi, sınai çevrimin kritik döneminde ortaya çıkmadığı takdirde, çok önemli ölçüde bir altın akışı bile nispeten etkisizdir.
    Yapmış olduğumuz açıklamalarda, kötü bir ürün döneminin, vb. sonucu olarak yer alan, dışarıya altın akışı durumlarını incelemedik. Bu gibi durumlarda, bu altın akışında ifadesini bulan, üretimin dengesindeki büyük ve ani sarsıntı, bu akışın etkileri bakımından daha fazla bir açıklamayı gerektirmez. Bu sarsıntının, üretimin bütün hızıyla ilerlediği bir döneme raslaması ölçüsünde, yapacağı etki de o kadar büyük olur.
    Biz, bir de, banknotların altına çevrilebilirliğinin teminatı ve tüm kredi sisteminin ekseni olarak, maden rezervinin işlevini inceleme-dışı bıraktık. Merkez bankası, kredi sisteminin eksenidir. Ve maden rezervi de bankanın eksenidir.[18] Kitap I'de ödeme araçlarının irdelenmesinde (Kap. III) göstermiş olduğum gibi, kredi sisteminden parasal sisteme geçiş, gereklidir. Maden esasına dayalı bir sistemin kritik bir anda devam ettirilmesi için, gerçek servetten çok büyük fedakarlıklar yapılması gerektiğini, Tooke da, Loyd-Overstone da kabul etmişlerdir. Tartışma, yalnızca bir fazlalık ya da eksikliğin denge haline getirilmesi ve doğacak sonucun az ya da çok rasyonel bir biçimde ele alınması şeklini alıyor.[19] Toplam üretimle kıyaslandığında önemsiz belli bir miktar maden, sistemin eksen noktası olarak kabul edilmiştir. Bunalımlar sırasında eksen noktası olarak sahip bulunduğu bu niteliğin dehşet verici açıklanması bir yana, işte size birinci sınıf teorik bir ikicilik. Her şeyi iyi bilen ekonomi politik, (sayfa 507) 'sermayeyi', ex professo[11*] ele aldığı sürece, altın ve gümüşe tepeden, küçümseyerek bakıyor ve bunları en ilgisiz ve yararsız sermaye biçimleri olarak görüyor. Ama, bankacılık sistemini ele aldığı anda, her şey tepetaklak ediliyor ve, altın ile gümüş par excellence[12*] sermaye oluveriyor ve korunmaları için, diğer her türden sermaye ile emek feda ediliyor. Ama, altın ile gümüş, öteki servet biçimlerinden nasıl ayırdediliyor? Değerlerinin büyüklükleri ile değil, çünkü bu, onlarda maddeleşen emek miktarı ile belirlendiği için bunların değerinin büyüklüğü ile değil, servetin toplumsal niteliğinin bağımsız somutlaşmalarını temsil etmesi, ifade etmesi olgusuyla ayırdedilirler. [Toplumun serveti, ancak, kendileri bu servetin özel malikleri olan, özel bireylerin serveti olarak vardır. Bu servet, toplumsal niteliğini, ancak, bu bireylerin, kendi gereksinmelerini karşılamak için karşılıklı olarak farklı nicelikte kullanım-değerlerini değişmeleri olgusunda ortaya koyar. Kapitalist üretim sisteminde, bunu, ancak para aracılığı ile yapabilirler. Yani bireyin serveti, ancak, para aracılığı ile toplumsal servet olarak gerçekleşir. Servetin toplumsal niteliği, işte bu şeyde, parada somutlaşmıştır. -F. E.] Servetin bu toplumsal varlığı böylece, toplumsal servetin gerçek öğelerinin yanısıra ve onların dışında, bir şeyin, maddenin ve malın ötesinde bir görünüşe bürünür. Üretim akış halindeyken bu unutulur. Kendisi de servetin toplumsal bir biçimi olan kredi, parayı bir yana iter ve onun yerine geçer. Üretimin toplumsal niteliğine olan güvendir ki, ürünlerin para-biçiminin, bir şey, uçucu, düşsel, sırf hayali bir şey görünüşüne bürünmesine izin verir. Ne var ki, kredi sarsılır sarsılmaz -ve, modern sanayi çevriminde bu evre zorunlu olarak daima ortaya çıkar- bütün gerçek servet, fiilen ve hemen paraya, altın ve gümüşe çevrilecektir; sistemin kendisinden zorunlu olarak doğup gelişen çılgınca bir istek ortaya çıkar. Ve, bu muazzam talebi karşılaması beklenen altın ve gümüşün hepsi, topu topu, bankanın mahzenlerindeki birkaç milyondan ibarettir.[20]
    Dışarıya altın akışlarının etkileri arasında, demek ki, toplumsal üretim olarak üretimin, gerçekte toplumsal denetim altında olmaması olgusu, servetin toplumsal biçiminin onun dışında bir şey olarak var olmasıyla çarpıcı bir biçimde ortaya konmuş olur. Kapitalist üretim sistemi, aslında, bu özelliği, meta ticaretine ve özel meta değişimine dayandıkları sürece, daha önceki üretim sistemleriyle paylaşır. Ama ancak kapitalist üretim sistemindedir ki, bu, en çarpıcı ve acayip, saçma çelişki ve paradoks biçiminde, göze görünür hale gelir, çünkü, her şeyden önce, doğrudan kullanım-değeri, üreticilerin kendi tüketimleri için üretim, kapitalist (sayfa 508) üretimde tamamen ortadan silinmiş, böylece de servet, ancak, birbiri içine geçen üretim ve dolaşım şeklinde ifade edilen toplumsal bir süreç olarak varolmaktadır; sonra da, kredi sisteminin gelişmesiyle kapitalist üretim, servetin ve servete ait hareketlerin aynı anda maddi ve hayali engeli olan maden engelini aşmak için durmadan bir yol aramakta, ama her seferinde başını bu duvara çarpmaktadır.
    Bunalım sırasında, bütün poliçelerin, senetlerin ve metaların, aynı anda, banka parasına, ve bütün bu banka parasının da altına çevrilebilir olması talep edilmektedir.



    II. KAMBİYO KURLARI

    [Kambiyo kuru, para olarak kullanılan madenlerin, uluslararası hareketine ait barometre olarak bilinmektedir. Eğer İngiltere'nin Almanya'ya, Almanya'nın İngiltere'ye yapması gerekenden daha fazla ödeme yapması gerekiyorsa, markın, sterlinle ifade edilen fiyatı Londra'da yükselir, ve sterlinin markla ifade edilen fiyatı, Hamburg ve Berlin'de düşer. Eğer İngiltere'nin Almanya'ya olan bu ödeme yükümlülüklerindeki fazlalık, örneğin, Almanya'nın İngiltere'den yapacağı satın almalardaki fazlalıkla tekrar dengelenmezse, Almanya üzerine mark olarak çekilen poliçelerin sterlin fiyatının, İngiltere'den Almanya'ya ödeme yükümlülüklerini yerine getirmek üzere, poliçe yerine maden (altın sikke ya da külçe) göndermeye yetecek noktaya kadar yükselmesi gerekir. Olayların izlediği tipik yol budur.
    Eğer bu değerli maden ihracı, daha büyük boyutlara ulaşır ve daha uzun bir süre sürecek olursa, bundan, İngiltere'de banka rezervleri etkilenir ve İngiltere para piyasası, özellikle de İngiltere Bankası koruyucu önlemler almak zorunda kalır. Bunun başlıca yolu, daha önce de gördüğümüz gibi, faiz oranını yükseltmektir. Dışarıya altın akışı önemli bir ölçüye ulaşınca, kural olarak para piyasası daralır, yani para-biçiminde borç sermayesine olan talep, arzı epeyce aşar ve bunu doğal olarak daha yüksek bir faiz oranı izler; İngiltere Bankasınca saptanan iskonto oranı bu duruma uyar ve piyasada kendisini hissettirir. Bununla birlikte, dışarıya külçe akışı normal ticari işlemler karışımından başka nedenlerle de olabilir (örneğin, yabancı devletlere borçlar, dış ülkelere sermaye yatırımları, vb. gibi) , ve böyle durumlarda Londra para piyasası, faiz oranında fiili bir yükselmeyi haklı gösterecek durumda değildir; İngiltere Bankası böyle olunca, önce, özel deyimiyle, 'açık piyasada' büyük ikrazlarla 'parayı kıtlaştırmak' zorunda kalır ve böylece, faiz oranında bir yükselmeyi haklı gösterecek ya da gerekli kılacak bir durumu yapay olarak yaratır; bu gibi manevralar yıldan yıla güçleşmektedir. -F. E.]
    Faiz oranındaki bu yükselmenin kambiyo kurları üzerindeki etkisi, 1857 banka mevzuatı ile ilgili Avam Kamarası Komitesindeki (alıntılarda, B. A. ya da B. C. 1857 olarak geçmektedir) şu ifadelerle gösterilmektedir. (sayfa 509)
    John Stuart Mill: '2176. Ticari bir güçlük durumunda daima... tahvil fiyatlarında önemli bir düşme olmakta... yabancılar, bu ülkede demiryolu hisse senetleri satın almakta, ya da İngiliz yabancı demiryolu hisse sahipleri bunları dış ülkelerde satmaktadırlar... külçe transferi bu ölçüde önlenmektedir.' - '2182. Çeşitli ülkeler arasındaki, faiz oranı ile ticari baskının dengelenmesinin genellikle bunlar aracılığı ile sağlandığı, tahvil ve hisse senetleri üzerine iş yapan zengin bir bankerler ve simsarlar sınıfı...yükselmesi olası senetlerle tahvi11eri satın almak için, her an pusuda beklemektedirler.... Bunların senet ve tahvil satın alacakları ülkeler, dışarıya külçe göndermekte olan ülkelerdir.' - '2184. Bu sermaye yatırımları 1847 yılında, dışarıya altın akışının azalmasına yetecek derecede, büyük bir ölçüde yapıldı.'
    1838'den beri İngiltere Bankasının müdürlerinden ve bankanın eski Guvernörü J. G. Hubbard: '2545. Avrupa'da çeşitli para piyasalarında dolaşımda bulunan... Avrupa ülkelerine ait büyük miktarlarda tahvil vardır, ve bunların değeri... bir piyasa yüzde 1 ya da 2 düşer düşmez, bunlar, değerlerini henüz korudukları piyasalara gönderilmek üzere derhal satın alınırlar.' - '2565. Dış ülkeler, bu ülkenin tüccarlarına epeyce borçlu değiller mi? - Evet, büyük ölçüde.' - '2566. Öyleyse, bu borçların tahsili, bu ülkede çok büyük bir sermaye birikimine neden olabilir? - 1847'de, durumumuz, Amerika'nın ve Rusya'nın bu ülkeye olan, şu kadar milyonluk eski borçlarına bir çizgi çekmekle, kesinlikle düzeltilmiş oldu.' [aynı zamanda, İngiltere de bu aynı ülkelere hububat için olan 'şu kadar milyonluk' borcunun büyük bir kısmına İngiliz borçluların iflasları yoluyla 'bir çizgi çekmekten' geri kalmadı. Bkz: B. A. 1857, Otuzuncu Bölüm, s. 31. -F. E.] - '2572. 1847'de, bu ülke ile St. Petersburg arasında kurlar çok yüksek idi. Bankaya, 14 milyon sterlinlik sınırlandırmaya bakmaksızın [altın rezervinin üzerinde ve ötesinde -F. E.] banknot çıkartma yetkisini veren Hükümet Mektubu yayınlanınca, iskonto oranının %8 olması bekleniyordu. O anda, o sıradaki iskonto oranı ile, St. Petersburg'dan Londra'ya altın sevketmek ve bu altını, satın alınması karşılığında çekilecek üç ay vadeli poliçe ile %8 üzerinden borç vermek çok kârlı bir işti.' - '2573. Altın üzerine yapılan bütün işlemlerde, dikkate alınması gerekli pek çok nokta vardır; [altına karşılık çekilen. -F. E.] poliçenin vadesi boyunca yatırımlar için sözkonusu olan bir kambiyo kuru ve bir faiz oranı vardır.'




    ASYA İLE OLAN KAMBİYO KURU










    ----------

    Dipnotlar


    [1*] Bu tablo, Marx'ın değindiği kaynağın fotokopisinin örneğidir. Bazı rakamlar yanlıştır. -Ed.
    [2*] 1894 Almanca baskısında bu sayı 4995'tir. -Ed.
    [3*] S. Laing, New Series of the Great City Frauds of Cole, Davidson, and Cordon, London. -Ed.
    [4*] 'Eğer Tausves-Jontof da bir hiçse,
    Geriye ne kalır? Aşağılık iftiracı! '
    Heine, Disputation. -Ed.
    [5*] Almanca baskıda bu sayı 163'tür. -Ed.
    [6*] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 234- 231. -Ed.
    [7*] 1894 Almanca baskıda: 1856. -Ed.
    [8*] 1894 Almanca baskıda: 1847. -Ed.
    [9*] Tamamıyla. -ç.
    [10*] Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 111. -Ed.
    [11*] Mesleki olarak, açıkça. -ç.
    [12*] En üstün. -ç.

    [11] Bir banknotun dolaşımda kaldığı ortalama gün sayısı:
    Yıllan
    5 £ Banknot
    10 £ Banknot
    20-100 £ Banknot
    200-500 £ Banknot
    £1,000 £ Banknot

    1792
    ?
    236
    209
    31
    22

    1818
    48
    137
    121
    48
    13

    1846
    79
    71
    34
    12
    8

    1856
    70
    58
    27
    9
    7


    (İngiltere Bankası kasadarı Marshall tarafından derlenmiştir. Report on Bank Acts, 1857, Appendix II, s. 300-301.)
    [12] Londra Union Bank hissedarlarının 17 Ocak 1894'te yaptıkları genel toplantıda Başkan Ritchie, İngiltere Bankasının iskonto oranını, 1893'te, temmuzda %2½'den 3'e ve ağustosta %4'e çıkarttığını ve dört hafta içersinde, buna karşın o zamandan beri altın olarak tam 4½ milyon sterlin kaybettiğini, banka oranını %5'e yükselttiğini ve bunun üzerine altının kendisine geri döndüğünü, banka oranının eylülde %4'e ve ekimde de %3'e düşürüldüğünü anlatmaktadır. Ama bu banka oranı piyasada kabul edilmemişti. 'Banka oranı %5 iken, iskonto oranı %3½ idi ve para için oran %2½; banka oranı %4'e düşünce iskonto oranı %23/8 ve para oranı %1¾; banka oranı %3 iken iskonto oranı %½'ye ve para oranı bunun da altında bir şeye düşmüştü.' (Daily News, January 18, 1894.) -F. E.
    [13] Karl Marx, Zur Kritik der politischen Ekonomie, Berlin 1859, s. 150 vd. (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 217 vd.)
    [14] Bunun para piyasası üzerinde yaptığı etkiyi, Newmarch'ın aşağıdaki tanıklığı göstermektedir: '1509. 1853 yılının sonunda, halk arasında oldukça büyük bir kaygı vardı ve o yılın eylülünde, İngiltere Bankası, iskonto oranını üç nedenle yükseltti.... Ekim ayı başlarında, halk arasında önemli derecede bir kaygı ve korku vardı. Bu kaygı ve korku, Avustralya'dan yaklaşık 5 milyon sterlin tutarında değerli madenin gelmesi sonucu, kasım ayı sona ermeden çok büyük ölçüde azaldı ve neredeyse yokoldu... Ekim ve kasım aylarında yaklaşık 6 milyon sterlin tutarında değerli madenin gelmesiyle, 185 güzünde gene aynı şey oldu. Üç ayda, eylül, ekim ve kasımda, yaklaşık 8 milyon sterlin tutarında değerli maden gelmesiyle, bir kaygı ve korku dönemi olduğunu bildiğimiz 1855 güzünde tekrar aynı şey oldu; ve sonra, geçen yılın, 1856'nın sonunda gene tamamen aynı şeyin olduğunu görüyoruz. Gerçekte, herhangi bir mali baskının doğa1 ve tam çözümü için, altın bir geminin erişmesini bekleme alışkanlığına kapılıp kapılmadığımız konusunda, hemen her komite üyesinin gözlemlerine başvurabilirim.' [B. A. 1857.]
    [15] Newmarch'a göre, dış ülkelere altın akışı şu üç nedenden ileri gelebilir 1) tamamen ticari koşullardan yani 1836-1844 arası ve tekrar 1847'de olduğu gibi, eğer ithalat ihracattan fazla olmuş ise - belli başlı büyük bir hububat ithali; 2) 1857'de Hindistan'da demiryolu yapımında olduğu gibi, dış ülkelerde İngiliz sermaye yatırımı için araç sağlamak için, ve 3) 1853 ve 1854'te Doğu'da, savaş amaçları için olduğu gibi, dış ülkelerde belirli harcamalar nedeniyle.
    [16] 1918. Newmarch. 'Hindistan ile Çin'i bir araya getirirseniz, Hindistan ile Avustralya arasındaki alışveriş hesaba katılırsa ve daha da önemlisi Çin ile Birleşik Devletler arasındaki ticaret dikkate alınırsa, bu üçgensel işlemde denge bizim aracılığımız ile sağlanmaktadır... ve bu durumda, ticaret dengesinin yalnız bu ülkenin değil, Fransa ile Birleşik Devletler'in de aleyhinde olduğu doğrudur.' - (B A. 1857.)
    [17] Örneğin, Weguelin'in gülünç yanıtına bakınız [B. A. 1857], burada, Weguelin, beş milyonluk altın akışının bir o kadar sermaye eksilmesi olduğunu söylüyor ve böylece, fiyatlarda belirsiz büyüklükte bir artış ya da gerçek sanayi sermayesinde değer kaybı genişleme ya da daralma olduğu zaman meydana gelmeyen belirli olayları açıklamaya çalışıyor. Bu görüngüleri, doğrudan doğruya, gerçek sermayenin (bu sermayenin maddi öğeleri açısından düşünüldüğünde) kitlesindeki bir genişleme ya da daralmanın belirtileri olarak açıklamaya kalkışmak da gene aynı derecede gülünçtür.
    [18] Newmarch (B. A. 1857) : '1364. İngiltere Bankasındaki külçe rezervi aslında, ülkenin tüm ticaretinin dayandığı merkezi rezerv ya da maden birikimidir; ülkedeki bütün öteki bankalar, İngiltere Bankasına, yedek sikkelerini çekebilecekleri, merkezi bir birikim ya da depo olarak bakmaktadırlar; ve kambiyo kurlarının etkisi işte daima bu birikim ya da hazine üzerinde kendisini gösterir.'
    [19] 'Demek ki, pratikte hem Bay Tooke ve hem de Bay Loyd, altına karşı olan fazla talebi... zamanında... faiz oranını yükseltme ve sermaye yatırımını sınırlandırma yoluyla krediyi daraltma ile karşılayacaklardır.... Ne var ki, Bay Loyd'un ilkeleri, çok ciddi huzursuzluklar yaratacak olan... bazı [yasal] sınırlamalara ve mevzuata yolaçar.' (Economist [11 Aralık], 1847, s. 1418.)
    [20] 'Altına olan talebin, faiz oranını yükseltme dışında değiştirilemeyeceği görüşüne tamamen katılıyor musunuz? ' - Chapman (Büyük borsa simsarlığı firması Overend, Gurney ve Ortaklarının, kurucularından) : 'Katıldığımı söyleyebilirim.... Külçe rezervimiz belli bir noktaya düşünce, hemen tehlike çanlarını çalmamız, gücümüzün kesildiğini ve dışarıya para gönderen herkesin böylece kendisini felakete attığını söylememiz yerinde olur.' (B. A. 1857, Evidence n° 5057.)

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]