Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Selahattin Aykurt
Selahattin Aykurt

İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDA! ......

  • sözler27.08.2007 - 20:11

    ----------
    Kimdir O

    Herşeyi bilir
    Sinsice susar
    Sen yaparsın
    O gelir bozar

    Son günü bekler
    Nefreti kusar
    Kalbi bataklık
    Yarını yutar

    Görmezsin
    Duymazsın
    Hep vardır

    Tepede beyaz bir saray
    Sarayda soytarı bir kral
    Kara haber
    Onun işi
    Sıra kimde
    Kanlı resimler ressamı
    Sergide inssan mezarı
    Satılık olan
    Karanlıktır
    Çerçevede

    Tanrısı para
    Kendisi köle
    Sözleri zehir
    Onu dinleme

    Sadık uşaklar
    Eteğini öper
    Korku üretir
    Süslerle gizler

    Alırsın
    Satarsın
    Yutarsın
    ! ! ! ! ! ! ! ! SAVAŞA GEÇİT YOK! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !

    PATİ[email protected]

    HARAMİ[email protected]

    [email protected]

  • karl marks26.08.2007 - 18:07

    Ölümünün 112. Yılında Engels

    Uluslararası işçi sınıfının önderi, öğretmeni, Marx’ın yoldaşı ve Marksizmin kurucusu Friedrich Engels 5 Ağustos 1895’te saat 23.30’da, başucunda yanan mumun küçülüp büyüyen alevini son kez gördü ve gözlerini sonsuza dek bu dünyaya kapattı. Böylece Engels de yoldaşı Marx gibi, daha insanlığın toplumsal kurtuluşuna giden yolda işçi sınıfına çok şey öğretecekken, zamanından önce göçüp gitti bu dünyadan. Lenin’in de haklı olarak vurguladığı gibi Engels, yoldaşı Marx ile birlikte işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi sınıf bilincine ulaşmayı ve toplumsal kurtuluşu için nasıl ve hangi araçlarla kavga etmesi gerektiğini öğretti. Bundan dolayıdır ki, her işçi Engels’in kim olduğunu ve nasıl bir dava uğruna mücadele ettiğini bilmelidir, onun yaşamını öğrenmeli ve eserlerini okumalıdır. Bu eylemi yerine getiren her işçi Engels’in dehasını, su katılmamış kolektivist ve eğilip bükülmeyen militan kişiliğini, yüce gönüllülüğünü, davasına ve yoldaşlarına sonsuz bağlılığını, işçi sınıfına inancını ve ona kendisini kayıtsız şartsız adamasını görecektir.
    Engels’in komünist kişiliğinin anlaşılması bakımından, onun sıkça yinelediği bir sözü hatırlatmanın tam yeridir: “Bütün hayatım boyunca yapmaya yatkın olduğum şeyi yaptım ve ikinci keman olarak kaldım; sanırım bu işi oldukça iyi yaptım. Marx gibi mükemmel bir birinci kemanla olduğum –çaldığım– için memnunum.” Oysa gerçekte Engels, Marx’ın ayrılmaz bir parçası, bir bütünün yarısıydı; Engels olmadan Marx’ı ve Marksizmi düşünmek imkânsızdır. Ama Engels, gönüllü olarak “ikinci keman” olmayı kabul etti ve bundan gurur duydu. 70. doğum günü üzerine yazdığı bir yazıda Engels’i övdüğü için Eleanor Marx, ondan temiz bir azar işitmişti. Zira o, övülmekten ve pohpohlanmaktan nefret ederdi. Eleanor aynı yazısında şöyle diyordu: “Bugün orkestrayı yöneten Engels’tir ve o sanki kendi deyimiyle hâlâ “ikinci keman” imiş gibi sade ve alçak gönüllüdür.” Bize göre Marx gibi Engels de birinci kemandı ve bu iki başkemancı, yoldaşça dayanışma içinde orkestrayı yöneterek işçi sınıfının kurtuluşunun bilimsel teorik temellerini birlikte oluşturdular.
    Sol Hegelcilikten Komünist Manifesto’ya
    Friedrich Engels 28 Kasım 1820’de Prusya’nın Ren eyaletindeki Barmen kentinde doğdu. Babası oldukça muhafazakâr ve ailesine karşı despot bir fabrikatördü. Fakat Engels daha küçük yaştan itibaren dindar ve despot babasıyla ters düşecek ve kendisine çizilen sınırları parçalayacaktı. Babası Engels’in okumaya olan yoğun ilgisi karşısında dehşete düşüyordu; ona göre okuduğu kitaplar oğlunun ruhunu zehirliyor ve kötü yola sokuyordu. Baba, tüm çabasına rağmen Engels’in üzerinde gerekli otoriteyi kuramamıştı. Karısına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ama bana öyle geliyor ki, geçmişteki şiddetli dayaklar ve her an dayak yeme olasılığı bile, ona tam bir itaati öğretmemiş.” Aileye göre Engels, bir türlü dizginlenemeyen “korkunç bir ördek yavrusu” veya “karakeçi”den başka bir şey değildi. Nitekim daha lise bitmeden okuldan alınan ve ticaretle uğraşması için babasının fabrikasına gönderilen Engels durdurulamadı. Şiir yazan, lisanlara merak salan, resimde, karikatürde ve müzikte oldukça başarılı olan Engels, Eleanor Marx’ın deyimiyle bir “ördek yavrusu” değil, gerçekte bir “kuğu kuşu” idi.
    Marx ve Engels her alanda büyük toplumsal dönüşümlerin çağa damgasını bastığı bir dünyaya gözlerini açtılar. Burjuva devrimleri tüm Avrupa’yı sarsıyordu. Bununla birlikte, o güne kadar burjuvazinin peşinden giderek ateşteki kestaneleri onun için alan işçi sınıfı, giderek bağımsız bir çizgi izlemeye başlıyor ve gerçek düşmanla, yani kapitalistler sınıfı ile karşı karşıya geliyordu. Fransa’daki 1830 devrimini, 1831 Lyon işçi ayaklanmaları ve 1838’de İngiliz işçilerinin Chartist hareketi izledi. Bu gelişmeler onlarca küçük devlete bölünmüş Almanya’nın aydınları tarafından yakından izleniyordu. Almanya’nın birliği, arkaik ilişkilerin tasfiyesi ve burjuva devrimi sorunları sürekli bir tartışma konusuydu. Engels bu tartışmalara devrimci demokrat ve sol Hegelci olarak katıldı. O ezilenlerin yanında yer alan bir isyancı, Prusya despotizminin ve soyluların ise düşmanıydı: “Prenslerin hak etikleri şey, bir gün gelip saray pencerelerinin devrim taşları ile parça parça edilmesidir.”
    Henüz 19 yaşında, F. Oswald takma adıyla yazdığı yazılarla bir efsane haline gelmişti adeta. Kimse, Berlin Üniversitesinin profesörlerini yerin dibine geçiren ve onların düşüncelerini çürüten bu keskin zekâlı yazarın Engels olabileceğini tahmin etmiyordu. Engels, yoğun olarak Hegel’in eserlerini ve onun Tarih Felsefesi’ni okuyordu ve fakat kendi deyimiyle bir türlü “müzmin bir Hegelci” olamıyordu. Çünkü Hegel’in felsefesi ya da felsefi mirası, bağrında büyük bir çelişki barındırıyordu. Bir yandan Hegel’in kurduğu felsefi sistem ile yetkin biçimde geliştirdiği diyalektik yöntem özde bağdaşmıyordu, diğer yandan bu felsefede tüm varlık gayri maddi, yani idealist bir temele oturtuluyordu. Hegel’e göre her şey mutlak ruhtan türüyor, açılıp serpiliyor ve ona dönüyordu. Henüz birbirlerini tanımayan Marx ve Engels, Hegel felsefesinin bu çelişkili ve idealist yanını hemen fark etmişlerdi. Ludwig Feuerbach’ın Hegel’i eleştirmesi ve bu eleştiride materyalist temellere dayanması Marx ve Engels’i oldukça etkilemiş ve onlara yeni bir ufuk açmıştı. Kısa bir süre sonra Marx ve Engels, bu felsefi öncüllerden hareketle, Marksizmin felsefi temelini oluşturan diyalektik materyalist yöntemi geliştireceklerdi.
    Engels, 1842’nin sonbaharında İngiltere’ye gitti. Babası Manchester’daki dokuma fabrikasında ticaret üzerine uzmanlaşmasını istemişti; lakin Engels bir ticaret adamı olmayacak, komünist görüşlere ulaşarak inançlı bir komünist olacaktı. İngiltere Engels’i dehşete düşürmüştü; işçi sınıfının betimlenmesi zor sefalet koşullarına bizzat tanıklık etti. Bir işçi kız olan sevgilisi İrlandalı Mary Burns ile işçi muhitlerini dolaşıyor, işçilerle konuşuyor ve bilgi topluyordu. Engels’in iki yıllık gözlem ve çalışmaları İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ile bir ürüne dönüştü. Bu eserin en temel özelliği proletaryanın sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla betimlemesi değildi; onu ölümsüz kılan esas şey, işçi sınıfının acınacak bir sınıf olmadığını, kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını zorunlu olarak mücadeleye ittiğini ve mücadele eden işçi sınıfının kendisiyle birlikte toplumu kurtaracağını ileri sürmesiydi.
    Birbirlerinden bağımsız olarak komünist düşünceye ulaşan Marx ve Engels’in yolları 1844’te Paris’te kesişti. Bu iki genç insanın görüşleri tümüyle örtüşüyordu, ikisi de devrimci demokratlığı ve sol Hegelciliği terk ederek komünist olmuştu. Onların düşüncelerindeki bu birliktelik, ömür boyu, eşi benzeri olmayan bir yoldaşlık ilişkisinin de başlangıcı oldu. Şimdi yapılması gereken, sol Hegelcilerle ve kaba materyalistlerle hesaplaşmak, işçi sınıfı önderliğinde toplumsal devrim düşüncesini egemen kılmaktı. Bu ortak teorik savaşım kapsamında Kutsal Aile’yi ve bilahare Alman İdeolojisi’ni kaleme aldılar. Bu iki dev yapıt, tarihi büyük liderlerin eseri sayan ve işçi sınıfına tepeden bakan sol Hegelcilerle, diyalektik materyalist felsefeyi toplumsal alana uzatmayan ve dolayısıyla da Hegel’i aşamayan Feuerbach gibi filozofları hedef alıyordu.
    Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde, hâkim üretim ilişkilerini ve toplumların sınıflara bölünmesinin nedenlerini, tarihin itici gücü olarak sınıflar mücadelesini ve kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını bir devrime doğru ittiğini ana çizgileriyle ortaya koydular. Komünizmin koşullarının bizzat kapitalizm tarafından yaratıldığının altını çizen Marx ve Engels, daha o zaman, komünizmin yerel veya ulusal olamayacağını, aksi takdirde uluslararası kapitalizme karşı dar sınırlara sıkışan böylesi bir toplumda her türlü pislikle birlikte açlık ve yoksulluğun geri döneceğini ve nihayetinde yıkılmaktan kurtulamayacağını belirtiyorlardı. Meselenin diğer bir boyutu da felsefeydi. Marx ve Engels’e göre insanın bilincini ve toplumsal ilişkilerini belirleyen şey, onun yaşamını üretme biçimidir; dolayısıyla da bir toplumdaki tüm düşünceleri ve kültürel yapıları son tahlilde belirleyen, o günün verili üretim tarzından başkası değildir. Bu tarihi materyalist yöntem, onların yukarıda ifade edilen düşüncelere ulaşmasını sağlamıştı; böylece Hegel’de baş aşağı duran, Feuerbach’ta toplumsal boyutu göz ardı edilen felsefe ayakları üzerine dikildi.
    Marx ve Engels, toplumsal devrimin teorik temellerini ortaya koyduktan sonra, tez elden, işçi hareketiyle ilişkilerini derinleştirdiler ve devrimde işçi sınıfına önderlik edecek bir komünist örgütlenmenin inşasına giriştiler. Bu amaçla, o dönemde öncü işçileri ve komünistleri bünyesinde toplayan Alman İşçi Eğitim Derneği’ne ve Adalet Birliği’ne girdiler. Ancak bu dönemde dağınık bir manzara çizen komünist hareket üzerinde, genel olarak ütopik ve Hıristiyan sosyalizmi ya da Blanqui komploculuğu egemendi. Bir terzi olan Weitling, Hıristiyanlık yağına bulanmış soyut insanlık ve insan sevgisini komünizm olarak sunarken, Proudhon, işçilere toplumsal devrim yerine kooperatifler kurarak kurtuluşu öneriyordu. Marx ve Engels tüm bu saçmalıklara şiddetle saldırdılar; bir komünist örgütün yaratılması için derhal merkezi bir kongre yapılmasını ve temizliğe gidilmesini savundular. Bunun üzerine, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki şubelerinden gelen delegelerle Birliğin kongresi Haziran 1847’de toplandı.
    Paris’te yaşayan ve parası olmadığı için kongreye katılamayan Marx’ı da Engels temsil etti. Kongreye Marx ve Engels’in düşünceleri damgasını basmıştı; kongre, Adalet Birliğinin adını Komünistler Birliği ve “Bütün İnsanlar Kardeştir” şiarını da Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin şiarıyla değiştiriyordu. Kongre, amacının, burjuvaziyi devirerek proletaryanın egemenliğini sağlamak ve sınıfsız bir toplum kurmak olduğunu ilan ediyordu. Birliğin kongresi Kasım ayında ikinci kez toplandı; Marx ve Engels’in savunduğu ilke ve görüşler oy birliği ile kabul edildi ve işçi sınıfının bu iki genç önderine Parti Manifestosunu kaleme alma görevi verildi. Bu kongrelerin tarihsel ehemmiyeti, Marksizmin tarih sahnesine çıkması ve işçi sınıfı içinde örgütlü bir yapı haline gelmeye doğru ilk adımlarını atmaya başlamasıydı. Komünist Parti Manifestosu Şubat 1848’de Londra’da yayınlandı. Burjuvazinin yükselen komünist hareketten ne denli korktuğunu belirtmek için, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizm hayaleti” diye başlayan bu küçük broşür gerçekten de dünyaya Marksizmi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşını resmen ilan ediyordu. Pek bilinmez ama Manifesto’nun isim babası Engels’tir; o, “Amentü” yerine doğrudan Komünist Parti Manifestosu ismini önermiş ve hatta bugün Komünizmin İlkeleri olarak bilinen metni de kaleme almıştı. Geçen onlarca yıla rağmen içeriği hemen hiç eskimeyen Manifesto, İncil’den sonra dünyanın tüm dillerine çevrilen ve dünyada en çok basılan ikinci kitap unvanına sahiptir.
    İşçi sınıfının generali
    Marx ve Engels Manifesto’da şunu ilan etmişlerdi: “Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar arasında gerçekten devrimci olan biricik sınıf proletaryadır.” Bu fevkalâde tarihsel tespit çok değil, sadece birkaç hafta sonra, Şubat 1848’de Fransa’da başlayan ve Avrupa’yı saran devrimlerle doğrulanmış oldu. 1848 devrimleri henüz başlamadan önce Marx Belçika’dan Paris’e sürüldü ve babasının işlerini çoktandır terk etmiş bulunan Engels de onun peşi sıra geldi. Ancak çok geçmeden devrim ateşi Almanya’ya düştü ve bu iki yoldaş, Birliğin Avrupa’daki 400 üyesiyle birlikte gizlice Almanya’ya gitti. Hedefleri Komünistler Birliğini işçi sınıfı içinde kök salacak bir partiye dönüştürmek, devrimde işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetini egemen kılmaktı. Kaleme alınan Almanya’da Komünist Partisinin Talepleri adlı broşür bu hedefleri ortaya koyuyordu.
    Marx ve Engels, bir taraftan örgütlenme sorunu ile boğuşurken, öte yandan da işçi sınıfının tümüne ulaşacak ve devrimde onun politik istemlerini dile getirecek günlük bir gazete çıkartmaya uğraşıyorlardı. Lakin gazete çıkartabilmek için para gerekiyordu ve Engels bu işi üzerine almıştı. Engels, para bulabilmek için, burjuvazinin krallığa ve soyluluğa karşı daha devrimci ve ilerici kesimleri ile demokratik küçük-burjuvazi arasından gazeteye hisse ortağı bulmaya çalıştı, fakat tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Engels, Marx’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Radikal burjuvazi bile bizi gelecekteki düşmanları olarak görüyor ve kısa süre sonra kendilerine çevireceğimiz bir silahı şimdiden elimize vermek istemiyor.” Esasında bu sözler, burjuvazinin devrimde neden kaypak ve ödlek bir tutum takındığını da özetlemektedir. 1848 devrimlerinin en çarpıcı özelliği, başlayan devrimin burjuva sınırlarda durmayacağı gerçeğiydi.
    Bütün Avrupa’da, burjuvazi bir işçi devriminden korktuğu için demokratik devrimi ilerletmemiş ve işçi sınıfına karşı soylularla işbirliği yaparak kendi devrimine ihanet etmişti. Böylece 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketerek gericileşmiş ve demokratik devrimin görevlerinin çözülmesi sorunu da proleter devrimin meselesi haline gelmişti.
    Tüm zorluklara karşın çıkardıkları –Lenin’in “devrimci proletaryanın en iyi organı” dediği– Neue Rheinische Zeitung’da Engels, burjuva ulusal meclisini “gevezelik kahvesi” olarak mahkûm ediyor ve küçük-burjuva demokratların oluşturduğu “sol fraksiyon” üzerinden de küçük-burjuvazinin sınıfsal özünü teşhir ediyordu. Engels’e göre küçük-burjuva demokratlar, “bir kimseyi incitmekten ve ürkütmekten” ödlekçe korkan ve “şamata edip ıslık çalmaktan öteye gidemeyen” zavallılardı. Engels işçi-emekçi kitleleri de uyanık olmaya çağırıyordu: Polis devletine son verildiğine, özgür sendikaya ve basına kavuştuğuna inanıyorsan düpedüz aldanıyorsun! Gerçekten de burjuva devrimi bir arpa boyu bile yol alamamıştı ve Prusya despotizmi kısa bir zaman sonra devrimi bastırmaya ve verilen demokratik kırıntıları da geri almaya koyuldu.
    Engels, durup dinlenmeden çalışıyor ve her işin üstesinden gelmeyi başarıyordu. Marx, yoldaşı hakkında şunları yazıyordu: “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüz ya da gece her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir. Çok hızlı bir kalemi olduğu gibi, olayları da hemen kavrar.” Engels yalnızca gazeteye yazılar yazmıyordu, daha çok işçi kitleleri arasında örgütlenme faaliyeti yürütüyordu. Burjuvazi ve soyluların devrimi bastırmaya girişmesi üzerine, silahlı direnmenin örgütlenmesi için Köln Halk Güvenlik Komitesi kuruldu; Marx ile Engels de komiteye seçildiler. 1849’un Mayısında Almanya’nın pek çok eyaletinde devrimci patlamalar meydana geldi. Engels, değişik kentlerdeki işçi ve küçük-burjuva örgütleri silahlı ayaklanma temelinde birleştirmeye ve planlar çizerek onları savaşçı birlikler haline getirmeye çalışıyordu. Engels, bir devrimci askeri kurmay olarak hareket ediyordu; hangi birlik nasıl hareket edecek, nereye saldıracak, stratejik hedefler nereler olacak ve kentler ele geçirildikten sonra ne yapılacak? Tüm bunların üzerinde ayrıntılarıyla duruyordu.
    Kentleri dolaşan Engels, Elberfeld’e geldiğinde burjuvazi ayağa kalktı: “Onun varlığından büyük bir endişe duyulmaktadır, onun «kızıl bir cumhuriyet» ilan edivermesinden her an korkulmaktadır.” Burjuvazi Engels’i tutuklatmak istediyse de, Solingen işçi kitleleri fırtınalı bir tepkiyle buna karşı durdular ve izin vermediler. Devrimin her yerde bastırılması ve Marx’ın Almanya’yı terk etmek zorunda kalmasından sonra Engels, kendi ifadesiyle “kalemi silahla değiştirip” Palatinate-Baden gönüllü ordusuna katılarak Prusya’ya karşı cephede savaşmaya başladı. Engels bu savaşta gerek kurmay gerekse de er olarak yer aldı ve onun başında bulunduğu öncü birlik, cepheden en son, vuruşarak çekildi. Yıllar sonra, Engels ile aynı cephede savaşmış pek çok işçi onun hayran kalınacak derecede soğukkanlı ve cesaretli olduğunu söyleyecekti. Engels ise, “en azimli komünistler aynı zamanda en cesaretli askerlerdi” diye belirtiyordu.
    Denilebilir ki, proleter silahlı ayaklanma sorununu ilk kez ele alan Engels olmuştur. Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim adlı eserinde şöyle yazıyordu: “Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamayın… Bir kez ayaklanma yoluna girildikten sonra, büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde hareket edin. Savunma her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; aksi takdirde ayaklanma, daha düşman ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza güçleri dağınık olduğu sırada aniden saldırın ve ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın.” Böylece moral kazanan proleter ordular hızla ileri atılacak ve düşmanı püskürteceklerdir. Engels’in daha o zaman üzerinde durduğu proleter askeri ayaklanma taktikleri Ekim Devriminin zafer kazanmasında büyük rol oynamıştır.
    Engels, 60’lı yıllar boyunca Amerikan iç savaşı ve Avrupa’da gelişen savaşlar üzerine çeşitli makaleler yazdı. Orduların yapısı ve silahlı güçleri üzerinde duruyor ve askeri taktikleri inceliyordu. Öyle ki, 1870’de başlayan Fransa-Prusya savaşını Pall Mall gazetesi için takip eden Engels’in hemen tüm öngörüleri doğrulandı; Fransa’nın Sedan’daki askeri yenilgisini bir hafta önceden tahmin edebilmişti. Makaleler imzasız olduğu için yazarın kim olduğu bilinmiyordu ve İngiltere ordusuna mensup yüksek bir subay tarafından yazıldığı zannediliyordu. Marx, “eğer savaş böyle devam ederse Londra’da önde gelen askeri otorite olarak şöhret yapacaksın” diyerek Engels’e takılıyordu. Tam da bu günlerde Marx’ın kızı Jenny, Engels’e General demeye başlayacak ve ölene kadar herkes ona bu lakabıyla hitap edecekti. Eleanor Marx, adı geçen makalesinde şöyle yazıyordu: “Bugün bu lakabın daha geniş bir anlamı var: Engels bizim işçi ordumuzun generalidir.” Yani işçi sınıfının teorisyeni ve parti örgütçüsü Engels, aynı zamanda onun Generaliydi de.
    Fedakârlık ve yoldaşlık
    Marx ve Engels’in dostluklarının boyutu üzerinde, haklı olarak çok durulmaktadır. Gerçekten de Marx ve Engels’in dostluklarının bir benzerine tarihte rastlamak mümkün değildir; öyle ki, bu iki büyük insanının dostluklarının gerçek mahiyetini anlatabilmek için sıkça mitolojiye başvurulmak zorunda kalınmıştır. Tüm dostluk ilişkileri bir zemin üzerinde yükselir; Marx ile Engels’in dostluklarının zemini, sınıfsız bir dünya için verilen mücadelede yoldaş olmalarıydı. Bu nokta oldukça önemlidir; zira karşılıklı çıkar ilişkileri üzerinden şekillenen burjuva toplumun insanı, komünist olmadan ve tümüyle çıkarsız yoldaşlık ilişkisi kurmadan asla gerçek dostluklar yaratamaz. Marx ve Engels’in dostlukları yaşamın sarp kayalıklarından geçerek fırtınalarda ve büyük altüst oluşlarda sınanmış, gelişmiş ve pekişmiştir.
    1848 devrimleri yenildikten sonra, iki yoldaş bir dönem birbirlerinin izini kaybetseler de Londra’da buluştular. Tüm Avrupa’da karşı-devrim yelkenlerine gericiliği doldurarak fırtınalar estiriyor, umutsuzluğun karabasanı altında kalan insanlar ya mücadele alanlarını terk ediyor ya da fikirleri sulandırmaya veya örgütlü yaşamdan kaçmaya çalışıyorlardı. Marx ve Engels gericilik dönemlerinde tutulması gereken ana halkayı tuttular; yoğun bir ideolojik mücadeleye girerek teorik görüşlerini derinleştirdiler. Lakin çok ciddi bir sorun, parasızlık, açlık ve yoksulluk Marx ile Engels’in karşısına geçip tüm korkunçluğuyla ıslık çalıyordu. Engels, dehasının çalışma kamçısının altında yok olmaması ve tümüyle kendisini işçi sınıfına adaması için, Marx ve ailesinin geçimini gönüllü olarak üstlendi. Para kazanabilmek için “lanet olası ticaret” dediği şeye, yani babasının fabrikasına geri döndü.
    Böylesine büyük fedakârlıkları hiçbir zaman kavrayamayacak olan küçük hesapların insanı, yani küçük-burjuva sosyalistleri vaveylayı kopardılar. Marx ve Engels “herkesin yüz çevirdiği” iki yalnız kişiydi ve üstelik Engels “tüccar” oluvermişti! Marksizmin kurucularını karalıyor, dedikodu yaparak ortalığa pis kokular yayıyorlardı. Esasında devrimci hareketin tarihi, bu tip “dedikoducuların” ve “bozguncuların” işçi sınıfı partilerine her zaman sızabileceğini ama hiçbir zaman emellerini muvaffak kılamayacaklarını gösteriyor. Nitekim bunu iyi bilen Engels, bozgunculara karşı savaş açmak isteyen Marx’ı teskin etmiş ve “yalan ve pislik okuluna” boş ver, “biliyorsun biz daha beterlerini de gördük” diyerek vazgeçirmiştir. Marx ile Engels’in arasındaki ilişkinin boyutlarını, onların muarızları gerçekte hiçbir zaman kavrayamamıştır. Engels, Bernstein’a yazdığı bir mektupta, yazışmalarının Heine’in şiirlerinden daha zevkli olduğunu belirtiyordu.
    Marx ve Engels kendi aralarında bir işbölümüne gitmişlerdi ve ikisini de tüm zorluklar karşısında ayakta tutan şey, devrimci kavgaya olan inançlarıydı. Marx’ın hastalanması üzerine Engels şöyle yazıyordu: “Derhal tedaviye başlansın, sana bir şey olduktan sonra giriştiğimiz tüm hareketin hali ne olur? ” Marx ise şunları yazıyordu: “Hayatımın yarısında başkalarına yük olduğumu düşündükçe kahroluyorum. Beni ayakta tutan şey, biz ikimizin ortaklaşa bir işe girişmiş olmamız ve benim bütün zamanımı teorik incelemelere ve parti çalışmalarına vermek zorunda bulunmamdır.” Marx’ın harcadığı yoğun emek, 1864’te I. Enternasyonalin kurulmasıyla ve en önemlisi de, Marksizmin pek çok yapıtaşının yanı sıra Kapital’in yazılmasıyla ürününü verdi. Kapital ile birlikte Komünist Manifesto’da dünyaya ilan edilen Marksist-komünist görüşler kesin bir bütünlüğe ve çürütülemez bir sağlamlığa kavuştu. Marx’ın Kapital’i başlıklı bir makalede Engels, “yeryüzünde kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bu kitap kadar önemli bir kitap çıkmadı” diye yazıyordu. Lenin’in de teslim ettiği üzere, eğer Engels’in büyük fedakârlığı ve özverisi olmasaydı, Marx, yaşam mücadelesinin hengâmesinde gerekli çalışmayı yapamayacak ve belki de Kapital hiç ortaya çıkmayacaktı. Engels, Kapital’in ortaya çıkmasında muazzam bir rol oynamakla kalmadı ve yoldaşı 1883’te öldükten sonra, Kapital’in diğer ciltlerini de yayına hazırladı. “Bütün ekonomi biliminde tam bir devrim yapacak” dediği Kapital üzerinde Engels, on yıldan fazla çalıştı; Marx’ın arşivlerini açarak ve yoğun emek harcayarak yoldaşının okunması güç yazısını söktü, eksiklikleri tamamladı, ikinci ve üçüncü cildi yayınladı. Engels’in bu muazzam emeğinin hakkını vermek isteyenler şöyle diyorlardı: Yoldaşı olan bir dehaya yüce bir anıt dikerken, farkında olmadan, o yüce anıtın üzerine kendi adını da kazımıştır. Ve haklı olarak Lenin, “Kapital’in bu iki cildi, iki insanın, Marx ile Engels’in yapıtıdır” diyordu.
    Engels, yirmi yıl hiç şikâyet etmeden “lanet olasıca ticaret”le uğraştıktan sonra, 1869’da dostlarının deyimiyle “Mısır köleliği”nden azat etti kendini. Manchester’dan Londra’ya, yoldaşı Marx’ın yanına döndü; her gün buluşuyor ve Eleanor’un yazdığına göre saatlerce aynı odanın içinde volta atarak tartışıyorlardı. Özgürlüğüne kavuşan Engels daha yoğun bir çalışma içine girdi; Enternasyonal’in tüm işleri nerdeyse onun üzerine kalmıştı. Makaleler yazıyor ve Enternasyonal delegelerine kendi dillerinde cevaplar veriyordu. Zira Engels, konuşulması güç lehçeleriyle birlikte yirmi dil biliyordu. Ünü Avrupa işçi sınıfı içinde o denli yayılmıştı ki, İspanya’ya giden Paul Lafargue’a işçiler, Enternasyonal Genel Konseyinde kendilerini temsil eden Angel’in gerçekten de Kastilya lehçesini konuşup konuşmadığını sormuştular. Meğer onların Angel dediği Engels imiş. Evet, Engels dil konusunda gerçekten de dehaydı ve bu dehasını, diğer tüm yetenekleri gibi işçi sınıfının kurtuluşu davasının hizmetine koşmaktan bir milim bile geri durmadı.
    Enternasyonal bünyesinde büyük tartışmalara yol açan meselelerin başında ulusal sorun geliyordu. Proudhon ve Lasalle’ın tilmizleri ve İngiliz işçi sendikaları ezilen uluslara karşı şovence bir tutum içindeydiler. Proudhoncular Polonya’nın bağımsızlık meselesinin Enternasyonalde tartışılmasına karşı çıkıyor ve bunun politik bir sorun olduğunu ve işçileri ilgilendirmediğini ileri sürüyorlardı. Engels, Polonya İşçi Sınıfı İçin Ne Anlam Taşır başlığı altında bir dizi makale yazdı ve işçi sınıfının ulusal sorun konusunda suskun kalamayacağını, yabancı boyunduruğuna karşı mücadele veren ezilen halkları kesinlikle desteklemesi gerektiğini ortaya koydu. İngiliz işçi sınıfının İrlanda sorununda takındığı milliyetçi tutum ile burjuvaziyle aynı safta buluşması ve bu durumun sınıf hareketine prangalar taktığını görmesi üzerine Engels, ulusal sorun üzerine özellikle kafa yormuştur. Nitekim “başkalarını ezenler asla özgür olamazlar” ünlü sözü de Engels’e aittir.
    İlk dönemlerinde Marx ve Engels, İrlanda meselesinin İngiliz işçi sınıfının devrimiyle hallolacağını düşünüyorlardı; fakat çok geçmeden bunun bir hata olduğunu anladılar. Zira İngiliz işçi sınıfının oportünist önderleri bu fikri ileri sürerek İrlanda sorununu devrime havale ediyor ve hatta ulusal mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Böylece işçi sınıfı başka bir ulusun ezilmesi noktasında burjuvaziyle aynı görüşleri savunuyor ve bu milliyetçi politika onun düzen ile tüm ilişkilerini kesmesinin ve devrimci bir çizgi izlemesinin önüne geçiyordu. Marx şöyle diyordu: “İrlanda’nın kurtuluşu sağlanmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.” Engels ise şunu yazıyordu: “İrlanda tarihi, bize, bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altına almasının ne büyük bir felâket olduğunu gösterir.” Marx ile Engels’in ulusal sorun üzerine geliştirdikleri açılım, 20. yüzyılda patlak veren ulusal sorunlarda işçi sınıfına sağlam bir politik hat sunacaktı. Lenin, bu politik hattın ne kadar doğru olduğuna değinir: “İrlanda sorununda Marx ile Engels’in politikası mükemmel bir örnektir: günümüzde, ezen ulusların proletaryasının, ulusal hareketlere karşı benimsemesi gereken tutumu göstermesi bakımından büyük pratik önem taşır.”
    Orkestranın başında
    14 Mart 1883’te Karl Marx öldü. Engels yoldaşının başucunda sonsuz bir üzüntü içindeydi; işçi sınıfının uluslararası beyni ve kalbi artık konuşmayacaktı. Marx’ın ölümünü uluslararası işçi sınıfı önderlerine bildirirken şunları yazıyordu: “Partimizin en büyük zekâsı artık düşünmüyor; tanıdığım en güçlü kalp artık çarpmıyor.” Üzüntüsü büyük olsa da, şimdi Marx’ın yerine geçerek doğan boşluğu doldurmak ve onu da temsil etmek zorundaydı. Alçak gönüllülüğü hiç elden bırakmayan Engels, Friedrich Becker’e yazdığı mektupta ikinci keman olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu: “Ve şimdi, teorik konularda Marx’ın yerini almam ve birinci keman olmam için hiç beklenmedik bir çağrı alınca, ben bu işi, ufak tefek yanlışlar yapmaksızın –ki, bunun herkesten çok ben bilincindeyim– yapamayacağımı biliyorum.”
    Engels, bir taraftan Marx’ın dökümanlarını elden geçirerek Kapital üzerine çalışıyor, onun eserlerini yabancı dillere çeviriyor ve öte yandan da uluslararası sosyalist hareketteki oportünist önderliklere karşı bıkıp usanmadan mücadele yürütüyordu. Bu mücadelenin merkezinde özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve onun liderleri vardı. Esasında bu oportünist liderlere karşı mücadeleye çok önceleri başlamıştı. 1875’te devlet sosyalizmini savunan Lasalcı Alman Emekçileri Genel Derneği ile Alman İşçi Partisi ilkesiz bir şekilde birleşmek istediğinde Engels, Wilhelm Liebknecht’e “her ne pahasına olursa olsun” acele etmeyin diye yazıyordu. Zira Lasalcı parti zaten dağılmak üzereydi ve ehliyetli unsurlar er geç doğru adresi bulacaklardı; birleşme ise partinin örgütsel yapısını bozarak onu politik çizgisinden saptırabilirdi. Engels, partinin inşası sürecinde unutulmaması gereken bir noktayı hatırlatıyordu: “Proletaryanın hareketi, zorunlu olarak çeşitli gelişme aşamalarından geçer; her aşamada, insanların bir kısmı çamura saplanıp kalır ve daha fazla ileri gitmeleri mümkün olmaz.”
    SPD’nin ilkesiz temellerde şekillenmesi, onun 1914’te neden oportünist bir çizgi izlediğine ve neden işçi sınıfına ihanet ettiğine de ışık tutar. Marx ve Engels’in eleştiri kamçısının hafiflediği her dönemde, parti dümeni oportünizme ve reformizme kırmıştır. İşçilere, kapitalist düzende “özgür ve bağımsız ev sahibi olma” hayalleri pompalayan Dr. Mülberger adında bir küçük-burjuva sosyalistine ve Dühring denen bir “sosyal reformcu”ya parti basınının açılması ve övülerek göklere çıkartılması bunun delilidir. Marx Kapital üzerine çalıştığı için, Engels kaleme aldığı Konut Sorunu ile Mülberger’in, Anti-Dühring ile de Dühring’in tezlerini çürüttü ve işçilerin gözünde onların itibarını yerle bir etti.
    Fakat SPD’nin liderliği yalpalamaya devam ediyordu. 1878’de yürürlüğe konan ve 1890’da kaldırılan Anti-Sosyalist Olağanüstü Yasa karşısında parti önderliği tam anlamıyla reformizme teslim oldu. Parti önderliği işçi kitleleri bu yasayı yırtıp atmaya çağıracağına ve en önemlisi de partiyi illegaliteye geçireceğine, başlangıçta akla ziyan bir tutumla partiyi kapatmayı düşünmüştü. Wilhelm Liebknecht, parlamento kürsüsünden Sosyal Demokratların şiddet yanlısı devrimden yana değil de, sadece reformlardan yana olduğu için yasaya uyacaklarını ilan ediyordu. Bu utanç verici durumu, Bernstein’ın da aralarında bulunduğu kimi liderlerin bir bildiri yayınlayarak reformist görüşlerini ilan etmesi izledi. Tüm bu olanlar Engels’i çileden çıkartmıştı: “Kararlı bir politik muhalefet yerine, yumuşak bir uzlaşma; hükümete ve burjuvaziye karşı mücadele yerine, bunları ikna etmek ve kazanmak çabası; tepeden inme baskılara karşı sert bir direnme yerine, alçakgönüllü bir boyun eğiş ve verilen cezayı hakettiklerini itiraf çabası.” Oportünist ve reformist bir liderlikle asla işbirliği yapamayacaklarını ilan eden Engels çok net konuşuyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, «inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım» diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki üç yumruk atmak: işte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur…”
    Liebknecht ile Bebel’in gereken kararlılıktan yoksun olmalarından dolayı oportünistler ve reformistler partide yerli yerinde duruyorlardı. Nitekim partinin yasal alana çıkmasına izin verildikten sonra şöhret düşkünü aydınlar ve revizyonistler harekete geçtiler. Vollmar, hükümetin tavrını “işçilere uzatılmış gerçekten dost bir el” olarak değerlendiriyor, Marksist devlet teorisini eleştirerek “yavaş yavaş barışçı bir evrim”le sosyalizme gidilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Bir SPD milletvekili ise, parlamento kürsüsünden Marx’ın proletarya diktatörlüğü görüşüne katılmadığını haykırıyordu. Engels, parti liderliğini oportünistlere karşı harekete geçmekte isteksiz görünce inisiyatifi ele aldı. Marksist devlet teorisinin ne olduğunu parti tabanındaki işçilere sunmak istediği için, önce Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni ve bilahare Fransa’da İç Savaş’a yazdığı ünlü Giriş’i yayınladı. İlginç olan, parti liderliği ve özellikle Neue Zeit’in ve Vorwarts’ın editörlüğünü yapan Kautsky’nin bu makalelere yer vermek istememesiydi. Nitekim ikinci makale öylesine kırpılarak tahrif edilmişti ki, “ben her ne pahasına olursa olsun, yasallığa sanki taparmışım gibi gösterilmişim” diyen Engels, parti liderliğini şiddetle protesto etti.
    Sonraki yıllarda adeta Marksizmin “papası” olarak görülen Kautsky için, “gerçek parti hareketi ile hiçbir zaman temas kurmamıştır” diyen Engels, onu “doğuştan ukala ve basit sorunlar karşısında bile bocalayan bir skolâstik” olarak değerlendiriyordu. Bununla birlikte, “Gençlik” adıyla ortaya çıkan, teorisyenliğe ve liderliğe heves eden kariyeristleri de eleştiriyordu: “«Akademik eğitimlerinin» kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandıramayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır… Kısacası işçilerin bu «akademik bilgi sahibi kimselerden» öğrenecekleri şeylerden ziyade, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.” Marx ile Engels’in işçilerle ilişkileri öylesine derindi ki, etraflarında daima bir işçi halkası olmuş ve Marksizm ile aydınlanmış komünist işçi halkası ölene kadar onları yalnız bırakmamıştır.
    Engels, ölene değin inanılmaz bir coşkuyla çalıştı. O, teorik mücadeleyi sürdürürken pratik mücadeleyi de unutmuyordu. Tüm bu süreçlerde hep aynı şeyi tekrarladı: “Bana mal ettiğiniz onurun aslan payı bana değil, Marx’a aittir… Ben yalnızca onun davasını sürdüren biriyim.” Engels, yaşamı boyunca kendisi için hiçbir şey istemedi; bir mezarı olmasına karşı çıkmış ve cesedi yakıldıktan sonra külleri, rüzgârın denizi köpürttüğü bir sonbahar günü hırçın dalgalara teslim edilmiştir. Onun nasıl bir dünya arzuladığını 19 yaşında Prusya despotizminin boğuculuğuna karşı yazdığı şiirin şu mısraları adeta özetlemektedir:
    Dünya pırıl pırıl bir bahçeye dönüşecek
    Yetişen her şey yeni tomurcuklar açacak
    Barış çiçekleri kuzey topraklarını örtecek
    Buzlarla örtülü yerlerde kızıl güller açac

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • oportünizm26.08.2007 - 18:04

    Oportünizm, Yurtseverlik ve Savaş
    Oktay Baran

    28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş ilan ettiğinde, bunun yalnızca bu iki ülke arasında gerçekleşecek bir Balkan savaşıyla sınırlı olmayacağını herkes biliyordu. Nitekim 1914 Ağustosundan itibaren zamanın büyük emperyalist güçleri ve geleceklerini onların zaferine bağlamış küçük devletler birbiri ardına karşılıklı savaş ilanında bulunduklarında, tarihin o güne dek yaşanmış en büyük savaşı başlamış oluyordu. Bu karşılıklı savaş ilanları yalnızca her renkten, her ırktan ve her dinden 10 milyon insanın katledileceği bir emperyalist-kapitalist canavarlığın başlangıç düdüğü olmakla kalmayacak, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini temsil etmesi gereken, kendisinden bu beklenen II. Enternasyonal’in de ölüm ilanı olacaktı.

    Bu büyük savaşın Avrupa’nın gündemine er ya da geç geleceği aslında daha 1870’lerin başında belli olmuştu. 1870’lerin başında Alman ve İtalyan birliğinin sağlanmasıyla, Avrupa’nın o anki siyasal haritasını biçimlendiren güçler dengesi bütünüyle değişmiş ve büyük devletler tarafından toplanan 1830 Viyana Kongresiyle belirlenen Avrupa artık eskimiş oluyordu. Dahası 1870’lerle birlikte kapitalizmin yeni bir aşamaya, emperyalizm aşamasına geçiş süreci de başlamış oluyordu. Almanya ve Fransa büyük bir sanayileşme atılımı yapmıştı. Kapitalizm dünyanın her coğrafyasına adımını atmış ve Batı’da yepyeni bir kapitalist güç olarak ABD hızla gelişmeye başlamıştı. Hızla büyüyen kapitalist ekonomilerin hammadde ve pazar arayışları, büyük güçler arasında giderek artan bir rekabeti de beraberinde getirmişti. 1870’lerden 1900’lerin başına kadar uzanan 25-30 yıllık süreçte Avrupa her ne kadar barışçıl bir gelişme dönemi geçirmiş olsa da, tüm dünya eski ve yeni kapitalist güçler tarafından çoktan paylaşılmış durumdaydı. Ne var ki bu paylaşım hiç de büyük devletlerin iktisadi güçleriyle orantılı durumda değildi. Bunun da anlamı, kapitalist çıkarlar çerçevesinde dünyanın yeniden paylaşılmasının zorunlu hale gelmesiydi. Lenin, Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan savaşın tam da bu temelde gelişen bir emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu su götürmez biçimde göstermiş ve emperyalizm çağının proleter devrimlere ve aynı zamanda da ulusal kurtuluş savaşlarına yol açacağını büyük bir uzak görüşlülükle öngörmüştü.

    Onun bu öngörüsü en başta ve her şeyden önce Marx ve Engels’in proleter devrimci enternasyonalizm anlayışına ödün vermez bir şekilde sadık kalışından kaynaklanıyordu. Marx kapitalizmin tekelcilik doğrultusundaki evrimine dair son derece önemli ipuçlarını zaten çoktan sergilemiş, Engels ise yaklaşan savaşı kâhince öngörmüştü. 1887’de şöyle yazıyordu Engels: “Prusya-Almanya için bir dünya savaşından, bugüne kadar boyutları ve şiddeti hayal edilmemiş olan bir dünya savaşından başka bir savaşın artık olasılığı yoktur. Sekiz-on milyon asker birbirini boğazlayacak ve o güne kadar bir çekirge sürüsünün yaptığından çok daha fazlasıyla Avrupa’yı baştanbaşa soyup soğana çevirene kadar yiyip bitirecektir. (…) Savaş belki de geçici olarak bizi geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden koparıp alabilir. Ama (…) trajedinin sonunda sizler mahvolmuş olacaksınız ve proletarya, ya zaferini gerçekleştirmiş olacak ya da her halde zafer kaçınılmaz olacaktır.” [1]

    Engels’in öngörüsü harfi harfine doğrulandı. İşçi hareketine yurtseverliğin zerk edilmesine karşı proletarya enternasyonalizminin bayrağına sarılan Bolşeviklerin önderliğinde proletarya Rusya’da zafer kazandı. Avrupa proleter devrimin girdabına sürüklendi. Ama II. Enternasyonal partileri, proletaryayı savaşta katletmeye ortak olmaları yetmiyormuş gibi, gelişen tüm proleter devrimlerin bastırılmasında da belirleyici rol oynadılar. Peki, Marksizmin izinden yürüdüğü düşünülen II. Enternasyonal neden işçi sınıfına ihanet çizgisine savrulmuştu? Kavrayışsızlıktan mı? Hiç de değil!

    II. Enternasyonal
    Marx’ın ölümünün ardından 1889 yılında bir hayli sancılı bir sürecin sonunda kurulan II. Enternasyonal’in ilk yılları ve bu yıllarda gerçekleştirdiği kongreler, esas olarak bu örgütün işçi hareketinin meşru temsilcisi konumuna ulaşmak ve anarşistleri dışlamak üzere gerçekleşen tartışmalara ve politik mücadelelere şahit oldu. Engels sevinçle karşılamakla birlikte bu uluslararası oluşuma belli bir ihtiyatla yaklaşmış, özellikle Marksizme yakın durduğu izlenimi veren Alman Sosyal-Demokrat Partisinin (SPD) önderlerini oportünist uzlaşmalar hususunda sürekli olarak uyarıp eleştirmişti. Yaşanan süreç, onun eleştirilerinin ve kaygılarının son derece haklı olduğunu gösterecekti.

    II. Enternasyonal’in savaş çıkınca işçi sınıfına ihanet eden milliyetçi bir çizgiyi benimsemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bunun işaretleri daha en başından itibaren mevcut idi. II. Enternasyonal neredeyse kurulduğu günden itibaren yaptığı tüm kongrelerde, savaşa ilişkin nasıl bir tutum geliştirmesi gerektiğini tartışmıştı. Ama bu tartışmalardan hiçbir net devrimci eylem çizgisi çıkmamıştı. Savaş tehlikesine karşı devrimci sokak gösterilerini, devrimci kitle grevlerini ve devrimci bir genel grevin silahlı ayaklanmaya dönüştürülmesi fikrini anarşist ya da yarı-anarşist gevezelik olarak gören tutum, II. Enternasyonal içerisinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. Bu teslimiyetçi çizginin esas sorumluluğu hiç kuşku yok ki, Alman partisine aitti. Alman önderliği, 19. yüzyılda siyasal savaşımı reddeden ve onun yerine soyut bir genel grev fikrini öneren anarşistlere karşı mücadele içinde Marx ve Engels’in geliştirdiği fikirleri, bir dogma haline getirip kendi eylemsizliklerinin üstünü örtmenin bahanesi olarak kullanıyordu. Belçika’daki kitle grevlerinin başarısına ve 1905 Rus devriminde izlenen devrimci kitle grevinin Çarlığı neredeyse devirecek kadar sarsmasına rağmen, Alman önderliğinin tutumu 1907’deki Stuttgart Kongresinde de değişmedi. Ne var ki, 1907’deki kongrede, Lenin ve Rosa Luxemburg kitle grevini yalnızca savaşı engelleme ya da zaten başlamış olan bir savaşı durdurma yöntemi olarak savunmanın çok daha ötesine geçmişlerdi. Özellikle 1905 devriminin dersleriyle donanan bu devrimci önderler, meselenin yalnızca savaşı engelleme ya da durdurma ile sınırlanamayacağını, devrimci kitle grevlerinin silahlı bir ayaklanmaya dönüştürülerek iktidarın fethedilmesinde kullanılacak bir yöntem olduğunu savunuyorlardı. Meselenin bam teli de bu noktada açığa çıktı: II. Enternasyonal bir devrim partisi değil, parlamentarist reform yanlısı partilerin gevşek ve oportünist birliği idi. Yıllar boyunca burjuvazinin parlamento ahırlarında oturanlar, sonunda onlar gibi olmuşlardı!

    1890’larda politik mücadeleyi tümüyle barışçıl bir temelde ve anayasal çerçevede parlamenter reform mücadelesiyle sınırlayan Alman önderliği için Lenin ve Rosa’nın önerileri son derece aşırı bir tutumdu. İşçilerin çoğunluğunun sosyalist sendikalara üye olacağı ve “sosyalist” milletvekillerinin parlamentoda mutlak bir çoğunluğa ulaşacağı o kutlu güne dek, sendikal mücadeleyle ve parlamentoda gericiliğe karşı ve demokrasiden yana önergelerle yetinmeyi benimseyen bir anlayış çoktan Alman önderliğinin temel çizgisi haline gelmişti. August Bebel, Wilhelm Liebknecht ve Karl Kautsky gibileri bu çizgiye angaje olmakla kalmamış, Engels’i sıradan bir barışçıl ve parlamentarist gelişme yanlısı olarak sunmaya çalışmışlardı. Devrimci eylem doğrultusunda atılacak her adım, Alman partisinin burjuva siyasal sahnede ve sendikal alanda elde ettiği kazanımları riske sokardı! Partinin varlığı burjuva düzenin mevcut halinin bir ürünü olarak görünüyordu onlara. Bu nedenle de Alman anayasal monarşisinin mevcut durumundaki her gerileme, bu güdük burjuva demokrasisinin daralması yolundaki her adım, bu oportünist önderlere partinin varlığına yönelik esas tehdit olarak görülüyordu. Zaferi güvence altına alacak mutlak bir çoğunluk elde edilmedikçe, böylesi bir devrimci eyleme girişmenin riskli olduğu “ahmaklığıyla” hareket ediyorlardı. Devrimci eylem çağrılarına 1907 Kongresinde Bebel şu karşılığı veriyordu: “Parti içi yaşamın veya hatta belli koşullarda bizzat partinin var olmasının ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalabileceği savaşım yöntemlerini kabul etmeye sürüklenmek, izin veremeyeceğimiz bir şeydir.”

    1912 genel seçimlerinde Alman partisi, tüm seçmenlerin üçte biri demek olan dört milyon iki yüz bin oy almış ve 110 milletvekiline kavuşmuştu, ama önderlerine bakılırsa halen azınlık durumundaydı! Buna karşın, Rosa, devrimci taktiklere giden yolun çoğunluğa ulaşmaktan geçmediğini, tersine, çoğunluğa sahip olmanın yolunun devrimci taktikler izlemekten geçtiğini söylerken son derece haklıydı. Stuttgart Kongresinde herkesi memnun edecek ama açık ve somut olmayan bir orta yolcu karar alındı. Savaş karşısında alınacak tutuma ilişkin karara gerçek devrimci içeriğini veren satırlar Lenin ve Rosa’nın katkısıydı ve savaş patlak verdiğinde yalnızca onlar tarafından sahiplenilecekti!

    II. Enternasyonal içindeki oportünist çizginin milliyetçi özünü sömürgeciliğe yaklaşım konusunda da bulmak mümkündür. Birer sömürge imparatorluğu olan ve aynı zamanda da parlamenter bir işleyişe sahip bulunan ülkelerde, emperyalizmi olumlayan eğilimler giderek güçlenmişti. Sosyal-emperyalist olarak adlandırılan bu akım, sömürgelerden kolayca kurtulunamayacağını, uygar ülkelerin geri halkları barbarlıktan kurtardıklarını, bu nedenle de sömürge sisteminin bir tarafa bırakılmasını değil iyileştirilmesini talep etmenin doğru olacağını ileri sürüyorlardı. İngiliz ve Hollandalıların yanı sıra Alman oportünistleri de, bu fikri en açık biçimde dile getirmişlerdi. Onlara göre, Alman işçi sınıfının yaşam standartlarını yükseltmek için Almanya’nın sömürgeci rekabete girmeye hakkı olmalıydı. 1907 Stuttgart Kongresinde sömürgeciliği reddeden karar ancak 108’e karşın 127 oy gibi küçük bir farkla kabul edilebilmişti. Bir başka deyişle kongrenin neredeyse yarısı sömürgeciliği onaylıyordu!

    İşçilerin sendikal mücadeleyle elde ettikleri üç-beş kuruşluk ücret artışlarıyla yaşam koşullarındaki göreli ve kısmi iktisadi iyileşme veya burjuva demokrasisinin sınırlarının giderek genişletilmesiyle işçi sınıfının kazandığı bazı siyasal ve toplumsal haklar, sosyalist hareket içerisinde giderek işçilerin zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri olduğu yalanının kabul görmesine ve güçlenmesine yol açmıştı. Bu yanılsama, tüm bu iktisadi, siyasi ve toplumsal hakların ya da reformların kaynağı olarak görülen kendi ulus-devletlerine karşı “düşmanlığın” terk edilmesine ve bu devlete karşı önce hayırhah bir tutum benimseyip sonra da sahiplenen bir siyasal çizginin gelişmesine yol açacaktı. Böylelikle artık işçiler, bıraktık zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin olmamasını, burjuvalarla ortak bir vatana bile sahip olmuşlardı! İşçilerin yurtsever olması gerektiği tezi ile sosyalist partilerin “devrimci eylem, ayaklanma gibi aşırılıkların değil reformların partisi olması” gerektiği tezinin aynı kişilerce savunulması hiçbir şekilde tesadüf değildi. Tersine bu iki ana tez birbirini destekliyor ve birbirlerinden türüyorlardı.

    Lenin, II. Enternasyonal’in iflasına yol açan oportünizmin savaşla birlikte sosyal-şovenizm veya aynı anlama gelmek üzere sosyal-yurtseverlik olarak somutlandığını söylerken tam da bu gerçeğe işaret ediyordu: “Sosyal-şovenizmin temel düşünsel-politik içeriğinin oportünizmin esaslarıyla tamamen örtüştüğü apaçıktır. Bu bir ve aynı eğilimdir. Oportünizm 1914/15 savaşı koşulları altında sosyal-şovenizmi yaratmıştır. Oportünizmde özsel olan şey, sınıfların işbirliği düşüncesidir.” [2] O, sosyal-şovenizm ve sosyal-yurtseverlik kavramlarını eş anlamlı olarak kullanıyor ve bu kavramlarla milliyetçiliğin sosyalist hareket içinde ortaya çıkmış halini anlatıyordu.

    “Emekçi yurtseverliği”
    II. Enternasyonal’in iç tarihini bir anlamda Alman Sosyal-Demokrat Partisi ile Fransız sosyalist çevreleri arasındaki çekişme olarak algılamak mümkündür. Bu çekişme o sıralar “ortodoks” Marksizm ile Marksizm dışı sosyalist akımlar arasındaki bir politik hegemonya mücadelesi olarak algılanmış olsa da, çok kısa süre sonra ortaya çıkmıştır ki, çekişmenin temelinde yatan en önemli unsurların başında, her iki ana çizgiye de alttan alta damgasını basan küçük-burjuva milliyetçi eğilim ve karşılıklı burjuva milliyetçi önyargılar geliyordu. Alman partisi içinde daha baştan itibaren varolan bu küçük-burjuva milliyetçi eğilim, Engels’in ölümünün ardından “eleştiri kırbacı”nın sırtından kalkmasını fırsat bilerek 1890’ların ortalarından itibaren hızla harekete damgasını vuracaktı. Fransa’da ise milliyetçi eğilimler işçi hareketi içinde zaten yüksek sesle dile getiriliyor ve yurtseverlik adı altında kutsal bir haleye kavuşturulmuş bulunuyordu. Marksizmin proleter devrimci enternasyonalizm anlayışı, çeşitli ülkelerin işçi partileri arasında barış dönemleriyle sınırlı olmak üzere karşılıklı dayanışma ruhuna ve gevşek bir işbirliği anlayışına indirgenmiş durumdaydı.

    Çeşitli uluslardan işçileri birbirine boğazlatmayı onaylayan milliyetçi eğilim, işçi hareketi içinde aslında 1914 savaşıyla ortaya çıkmadı. Bu eğilim emekçi yurtseverliği vb. gibi adlar altında II. Enternasyonal partileri içersinde en baştan itibaren mevcut ve güçlü bir eğilimdi. O kadar ki, başta Fransız ve Alman olmak üzere neredeyse tüm partilerde, kendilerini tarihsel olarak tehdit ettiğini düşündükleri rakip ulusa karşı günü geldiğinde bir ulusal savunma savaşımı vermenin meşru ve kaçınılmaz olduğu düşüncesi hâkimdi. Fransızlar, Alman monarşist gericiliğinin kendi demokratik cumhuriyetlerinin kazanımlarına bir tehdit olduğunu düşünürken, Almanlar ve Avusturyalılar da anayasal monarşilerinin kendilerine sağladığı kısmi siyasal özgürlüklerin Rus mutlak monarşisinin tehdidi altında olduğu fikrinden bir türlü vazgeçmemişlerdi. [3] Bu milliyetçi eğilim ve önyargılar, II. Enternasyonal içinde Marksist eğilimin sözcüsü olduğu düşünülen önderlerin, gerek ne pahasına olursa olsun birliği koruma ve sürdürme amacını güden oportünist uzlaşmaları sebebiyle, gerekse de bizzat kendilerinin gerçekte aynı milliyetçi eğilimlerden muzdarip oluşlarından kaynaklı zorunlu sessizliklerinden ötürü sürüp gitmişti.

    Bu eğilimi savunan oportünistlerin hepsi de, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdikleri “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesini, “kötü bir şaka”, “talihsiz bir açıklama” vb. şeklinde reddediyorlardı. Özellikle Fransa’da durum buydu. Uzun yıllar boyunca sayısız gruplar halinde varolan ve II. Enternasyonal’de de gruplar halinde temsil edilen Fransız sosyalist hareketi, 1905’de SFIO adıyla birleşik bir sosyalist parti kurmuştu. 1899’da burjuva hükümetine ticaret bakanı olarak girmekte bir sakınca görmemesine rağmen ne partisinden ne de II. Enternasyonal’den atılmayan Millerand, Fransızlığından övünecek denli bir yurtseverdi. Şöyle diyordu 1896’da: “Bir an bile enternasyonalist olduğumuz kadar Fransız ve yurtsever olduğumuzu unutmayacağız. Yurtseverlik ve enternasyonalistlik, bunlar Fransız Devrimini yapan atalarımızın soylu biçimde bağdaştırmayı bildikleri iki niteliktir.” [4] Millerand’ın politik kariyerini azgın bir gerici burjuva politikacısı haline gelip emperyalist savaşın ardından önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı olarak tamamlaması hiç de şaşırtıcı değildir!

    Hiçbir zaman Marksist olduğunu iddia etmeyen Jean Jaures ise, gerek Fransa’da gerekse de Avrupa’da partinin parlak sosyalist liderlerden biri olarak tanınmıştı. Jaures, 19. yüzyıl boyunca mücadelesini verdikleri cumhuriyet için Fransızların Alman monarşist gericiliğine karşı bir “savunma savaşı”na hazır olduklarını defalarca belirtmişti. 1910’da yayınladığı Yeni Ordu adlı kitapçığın alt başlığını “ulusal savunma ve uluslararası barış” olarak koymuştu. Fransa’nın en büyük emperyalist güçlerden biri olarak doludizgin savaşa hazırlandığı bir dönemde, ulusal savunmanın, yani anavatan savunmasının “belirli koşullarda” kaçınılmaz olacağı fikri yurtsever bir içerikle işleniyordu. Bu kitapçıkta, işçilerin vatanları olduğu gibi yurtsever olmaya da hakları olduğu ve bir Alman saldırısına direnmek yükümlülüğünde oldukları belirtiliyordu. 1913 yılında ise Jaures şunları söylüyordu: “Proletarya vatanın dışında değildir. Marx ve Engels'in 1847'de Komünist Manifesto'da o ünlü, sık sık tekrarlanan ve her yöne doğru saçılmış olan 'işçilerin vatanı yoktur' cümlesini dile getirmeleri, komünizmi vatanı tahrip etmekle suçlayan yurtsever burjuvaların saldırılarına karşı tamamen çelişkili, talihsiz cevap ve sadece ateşli bir heves anlamına gelir.” [5]

    Sosyalist fikirleri yurtseverlik adı altında milliyetçilikle zehirleme yaklaşımı, Jaures tarafından çok daha veciz bir şekilde de ifade edilmişti: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Yurtseverlik kavramı ile milliyetçilik kavramları arasında yapay ve kategorik ayrımlar icat etmeye çalışanlar bir yana, milliyetçi olduğunu ifade etmekten çekinmeyen biri olarak Mihri Belli, Jaures’nin ifadesindeki “yurtseverlik” sözcüğünü “milliyetçilik” şeklinde çevirirken gerçekte hiç de büyük bir çeviri hatası yapmamış oluyordu. [6] Onun ayıbı, enternasyonalizmin yurtseverlikle bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunda Marx’ı, Engels’i ya da Lenin’i değil de, burjuva sosyalizminin en büyük isimlerinden Jean Jaures’yi referans göstererek, Türk soluna milliyetçiliğin bulaşmasının en başta gelen yerli müsebbiplerinden biri olmasıdır.

    Fransa’daki Marksist eğilimin lideri olarak bilinen ve en “katı”, en “saf”, en “ortodoks” Marksist olarak nam salmış olan Jules Guesde ise, işçilerin oy verme hakları olduğu için “bir vatana sahip olduğuna inanmak zorunda olduğunu” belirtiyordu. Guesde’in bu görüşü gerçekte Alman partisi içindeki oportünist kanattan kopyalanmıştı. Bu kanat, Engels’in ölümünün ardından Bernstein önderliğinde hızla atağa geçti. Marksist teorinin tüm temel önermelerinin gözden geçirilip terk edilmesi gerektiğini ileri sürdüğü için revizyonist olarak da adlandırılan bu akım, düşüncelerini Fransızlar gibi veciz sözlere değil çok daha teorik gözüken açıklamalara dayandırıyorlardı. Bernstein, Evrimci Sosyalizm adlı kitabında, “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesinin, politik hakları olmayan 1840’ların işçilerine “belki bir dereceye kadar” uyabileceğini, ama genel ve eşit oy hakkına, ücretsiz eğitim ve sağlık hakkına sahip olan ve “saldırıya karşı savunulan” bir işçinin, “ulusun ortak mülkiyetinin sahibi olarak”, artık bir anavatanının var olduğunu savunuyordu. Şöyle diyordu Bernstein bir başka makalesinde: “«İşçilerin vatanı yoktur» sözü o zamandan beri, işçiler hükümetin denetimine, ülke yasalarının hazırlanmasına eşit haklara sahip bir yurttaş olarak katıldığı ve ülkenin kurumlarını kendi arzularına göre etkileyebildiği ölçüde, değişikliğe uğramıştır.” [7] Alman partisi içinde sosyalizmin ancak dünya çapında kurulacak bir sistem olduğu fikrini reddederek tek ülkede sosyalizm düşüncesinin ilk mimarı olan Vollmar ise, doğal olarak, “vatanımızın olmadığı doğru değildir” diyordu.

    Bu revizyonistlerin görüşleri en azından kendi içerisinde bir bütünlük arz ediyordu. Nitekim onlar, en başta uzlaşmaz sınıf mücadelesi fikrini reddetmişlerdi. Siyasal özgürlüklerin, “demokrasi”nin, genel oy hakkının vb. sınıf mücadelesinin zeminini yok ettiğini düşünüyorlar; demokrasiyi sınıfsal özünden yalıtıp çoğunluğun iradesinin egemenliği şeklinde bir biçimsel formüle indirgiyorlar ve böylelikle de devletin sınıf egemenliğinin organı olduğunu reddediyorlardı. Bu durumda “ulusal” burjuvaziyle proletaryanın çıkarlarının uyuşabileceğini, onunla ittifakların reddedilemeyeceğini ileri sürüyorlardı. Bernstein bu fikrini Alman emperyalizmini tüm dünyadaki operasyonlarında desteklemek gerektiği noktasına kadar götürmüş, kendi görüşlerini “Alman kapitalist çıkarlarının bir avukatı ve savunucusu olmak” şeklinde özetlemişti.

    Gerek Alman işçi sınıfının gerekse küçük-burjuvazisinin zihninde, genelde Slav halklarına özelde de Ruslara ilişkin olarak köklü bir şekilde yer etmiş geçmişten kalma ulusal önyargılar söz konusuydu. Alman sosyalist hareketinin oportünist çoğunluğu, bu önyargılarla enternasyonalizm temelinde savaşmak yerine, bu önyargıları paylaşıp körükledi. “Geleneksel düşman”ın varlığı ve “tehdit” oluşturduğu düşüncesi, kendi milliyetçi eğilimlerinin üstünü örten bir şal olarak ve kendi burjuvazilerinin kötülüklerinin üstüne sünger çekmek amacıyla oportünistler tarafından kullanıldı. Savaş patlak verdiğinde Alman oportünizminin tüm temsilcileri Almanya’nın emperyalist savaşa Rusya’ya karşı anavatanı savunmak adına katıldığını kanıtlamak için Marx ve Engels’in Çarlık Rusya’sına ilişkin sözlerini tarihsel ve siyasal bağlamından koparıp çarpıtmaktan ve kendi şovenist çizgilerini aklamak için kullanmaktan geri durmayacaklardı. Lenin, savaş sırasında yazdığı tüm yazılarda sosyal-yurtsever ya da sosyal-şovenist olarak tanımladığı bu hainlerin Marx’a dönük iftiralarını tek tek çürütmüştür.

    Milliyetçi eğilim, savaş öncesinde zaten oportünist olarak adlandırılan kişilerle sınırlı değildi. Savaşı önceleyen yıllar boyunca Fransız “ortodoks” Marksizminin lideri olarak görülen Jules Guesde’in savaş öncesindeki yaklaşımına yukarıda değindik. O Guesde savaş patlak verdiğinde kutsal ulusal birliğin savunucusu olarak Fransız hükümetinin bir bakanı oldu! Peki ya Almanya’da “Marksizmin Papası” olarak görülen Kautsky’nin yurtseverliğe bakışı ne idi?

    Engels’in yardımcılığını yapmanın da getirdiği ayrıcalıkla “Marksizmin Papası” olarak adlandırılan Karl Kautsky tüm önemli sorunlarda olduğu gibi yurtseverlik sorununda da savaştan çok önceleri bile ikircikli ve merkezci-oportünist bir tutum takınmıştır. 1907 yılında, bir taraftan enternasyonalizmi överken diğer taraftan “proleter yurtseverlik” kavramını icat ediyor, bu yurtseverlik ile burjuva yurtseverlik arasında da farklar olduğunu iddia ediyordu. Ona göre, “proleter yurtseverlik”, diğer ülkelerin işçilerini kardeş olarak görmekle kalmaz, kurtuluşları için tüm ülkelerin işçilerinin işbirliğine ihtiyacı vurgulardı; oysa burjuva yurtseverliği diğer ulusları rakip ve düşman olarak değerlendiriyordu. Kautsky buradan da “ulusun özgürlüğünü savunmak için burjuva ve proleter yurtseverliğinin birleşebilecekleri bir savaş hiçbir yerde beklenmemelidir” [8] sonucuna çıkıyordu. Böylelikle bir taraftan normal dönemlerde olduğu gibi savaş döneminde de sınıfların işbirliği düşüncesini reddeden bir sonuç çıkartarak Marksist itibarını korumuş oluyor, diğer taraftan da “proleter yurtseverlik” icadıyla milliyetçi saflardan alkış toplamayı ihmal etmiyordu. Aynı Kautsky, yine 1907 yılında, Fransa ve Rusya ittifakına İngiltere’nin de katılımıyla savaş rüzgârlarının güçlenmesinin ardından, bu kez, “yabancı bir ulusun hâkimiyetini önlemede gerek burjuvazinin gerekse proletaryanın ortak çıkarı vardır” [9] diyordu. Bu eklektik, merkezci-oportünist tutumların hangi sonuçları doğuracağı büyük savaşın patlamasıyla çarçabuk açığa çıkacaktı. Savaş boyunca Kautsky, Alman sosyal-şovenizminin teorik aklanmasına yaptığı büyük hizmetlerden ötürü Lenin’in en fazla gazabına uğrayan lider olacaktı!

    Böylelikle görüyoruz ki, büyük savaş patlak vermeden çok önceleri bile, II. Enternasyonal’in ister revizyonist ve oportünist kanadı, isterse de “Marksist merkez” olarak bilinen önderleri olsun şu ya da bu derecede milliyetçi bir eğilimdeydiler. Kimilerinin bunu açıkça ilan etmesiyle, öbürlerinin utangaç kabulleri ve kılıf hazırlama gayretleri arasındaki nüanslar, savaşın sıcaklığı içerisinde eriyip gitti. Yurtseverlik söylemini şu ya da bu ölçüde savunan tüm liderler işçi sınıfına düpedüz ihanet etmişler ve on milyonlarca emekçinin kanının dökülmesi sorumluluğuna ortak olmuşlardı.

    “İkinci Enternasyonal (1889-1914) önderlerinin büyük çoğunluğunun sosyalizme ihaneti, Enternasyonal’in politik ve ideolojik iflasının ifadesidir. Bu çöküşe, asıl olarak onun içinde hâlâ hüküm süren küçük-burjuva oportünizmi ve burjuva doğası yol açmıştır ki, bu tehlike bütün ülkelerdeki devrimci proletaryanın en iyi temsilcileri tarafından uzun süredir gösterilmişti. Oportünistler, sosyalist devrimi yadsıyıp onun yerine burjuva reformizmini geçirerek; sınıf mücadelesini ve onun belirli bir anda kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüşümünü red edip bunun yerine sınıf işbirliğini önererek; yurtseverlik ve anayurdun savunusu biçimindeki burjuva şovenizmini vaaz ederek; sosyalizmin, uzun süre önce Komünist Manifesto’da ilan edilen «işçilerin vatanı yoktur» biçimindeki temel gerçeğine katılmayarak ya da ona karşı çıkarak; militarizme karşı mücadelede bütün ülkelerin proleterlerinin bütün ülkelerdeki burjuvazilere karşı devrimci savaşı yerine, kendilerini duygusal cahil bir bakış açısına hapsederek; burjuva parlamentarizminden ve burjuva yasallığından yararlanmayı bir fetiş haline getirip, kriz dönemlerinde zorunlu hale gelen yasadışı örgütlenme ve ajitasyon biçimlerini unutarak, uzunca süredir İkinci Enternasyonal’i baltalamaya hazırlanıyordu.” [10]

    Birinci Dünya Savaşına karşı çıkan, onu emperyalist bir savaş olarak niteleyen, anavatan savunusu yalanını bıkmadan teşhir eden, kendi hükümetini desteklemeyi reddeden, ulusal birlik aldatmacasına karşı savaş bayrağı açan başta Lenin, Rosa, Karl Liebknecht ve Troçki olmak üzere bir avuç devrimci azınlığın çizgisi, “gerçek düşman kendi burjuvazindir” düşüncesiyle emperyalist savaşı proleter devrim için burjuvaziye karşı bir savaşa çevirmek idi. Bu büyük devrimcilerin bir kez bile olsun kendilerini yurtsever olarak adlandırmamış olması ve Marksizmin milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmadığını savunmuş olmaları, basit bir tesadüften ibaret olabilir mi?

    Üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, II. Enternasyonal’in ihaneti hiç de sararmış bir tarih sayfasına ait değildir. Bugün de milliyetçilik şu ya da bu biçim altında sosyalist işçi hareketine bulaştırılmaya çalışılıyor. Hiç kuşkusuz ki, bugün bunun sorumluluğunu tek başına II. Enternasyonal’e ve onun uzantılarına yüklemek yanlış olacaktır. Zira 1930’lardan itibaren Stalinizm onunkini de aşan bir tarzda milliyetçiliğin teorisini yapmış ve komünist harekete bu illeti son derece derin bir şekilde bulaştırmıştır. Türk solu, küçük-burjuva sosyalizmi damgasının hayli ağır bastığı bir gelenek olarak, milliyetçilikten fazlasıyla nasibini almıştır. Emperyalizme karşı anavatan savunusu, sosyalist-emekçi yurtseverliği ya da vatanseverliği gibi söylemler, bu topraklardaki sol hareketin neredeyse amentüsü gibidir.

    Bugün dünya kapitalist ekonomisinin şaşalı büyüme döneminin çoktan kapanmış olması ve genel bir durgunluk eğiliminden bahsediliyorsa, Afrika’nın batısından Asya’nın doğusuna kadar haritaların yeniden çizilmesi emperyalistlerce çoktan gündem maddesi haline getirildiyse, nükleer silahların daha da geliştirilmesi dahil silahlanma yarışı yeniden bunca hızlanmışsa, yeni bir dünya savaşı ufukta demektir. Bu savaşın hangi biçimlere bürüneceği tamamen ikincil bir sorun olmak kaydıyla, işçi sınıfını bekleyen milliyetçi ihanet tehlikesi ortadan kalkmış değildir. Ve 1914 Ağustosunda çeşitli ülkelerden işçilerin birbirine boğazlatılmasına onay veren hain işçi aristokrasinin ve küçük-burjuva sosyalizminin oyununa bir kez daha düşülmek istenmiyorsa, dünya işçi sınıfının her ülkedeki en azından öncü kesimlerinin milliyetçilikle ve onun her türlü görünümüyle arasına kalın bir duvar örmesi kaçınılmaz bir gereklilik oluşturuyor.


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • emperyalizm26.08.2007 - 18:00

    Afganistan, Bin Ladin ve Amerikan Emperyalizminin İkiyüzlülüğü
    Doktor Zayar

    26 Eylül 2001




    Amerika’nın dünyanın jandarması olma rolü, şimdi Amerika’yı doğrudan etkiliyor. Genç kızların hâlâ okula gidebildiği, kadınların çalışabildiği 1979 yılında, Afganistan’daki karşı-devrimci harekete kaynak akıtan Amerika’ydı. Amerikan emperyalizmi Afganistan’daki Taliban gericiliğinin doğrudan sorumlusudur. Usame bin Ladin ve Mücahitleri, Kâbil’deki Moskova yanlısı yönetimi yıkmak için CIA ve Pakistan İstihbarat Teşkilatı (ISI) ile işbirliği içinde olan İngiltere’nin MI6’sı tarafından silahlandırılıp eğitildiler.

    Son 21 yılda, Afganistan’daki erkeklerin, kadınların ve çocukların kitlesel olarak vahşice katledilmelerine şahit olduk. Şimdi ise, aç, savaştan tahrip olmuş, kıtlık ve kuraklığın pençesindeki Afganistan, hakikaten dehşet verici bir durumla yüz yüze kalmıştır. Amerika’nın uyguladığı yaptırımlar, ıstırap ve sefaleti son derece arttırmış ve kötüye giden koşullar bu duruma trajik bir boyut eklemiştir. Afganistan’ın petrol boru hatları için muhtemel bir güzergâh olarak stratejik bir pozisyonda bulunduğu Orta Asya’yı ve onun muazzam petrol zenginliğini kontrol etmek için yabancı güçlerin birbirleriyle yarıştığı bu barbarca taşeron savaşın devam etmesiyle, yaygın açlık ve yetersiz beslenme daha da artmıştır.

    Sonuç olarak, Afganistan çöle çevrilmiştir. Taliban Kâbil’i tümüyle aldığında, düşmanlarından korkunç bir öç aldı; eski cumhurbaşkanı Necibullah Kâbil’de bir sokak lambası direğinde cinsel organları ağzına tıkılmış vaziyette asılı bırakıldı. Bu tip yöntemlerle, “uygar Batı” ve onun paralı ajanları, bu mutsuz ülkede esas amaçlarına ulaştılar.

    Birçok insan, Afganistan’da gözler önüne serilen trajedinin medyaya yansıyan görüntüleri karşısında şoke oldu. Taliban rejimi, Bamiyan’da ve Mezar-ı Şerif’te uyguladığı etnik temizlikle, ezilen uluslara ve diğer dinlere mensup olanlara karşı uyguladığı sert baskılarla, Buda heykellerinin parçalanmasıyla, Kandahar’da kadınların halkın önünde kamçılanmasıyla vb. bir terör saltanatı sürmüştür. Afganistanlı ezilen kadınların iniltileri bütün Asya’da yankılanmaktadır.

    Sorulacak soru şudur: bu kanlı iç savaşın, bütün bu ölümlerin, açlığın, etnik temizliğin ve katıksız barbarlığın sorumlusu kimdir? Cevap çok basittir. Afganistan’ı Karanlık Çağlar seviyesine düşüren, oradaki uygarlığı bütünüyle imha eden Amerikan emperyalizmidir.

    Amerikan Emperyalizminin Afganistan’daki Rolü
    1978 yılında solcu subaylarca kurulan Stalinist rejim, Afganistan’ı 20. yüzyıla taşıma çabası içinde, toprak reformu ve kadınlara ve eğitime ilişkin ilerici önlemler de dahil olmak üzere bir dizi reform gerçekleştirdi. Bu yalnızca Afgan toprak sahiplerinin, tefecilerin ve mollaların çıkarlarına yönelik değil, gerici Suudi Arabistan monarşisi ve diğer komşu devletlere yönelik de ölümcül bir tehditti. Bu nedenle ve Moskova’ya (gerçekte 1978 devriminde hiçbir rol oynamamıştır) yakınlığından dolayı, ABD emperyalizmi, çarpık bir biçimde de olsa devrim yanlısı olan Kâbil’deki yeni rejime amansızca karşı çıkmıştı. ABD emperyalizminin, Afganistan devrimine karşı, gericiliğin en barbar koalisyonunu kasten silahlandırmasının, finanse etmesinin ve teşvik etmesinin nedeni budur.

    CIA ve müttefikleri, Afganistan karşı-devrimine arka çıkmak için çok miktarda para ve silah seferber ettiler. Ortadoğu’da, Müslüman Kardeşler, Suudi destekli Dünya Müslüman Birliği ve Suudi İstihbarat Şefi Prens Turki el Faysal, cihat için büyük miktarlarda fon toplamak üzere birleştiler. Bunlar, Müslüman dünyanın dört bir yanından asker toplanmasında ve eğitilmesinde merkezi unsur haline geldiler. ISI ve Pakistan’daki Cemaat-ı İslami, cihat için gönüllü olan umutsuz orta sınıf gençlik katmanlarını karşılamak için kabul komiteleri oluşturdular. ISI, yüzlerce askeri kamp ve eğitim merkezi kurdu. General Hamid Gül (eski ISI şefi) bir gazeteciye şöyle diyordu: “Bir Cihat veriyoruz ve bu modern çağdaki ilk Uluslararası İslami Tugaydır. Komünistlerin Enternasyonali (!) var, Batı’nın NATO’su var, neden Müslümanlar birleşmesinler ve ortak bir cephe oluşturmasınlar? ”

    ISI -efendisi CIA’in rehberliği altında- Suudi kraliyet ailesinin İslama ve cihada olan bağlılığının karşı-devrimcilere (“mücahitler”) gösterilmesi maksadıyla, “ateist komünist” Kâbil rejimine karşı, operasyonun Suudi bölümünü Suudi İstihbaratının başındaki Prens Turki el Faysal’ın yönetmesini uzun zamandır istiyordu.

    Sadece 1980-1992 yılları arasında, 43 İslam ülkesinden 35.000’den fazla İslamcı köktendinci, Afgan mücahitlere katıldı. Pakistan dış ülkelerdeki elçiliklerine, Afganistan’da gelip savaşmak isteyen herkese hiçbir soru sormaksızın süresiz vize verilmesi talimatını çoktan vermişti. Binlerce yabancı askerden biri de Usame bin Ladin’di.

    Usame bin Ladin 1986’da Pakistan sınırına yakın dağların altına, mücahitler için eğitim ve diğer askeri hizmetlerin verildiği ve masraflarını CIA’in karşıladığı çok büyük bir silah deposu olan Host tünel kompleksini inşa etti. Bin Ladin bir keresinde bunu itiraf etmişti: “Suudi rejimi Afganistan’daki devrime karşı çıkmak için, Pakistan ve Afganistan’daki temsilcisi olarak beni seçti. Birçok Arap ve Müslüman ülkesinden çağrıya cevap vermek için gelen gönüllüleri kabul ettim. Pakistanlı, Amerikalı ve İngiliz subayların bu gönüllüleri eğittiği kamplar kurdum. Amerika silahları sağladı, para da Suudilerden geldi.”

    14 yıllık bu kanlı iç savaştan sonra, mücahitlerin sonunda Kâbil’i aldıkları doğrudur. Fakat askeri bir zafer kazanmadıkları da doğrudur. Kâbil hükümeti çöktü, çünkü Pakistan ve Suudi Arabistan mücahitlere askeri yardımı sürdürürken, Moskova, ABD emperyalizmiyle uzlaşmanın parçası olarak askeri yardımını geri çekti.

    Rus bürokrasisinin ihaneti olmaksızın, mücahitler asla, 14 yıllık mücadele boyunca ele geçirmeyi başaramadıkları Kâbil’i ya da herhangi bir büyük kenti alamazdı. Kâbil’in düşüşü İslamcı köktendincilik için bir zaferi temsil ediyordu. Amerikan emperyalizmi milyarlarca dolar harcadı ve Kâbil rejimini devirmek için mücahitlere askeri yardım sağladı. Bununla birlikte, Moskova birliklerini geri çektikten sonra bile, Necibullah’ın güçleri, mücahitlerin tüm saldırılarını bozguna uğrattı.

    Fakat yardımın geri çekilmesi, rejimi çok zor bir duruma soktu. Necibullah’ın CIA ve ISI tarafından planlanan bir darbeyle saf dışı bırakılması, Kâbil’in mücahit köktendincilerce ele geçirilmesinin yolunu hazırladı. Yeni rejim, önceki hükümetin pek çok ilerici reformunu tasfiye etti. Fakat yeni hükümet başından itibaren oldukça istikrarsızdı. Gülbeddin Hikmetyar’ın önderliğindeki Hizbi İslami ile Ahmet Şah Mesud önderliğindeki Cemaat-ı İslami kuvvetleri arasında derhal savaş patlak verdi. Bu karşı-devrimci rakip gruplar birbirleriyle merhametsizce savaştılar, ve sonuçta henüz hiçbir tarafın diğeri üzerinde belirleyici bir zafer kazanmayı başaramamış olduğu 1994’te, meydan, Taliban şeklini alan daha aşırı bir yeni köktendinci gericilik dalgasına açılmıştı.

    Taliban
    Taliban, CIA’in de aktif desteğiyle, Pakistan askeri ve istihbarat aygıtının ürünüydü. Pakistan İstihbarat Servisi -ISI- bunları Pakistan’daki İslami okul (medreseler) öğrencilerinden devşirdi, bunlara maddi destek sağladı ve silahlandırıp eğitti. Molla Ömer, ISI’nın yardımıyla, 1994’de Taliban’ın baş lideri olarak ortaya çıktı ve çok kısa bir süre içinde Pakistan’ın da yardımıyla, Taliban Afganistan’ın önemli şehirlerinin kontrolünü ele aldı. Önce Kandahar’ı sonra Herat, Kâbil, Mezar-ı Şerif ve son olarak da Bamiyan’ı ele geçirdiler. Fakat bunların hiçbiri, İslamabat ve Washington’un katılımı olmaksızın gerçekleşemezdi. Taliban’ın, yakın zamana kadar onu finanse etmeye devam eden Amerika’dan yaklaşık 10 milyar dolar aldığı tahmin ediliyor. Benzer miktarlar gerici Suudi rejiminden de geldi.

    Taliban Afganistan’a barış sloganıyla girdi, fakat çok geçmeden bu barış sloganı korkunç bir baskıya dönüştü. Okulları kapattılar -özellikle kız okullarını- ve kadınların ev dışında çalışmalarını yasakladılar. Televizyonları parçaladılar, kütüphaneleri yaktılar, tarihi müzeleri yağmaladılar, spor kıyafetleri yasakladılar ve erkeklere sakal uzatmalarını emrettiler. Ellerinde tuttukları iktidarı pekiştirmek için, en büyük gelir kaynakları olan haşhaş ekimini -yani afyon ve eroin üretimini- teşvik ettiler.

    Amerikalılar 1997’ye kadar Afganistan’daki insan hakları konusunda sessiz izleyici olarak kaldılar. Amerikan emperyalizmi, Taliban Mezar-ı Şerif’te kadınları ve çocukları katlederken ve Bamiyan’da kitlesel etnik temizlik uygularken sağır ve körü oynadı. Taliban, Kâbil, Herat ve Kandahar’da kadınlara karşı korkunç baskılarına başladığında, okulları, hastaneleri kapattığında, müzik ve oyunları yasakladığında, Amerikan emperyalizmi yalnız susmakla kalmadı, Kâbil rejimini desteklemeyi sürdürdü.

    Amerika salt kendi çıkarı için en başından beri Taliban’ı destekledi. Her zaman olduğu gibi, sermayenin çıkarları söz konusuydu. ABD büyük sermayesi, Orta Asya devletlerinden Afganistan’a geçecek bir gaz ve petrol boru hattının inşasıyla yakından ilgileniyordu. Amerika’nın Taliban rejimine ilişkin tutumunu koşullandıran şey buydu. Çokuluslu dev Amerikan şirketi UNOCAL, Taliban’la bir anlaşmaya vardı. Taliban Afganistan’ın tümünü -özellikle kuzey bölgesini- ele geçirmekte ve Kuzey İttifakı’nı bozguna uğratmakta başarısız olunca, boru hattı projesi giderek daha derin bir krize girdi. “Sağır ve kör” Amerikan emperyalizmi birden bire kadınların feryatlarını duymaya ve halk kitlelerine karşı yapılan baskıyı fark etmeye başladı.

    Washington, ezilen ve yetersiz beslenen Afgan kitlelerle “dayanışma”sını göstermek için, Afganistan’a cruise füzelerini fırlatarak ve ülkeye yaptırım uygulamak üzere kendi aleti olan “Birleşmiş Milletler”i kullanarak, acımasız bir hava saldırısı başlattı. Bu yaptırımların Taliban gangsterleri üzerinde hiçbir etkisi olmadı, bunlar hayatta kalabilmek için ölüm kalım mücadelesi veren en yoksul kesimleri vurdu. Bu saldırılar ve yaptırımlar, Taliban’ı güçlendirmeye hizmet etti yalnızca, tıpkı bir milyondan fazla Iraklının ölümüne yol açan ve Saddam Hüseyin’i devirmekte tamamen başarısız olan utanç verici Irak ablukası gibi.

    Usame bin Ladin
    Usame bin Ladin, İslamcı karşı-devrimcilerin, Kâbil’deki Stalinist rejime karşı savaşlarında kilit rol oynadı ve Amerikan CIA’inin coşkulu desteğini aldı. Eski CIA direktörü William Casey, yazılarında, Bin Ladin’e verilen bu destekten bahsetti. Fakat birçok köpek, dönüp sahibini ısırmıştır. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından, bin Ladin, bu kez Doğu Afrika’daki ABD elçiliklerinin bombalanmasını organize ederek, dikkatini Amerika’ya yöneltti.

    CIA’in Afganistan’daki kahraman ve cesur “özgürlük savaşçısı”, bir gece içinde birdenbire “uygarlığın düşmanı” haline geldi. Bu eski yakın müttefikler arasında ne geçti ve bunlar arasında ne tür ayrılıklar çıktı? Afganistan’daki Moskova yanlısı rejimi devirmeye bulaştığında, bin Ladin, Amerikan egemen sınıfının nazlı gözdesi ve Suudi kraliyet ailesinin güvenilir, sadık adamıydı. Şimdi birdenbire cani ve dünyanın en büyük teröristi oluverdi! Onun cani ve gerici bir terörist olduğu doğrudur. Fakat bu yeni bir hadise değildir: Usame’nin Amerika’nın tam desteğiyle Afganistan’ın işçi ve köylü kitlelerine karşı kanlı savaşı başlattığı en başından beri durum buydu.

    Amerikalıları öfkelendiren şey, soğuk savaşın bitişinin ardından, bu karşı-devrimci gangsterlerin ve eşkıyaların, yavaşça onların kontrolünden çıkmış olmalarıydı. Köktendinciliğin değişmiş olması değildi. Köktendincilik o aynı kuduz köpekti, sadece tasmasından kurtulmuştu! Amerikalılarla ayrılıklar, ABD emperyalizminin Irak’a saldırdığı ve bu İslamcı köktendincilerin bazılarının, özellikle bin Ladin’e bağlı El Kaide Örgütünün, Suudi Arabistan’da Amerikan birliklerinin varlığına karşı çıktığı 1991 yılında yüzeye çıktı. “Müslüman bir ülkedeki (Afganistan) yabancılar” olarak gördükleri Sovyet birliklerine karşı savaşan aynı köktendinci yobazlar, şimdi aynı mantıkla Amerika aleyhine dönüyorlardı.

    Amerikan birliklerinin Arap topraklarındaki varlığı, köktendinciler arasındaki kutuplaşmayı hızlandırdı. Köktendinci grupların, CIA tarafından kontrol edilen çıkarına düşkün liderleri, Amerikan birliklerinin varlığı konusunda pasif kalmış ve böylece tabandaki desteklerini hızla kaybetmişlerdi. Sonuç olarak Amerikalıların ve onların Müslüman dünyadaki uşak devletlerinin kontrolünden çıkan çok daha aşırı köktendinci eğilimler ortaya çıktı.

    Washington rüzgâr ekip fırtına biçmişti. El Kaide gibi daha zengin ve daha iyi örgütlenmiş köktendinci militan gruplar, Amerikalılar ve Suudiler tarafından kendilerine verilen fonları ve silahları kullanarak, Cezayir, Sudan, Mısır, Irak, Suriye, Türkiye, Tacikistan ve Keşmir gibi çeşitli Müslüman ülkelerde üs kamplar kurdular. 23 Şubat 1998’de, (CIA tarafından inşa ettirilen) Host kampındaki bir toplantıda, Uluslararası İslami Cephe, ABD’ye karşı cihat ilân eden bir manifesto yayınladı. Deklarasyon, yedi yıldan uzun bir süredir, ABD’nin, İslam toprağı olan Arap yarımadasını işgal ettiğine değiniyordu. Toplantı, Amerikalıları öldürmenin her Müslümanın görevi olduğunu ifade eden bir fetva yayınladı. Afrika’daki ABD elçiliklerinin bombalanması, söz konusu güçler tarafından başlatılan cihadın bir parçasıydı.

    Eski müttefikleri ve yardakçıları tarafından ihanete uğradıklarını fark eden ABD emperyalistlerinin öfkesi sınır tanımadı. Önce bombalayarak, sonra da onlarca yıllık savaş yüzünden zaten sarsılmış olan milyonlarca erkek, kadın ve çocuğun açlığına ve yetersiz beslenmesine neden olan zalim bir yaptırım rejimini uygulayarak, hüsranlarının acısını Afgan halkından çıkardılar. Birleşmiş Milletler’e göre Afganistan’da muhtemelen 4 milyona yakın insan açlığın eşiğinde bulunmaktadır. Üstelik bu, mevcut krizden önceydi. Usame, kuşkusuz etkilenmedi. O sadece, “manevi dostu” Taliban lideri Molla Ömer’le birlikte, Host kampından Kandahar’daki güvenli bir sığınağa taşındı.

    Terörizm Gericiliği Güçlendirir
    ABD’ye yönelik son terörist saldırı, duruma tümüyle farklı bir unsur kattı. Terörizm gerici bir mücadele yöntemidir ve sınıf mücadelesine yabancıdır. Marksistler ve işçi hareketinin üyeleri, terörizmi -hem devlet terörizmini hem de bireysel terörizmi- her yerde kayıtsız şartsız mahkûm ederler. ABD’deki son barbarca terörist saldırılar, kesinlikle daha büyük bir gericiliğin ve iğrenç bir eylem ve karşı-eylem döngüsü içinde daha büyük bir terörizmin yolunu açacaktır. Bu, kısa sürede, hem ülke içinde işçi sınıfı karşıtı politikaları hem de uluslararası ölçekte vahşi politikalarını çok daha kolay uygulayacak olan ABD’nin gerici egemen sınıfını güçlendirecektir. Bireysel terör, devlet terörüyle yanıtlanacaktır.

    Terör, ihtiyaç duyulduğu her an egemen sınıf tarafından kullanılmıştır. Bu da bir istisna değildir. Zaten Bush da 11 Eylül olaylarına, “terör eylemleri değil, savaş eylemleri” demiştir: diğer bir deyişle o, saldırıları, nokta hedefli cruise füzelerinden ibaret bir sorun olarak değil, bir açık savaş sorunu olarak ele alacaktır. O halde bu savaşın hedefi kim olacaktır? Bush buna çoktan yanıt vermiş bulunmaktadır: “Bu eylemleri yapan teröristlerle onları himaye edenler arasında hiçbir ayrım yapmayacağız.” Bu, Amerika’nın, bin Ladin ve benzerlerine yataklık eden ülkelerin askeri üslerine saldırılar düzenlemeyi düşündüğü anlamına geliyor: öncelikle kanayan Afganistan’a kuşkusuz, ama aynı zamanda da muhtemelen Irak, Sudan, Suriye ve İran’a, ve belki de saldırgan planlarında onunla işbirliği yapmayı reddederse, Pakistan’a bile.

    Washington bin Ladin’in son vahşete karıştığına dair hiçbir kanıt ortaya koymamasına rağmen, yine de Afganistan’ı saldırıyla tehdit etti. Bu, bölgede yeni ve karmaşık bir duruma yol açtı. Afganistan’a karşı fiili Amerikan savaş deklarasyonundan sonra, BM tüm elemanlarını tahliye etti ve bir sonraki uçuşla yabancı STK üyeleri İslamabat havaalanına geldiler. Yüz binlerce Afganlı, Tacikistan, İran ve Pakistan sınırlarına akın ederek ülkelerinden kaçmaya başladı. Bunların büyük çoğunluğu Tacikistan ve İran’a yöneliyor, çünkü Afganistan’a karşı bir savaşta, Pakistan’ın Amerikalılar tarafından vurulacağına inanıyorlar. Bu arada Çin de, Pakistan ve Afganistan sınırlarını kapattı. Pakistan elçilik görevlileri Kâbil’i boşalttı. Pakistan ordusu, Afganların girişini durdurmak için sınır boyunca güvenliği arttırdı. Afgan ve Pakistan ordusu arasındaki sınır gerginliği, bir savaş ihtimaline doğru tırmanıyor. Afganistan içinde, temel ihtiyaç maddelerinin, özellikle de petrolün fiyatı, kitlelerin sefaletini daha da arttırarak, %50 oranında yükseldi. Örneğin buğday ununun fiyatı, 7 kilosu 80.000 Afgani’den (Afgan para birimi) 120.000 Afgani’ye yükseldi.

    Taliban kuvvetlerini hazırlıyor ve bölgedeki durumu yakından takip ediyor. Bu yıl Kâbil’deki askeri törenler, Taliban’ın hâlâ en az 50 adet omuzdan atılan Stinger füzesi olduğunu açığa vurdu. Eskiden kalmış, sayısı bilinmeyen T-59’ları ve 55 Sovyet tankları var. Ellerinde bulundurdukları diğer malzemeler 130-155 kalibrelik toplar ve 122 ve 107’lik roketleri içeriyor. Bazı MI helikopterleri ve 12,7 ve 14,5 mm’lik uçak savarları da bulunuyor. Ayrıca çok sayıda tanksavar füzeleri bulunuyor. Ellerinde bir miktar MIG ve Sokari savaş uçağı da var.

    ABD emperyalistleri tereddüt ediyorlar, çünkü kendileri için çok kötü sonuçları olabilecek bir çatışmaya çekileceklerinden korkuyorlar.

    Pakistan’daki Durum
    Pakistan’daki durum şu anda çok gergin, özellikle kuzeybatı sınırında ve Belucistan’da. Pakistan’ın tüm büyük havaalanları ordu tarafından işgal edilmiş durumda ve ABD ve Avrupa elçilikleri çok sıkı biçimde korunuyor. Tıpkı çokuluslu şirketlerin çalışanları gibi, Pakistan’daki tüm ABD’li ve Avrupalı çalışanlar da tahliye edildi.

    Askeri rejim -ve özellikle de Pakistan askeri aygıtı- Afganistan’a karşı Amerikalılara ve NATO kuvvetlerine destek sağlama konusunda bölünmüştür. Pakistan Ulusal Güvelik Konseyi ve Federal Kabine, 15 Eylülde, Afganistan’a bir saldırı durumunda ABD ile tam işbirliğini genişleteceğini duyurdu. Aynı gün Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell, komşu devlete karşı girişilecek askeri harekâta ilişkin olarak, Pakistan’ın ABD’nin tüm şartlarını kabul ettiğini doğruladı. Bu şartlar şunlardır: Afganistan sınırının kapatılması, Afganistan’a petrol yardımına son verilmesi ve Pakistan’da havaalanlarının ve yer imkânlarının kullanımına izin verilmesi. Bu durum Pakistan’ı iki ateş arasında tehlikeli bir cambaz ipinde yürümeye zorlayacaktır. Fakat İslamabat’ın bu durumda başka bir seçeneği yoktu: ABD ile işbirliğini reddetmek, ABD ordusu tarafından olası bir saldırı ya da en azından yıkıcı ekonomik yaptırımlar ve ABD’nin Keşmir sorununda Hindistan’ı desteklemesi anlamına gelebilirdi.

    ABD, ISI’nın İslamcı terörist grupların arkasında olduğundan ve uzlaşmacı bir ruh hali taşımadığından şüphelenmektedir. Öte yandan eğer Pakistan, Afganistan’a karşı bir Amerikan savaşını desteklerse, askeri aygıtın köktendinci kesiminin -Taliban ile sıkı ittifak içinde olan- iktidarı ele geçirmeye çalışabileceği ihtimaliyle birlikte, iç savaşa bile dönüşebilecek muazzam şiddette bir iç tepki söz konusu olacaktır. Pakistan istihbarat örgütü ISI ve ordu içinde, politik ve dini görüşü Pakistanlı cihat gruplarından ya da Taliban’dan farklı olmayan güçlü bir kesim -gerçek boyutunu ölçmek çok zordur- bulunmaktadır.

    Pakistan’daki bu köktendinci gruplar, şimdiye kadar askeri aygıtın bu kesimlerinin kendilerine arka çıkmasının keyfini sürdüler. Pakistan’ın, bu köktendinci grupları (aynı merkezi komutaya sahip olan ve Taliban’la bağlantısı bulunan) , Mayıs-Haziran 1999’da, Kargil’de Hindistan’la çarpışırken kullandığı açıktır. Amerika ile de “savaşta” olan köktendinci örgüt Harekat-ül Ansar (HUA) , Keşmir’de Amerikalıları öldürmüştü. Şimdi bu grupları kontrol altına almak istiyorlar.

    Sadece Lahor’da 80 olmak üzere, bütün ülkede 5900 dini okul var, Pencap’ta 2500 dini okul eğitim veriyor. İçişleri Bakanlığı, Pencap’taki bu okulların büyük çoğunluğunun, Taliban ile sıkı politik bağları olan Deobandi düşünce okuluna bağlı olduklarını saptamıştır. Pakistan için Laskar-e-Tayyba (LT) , Harkat-ül-Mücahidin (HUM) ve diğer köktendinci grupları yasaklama meselesi hiç de kolay değildir. Bu grupları yasaklamak, ordu içinde çatışmaya neden olur. Bir başka sorun da, bu köktendinci örgütlerin, Pakistan’da, Rawalpindi gibi ordunun hakim olduğu bölgelerde karargâhlarının bulunmasıdır.

    Hiç şüphe yok ki, Pakistan egemen sınıfı şimdi şeytanla okyanus arasında sıkışmış durumdadır. Bir yandan ABD acımasız bir baskı uygulamaktadır. 11 Eylülde ABD’de bulunduğu için yeterince şanssız olan ISI Şefi General Mahmut Ahmed’e, Washington’da Colin Powell ve Pentagon şefleri tarafından zor saatler yaşatıldı. Öte yandan Pakistan askeri aygıtının İslamcı köktendinciliğe eğilim duyan kesimlerinden gelen bir tehdit söz konusudur. Bunlar Taliban’la yakından bağlantılıdırlar. Eski Ordu Kurmay Başkanı Mirza Aslam Baig, Pakistan’da Amerikan birliklerine izin verdiği takdirde, bunun başta Pakistan olmak üzere tüm bölge için felâket olacağı doğrultusunda Müşerref’i sert bir biçimde uyardı. General Müşerref’in yakında Çin’i ziyaret etmesi bekleniyor ve NATO’nun ve Amerikan birliklerinin bu bölgedeki faaliyetleri konusunda Çin’in çok dikkatli olduğu bilinmektedir. General Müşerref’in Pekin’de soğuk karşılanması çok muhtemeldir.

    Savaş ihtimali Pakistan için bir kâbustur. Zaten Taliban, Pakistan eğer Afganistan’a karşı Amerika’ya destek verirse, savaş ilân edeceği yönünde bir demeç yayınlamıştır. Taliban Pakistan’ı hedef alan çok sayıda scud füzesini Durand hattı boyunca (Afganistan ile İngiliz kontrolündeki Hindistan arasına sınır çeken, İngilizlerin dayattığı hat) yerleştirmiştir. Pakistan tarafından büyütülen Taliban, şimdi iki ucu keskin -daha keskin kenarı Pakistan’a yönelmiş- bir kılıca dönüşüyor. Afganistan’daki köktendinci gericiliğe onyıllardır verdiği örtülü destek politikası için, bu hain politika için, İslamabat’ın aldığı mükâfat budur. Sonunda bumerang geri döndü.

    Şu anda tehdit eden durum Pakistan için felâket olacaktır. Zaten milyonlarca Afganlı mülteci Pakistan’da yaşamaktadır ve ülkenin her yanına dağılmışlardır. Üstelik Durand hattının -Afganistan ile 1400 millik sınır- her iki yanında da aynı insanlar vardır: Peştunlar. Afganistan’a yönelik bir ABD saldırısının etkileri, Afgan mülteciler arasında olduğu kadar, Pakistan’daki Peştunlar arasında da büyük bir karışıklığa yol açar. Pakistan’da ulusal sorun çözülmemiştir ve potansiyel bir barut fıçısıdır.

    İslamabat’taki askeri rejim Amerika ve NATO kuvvetleriyle işbirliği yaparsa, sınırın her iki yanındaki Peştun halkı, diğer milliyetlerden çok daha fazla zarar görecektir ve bu bir öfke dalgasının zincirlerinden boşalmasına yol açacaktır. Bu, Pakistan devletine karşı, diğer milliyetlere de yayılacak açık bir ayaklanmaya dönüşebilir. Pakistan’da ezilen milliyetlere karşı şiddetli bir baskı vardır, özellikle de Belucistan’ın güneyinde. Hatta muhtemeldir ki, Afganistan’daki Amerikan saldırısı bu tip kuvvetleri zincirlerinden boşaltabilir ve Pakistan dağılmaya başlayabilir. Bu, Pakistan’ın işçi ve köylüleri için kâbus olur.

    Kitleler hâlâ aklı karışık ve şaşkın durumdalar, fakat askeri rejime ve ABD’ye karşı muhalefet büyüyor. Kitleler arasında ABD emperyalizmine karşı büyük çaplı bir düşmanlık var. Daha şimdiden PPP liderliği kaostadır ve Benazir Butto rejimi destekleyerek taviz vermiştir. Şimdilik en büyük gürültüyü, kitlelerin içgüdüsel anti-emperyalist ruh hali üzerine oynayan köktendinci gruplar çıkarıyorlar. Karaçi ve Pakistan’ın diğer şehirlerindeki pazarlarda, bin Ladin’in resimleri göze çarpacak biçimde “Büyük Mücahit” diye sergileniyor ve insanlar bin Ladin’in fotoğrafını satın alıyorlar. Fakat işçi sınıfı bir kez kendi bayrak ve sloganları altında mücadele etmeye başlar başlamaz, bütün bunlar değişebilir. Kitlelerin karışık anti-emperyalist ruh hali, kolayca, rejim karşıtı, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir harekete dönebilir. Fakat bunun olması için doğru bir önderlik gereklidir.

    Tehlikeli Bir Macera
    Pakistan askeri rejimi giderek artan ölçüde çaresizlik sinyalleri veriyor. ISI şefi öncülüğünde bir heyet, Taliban’dan Usame bin Ladin’i Amerikalılara teslim etmesini rica etmek ve böylece Pakistan’ın korktuğu çatışmayı önlemek üzere İslamabat’tan Kandahar’a gönderildi. ISI şefi ABD yetkililerine, Taliban’a Usame bin Ladin’i teslim etmesi için üç gün mühlet verileceği mesajını iletti. Fakat bu hareket fena halde başarısız oldu.

    Taliban rejimi, kendisinin 11 Eylül olaylarıyla ilgisinin olduğunu tekrar tekrar reddederek, bunu zaman kazanmak için kullandı. Taliban’ın bin Ladin’i hiçbir şekilde teslim etmeye razı olmayacağı açıktı. Teslim için tek olasılık, bin Ladin konusunda Taliban liderleri arasında açık çatışmaya dönüşecek bir bölünmedir. Din adamları konseyi olan Ulema meclisi, Usame konusunu tartışmak üzere Kâbil’de toplandı, fakat bu tahminen Taliban’ın halkını Kâbil dışına çıkarmasına fırsat vermek için yapılan başka bir oyalama taktiğiydi. Sonunda Bush’un sabrı tükendi ve açık bir ültimatom yayınladı. Bu aslında bir savaş ilânıydı.

    Belki şimdi bile, bir çarpışmadan kaçınmak için bazı sürpriz hareketler olabilir. Afganistan ve Pakistan’ın güvenilmez politik bataklığında neredeyse her şey mümkündür ve her şeyin bir bedeli vardır. Ama asıl soru ABD’nin bir bedel ödeyip ödemeyeceğidir. Kısa yanıt ise hayırdır. Taliban’ı iktidara yerleştiren Washington, şimdi onu saf dışı bırakmakta kararlı. Taliban Afganistan’ın büyük kısmını kontrol ettiği müddetçe, rejimle herhangi bir pazarlık yapmazlar. Savaş hazırlıkları çoktan başladı.

    Pakistan, denizle hiçbir bağlantısı olmayan bu ülkeye transit ticareti durdurarak, Afganistan’a mal gidişini engellemeye başladı. Haber kaynakları, Başkan Bush’un acil emrindeki hava savaş kuvvetlerinin neredeyse yarısını içine alan 82. ve 101. ABD hava tümenlerinin, Pakistan’da üslenmek üzere çoktan havalandığını iddia ediyorlar. Bu güçlerin büyük kısmı kuzey Pencap’a gönderilecek ve Dara İsmail Han şehri yakınında konumlanacak.

    Amerikalılar Afganistan’la bir savaşa başladıkları takdirde, pek çok güçlükle yüz yüze geleceklerdir. Time dergisinin dikkat çektiği gibi: “Eğer buradaki savaş, 145 milyon nüfusu ve nükleer silahları bulunan, İslamcı köktendinci bir devlet olan Pakistan’a dönerse, Afganistan’daki Amerikan zaferi hızla feci bir bozguna dönüşecektir.” Afgan macerası sorunlarla dolu olacaktır. Öncelikle bu bir lojistik kâbustur. Çünkü Afganistan’ın alt yapısı 21 yıllık kesintisiz savaşla bütünüyle hasara uğramış durumdadır. Kayda değer hiçbir tren yolu ya da karayolu bulunmamaktadır. Eğer Amerika ve NATO kuvvetleri hava üslerini ülke dışından kullanarak işletmek zorunda kalırsa, bu oldukça güç olacaktır.

    Afganistan, dağınık bir şekilde yayılmış doğal engelleri olan dağlık bir ülkedir ve ABD’ninki gibi modern yüksek teknolojili bir orduya hiç de uygun değildir. Fakat tek başına hava saldırıları, Washington’un savaş hedeflerini gerçekleştirmeye yetmeyecektir. Taliban’ın defedilmesi, büyük olasılıkla, Kâbil ve diğer büyük şehirlerin ele geçirilmesine ve işgaline yol açan bir kara harekâtını gerektirecektir. Köktendinci üs kamplarının bulunduğu, Amerikan askeri kontrolü dışındaki sarp kırsal bölge yine kalacaktır.

    Amerika Vietnam savaşından beri kara kuvvetlerini kullanma konusunda tereddüt etmiştir. Afganistan’da bir savaş kazanmak Amerikan kuvvetleri için son derece güçtür. Salt Kâbil’i kontrol etmek, hiçbir işgalciye, Afganistan’ın geri kalan kısmı üzerinde bir hakimiyet sağlamamıştır. Afgan halkı, son 21 yılın bir sonucu olarak, gerilla savaşı taktikleri konusunda iyi eğitilmiştir. ABD’nin, Taliban’ı defettikten sonra, Afganistan’ın eski kralı olan Zahir Şah’ı getirmeyi planladığı söylenmektedir. Bir diplomat “bize, ABD saldırıları sonrası Afganistan’ın birleşik ve yaşayabilir bir devlet olarak kalması için de, Zahir Şah’ın gerektiği söylendi” demektedir. Ne müthiş bir fikir! Ülke toptan yok edildikten sonra, bir mezarlığın tepesinde yeni bir devlet kurmak için 86 yaşındaki bir eski kralı istiyorlar.

    Washington aynı zamanda kendisini Kuzey İttifakı’na da dayandırmaya çalışıyor. Taliban ve Kuzey İttifakı arasındaki savaş, Kuzey İttifakı’nın muhalif komutanı Ahmet Şah Mesud’un suikasta uğramasından sonra şiddetlendi. Suikast girişiminden sonra ağır şekilde yaralanan ve 13 Eylülde ölen Mesud, Burhaneddin Rabbani önderliğindeki ve Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri dışındaki tüm ülkeler tarafından hâlâ resmen tanınan Badahşah merkezli birleşik cephe hükümetinin savunma bakanıydı. Kuzey İttifakı kuvvetleri, onun öldürülmesinden ISI ve Taliban’ı sorumlu tuttular.

    Saldırıdan önceki son röportajında Mesud, doğru bir şekilde, Pakistan olmaksızın “Taliban’ın altı aydan fazla dayanamayacağı”na işaret etmişti. Paris’te Avrupa Parlamentosuna hitap ettiği son Avrupa ziyaretinde Ahmet Şah Mesud, -yine doğru bir şekilde- “Pakistan Ordusu ve ISI’nın Taliban rejiminin arkasında olduğunu” belirtti. Ahmet Şah, Amerika’yı da bu kez savaşın Afganistan’la sınırlı olmayacağı konusunda uyardı.

    Kuzey İttifakı Afganistan’ın sadece %5’ini kontrol etmektedir, geri kalan kısım Taliban’ın kontrolü altındadır. ABD’deki 11 Eylül terörist saldırılarının ardından Kuzey İttifakı, roket rampalarını kullanarak Kâbil’e füze saldırısı yaptı. Kuzey bölgesindeki ağır savaş devam ediyor. Rusya birliklerini Tacik sınırı yakınında yoğunlaştırmış durumdadır, İran da Afgan sınırına yakın birliklerini arttırıyor. Savaş ateşi tüm bölgede doruğa tırmanıyor.

    Amerikan İşçi Sınıfına Çağrı
    İşçi hareketi, sorumlusu kim olursa olsun bireysel terörizmi mahkûm eder. Fakat bir şey çok açıktır: Afganistan’daki Taliban gericiliğinin sorumlusu ABD emperyalizmidir. Afganistan’daki deforme işçi devletine karşı mücadelelerinde köktendincileri silahlandıran ve finanse edenler onlardır. Afganistan’daki mevcut barbarlıktan tümüyle onlar sorumludur. Kendi yarattıkları şey şimdi onlara karşı dönmüş durumda. ABD yardımını kullanan Taliban, artık güvenilir bir kukla olmadığını ortaya koyuyor ve şimdi eski efendisine meydan okuyor.

    Marksistler bireysel terörizmi kınarlar, fakat biz sonuçları çok daha zalimce ve insanlık dışı olan devlet terörizmini de kınarız. Afgan halkı şimdi korkunç bir durumla yüz yüzedir. Tarifsiz acılara neden olan BM yaptırımlarından sonra, şimdi de bomba ve füzelerle tehdit ediliyorlar. Bu terörizmin en kötü şekli değil de nedir? Bu “resmi” terörizm konusunda BM, İnsan Hakları Grupları, STK’lar ve tüm Sosyal Demokrat reformist liderler suskunlar. Bu, terörizmle savaşma isteklerini hiç fırsat yitirmeden ifade eden, ama ABD emperyalizminin Irak, Afganistan ve diğer yerlerdeki terörist eylemlerini destekleyen söz konusu uzmanların iki yüzlülüğünü açık bir şekilde göstermektedir.

    Gerçekte Afganistan’da savaşa girişen Amerikan emperyalistlerinin niyeti, terörizme karşı mücadele etmek değil, ABD’nin dünya hakimiyetini yeniden kurmak ve Ortadoğu, Afrika, Asya ve Latin Amerika halklarına gözdağı vermektir. Afganistan’a saldırma bahaneleri, Afganistan’ın bin Ladin’i barındırmasıdır; fakat buna ilişkin en küçük bir kanıt ortaya koymamışlardır. Öte yandan ABD emperyalizminin bütün dünyadaki -Afganistan da dahil- terörist grupları desteklediği, silahlandırdığı ve finanse ettiğine dair oldukça fazla kanıt bulunmaktadır.

    Sıradan Amerikalılar terörist zulme ve barbarlığa karşı olduklarını söylediklerinde, onlara inanabiliriz. Fakat bu konuşmalar Bush ve Amerikan aygıtı tarafından yapıldığında inanmayız. 11 Eylüldeki terörist saldırı açık bir vahşet eylemidir, fakat bu suçla uğraşmanın sorumluluğu, çok daha büyük suçların sorumlusu olan Amerikan egemen sınıfının eline bırakılamaz.

    Amerikan işçi sınıfının ilk görevi, mevcut durumun gerçek nedenlerini anlamaya çalışmaktır. Sorunun temel nedenleri, Amerika’nın uzağında değildir, bunlar Afganistan’da değil bizzat Amerika’nın içindedir. Amerika’nın ve diğer sözde uygar (yani kapitalist) dünyanın egemen sınıfları, eninde sonunda bu korkunç katliamı üreten koşulları yaratmaktan sorumludurlar. Faaliyetleriyle, yeni ve çok daha kötü barbarlıkları hazırlıyorlar.

    Amerikan işçi sınıfı, 11 Eylül felâketinin yol açtığı derin şoktan kurtulduğu zaman, içeride ve dışarıda yüz yüze geldiği sorunun gerçek nedenini anlamaya başlayacak ve kendi egemen sınıfına karşı mücadele etmeye başlayacaktır. Amerikan egemen sınıfının propaganda makinesi tarafından mütemadiyen aptallaşmayacaktır. Muazzam güçteki Amerikan işçi sınıfı, bir kez eyleme geçtiğinde, tüm dünya durumunu değiştirecektir.

    Amerikan işçi sınıfının düşmanları, CIA ve onun kuklaları tarafından yönetime getirilen korkunç Taliban rejimi altında dehşet verici baskılara maruz kalan Afganistan’ın ezilen yığınları değildir. Gerçek düşmanınız içerdedir: o Amerikan emperyalizmidir. Egemen sınıftan, onun vahşi ve zalim politikalarından ve merhametsiz ikiyüzlülüğünden kopmak, Amerikan işçi sınıfının tarihsel görevidir. Amerika’nın Afganistan’a yönelik saldırısına karşı çıkmak ve savaşın, ölümün, terörizmin, ırkçılığın, açlığın, işsizliğin ve küresel ölçekteki sömürünün gerçek nedeni olan kapitalist sisteme karşı mücadele etmek zorunludur.

    Bu feci savaşlara, terörizme ve köktendinciliğe son vermenin tek yolu, işçi sınıfının iktidarı alması ve toplumun sosyalist dönüşümünü gerçekleştirmesidir.

    Afganistan ve Pakistan’ın işçileri olan bizler, dünyanın bu bölgesine Amerikan emperyalizmi ve NATO kuvvetlerinden gelen tüm saldırıları şiddetle kınayacağız. Saldırıları yalnızca kınamakla kalmayacağız, emperyalist saldırıya direnmek üzere işçi sınıfını emeğin ve sendika hareketinin bayrağı altında seferber etmek için, kapitalizme ve toprak ağalığına karşı mücadele etmek ve sosyalizmin bayrağını yükseltmek üzere sistemin krizinden yararlanmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız.

    Keta, Pakistan



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • emperyalizm26.08.2007 - 17:57

    Emperyalist Savaş Stratejisi:
    Terörizm





    11 Eylül günü, kimilerine göre Amerikanın 'simgelerine', kimilerine göre 'dünyanın beynine' yönelik olarak gerçekleştirilen eylemler sonrasında 'uluslararası terör' ve 'terörizm' gündemin ilk sırasına oturmuştur.
    Amerikan emperyalizminin sözcülerinin ifadesiyle, 'parmaklar' Usama bin Laden'i eylemlerden dolayı sorumlu gösterirken, ABD, başkanı W. Bush'un talimatıyla 'uluslararası terörizme' karşı 'yeni savaş' başlatmaya karar vermiştir. Ancak eylemlerin yarattığı ilk şaşkınlık geçer geçmez, dünyanın her yerinde ABD'nin 'yeni savaşı'nın ne olduğu, ne olacağı, nereye yöneleceği ve bunun olası sonuçları, 'ulusal çıkarlar' vb. söylemleriyle tartışılmaya başlanmıştır. Yine de, başta diğer emperyalist ülkeler olmak üzere, Amerikan emperyalizminin 'yeni savaşı' konusunda 'kaygılar ve çekinceler' ileri sürmekle birlikte, 'uluslararası terörizm' ya da 'terörizm' konusunda 'hemfikir' olduklarını açıkça ilan etmişlerdir.
    Böylece, '21. yüzyılın savaşları' adıyla 'terörizm'e karşı yeni bir 'haçlı seferi'nin Amerikan emperyalizminin öncülüğünde başlatılacağı kesinleşmiştir.
    Oysa ki, Amerikan emperyalizminin 'terörizm'e karşı 'savaş'ı, dünya devrimci mücadelelerine karşı sürdürülen karşı-devrimci savaşın yeni bir söylemi olarak 1960'lardan günümüze kadar, hemen her düzeyde sürdürülmektedir. Bu nedenle, hiçbir yeniliğe sahip değildir.
    Bugün, dün olduğu gibi, 'terörizm'in ne olduğundan çok, emperyalistlerin 'terörizme karşı savaş' söylemiyle neyi kastettikleri ve ne yaptıkları önemlidir. Dolayısıyla, 'terör' ve 'terörizm'in ne olduğunu anlayabilmek için, emperyalizmin bunlarla neyi kastettiğini ve bunlara karşı ne yaptığını bilmek gereklidir.
    Amerikan emperyalizmine göre, 'terörizm' (ki CIA'nın temel belirlemelerinden birisidir) , dünyanın herhangi bir yerinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarına yönelik her türlü silahlı ya da silahsız saldırıyı kapsamaktadır. Bu bağlamda, Amerikan emperyalizminin sivil ya da askeri hedeflerine yönelik, silahlı ya da silahsız her eylem (ister bireysel, ister örgütsel, isterse kitlesel ölçekte gerçekleştirilsin) 'terör'dür, 'terörist eylem'dir.
    Bu çerçevesi ile, Amerikan emperyalizminin 'terör' tanımı, açık biçimde Amerikan emperyalizmini taciz eden, rahatsızlık yaratan her faaliyeti kapsamına almaktadır. Bu nedenle, yani Amerikan emperyalizmine yönelik, silahlı ya da silahsız, örgütsel ya da kitlesel her faaliyet ve eylem 'terör' olarak tanımlandığından, bu eylemlerde 'masum insanlar'ın ya da 'siviller'in zarar görüp görmemesi gibi bir ölçü de sözkonusu değildir. Dünyanın herhangi bir yerinde bulunan ABD askerlerine yönelik askeri savaştan, ABD kuruluşlarına ve uluslararası tekellerine yönelik silahlı eylemlere kadar, her eylem 'terör eylemi' olarak bir kez kabul edildi miydi, emperyalizme karşı yürütülen tüm ulusal ve halk kurtuluş hareketleri de 'terörist' hareketler olarak kolayca tanımlanabilmektedir. Amerikan emperyalizmi tarafından 'terörist' ilan edilebilmek için, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı silahlı mücadelenin zorunlu olduğunu kabul etmek yeterli olmaktadır. Böylece, 1960'larda Vietnam Ulusal Kurtuluş Ordusu 'Vietkong teröristleri' olarak, ilk sırada yer almıştır.
    Amerikan emperyalizminin 'terörizm' söyleminin akademik tanımlanması ise, 'siyasal nitelikli amaçlara ulaşmak için kullanılan ve psikolojik yanı ağır basan bir savaş biçimi; siyasal süreci etkilemeyi amaçlayan şiddet eylemleri' şeklinde olmaktadır. Bu 'akademik terörizm tanımı', 1960'lı yıllarda Latin-Amerika'da başlayan şehir gerilla savaşlarıyla birlikte geliştirilmiştir. Böylece, 'terörizme karşı mücadele' paravanası altında Amerikan emperyalizminin CIA aracılığıyla organize ettiği kontr-gerilla faaliyetleri, her durumda 'psikolojik savaş' temelinde yürütülmüştür.
    Ülkemiz somutunda yıllardır sürdürülen 'psikolojik savaş', Orgeneral Nejdet Uruğ'un 4 Aralık 1979 tarihinde Sıkıyönetim Komutanları toplantısına sunduğu raporda şöyle tanımlanmıştır:

    'Bu strateji anarşistleri, halktan fiziki ve psikolojik olarak tecrit ederken, halktan personel, malzeme ve istihbarat desteği almalarını önleyebilmelidir. Psikolojik harekât, bu stratejinin büyük bölümünü teşkil etmeli ve ayaklanmayı yok etmesi kadar mani de olabilmelidir. Anarşistlerin teşkilatlarını ve yönetici kadrosunu bertaraf etmek veya tesirsiz hale getirmek bu stratejinin temel ilkesi olmalıdır. Her ayaklanma hareketinin nüvesini teşkil eden ve ekseriyetle küçük bir grubun oluşturduğu merkezi yönetici kadrosu (liderler) çok iyi gizlenmesine rağmen, meydana çıkartılmalı, yok edilmeli ya da başka şekillerde tesirsiz hale getirilmelidir. Vurucu tedhiş unsurlarının (kuvvetlerinin) yok edilmesi stratejinin formüle edilmesinde dikkate alınacak diğer bir unsurdur. Bu unsurlar üzerinde baskı, öncelikle polis ve diğer güvenlik kuvvetlerince sürdürülür. Ve zayiat vermelerine, ikmal maddelerinin tahribine, morallerinin bozulmasına çalışılır. Bu arada strateji, anarşistlere eylemlerini gönüllü olarak durdurmaları hususunda ikazda bulunan müspet programları da ihtiva etmelidir.'

    Görüldüğü gibi, daha 'terörizm' söyleminin dünya çapında yaygınlaşmadığı bir evrede, zamanın orgenerali Nejdet Uruğ 'anarşistler'e karşı izlenecek stratejinin temeline 'psikolojik savaş'ı yerleştirmiştir. 1970'lerde 'şehir şakileri', 'anarşistler' olarak tanımlanan şehir gerillası, 1980'lerden sonra 'teröristler' şeklinde genel bir söyleme oturtulurken, 'karşı strateji' bir ve aynı kalmıştır: Psikolojik savaş.
    Salt ülkemizdeki söylemler ve uygulamalar bile, 11 Eylül günü New-York ve Washington'da gerçekleştirilen eylemler sonrasında tüm dünya çapında propagandası yapılan ve '21. yüzyılın savaşı' olarak lanse edilen 'terörizme karşı savaş'ın hiçbir yeniliğe sahip olmadığını açıkça göstermektedir.
    Diğer yandan, 'psikolojik savaş', savaş tarihi kadar eski bir olgudur.
    Clausewitz, 1832 yılında yayınladığı 'Savaş Üzerine' adlı kitabında şöyle yazmaktadır:

    'Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.'[1*]

    Dolayısıyla, savaşta, düşmanın iradesinin kırılması belirleyici yere sahiptir. İrade ise, burjuva 'bilim adamları'na göre psikoloji alanına girmektedir. Bu nedenden dolayı 'Pentagon', savaş tarihini, 'psikolojik savaş'ın bir gerçekliği olarak değerlendirmektedir. Bu, aynı zamanda, savaşın emperyalist askeri teorisyenler tarafından 'topyekün savaş' (total war) olarak tanımlanmasıyla da çakışmaktadır. 11 Eylül sonrasında Amerikan emperyalizminin 'terörizme karşı yeni savaşı'na ilişkin yapılan tüm açıklamalar da, bu 'yeni savaş'ın 'topyekün savaş' 'konsepti' ile yürütüleceğini açıkça göstermektedir.
    'Topyekün savaş' ise, ilk kez zamanın Alman genelkurmay başkanı Ludendorff tarafından 1920'lerde ortaya atılmış ve Nazi Almanyası tarafından II. yeniden paylaşım savaşında savaş 'konsepti' olarak her alanda uygulanmıştır.
    Ludendorff, 'Topyekün Savaş' adlı kitabında, savaşın, bir ulusun ve ülkenin tüm toplumu tarafından desteklenmesi gereken ve desteklenen niteliğe dönüştüğünü söyleyerek, savaş stratejisinin bu dönüşüme uygun olarak 'topyekün savaş stratejisi' olması gerektiğini söylemektedir. Ludendorff'a göre, savaş eylemi, sadece düşmanın silahlı güçlerine yönelik bir faaliyetle sınırlandırılmamalı; tersine, savaş, düşmanın savaşta direnme gücünü oluşturan tüm toplumsal dayanaklarını da ortadan kaldırmayı esas almalıdır. Bu tanımlamaya göre, yeni savaş stratejisi, düşmanın tüm silahlı güçlerini ve nüfusunu imha etmeyi hedeflemek durumundadır.
    II. yeniden paylaşım savaşında Hitler ordularının uyguladığı bu 'topyekün savaş' stratejisi, tüm savaş boyunca diğer emperyalist ordular tarafından da benimsenmiştir. Bunun en tipik sonuçları ise, Londra'nın Alman uçak ve roketleriyle ve Frankfurt'un İngiliz ve Amerikan uçaklarıyla bombalanması olmuştur. Her iki saldırıda da, ellibinin üzerinde 'sivil' yaşamını yitirmiştir.
    Görüleceği gibi, emperyalist genelkurmayların 1920'lerden itibaren kabul ettikleri 'topyekün savaş stratejisi', günümüzün kavramlarıyla ifade edersek, cephe gerisine yönelik 'psikolojik savaş' temelinde yürütülmektedir. Uzun yıllardan beri İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladığı bu strateji, hemen her durumda, Filistinlilerin silahlı eylemlerine karşılık olarak (misilleme) Filistin yerleşim yerlerini bombalamak ve buldozerlerle buraları yıkmak şeklinde uygulanmıştır. Amaç, halkı yıldırmak ve iradesini kırmaktır.
    Burjuva aydınları arasında genel kabul gören bir başka tanıma göre, 'terör, insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit etme eylemidir'. Bu tanım esas alındığında, emperyalist savaş stratejilerinin 'terör stratejileri' olduğunu söylemek fazlaca yanlış olmayacaktır. Özellikle 1960'larda Latin-Amerika'da başlayan şehir gerilla savaşlarıyla birlikte CIA tarafından planlanan ve Pentagon tarafından 'icra edilen' kontr-gerilla stratejileri, 'topyekün savaş' stratejisinin en yeni örnekleri olurken, aynı zamanda 'psikolojik savaş'la özdeşleşmiştir. Böylece, günümüzde emperyalist ülkelerin savaş stratejilerini 'askeri savaş' ve 'psikolojik savaş' olarak birbirinden ayırmak olanaksız hale gelmiştir.
    1991 yılında T. Özal döneminde çıkartılan 'Terörle Mücadele Yasası'nda 'terör', 'baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemler' şeklinde tanımlanmıştır.
    Halen yürürlükte olan 'Terörle Mücadele Yasası'na göre, 'terör', herşeyi ve her türlü eylemi kapsamaktadır. Dolayısıyla, 'terörizme karşı savaş', aynı şekilde, her alanı ve her türlü karşı-eylemi içermek durumundadır ve yasa, bu karşı-eylemleri 'haklı ve meşru' göstermeyi amaçlamaktadır.
    Elbette, böylesine herşeyi kapsayan 'terör' tanımlarıyla ya da yasalarla 'haklılık ve meşruiyet' sağlanamamaktadır. Bu nedenle, tüm propaganda araçları ve 'örtülü operasyonlar' kullanılarak, 'terör' ve 'terörizm' konusunda kamuoyunun koşullandırılması gerekmektedir. Bu, aynı zamanda, 'psikolojik savaş'ın ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, emperyalist basın ve yayın kuruluşlarıyla yürütülen dezinformasyon faaliyetleri emperyalist ülkelerin 'psikolojik savaş stratejisi'nin temel belirleyicilerinden birisidir. Bu bağlamda, gerçeğin tahrif edilmesi ve yeniden kurgulanması olarak dezinformasyon, her durumda alabildiğine kullanılan araçtır.
    11 Eylül sonrasında Amerikan emperyalizminin birbiri ardına yaptığı açıklamalar izlendiğinde açıkça görülen, dezinformasyon yoluyla, herşeye ve her yere yönelik eylemi haklı ve meşru göstermeye çalıştığıdır. New-York ve Washington eylemlerinin hemen ardından 'tüm parmaklar' Usama Bin Laden'i gösterirken, aynı zamanda 'terör örgütleri' ve 'terörist eylemler' listeleri yayınlanmaya başlanmıştır. Afganistan, Irak, Libya, Lübnan, Filistin, Yemen gibi ülkeler 'terörist ülkeler' olarak eylemlerin arkasındaki 'destek üsleri' olarak sunulurken, Almanya, İsviçre gibi ülkeler de 'geçiş ülkeleri' olarak gösterilmektedir.[2*] Çok geçmeden, bu listeye, Küba, Venezüella, Peru, Kolombiya gibi ülkelerin de eklenmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
    Diyebiliriz ki, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin ulusal ve halk kurtuluş savaşlarına karşı savaş stratejileri 'terör stratejisi'dir ve bu stratejinin esası 'psikolojik savaş'tır. Bu savaşın en temel ideolojik aygıtı ise, 'medya' ve 'medya' aracılığıyla yürütülen dezinformasyondur. Dolayısıyla, emperyalizmin 'terörizmle mücadele' söylemiyle silahlı devrimci mücadelelere karşı yürüttüğü ve yürüteceği 'psikolojik savaş', salt askeri savaş olmayıp, aynı zamanda ideolojik-politik bir savaştır.
    Burada, Amerikan emperyalizminin başını çektiği 'terörle savaş'ın, 'gerillaya karşı savaş'la, yani kontr-gerilla yöntemleriyle bir ve aynı olduğunun da altının çizilmesi gereklidir.
    Herkesin bilebileceği gibi, Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin temel amacı, gerilla ile halk kitlelerini birbirinden ayırmak ve bu yolla gerillayı tecrit etmektir. Bir başka deyişle, kontr-gerilla yöntemleri, halk kitlelerinin tepkilerinin pasifize edilmesini, yani kitle pasifikasyonunu esas alır. Kitle pasifikasyonu gerçekleştirilebilindiği oranda gerillanın tecrit edilmesi olanaklı hale gelmektedir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin silahlı devrimci mücadeleye karşı yürüttüğü karşı-devrimci faaliyetin ağırlık noktası kitle pasifikasyonudur. Kitle pasifikasyonunda kullanılan araçlar ise, her türden kitle hareketine yönelik şiddet, işkence, toplu tutuklamalar vb.'dir. Bu yüzden, kitlelere ve kitle eylemlerine yönelik saldırılar (resmi silahlı güçler ya da faşist milisler aracılığıyla) , Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin somut görünümleridir. Kitlesel katliamların Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturması, aynı zamanda, onun 'terör' yöntemlerini en yaygın biçimde kullandığını ifade eder.
    Amerikan emperyalizminin kitlelere yönelik pasifikasyon uygulamalarında kitlelere yönelik saldırılar ve kitle katliamları, hemen her durumda resmi silahlı güçler ya da (asıl olarak) faşist milis örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleştirilir. Ülkemizde MHP' nin kitlelere yönelik saldırı ve katliamlarından Latin-Amerika'daki 'ölüm mangaları'na kadar, tüm 'örtülü operasyonlar', Amerikan emperyalizminin kontr-gerilla yöntemlerinin bir parçasını oluşturmaktadır. 'Topyekün savaş', 'psikolojik savaş' bağlamında yürütülen kontr-gerilla faaliyetlerinin kitlelere yönelik saldırı ve katliamları esas alması, Amerikan emperyalizmiyle bağlantılı ya da onun tarafından örgütlenen tüm karşı-devrimci hareketlerin ayrılmaz özelliğidir ve onların silahlı savaş anlayışlarının temelini oluşturur. CIA tarafından eğitildiği ve silahlandırıldığı açıkça bilinen Usama bin Laden'den Hizbullah'a, İslami Cihat'a ya da Hamas'a kadar tüm şeriatçı örgütlenmelerde de, MHP'de ve 'ölüm mangaları'nda da egemen olan anlayış, kitlelere yönelik saldırı ve katliamlarla, 'karşı gücün' pasifize edilmesi ve sindirilmesidir. Silahlı devrimci mücadelenin kitlelerle olan ilişkisinden türetilen bu kontr-gerilla mantığı, 11 Eylül günü New-York ve Washington eylemlerinde 'kendi sahibine' karşı kullanılmıştır.
    Şüphesiz, 11 Eylül günü New-York ve Washington'da 'ABD'nin simgelerine' yönelik olarak gerçekleştirilen eylemlerin dünya halkları üzerinde yaratmış olduğu etki, bu ve benzeri pek çok olgunun gözden kaçırılmasına da neden olmaktadır.
    II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında emperyalist sistemin egemen gücü durumunda olan ve emperyalizmin dünya çapında jandarmalığını üstelenen Amerikan emperyalizminin, bugüne kadar dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirdiği katliamlar, baskılar, işkenceler, askeri darbeler, halk kitlelerinde büyük bir tepki ve kin oluşturmuştur. Özellikle 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında dünyanın tek 'süper gücü' olarak ortaya çıkan Amerikan emperyalizminin 'globalizm', 'yeni dünya düzeni' vb. söylemlerle yaptığı dayatmalar, geçmiş dönemlerin olgularıyla birleşerek, kitlelerin tepkisini daha da artırmıştır. Bunun sonucu olarak, 11 Eylül günü gerçekleştirilen eylemler, kim tarafından ve hangi amaçla yapıldığına bakılmaksızın ve de önemsenmeksizin, kitlelerde büyük bir sevinç duygusunun uyanmasına neden olmuştur.
    Öte yandan emperyalizme bağımlı pek çok ülke, Amerikan emperyalizminin bu eylemle karşı karşıya kaldığı 'şok'tan yararlanarak, kendisine bazı avantajlar sağlama peşine düşmüştür. Hemen hemen tüm ülkeler ve politikacılar, gerçekleştirilen eylemler karşısında, 'masum insanların yaşamlarına kasteden terörizmi kınıyoruz, ama bunun sorumlusu ABD'nin izlediği politikalardır' türünden bir söylem içine girmişlerdir. Devletin kesin denetimi altında olduğundan kimsenin şüphesi olmayan TRT bile, bu eylemlerin, ABD'nin kendi çıkarlarını 'globalizm', 'yeni dünya düzeni' adıyla dünyaya kabul ettirmeye zorlamasının bir sonucu olduğunu açıkça ifade edebilmiştir. Hatta, ülkemizde yaşanan ekonomik kriz ortamında dış borçların ertelenmesi için bu eylemlerin uygun bir ortam yarattığı 'medya'da yazılıp-çizilmeye başlanmıştır.
    Hiçbir marksist-leninist, emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin, bugüne kadar dünya çapında yaptığı vahşeti, katliamları, işkenceleri, askeri darbeleri, kontr-gerilla eylemlerini öne çıkartarak, 11 Eylül günü gerçekleştirilen eylemleri, doğru, haklı ve anti-emperyalist eylemler olarak kabul edemez ve etmemelidir. Hiçbir devrim hareketi, emperyalizmin savaş yöntemlerini kullanarak anti-emperyalist bir savaş yürütemez. Devrimci savaşın, kendi amaçlarına uygun araçları vardır ve amaçlarına uygun olarak belirlenmiş savaş kurallarına sahiptir. Bugüne kadarki tüm devrim mücadelelerinin açıkça gösterdiği gibi, emperyalizm, devrimci savaşları durdurabilmek için her türlü aracı kullanarak açık terör uygulamıştır ve uygulamaktadır. Karşı-devrimci terör ile devrimci şiddet, gerek amaçları yönünden, gerekse biçim yönünden birbirinden açık ve net bir biçimde ayrıdır ve ayrı olmak zorundadır. Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin uyguladığı teröre karşılık olarak, belirlenmiş kurallara sahip devrimci savaş yürütülmek durumundadır. Lenin'in deyişiyle:

    'Çok gelişmiş bir kapitalizmin ürünü olan emperyalist savaşın nedenleri ve önemi, böyle bir savaşa ilişkin sosyal-demokratik taktikler, sosyal-demokratik hareket içindeki bunalımın nedenleri, vb. üzerinde ciddi olarak düşünmek başka şeydir, savaşın, düşüncenizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığın altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir.'[3*]

    ABD halkı, kendi askerlerinin, kendi devletinin, kendi gizli örgütlerinin Vietnam'dan Latin-Amerika'ya kadar dünyanın her yerinde yüzbinlerce, milyonlarca insanın öldürülmesi, katledilmesi, işkenceye uğratılması, kaybedilmesi olaylarından dolayı doğrudan sorumlu tutulamaz. Tıpkı, Amerikan tekellerinin geri-bıraktırılmış ülkeleri sömürmesinden dolayı halkın 'sömürgeci' ilan edilemeyeceği gibi. Hiç unutulmamalıdır ki, bu katliamlara, işkencelere, emperyalist savaşlara ve sömürüye karşı çıkan, Seatle'da, Washington'da emperyalizme karşı, 'globalizme' karşı kitlesel eylemler yapan binlerce ABD'li vardır. Devrimci mücadele, sınıf mücadelesidir; bu mücadelede sınıflar gözönüne alınmaksızın yapılacak her tahlil ve değerlendirme karşı-devrimin işine yarayacaktır. Emperyalizme karşı savaş, proletaryanın öncülüğünde yürütülen yurtsever bir savaştır. Bunun dışındaki her kavrayış, burjuva ya da küçük-burjuva milliyetçiliğidir, ümmetçiliktir. Bu nedenle, milliyetçi ya da ümmetçi bakış açısıyla, ABD halkı topyekün düşman ilan edilemez. Biz marksist-leninistler olarak, ABD ya da bir başka emperyalist ülkenin halkına karşı değil, emperyalizme, emperyalist sömürüye, emperyalist savaşlara karşı savaşmak durumundayız.
    Bu bağlamda, diyebiliriz ki, 11 Eylül'de gerçekleştirilen eylemler, Amerikan emperyalizminin finans kuruluşları ile askeri yönetim merkezi Pentagon'a yönelik olmakla birlikte, kullanılan araçlar ve biçim açısından, devrimci savaşın kurallarıyla bağdaşmaz niteliktedir.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • albert einstein18.08.2007 - 22:47

    ALBERT EINSTEIN (1879-1955)


    Alman asıllı ABD'li fizikçi Albert Einstein, bütün insanlık tarihinin en büyük bilim adamlarından biridir. Çağdas fiziğin temellerini atan çalısmalarından bugün bile evreni ve evrende gözlediğimiz bütün olayları nasıl yorumlamamız gerektiğine dair yol gösterir.

    Yahudi bir ailenin oğlu olan Einstein, Ulm'da doğdu ve Münih'te öğrenime başladı. Okul yıllarında matematiğe özel bir ilgi duyarak bu alanda sivrildi. 15 yaşındayken ailesi İtalya'nın Milano kentine taşınınca Einstein İsviçre'ye geçerek Zürich Teknik Üniversitesi'ne girdi. 1900 de bu üniversitenin kuramsal fizik ve matematik bölümünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Bern'deki patent bürosunda çalışmaya başladı bu görevden arta kalan zamanlarda fizik çalışmalarını sürdürdü ve 1905 te fiziğin gelişmesini sağlayan bir dizi incelemeler yaptı.

    Molekül boyutlarının hesaplanmasına ilişkin yeni bir yöntem önerdiği ilk incelemesiyle Zürich Teknik Üniversitesi'nden fizik doktoru ünvanını aldı. İskoçyalı botanikçi Robert Brown'un çiçektozlarında gözlemlediği 'Brown hareketi'ne ilişkindi. Brown'ın gözlemlerine göre çiçektozları gibi küçük parçacıklar durgun bir sıvının içinde bile, durmadan hereket ediyordu. Daha önceleri bu olayın rastgele hareket eden sıvı moleküllerinin küçük parçalara çarpmasından olduğu düşünülüyordu. Einstein bu incelemesinde brown hareketin bi matematiksel durum olarak açıkladı.

    Einstein'ın üçüncü makalesinde gene yıllar önce keşfedilmiş çok ilginç bir olaya açıklık getiriyordu. Üzerine ışık gönderilen bazı maddelerin elektron yaydığı ama ışığın şiddetini arttığında yayılan elektronların enerjisinde değil yalnızca sayısında artış olduğu biliniyordu. Einstein fotoelektrik etki adıyla bilinen bu olayın açıklamasını yaparken ışığın hem dalgalar halınde hem de enerji yüklü küçük parçacıklar halinde yayıldığını öne sürdü. Bu parçacıklar yani bugünkü adıyla fotonlar maddeye çarptığında atomlardan elektron koparıyor ama serbest kalan elektronlar maddeden kurtulmaya çalısırken atomların çekim kuvvetiyle enerji kaybediyordu. Einstein özellikle bu çalısmasıyla 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne değer görüldü.

    Einstein aynı yıl yayımlanan dördüncü incelemesi en önemlisidir. Bu makalesinde özel görecelik kuramını 1916 da dahada geliştirerek genel görecelik kur- ulaşmıştır. Einstein'ın kur- göre cismin kütlesi,uzunluğu hatta olay süresince zamanın akış hızı cismin hızına bağlı olarak değişir. Bunlar insana inanılmaz gelen devrimci düşüncelerdi ve benimsenmesi çok uzun zaman aldı. Einstein'ın görecelik kuramıyla vardığı en önemli sonuçlardan biri de kütle ile enerjinin eşdeğerliliğidir. Demek ki kütle bir enerji birimi olduğuna göre kütleçekimi de bir kuvvet olarak değil uzayda kütlenin varlığından kaynaklanan bir enerji bandı olarak düşünmek gerekir. Bu nedenle uzaydaki büyük kütleli gökcisimlerinin yakınından geçen ısık ısınlarının doğrultusunda bir sapma olur bu da uzayın eğrilmesine yol açar. Einstein enerji ile kütle arasındaki eşitliği ünlü E=mc2(KARE) bağıntısıyla gösterdi. (E) enerji, (c) ısığın çarpma sayısı, (m) kütle. Işık hızının karesi çok büyük bir sayı olduğundan çok küçük bir kütle çok büyük bir enerjiye eşit olur.

    Dünyaca ünlü bir bilim adamı olan Einstein 1914 te Berlin'de kurulan bir arastırma enstütüsünde fizik bölümünün yoneticiliğine getirildi. I. Dünya Savaşı boyunca Almanya'da yasadı ve kararlı barışsever olarak savas karsıtı eylemleri destekledi. 1918 de barışı büyük bir sevinçle karşıladı. Ama 1933 te Nazi Partisi'nin iktidara gelmesi ve yahudilere karşı yürüttükleri eylemler yüzünden artık Almanya'da yaşaması olanaksızdı. Amerika'ya yerleşerek yaşamının sonuna kadar uğraşacağı 'Birleşik Alan Kuramı' üstünde çalısmaya basladı. Ne var ki kuvvetle ilişkin bütün fizik kuramlarını tek bir kuramda birleştirmeyi amaçlayan bu çalısmasını sonlandıramadı.

    Einstein bütün yaşamı boyunca dünya sorunlarıyla cok yakından ilgilendi. Gerçek bir barışsever olmasına karsın Hitler Almanyasında atom bombası yapmak üzere çalısmalar başladığını öğrenince Almanya ve Japonya'nın böyle bir bombayı kullanmalarını engeller düşüncesiyle atom bombasının ilk kez ABD de yapılmasına ön ayak oldu. Ama II. Dünya Savaşı'nda bu bombaların Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılmasından sonra atom silahının denetlenmesini ve dünya barısının kurulmasını içtenlikle destekledi.

    Alçakgönüllü ve sevecen bir insan olan Einstein aynı zamanda bir müziksever ve yetenekli bir kemancıydı



    SIR ISSAC NEWTON


    Newton (1642 - 1727) , tarihin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından biridir ve matematik, astronomi ve fizik alanlarındaki buluşları göz kamaştırıcı niteliktedir; klasik fizik onunla doruğa erişmiştir. Bilime yaptığı temel katkılar, diferansiyel ve entegral hesap, evrensel çekim kanunu ve Güneş ışığının yapısı olarak sıralanabilir. Çalışmalarını Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri (Principia) ve Optik adlı eserlerinde toplamıştır.

    Newton, diferansiyel integral hesabı bulmuştur ve bu buluşu 17. yüzyılda ortaya çıkan ve çözümlenmek istenen bazı problemlerden kaynaklanmaktadır.

    Bu problemlerden ilki, bir cismin yol formülünden, herhangi bir andaki hız ve ivmesini, hız ve ivmesinden ise aldığı yolu bulmaktı. Bu problem ivmeli hareketin incelenmesi sırasında ortaya çıkmıştı; buradaki güçlük, 17. yüzyılda ilgi odağı haline gelen ansal hız, ansal ivmenin hesaplanması (hızın veya ivmenin bir andan diğer bir ana değişmesini belirlemek) idi.

    Örneğin, ansal hız bulunurken, ortalama hız durumunda olduğu gibi, alınan yol geçen süreye bölünerek hesaplanamaz, çünkü verilen bir an içinde alınan yol ve süre sıfırdır; sıfırın sıfıra oranı ise anlamsızdır. Bu biçim hız ve ivme değişimleri diferansiyel hesap ile bulunabilir.

    İkinci problem, bir eğrinin teğetini bulmaktı. Bu problem hem bir geometri problemiydi, hem de çeşitli alanlardaki uygulamalarda çok önemliydi. Bu problemlerin çözümü için diferansiyel hesabı uygulamak gerekir.

    Üçüncü problem de, bir fonksiyonun maksimum veya minimum değerlerinin bulunması sorunuydu. Örneğin, gezegen hareketlerinin incelenmesinde, bir gezegenin Güneş'ten en büyük ve en küçük mesafelerinin bulunması gibi maksimum ve minimum problemleri ile karşılaşılmaktaydı.

    Dördüncü problem ise, bir gezegenin verilen bir süre içinde aldığı yol, eğrilerin sınırladığı alanlar, yüzeylerin sınırladığı hacimler gibi problemlerdi. Bunların çözümleri integral hesap yardımıyla bulunur.

    Newton 1665 yılında uzunluklar, alanlar, hacimler, sıcaklıklar gibi sürekli değişen niceliklerin değişme oranlarının nasıl bulunacağı üzerinde düşünmeye başlamıştı. Bir niceliğin diğer birine göre ansal değişme oranını (dx/dy) diferansiyel hesap ile bulmuş ve bu işlemin tersiyle de (integral hesap) sonsuz küçük alanların toplamı olarak eğri alanların bulunabileceğini göstermiştir. Newton, iki mekanik problemin çözümünü bulmaya çalışırken diferansiyel entegral hesabı geliştirmiştir. Bu problemler:

    1) Gezegenin hareketi sırasında yörüngesi üzerinde katettiği yoldan, herhangi bir andaki hızını bulmak,

    2) Gezegenin hızından, herhangi bir anda yörüngesinin neresinde bulunacağını hesap etmekti.

    Bu problemlerin çözümüne hazırlık olarak Newton, y = x2 denkleminde herhangi bir andaki yolu y, ve düzgün bir dx hızı ile alınan başka bir andaki yolu da x ile göstererek, 2xdx'in aynı anda y yolunu alan hızı temsil edeceğini söylemiştir.

    Newton diferansiyel-integral hesabı bulduğunu 1669 yılına kadar kimseye haber vermemiş ve ancak 42 yıl sonra yayınlamıştır. Bundan dolayı da Leibniz ile aralarında öncelik problemi söz konusu olmuştur. Leibniz, Newton'dan daha iyi bir notasyon kullanmış, x ve y gibi iki değişkenin mümkün olan en küçük değişimlerini dx ve dy olarak göstermiştir.

    1684 yılında yayımladığı kitabında dxy= xdy+ ydx, dxn= nxn-1, ve d(x/y) =(ydx-xdy) /y2 formüllerini vermiştir.

    Newton matematiğin başka alanlarına da katkıda bulunmuştur. Binom ifadelerinin tam sayılı kuvvetlerinin açılımı çok uzun zamandan beri biliniyordu. Pascal, katsayıların birbirini izleme kuralını bulmuştu; ancak kesirli kuvvetler için binom açılımı henüz yapılmamıştı. Newton (x-x2) 1/2 ve (1-x2) 1/2 açılımlarını sonsuz diziler yardımıyla vermiştir.

    Principia'da Newton, Galilei ile önemli değişime uğrayan hareket problemini yeniden ele alır. Uzun yıllar Aristoteles'in görüşlerinin etkisinde kalmış olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten değiştirmiş ve artık cisimlerin hareketinin açıklanması problem olmaktan çıkmıştı.

    Ancak, problemin gök mekaniğini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açıklanamamıştı. Galilei'nin getirdiği eylemsizlik problemine göre dışarıdan bir etki olmadığı sürece cisim durumunu koruyacak ve eğer hareket halindeyse düzgün hızla bir doğru boyunca hareketini sürdürecektir.

    Aynı kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler doğrusal değil, dairesel hareket yapmaktadırlar. O zaman bir problem ortaya çıkmaktadır. Niçin gezegenler Güneş'in çevresinde dolanırlar da uzaklaşıp gitmezler?

    Newton bu sorunun yanıtını, Platon'dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galilei'nin ölçtüğü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer'in çevresinde dolanan Ay'ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın düşmesine neden olan kuvvettir. Daha sonra Ay'ın hareketini mermi yoluna benzeterek bu olayı açıklamaya çalışan Newton, şöyle bir varsayım oluşturur:

    Bir dağın tepesinden atılan mermi yer çekimi nedeniyle A noktasına düşecektir. Daha hızlı fırlatılırsa, daha uzağa örneğin A' noktasına düşer. Eğer ilk atıldığı yere ulaşacak bir hızla fırlatılırsa, yere düşmeyecek, kazandığı merkez kaç kuvvetle, yer çekim kuvveti dengeleneceği için, tıpkı doğal bir uydu gibi Yer'in çevresinde dolanıp duracaktır

    Böylece yapay uydu kuramının temel prensibini de ilk kez açıklamış olan Newton, çekimin matematiksel ifadesini vermeye girişir. Kepler kanunlarını göz önüne alarak gravitasyonu F = M.m /r olarak formüle eder. Daha sonra gözlemsel olarak da bunu kanıtlayan Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmiştir.

    Newton'un diğer bir katkısı da fizikte kuramsal evreyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Kendi zamanına kadar bilimde gözlem ve deney aşamasında bir takım kanunların elde edilmesiyle yetinilmişti. Newton ise bu kanunlar ışığında, o bilimin bütününde geçerli olan prensiplerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği, tıpkı Eukleides'in geometride yaptığına benzer şekilde, aksiyomatik hale getirmiştir. Dayandığı temel prensipler şunlardır:

    1. Eylemsizlik prensibi: Bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa, o cisim hareket halinde ise hareketine düzgün hızla doğru boyunca devam eder, sükûnet halindeyse durumunu korur.

    2. Bir cisme bir kuvvet uygulanırsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantılıdır (F = m.a) .

    3. Etki tepki prensibi: Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti uyguluyorsa, B cismi de A cismine zıt yönde ama ona eşit bir F kuvveti uygular.

    Newton'un ağırlıkla ilgilendiği bir diğer bilim dalı da optiktir. Optik adlı eserinde ışığın niteliğini ve renklerin oluşumunu ayrıntılı olarak incelemiştir ve ilk kez güneş ışığının gerçekte pek çok rengin karışımından veya bileşiminden oluştuğunu, deneysel olarak kanıtlamıştır.

    Bunun için karanlık bir odaya yerleştirdiği prizmaya güneş ışığı göndererek renklere ayrılmasını ve daha sonra prizmadan çıkan ışığı ince kenarlı bir mercekle bir noktaya toplamak suretiyle de tekrar beyaz ışığı elde edebilmiştir. Ayrıca her rengin belirli bir kırılma indisi olduğunu da ilk bulan Newton'dur





    Charles Darwin


    Lamarck gibi türlerin değiştiğini kabul eden bir başka bilim adamı da Darwin'dir. Charles Darwin (1809-1882) Gallapagos Adaları'nda, evcil hayvanlar, özellikle güvercinler üzerinde yapmış olduğu araştırmaların sonuçlarını Türlerin Kökeni adlı eserinde sunmuştur.

    Evrim teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre, koşulların değişmesine bağlı olarak canlı ya hemen değişir ya da uzun zaman içinde değişim gösterir. Eğer canlı değişmezse, yaşam şansını kaybeder. ‚ünkü yaşam ilkesi ekonomidir; her şeyin belli bir işlevi vardır ve o işlevi en iyi şekilde yapmak zorundadır; ona uymayan canlı kaybolur.

    Eğer yaşam şartları değişmişse, canlının da buna bağlı olarak değişmesi gerekir; aksi taktirde mevcut fakat işe yaramayan bazı kısımlarını ya da organlarını beslemek ve kendi gücünü korumak için kullanacağı besinini gereksiz yere sarfetmek zorunda kalır.

    Bu durumda yaşam savaşında başarılı olma şansını zorlar, hatta kaybedebilir. Bundan dolayıdır aynı görevi yapan organın sayısı fazlaysa, bunlar değişime uğrar ya da uzun süre değişmemiş organlar ve nisbeten az gelişmiş, basit canlılar, aynı şekilde, değişime geçirirler.

    Canlı değişime konu olduğunda, kollar gibi benzer organları birlikte değişir. Genellikle, canlıdaki küçük gruplar, örneğin çeşitler türlere ve türler cinslere (genus) göre daha kolay değişmek-tedir.

    Canlıda iki güç vardır: Doğa koşullarına uymak için en faydalı ve gerekli organları tutup diğerlerini atması, yani doğal eleme ve ataya geri dönme isteği. Genellikle, bu güçlerden birincisi hakim olur ve canlı doğa koşullarına göre değişir, ancak zaman zaman canlıda geriye dönüşler görülebilir. Bu geriye dönüşler bazen 20 nesil sonra bile görülebilmektedir.

    Darwin'in canlıda değişimin ne kadar sürede oluştuğu gibi, evrim teorisiyle açıklayamadığı bazı sorular da vardı. Darwin bu soruya kesin bir yanıt vermez; ona göre bu, çok uzun bir zaman kesitini kapsayabilir.

    Evrim teorisi zamanında ve daha sonra büyük tepkilere yol açmıştır. Bazı bilim adamları onu desteklerken, bazıları da şiddetle karşı çıkmıştır. Gerek karşı çıkanlar gerekse destekleyenler, teorinin lehinde ve aleyhinde deliller toplarken, biyolojinin gelişmesine de katkıda bulunmuşlar, özellikle embriyoloji, jeoloji, paleoantropoloji ve karşılaştırmalı anatomi konularındaki çalışmalardan delillerle görüşlerini desteklemişlerdir.

    Darwin'e karşı olan bilim adamları canlının değişmediğini, türlerin sabit olduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre, değişme söz konusu olamaz; çünkü canlı yeni koşullara uymaya çalışırken, bunu başaramaz ve yok olur.

    Örneğin, iklim değişip de ortalık bataklığa dönüştüğünde, canlı uyum sağlayamadan bataklıkta yok olup gider. Bunlar sönmüş türleri meydana getirir. Bunların en güzel delillerini fosiller bize sağlamaktadır







    THOMAS EDISON




    İnsanlık tarihinin en büyük mucitlerinden biri olan Thomas Edison, 11 Şubat 1847’de Amerika’nın Ohio eyaletinde dünyaya geldi. Alman – İngiliz asıllı ve Hollanda göçmeni, koltukçu bir babanın ve İskoç asıllı eski bir Öğretmen olan annenin son ve yedinci çocuklarıydı. Babası’nın Milano’da işi bozulunca yedi yaşında Michigan'daki Mich Port Huron’a göç etmek zorunda kalmışlardı. Edison burada orta halli bir ailenin çocuğu olarak büyümeğe başladı ve ilköğrenimine burada başladı.

    Fakat başladıktan yaklaşık üç ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Bundan sonraki üç yıl boyunca özel bir öğretmen tarafından eğitildi. Son derece meraklı ve yaratıcı kişiliğe sahip bir çocuk olan Edison, 10 yaşına geldiğinde kendisini fizik ve kimya kitaplarına verdi.

    Oniki yaşına geldiğinde ailesine yardım etmek için Port Huron ile Detroit arasında çalışan trende gazete satmaya başlayan Edison, evlerindeki laboratuvarını trenin yük vagonuna taşıyarak, çalışmalarını burada sürdürdü. Bu dönemde Edison; Michael Faraday’ın “Experimental Research in Electricity” adlı yapıtını okudu ve derinden etkilendi.

    Bunun üzerine bir yandan Faraday'ın deneylerini tekrarladı bir yandan da kendi deneylerine ağırlık vererek daha düzenli çalışmaya ve notlar tutmaya başladı.

    Onbeş yaşına gelince kendi kazandığı tüm parayı bir baskı makinesine yatırdı ve Weekly Herald adlı bir gazete çıkardı. Bu gazetenin yazılarını kendisi trende yazıyor ve evde basıyordu. Ancak bir gün hareket halindeki bir furgona atlarken bir tren memuru tarafından yakalandı. Memur kulağını o kadar çekti ki günlerce kulak ağrısından kıvranmak zorunda kaldı. Ancak bu olay sonradan daha da ilerleyen sağırlığının başlangıcı oldu.

    Edison onaltı yaşındayken telgrafçılığı öğrendi ve ve dört yıl boyunca Middle West’te telgraf memuru olarak dolaştı. Bir Mucit olma isteği onda bu yıllarda başladı.

    1868'de kendine atölye kurdu ve aynı yıl geliştirdiği elektrikli bir oy kayıt makinasının patentini aldı. Aygıt oldukça ilgi topladı ama kimse tarafından satın alınmadı. Tüm parasını yitiren Edison, Boston'dan ayrılarak New York'a yerleşti. Edison'un şansı altın borsasının düzenlenmesinde kullanılan telgrafın bozulması üzerine döndü.

    Borsa yetkililerinin istemi üzerine aygıtı ustaca tamir eden Edison, Western Union Telegraph Company'den geliştirilmekte olan telgraflı kayıt aygıtları üzerinde yetkinleştirme çalışması yapma önerisi aldı. Bunun üzerine bir arkadaşı ile birlikte Edison Universal Stock Printer mühendislik şirketini kurdu. Ve sattığı patentlerle kısa sürede önemli bir servet edindi.

    Bu parayla New Jersey'deki Newark'ta bir imalathane kurarak telgraf ve telem aygıtları üretmeye başladı. Bir süre sonra imalathanesini kapatarak New Jersey'deki Menlo Park'ta bir araştırma laboratuvarı kurdu ve tüm zamanını yeni buluşlar yapmaya yönelik çalışmalara ayırdı. Edison’un patentini aldığı 1300’den fazla icadı vardır.


    Edison, 1876'da Graham Bell'in geliştirdiği konuşan telgraf üzerinde çalışmaya başladı. Aygıta karbondan bir iletici ekleyerek telefonu yetkinleştirdi. Ses dalgalarının dinamiği üzerine yaptığı bu çalışmalardan yararlanarak 1877'de sesi kaydedip yineleyebilen gramafonu geliştirdi. Geniş yankı uyandıran bu buluşu ününün uluslararası düzeyde yayılmasına neden oldu.


    1878'de William Wallace'in yaptığı 500 mum güçündeki ark lambasından etkilenen Edison, bundan daha güvenli olan ve daha ucuz bir yöntemle çalışan yeni bir elektrik lambasını geliştirme çalışmasına girişti. Bu amaçla açtığı bir kampanyanın yardımıyla önde gelen işadamlarının parasal desteğini sağladı ve Edison Electric Light Company'yi kurdu.


    Oksijenle yanan elektrik arkı yerine havası boşaltılmış bir ortamda (vakum) ışık yayan ve düşük akımla çalışan bir ampul yapmayı tasarlıyordu. Bu amaçla 13 ay boyunca flaman olarak kullanabileceği bir metal tel yapmaya uğraştı. Sonunda 21 Ekim 1879'da özel yüksek voltajlı elektrik üreteçlerinden elde ettiği akımla çalışan karbon flamanlı elektrik ampulünü halka tanıttı. Üç yıl sonra New York sokakları bu lambalarla aydınlanacaktı.


    1879’da Edison bir elektrik ampulü icat etti. Kömürleştirilmiş iplikten Flamanlarla deneyler yaptıktan sonra karbonlaştırılmış kağıt flamanda karar kıldı. 1880’de evde güvenle kullanılabilecek ampuller üreterek tanesini 2,5 dolara satmaya başladı. Ancak 1878 yılında bir İngiliz bilim adamı olan Joseoh Swan da bir elektrik ampulü icat etmiştir. Ampul camdı ve içinde kömürleştirilmiş bir flaman bulunuyordu. Swan, ampulün içindeki havayı boşlattı çünkü havasız ortamda flaman yanıp tükenmiyordu. İşte son olarak da bu iki adam güçlerini birleştirmeye karar vererek Edison ve Swan Elektrikli Aydınlatma Şirketi’ni kurdular.

    İki kez evlenerek altı çocuk sahibi olan Edison yaşamının sonuna kadar yeni buluşlar yapmaya devam etti. Geriye çığır açıcı buluşlarını yanı sıra, gözlemleriyle dolu 3.400 not defteri bıraktı.


    18 Kasım 1931’de, 84 yaşındayken New Jersey de hayat veda etti




    FARABİ


    Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin, fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.


    Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.


    Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir.

    Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:


    1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.


    2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.


    Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.


    Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır.

    Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir




    İbn Sina (980 - 1037)


    Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.

    Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuraminın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.


    İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.

    İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir.


    İbn Sînâ'ya Aristoteles'in yanıldığını gösterdikten sonra, kuvvetle cisim arasında herhangi bir temas bulunmadığında hareketin kesintiye uğramamasının nedenini araştırmış ve bir nesneye kuvvet uygulandıktan sonra, kuvvetin etkisi ortadan kalksa bile nesnenin hareketini sürdürmesinin nedeninin, kasri meyil (güdümlenmiş eğim) , yani nesneye kazandırılan hareket etme isteği olduğunu sonucuna varmıştır.

    Üstelik İbn Sînâ bu isteğin sürekli olduğuna inanmaktadır; yani ona göre, ister öze âit olsun ister olmasın, bir defa kazanıldı mı artık kaybolmaz. Bu yaklaşımıyla sonradan Newton'da son biçimine kavuşan eylemsizlik ilkesi'ne yaklaştığı anlaşılan İbn Sînâ, aynı zamanda nesnenin özelliğine göre kazandığı güdümlenmiş eğimin de değişik olacağını belirtmiştir.

    Meselâ elimize bir taş, bir demir ve bir mantar parçası alsak ve bunları aynı kuvvetle fırlatsak, her biri farklı uzaklıklara düşecek, ağır cismimler hafif cisimlere nispetle kuvvet kaynağından çok daha uzaklaşacaktır.

    İbn Sînâ'nın bu çalışması oldukça önemlidir; çünkü 11. yüzyılda yaşayan bir kimse olmasına karşın, Yeniçağ Mekaniği'ne yaklaştığı görülmektedir. Onun bu düşünceleri, çeviriler yoluyla Batı'ya da geçmiş ve güdümlenmiş eğim terimi Batı'da impetus terimiyle karşılanmıştır.

    İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî't-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.

    Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab'ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'ı patoloji, Dördüncü Kitab'ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.


    İslam tarihinde önemli adımların atıldığı bir dönemde bilim hususunda daha sonra gelişecek olan Avrupa biliminde de önemli etkileri olacak olan İbn Sina, geliştirdiği felsefeyle de daha sonraları bir çok İslam alimi tarafından da eleştirilmiştir






    FERDİNAND PORSCHE



    Alman otomobil tasarımcısı sonraları 'böcek' adı altında dünya çapında satış rekorları kıran KdF- Wagen'i (otomobil) 1935'ten itibaren üretmeye başladı. Porsche, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk spor otomobili geliştirdi.

    Porsche, Maffersdorf/Bohemia'da musluk tamircisi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Boş zamanlarında teknik ve elektrikle uğraştı. Liseyi bitirdikten sonra Viyana'ya giderek Teknik Üniversiteye dinleyici öğrenci olarak yazıldı. İlk işini elektrik motorları üreten bir işletmede buldu.

    Otomobil tutkusunun farkına burada vardı. Lohner-Porsche Porsche 1900'daki Paris Fuarı'nda, kendi buluşu olan ve -lerindeki elektrik motorlarıyla çalışan otomobili sergiledi.

    Taşıt aracını Viyana saray arabaları yapımcısı Lohner şirketinin elemanı olarak yaptığı için, bu yeni otomobil Lohner-Porsche olarak tanındı. Bunun hemen ardından düşüncesini daha da geliştirerek elektrik motorlarını bir benzin motoru aracılığıyla besledi. Bu yeni tahrik biçimiyle şanzıman dişlisine gerek kalmıyordu.

    Porsche teknik müdür olarak Viyana Neustadt'taki Austro-Daimler şirketine geçti. Burada tanınmış bir uzun mesafe yarışı olan Prinz-Heinrich-Fahrt için yaptığı otomobille yarışı bizzat kazandı.

    Porsche ayrıca uçak motorları ve Birinci Dünya Savaşı'nda topları taşıyan çekici araç tasarımcısı olarak kendisine bir isim yaptıktan sonra, savaşın ardından tasarladığı iki binek otomobiliyle Austro-Daimler'deki son başarılarına imza attı. 1923'te firmanın Stuttgart'taki merkezine teknik müdür ve tasarımcı olarak geçti. Avusturya'daki Steyr şirketinde kısa bir süre (1928-30) çalıştıktan sonra, 55 yaşında bağımsızlığı seçti.

    Kendi Şirketi Uluslararası bir şöhrete sahip olan Porsche, yorulmak bilmeksizin daha başka teknik yenilikler de geliştirdi ve çeşitli firmalar için komple yeni otomobiller tasarladı.

    Esnekliği dolayısıyla yüklenme halinde dönebilen bir amortisör elemanı olan döner çubuk yaylanıcısını (süspansiyonunu) buldu. Sıkışık parasal durumunu, ardından gelen yıllarda Nasyonal Sosyalist rejimin önemli bir taşıt aracı danışmanı olarak düzeltti. İyi kişisel ilişkilerinin ve ortak çıkarlarının bulunduğu Hitler'in buyruğuyla Porsche, geniş halk kitlelerinin satın alabilecekleri sağlam bir otomobil tasarımına başladı.

    Hitler'in diğer koşulları şunlardı: Saatte 100 kilometrelik hız, 4-5 kişilik yer,100 kilometrede en fazla 8 litrelik benzin tüketimi, 1.000 RM'nin (Reichsmark) altında satış fiyatı. 1936'da 4 silindirli Boxer motorlu, 22 beygir güçlü ve 984 cc hacimli ilk 3 test otomobili hazırdı.

    Sonradan 'Volkswagen' (böcek) olarak adlandırılan hava soğutmalı otomobil, önce Alman İşçi Birliği çerçevesindeki Nasyonal Sosyalist Yardım Kuruluşu 'Kraft durch Freude'den (Neşeden güç doğar) esinlenerek 'KdF-Wagen' olarak piyasaya çıktı. Porsche genelde bu otomobilin mucidi olarak kabul edildiği halde asıl konstrüksiyon planları, tasarımını 1925'ten itibaren geliştiren ve Porsche'ye 1932'de bunları boş yere öneren Çekoslavakya'lı Bela Barenyi'ye aitti.

    Savaş İçin Tasarımlar 1937'de NSDAP'ye (Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) giren Porsche bir yıl sonra SS'e de katıldı. Buna karşın, yalnız işini düşünen ve politikayla ilgisi olmayan bir insan olarak tanındı. Basit bir tasarımcıyken Wolfsburg'daki Volkswagen AG'nin kurucusu ve yöneticisi oldu. Porsche burada 'böcek'in seri üretimine başladı.

    Yeni teknik gelişmelere tutkun olan Porsche, İkinci Dünya Savaşı'nda askeri araç üretimine ağırlık verdi. Alman Devleti'nin en büyük ulusal onur madalyasını aldıktan sonra 'profesör' ünvanını kullanabilen zırhlı araç tasarımcısı olarak ön plana geçti. Ayrıca Volkswagen'i askeri amaçla cip ve yüzer araç haline getirdi. Porsche'nin işletmesi savaşın bitmesine bir yıl kala Gmünd/ Karnten'e nakledildi.


    Almanya'nın teslim oluşundan sonra tutuklanan Porsche bir Fransız cezaevinde kaldı. 1947'de kefaletle serbest bırakıldı. Bundan böyle, oğlu Ferry'nin yönetimi altında onarım işleri ve yedek parça üretimiyle ayakta kalmaya çalışan Karnten'deki fabrikasına kendini adadı.

    1948'de kendi adı altında tanınan, 40 beygir gücündeki bir VW motoruyla donatılmış olan ilk spor arabasını piyasaya çıkarttı. İşletmesi 1950'de tekrar Stuttgart'a nakledildi ve Porsche burada 75 yaşında öldü









    Arıstoteles



    Aristoteles, Ege Denizi'nin kuzeyinde bulunan Stageria'da doğmuştur (M.Ö. 384-322) . O dönemde, Stageria'da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles'e bir İyonya filozofu denilebilir.


    Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos, hekimdir ve Makedonya Krallarından Amyntus'un (M.Ö.393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria'dan Makedonya'nın başkentine taşınmıştır.

    Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan İyon ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır.

    17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina'ya gönderilen Aristoteles, hayatının 20 yılını (M.Ö. 367-347) burada geçirmiştir. Atina'ya gelir gelmez, Platon'un öğrencisi olarak Akademi'ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Platon, sürekli olarak çekiştiği bu değerli öğrencisinin zekasına ve enerjisine hayran kalmış ve ona Yunanca'da akıl anlamına gelen Nous adını vermiştir. Atina'da kaldığı süre içerisinde Aristoteles, başka hocaları da izlemiş ve mesela Agora'da politik dersler almıştır.


    Bir sarraf olarak iş hayatına atılmış ve daha sonra çok varlıklı olmuş Hermenias, kısa bir süre içinde çok geniş toprakları mülk edinmiş ve Aterneus'un yöneticiliğine gelmişti.

    Akademi'nin öğrencisi ve hocası Platon'un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon'un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos'ta Akademi'nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon'un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Bir ara Hermenias'ın yeğeni Pythias ile evlendi.


    Aristoteles, Assos'ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos'un memleketi olan Mytilen'e gitmiştir. Bu seyahatlar, Aristoteles'in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur.


    Bu sıralarda II. Philip, oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos'taki okulun yöneticisi olan Aristoteles, yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev, Aristoteles'e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Filip'in oturmakta olduğu Pella'ya gitti. Aristoteles'in öğretmenliği, 343 yılından 340 yılına kadar sürdü.

    İskender, 336'da babası ölünce, onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles'i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan'daki ve Balkanlar'daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles, onu bırakarak, büyük idealini gerçekleştirmek amacıyla, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina'ya döndü.


    İskender'in M.Ö. 323 yılında ölmesi, Aristoteles'i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise'nin kurulması sırasında İskender'in yapmış olduğu yardımlar ve Hermenias için yazmış olduğu zafer türküsü, Atina'daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı.

    Aristoteles, dinsizlikle suçlandı ve Atinalıların, Sokrates'i ölüme mahkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için Chalcis'e kaçtı ve orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda M.Ö. 322 yılında öldü.


    Aristoteles'in hiçbir resmi kalmamıştır. Diogenes'e göre, ince bacaklı ve küçük gözlüymüş. Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nde sergilenmekte olan mermer başın Aristoteles'e ait olduğu iddia edilmekteyse de, bunu kanıtlayacak herhangi bir ipucu yoktur.


    Aristoteles, İskender'i bırakarak Atina'ya döndüğünde, oradaki dostlarıyla buluşmuştu; ama aradan 20 yıl geçmiş olduğu için, artık eski okuluna dönemezdi. Başka bir okul kurmaya karar verdi ve bu maksatla kentin batısında bulunan ve Apollon Lyceios'un (Kurt Tanrı) anısına ayrılmış olan ormanlık alanı seçti. İşte bugün de kullanmakta olduğumuz Lise adı, bu Lyceios'tan gelmektedir.


    Lise'de eğitim ve öğretimin nasıl yapıldığına ilişkin kesin bir bilgiye sahip değiliz; ancak bazı kaynakların bildirdiğine göre, sabahları yeni başlayanlara, akşamları ise geniş halk kitlelerine dersler verilmekteymiş.


    Akademi ve Lise, aslında felsefe öğretimi veren okullardı. Ancak Akademi, daha çok metafiziğe ve bu arada ahlak ve siyaset gibi konulara yönelmişti. Lise'de ise araştırmalar, Aristoteles'in daha çok mantık ve bilimlerle ilgilenmesi nedeniyle, bu alanlarda yoğunlaşmıştı.


    Aristoteles 13 yıl boyunca Lise'nin yöneticiliğini yaptı ve ölümünden sonra yerine arkadaşı Teofrastos geçti. Teofrastos, 37 yıl bu okulun yöneticiliğini üstlendi ve yapmış olduğu yeni düzenlemelerle Lise'yi kurumsallaştırmayı başardı; ancak Lise, Akademi kadar uzun ömürlü olamadı.


    Aristoteles'in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe - yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu.

    'Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir.' veya 'Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi) ' gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles'in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak varolduğunu kabul etmiştir. Bu temel sorunlar üzerindeki görüşleri, daha sonra Archimedes ve Apollonios tarafından yeniden işlenip değerlendirilecektir.


    Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı eserlerinde açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles'e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur.


    Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer'in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos'un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir.


    Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir.

    De Caelo'da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik'te ise, Yıldızlar Küresi'nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir.

    Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası'nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim'de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır.


    Aristoteles'e göre, Evren, Ayüstü ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer'den Ay'a kadar olan kısım, Ayaltı Evren'i, Ay'dan Yıldızlar Küresi'ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren'i oluşturur.

    Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri, eterden oluşmuştur; eterin, mükemmel doğası, Ayüstü Evren'e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren, her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir.

    Burası, ağılıklarına göre, Yer'in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden, yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur; toprak, diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için, en altta, ateş ise daha hafif olduğu için, en üstte bulunur. Aristoteles'e göre, bu öğeler, kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur.


    Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer'in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer'e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir.

    Aristo'nun bu ve diğer görüşleri orta çağ boyunca bir çok filozozu etkilemiş, ve daha sonraki dönemleri de şekillendirmiştir. belki de felsefenin temel ilkeleri Arsito mantığı üzerine kurgulanmıştır





    Anders CELSIUS(1701-1744)


    Uppsala da Doğan ve calısmalarını bu kentte gerceklestiren isveçli fizikçi ve astronom anders celsius 1730 da uppsala universitesinde astronomi profösoru oldu.

    Yapımi 1740 ta tamamlanan uppsala gozlemevini kurarak yasamının son 4 yılında orada çalıstı.biri dünyanın gunese uzaklıgının hesaplamasına yarayan yeni bir yonteme öburu dünyanın biçimini saptamaya yonelik iki astronomi kitabı yazdı.dünyanın kutuplarda hafifce basık olduğunu gözem yoluyla bulan ilk bilimadamlarından biri oldu.

    Celsius günümüzde kendi adını tasıyan sıcaklık olceğinin bulucusu olarak tanınır.sanigrat olarakta adlandırılan bu ölçek dünyanın her yanında özellikle bilimsel olcümlerde kullanılır.daha once kullanılan sıcaklık olceğini Danzigli bir alman fizikçi olan daniel fahrenheit 1714 te geliştirmişti.

    Çalısmalarını daha cok hollandada yürüten fahrenheit ın adıyla anılan bu olcek suyun donma noktasını 32F kaynama noktasını 212F olarak gosterir.Celcius 1742 de farklı bir sıcaklık olceği geliştirdi.sıcaklık aralığını 10 esit parcaya boldu.aslında celcius buzun erime noktasını 100 suyun kaynama noktasını 0 olarak kabul etmişti.

    Daha sonra 0 ile 100 u yer değiştirdi.baslangıcta bu olceğe yüz adım anlamındaki latince centum gradus tan gelen santigrat ölçeği demişti.ama 1948 de toplanan uluslararası konfreansta adını bulucusunun adı olan celsius la değiştirdiler.celsius derecesi C olarak adlandırılır DÜNYANIN SOSYALİST BİLİM ADAMLARINDAN BİRİDİR


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • nikola tesla18.08.2007 - 22:43

    NICOLA TESLA
    19. yy'dan 20.yy'a girerken en önemli değişim burjuva devrimlerinin yarattığı toplumsal ortam sayesinde gelişen bilim ve ardından gelen teknolojik devrimlerle yaşandı. Sanayi devrimi, buharlı makinaların icadı ve çok kısa bir süre sonra elektrikli motorlar derken arabalar, uçaklar ve uzay araçları. 19.yy'a kadar ki dünyanın bu yüzyılın ikinci yarısından sonra nasıl muazzam bir teknolojik değişiklik yaşadığını gösteren güzel bir örnek vardır. M.Ö. 7.yy larda Odysseia'nın gemilerinin hızı yelkenle gittiklerinde saatte 3 mil kadardır. 6–4. yy larda ise bu hız ancak 3 kat artırılabilmiştir. Denizcilikte önemli gelişmelerin yaşandığı 16.yy da ise günlük hız 2 bin sene öncesinden ancak 40 mil fazladır. Ancak buharlı gemilerle birlikte ulaşımın hızı muazzam derecede artmıştır. Artık niceliksel değil niteliksel bir değişimden söz edilmektedir. Ve 19.yy ın sonlarında telgraf ve radyonun icadıyla ulaşım ve iletişimin yolları birbirinden ayrılmış, dünya bugün iddia edildiği bir 'global köy' olma rotasına girmiştir. Mekânların uzaklığı iletişimde 'önem'ini yitirmiştir.
    1900'ün başlarında daha ilk uçuş denemeleri yapılırken insanoğlu bundan sadece 50–60 yıl
    sonra uzaya çıkmaya başlamış, 1969 yılında Ay'a ayak basmıştır. Tüm insanlık tarihine
    baktığımızda bu büyük değişimler çağının yaşanmasını sağlayan, burjuva devrimleri ve
    ardından bu sosyal yapı ile sınırlı teknolojik devrimler olmuştur. İletişim ve enerji
    teknolojileri, çağımızın en önemli belirleyicilerindendir. İşte burada kısaca hayatından
    bahsedeceğimiz kişi de bu açıdan baktığımızda bugünkü dünyamızın yaratıcılarından belki
    de en önemlisi ve o oranda da en unut(tur) ulmuş olanıdır. Uzak görüşlülüğü toplumsal
    sistemin sınırlarının dışına çıkmış ve kaçınılmaz olarak bastırılmıştır. Yine de adının
    literatürden tamamen silinmesi olanaksızdır. Çünkü bize bugün bu kişiyi hatırlatacak çok
    şey vardır. Hakkında bir araştırmacı şöyle demektedir: '...Hala, bilgisayarınızda
    çalışırken Tesla'yı hatırlayın. Onun 'Tesla Coil'i yüksek voltajlı resim tüpünüzün
    çalışmasını sağlamaktadır. Evinizde kullandığınız elektrik Tesla'nın alternatif
    akım(AC) jeneratöründen gelmekte, Tesla transformatöründen geçmekte ve evinize 3
    fazlı Tesla enerjisini getirmektedir... Tesla'nın icatları bugün her yerdedir...'

    Tesla'nın sıra dışı ailesi ve tuhaf çocukluğu

    Nikola Tesla, 9 Temmuz 1856 yılında, o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na
    bağlı olan Hırvatistan'ın güneybatı kesiminde Smiljan isimli bir köyde doğmuştur.
    Ailesi Sırp asıllıdır ve babası köydeki Ortodoks kilisesinin rahibidir. Annesi okumamış
    olmakla birlikte, Tesla'nın okul öncesi eğitiminde çok önemli bir yere sahiptir.
    Tesla'nın hayatı boyunca bir takıntı haline getirdiği, yemeğini yemeden önce tabaktaki
    yemekle ilgili kübik hesaplamaları akıldan yapmak ve bitirmeden yemeğe başlamamak,
    sanırım annesiyle yaptığı çalışmalardaki zihinsel hesaplama egzersizlerinden kalma bir alışkanlıktı.
    Annesi'nin mucitlerle dolu bir soydan geldiğini ve evdeki bütün hayatı kolaylaştıran
    araç gereçleri annesinin tasarladığını anlatır. Ayrıca, kendisinde yaratıcılıkla ilgili
    sahip olduğu her şeyin annesinden kaynaklandığını belirtir ve birlikte yaptıkları
    çalışmalardan bahseder. 'Bu eğitim her türden egzersizi kapsardı, başkasının düşüncesini
    tahmin etme, bazı ifadelerdeki eksikleri bulma, uzun cümleleri tekrarlama ve zihinsel hesaplamalar yapmak gibi.
    Bir papaz olan babası ise yine olabildiğine ilginç bir insandır. Çok okuyan, birkaç
    dil bilen ve ezber yeteneği bazı klasikleri eksiksiz tekrarlayabilecek kadar kuvvetlidir.
    Kendi kendine farklı ses tonlarıyla odasında konuşurken, dışarıdan birinin içerde bir
    tartışma olduğunu sanacak kadar da yeteneklidir. Ancak oğlunun da kendisi gibi ileride
    ruhban sınıfından olması konusunda oldukça kararlı ve bu konuda taviz vermeyecek kadar da serttir. Tesla'nın küçüklüğü, çok sıra dışı bir zekâya sahip olarak gördüğü ağabeyinin ölümüyle birlikte, anne-babasının oğullarının acısını unutamamaları ve sürekli küçük Nikola'yı onunla kıyaslamaları yüzünden hayli zor geçiyor. İçine kapanıklığını, bu zamanda edindiği kendine güven problemiyle ilişkilendirmek sanırım yanlış olmayacaktır.

    Zihnini kaplayan imgeler ve çakan flaşlar

    Tesla çocukluğunda geçirdiği tuhaf bir hastalıktan çok etkilenmiştir ve kendi ifadesine göre
    geç uyanışının nedeni bu olmuştur. 'Çocukluğumda, ilginç bir felaket yüzünden acı çekiyordum; sıklıkla kuvvetli flaşlarla bezeli imgeler, gerçek nesnelerin yerini alıyor, düşüncelerimi ve hareketlerimi engelliyordu. Bu resimler daha önce gördüğüm ama hiç hayalini kurmadığım nesneler ve sahnelerdi. Bana bir söz söylendiğinde, nesnenin işaret ettiği resim aniden hayalimde canlanırdı ve bazen gördüğümün gerçek olup olmadığının ayırdına varamazdım. Bu bende büyük bir kaygıya ve rahatsızlığa sebep olurdu'. Bu görünümler hastalıklı bir kimsenin gördüğü halüsinasyonlarla karıştırılmamalıydı. Bunlar (görünen imgeler) kendi formüle ettiği teoriye göre; önemli bir uyarının (heyecanın) sebep olduğu, beynin refleksi bir davranışla retina üzerine gönderdiği imgelerdi. Tesla, eğer bu teorim doğruysa der: 'herhangi birinin aklında tasarladığı bir nesnenin görüntüsü bir ekrana yansıtılabilinir ve böylelikle görünür hale getirilebilinir'. İnsan ilişkilerinde bir devrim yaratacağını düşündüğü bu teori üzerine o zamanlarda epey bir çaba sarf etmiştir. Kendi aklında tasarladığı bir görüntüyü, başka odada oturan bir kimsenin de zihninde yaratabilmek için uğraşmıştır.

    Zihin Gezileri

    Tesla bu yıllarda, delice diye adlandırabileceğimiz zihin gezileri yaptığını ileri sürmüştür.
    Gerçek dünyadakinden farklı olarak görmediği arkadaşlıklar kurar, yani yerler, şehirler ve
    ülkeler görürmüş.. Bu gezilere her akşam çıkar hatta bazen gün boyunca da sürdürdüğü olmuştur.
    'Düşüncelerimin ciddi olarak icatlara dönüştüğü 17 yaşına kadar sürekli sürdürdüm bu gezileri'.
    O günlerde Tesla, aklında tasarladığı şeyleri gerçek yaşama çok kolay aktarabildiğini ve bu yolun sadece deneylerle yapılan çalışmalara göre çok daha hızlı ve etkili olduğunu düşünmektedir. 'Modellere, çizimlere ve deneylere ihtiyacım yoktu' der.

    Tesla'nın kendine has mucitliği ve deneysiz icat yolu

    'Bir kimse henüz ham olan tasarısıyla bir araç oluşturmaya kalkarsa, kaçınılmazlıkla zihni
    aracın detaylarının düşünülmesiyle işgal edilecektir. Bu kimsenin, aracın geliştirilmesi ve
    yeniden yapılması sürecinde konsantrasyonu azalacak ve temel ilkeleri görme gücünü kaybedebilecektir.
    Belki sonuç sağlanabilecektir ama her zaman kaliteden feda edilerek'. İşte Tesla, kendi çalışma mantığının tersi olarak nitelediği yukarıdaki metodun verimsiz olduğunu bu sözlerle açıklamaktadır. Kendisi ise aklına bir fikir geldiğinde onu öncelikle hayalinde oluşturmaya başlar. İnşa sürecini zihninde değiştirir, geliştirmeleri akıldan yapar ve aracı zihninde çalıştırır. 'Türbinimi aklımda çalıştırmam ya da dükkânımda test etmem benim için kesinlikle önemsizdir. Bir farklılık yoktur, ne olursa olsun sonuçları aynıdır. Bu yolla aklıma gelen bir fikri eksiksiz ve çok hızlı bir şekilde, hiçbir şeye dokunmadan geliştirebilirim'. Tesla, mühendislikte, elektrik ve mekanikte, sonuçların olumlu olacağını düşünmektedir. Ona göre hemen hemen hiç bir konu yoktur ki önceden düşünülerek yapılamasın; elbette yeterli teorik ve pratik bilgi varsa. Ham fikirlerin, genellikle yapıldığı gibi, pratiğe taşınmasını gereksiz yere harcanan büyük bir enerji, para ve zaman kaybı olarak görür. Tesla, küçüklüğünde yaşadığı ve sonradan da devam eden felaketin(imgelerin hayalinde canlanması) , esasında kendine bahşedilen bir güçle telafi edildiğini düşünür. Bu güç, duyu organlarının uyarmasıyla birlikte anında düşünebilme ve bu doğrultuda hızla hareket edebilme kabiliyetidir.
    'Bunun pratik sonucu, şimdiye kadar ancak kusurlu bir uygulaması bulunan teleautomatic
    (uzaktan kumada) bilimidir'. Tesla, yıllarca kendini kendinden kontrollü otomatların
    (self-controlled automat) planlanmasına adamış ve mekanizmaların sınırlı bir derecede de
    olsa akıl sahibiymiş gibi hareket edebilecek şekilde üretilebileceğine inanmıştır. 20. yy a
    henüz girilmediği bir dönemde, bunun endüstri ve ticarette bir devrim yaratacağını görebilmiştir.

    Bir kitap okudu hayatı değişti...

    Karakterinin güçsüz ve zayıf olduğu, cesaretinin ve kararlılığının olmadığı, ölüm ve dinsel
    korkularının olduğu bir dönem yaşamıştır çocukluğunda. Batıl inançların etkisi altında olduğu bu döneminde hayaletlerden, cinlerden, v.s. korkmuştur. Sonradan, babasının kütüphanesinde yaptığı gizli okumalardan birinde eline geçen bir kitapla (Aoafi- The son of Aba(Aba'nın oğlu) - Macar yazar- Josika) , hayatının rotası değişmiştir. 'Bu okuma, her nasılsa irademin hareketsiz güçlerini uyandırdı ve kendi kendimi kontrol (self-control) etme talimlerine başladım. Azmim önceleri Nisandaki karlar gibi eridi, ama kısa bir süre sonra güçsüzlüğümü keşfettim ve daha önce hiç bilmediğim bir memnunluk hissettim'.

    Düşler ve gerçekler üzerine

    Hayatın çok hızlandığı ve her türden enformasyonun insanların beyinlerine akın etmeye
    başladığını düşündüğü yıllarda Tesla, bunun modern var oluşun bir sıkıntısı ve kendini
    gözlemleme yeteneği olmayan insanın ortaya çıkışı olarak yorumlar. Kendisindeki iç gözlem
    yeteneğini ise paha biçilmez bir başarısı olarak görür. Hayal dünyasının körelmesinin gerçek
    tehlike olduğunu düşünür. Bu düşünceyi bir alıntı ile pekiştirebiliriz: '...düş görme
    yeteneğimizi bastırdığımız hayat alanlarında ise önümüzdeki hayattan, insanlardan, insanın
    dünyasından korku duymaktayız. Bu korkumuz demokratik toplum hayatından vazgeçmeye her an hazır 'sıradan insanlara' dönüştürmekte bizi'. Tesla da bu tehlikeyi görebilmişti.
    Kendisinin çok gelişkin bir politik bakışının olduğunu iddia edemesek ve hatta zaman zaman
    buhranlı yanlış tercihler yapabildiğini düşünebilsek bile bir hümanistti denilebilir ve
    insanların yaşantısından kaygı duyuyordu.

    'Böcek enerjisi'nin insanlık yararına kullanılması!

    Bütün bir yaşamı boyunca sürecek çalışmaları ve icatlarında henüz bir çocukken yaptığı
    bir deneyde de ulaşmaya çalıştığı gibi, doğanın enerjisini insanlık yararına kullanmayı
    amaçlamıştı. İlk başlarda içgüdüsel bir biçimde olan bu düşünce daha sonra başat bir
    öneme sahip olmuştu Tesla'nın yaşamında. Çocukluk deneylerinden birinde Tesla 16 tane
    mayıs böceğini (May bug) dörder dörder çapraz birbirini kesen iki çubuğun uçlarına
    yapıştırmış ve onların yorulmak bilmez dönüşlerini bir mille bir çarka ordan da daha
    büyük bir çarka geçirmiştir. Bu deney arkadaşının böcekleri yemesiyle trajik bir son
    bulmuş ve Tesla insanlık yararına kullanmak için bir daha böcek enerjisinden yararlanmayı
    aklına bile getirmemiştir.

    Köy'den Kent'e göç ve ilk toplumsal 'başarı'

    İlkokul birinci sınıftan sonra ailesiyle birlikte köye yakın küçük bir şehir olan
    Gospic'e gider. Bu değişim ona doğal hayattan uzaklaştığı için hiç hoş gelmez ve
    hayvanlarını -özellikle güvercinleri- bırakmayı hiç istemez. Her hafta Pazar günü
    gittiği Kilise görevinden de hiç hoşnut değildir. Ancak, bu şehirde yaşadığı bir olay
    omuzlarda taşınmasına sebep olur. Yeni kurulan bir itfaiye departmanı son model bir
    yangın söndürme cihazı almıştır. Bütün herkes şehrin meydanında toplanmıştır, bu son
    teknoloji makinanın çalışmasını görmek için. Makina suyunu nehirden alacaktır. Ve bütün
    seramoni ve konuşmalar tamamlandıktan sonra, pompayı çalıştır emri verilmiş fakat ne
    yazık ki bir damla su bile gelmemiştir hortumun ağzından. Eksperler ve profesörler boş
    bir çabalama içine girmişlerdir. Tesla alana vardığında durum budur ve kendisi de küçük
    bir çocuk olarak bu konuda fazla bir bilgiye sahip değildir ancak olanca bilgisine
    dayanarak nehire atlar ve suyu nehirden çekmesi gereken hortumun ağzının tıkanıklığını
    açar ve tam o sırada püskürtmeye başlayan hortum bütün bir kalabalığın pazar giysisini
    ıslatır. Bu, Nikola Tesla'nın hayatındaki ilk toplumsal başarıdır diyebiliriz!
    Tesla bu şehirde, daha sonra gideceği kolej veya gerçek bir liseden önce, 4 yıllık
    bir normal okula gönderilir. Okulda bir kaç mekanik maket vardır ve bu maketler ilgisini
    su-türbinlerine yöneltir. Amcasının ona anlattığı Niagara Şelalesini zihninde canlandırır
    ve şelalenin akıttığı sularla dönecek büyük bir tekerleğin hayalini kurar. Amcasına bir
    gün Amerika'ya gideceğini ve bu planını gerçekleştireceğini söyler. Bir gün gerçekten
    gidecek ve gerçekleştirecektir!

    Lise Yılları ve hava basınçlı silindiri

    Tesla 10 yaşında liseye başlar. Bu lise yeni ve araç gereçle iyi donatılmış bir lisedir.
    Fizik departmanında çeşitli elektrik ve mekaniğe ait klasik bilimsel araçların maketleri
    bulunmaktadır. Bu maketlerin hocalar tarafından gösterildiği ve çalıştırıldığı zamanlar
    Tesla'nın en çok ilgisini çeken anlardır. Bu araçları seyrettikçe çok güçlü bir mucit
    olma isteği kaplar zihnini. Aynı zamanda matematiği de sevmektedir ve akıldan yaptığı
    çok hızlı hesaplamalarla Profesörlerinin takdirini kazanmıştır. Ancak eliyle bu yaptığı
    hesaplamaları tahtaya yazmak ya da herhangi bir model çizmeyi başarabilmek Tesla için
    azaptan başka bir şey değildir ve bu işi düzgünce yapabilmesi için yıllarca uğraş verilmiştir.
    Okulun ikinci senesinde Tesla'nın en büyük hedefi hava basıncıyla sağlanabilecek
    sürekli bir hareket yaratabilmektir. Küçüklüğünde içi boş saplardan vakumlayarak
    yaptığı oyuncak tüfekler zihnini hep meşgul etmiş ve vakumun gücünü kullanmak
    istemiştir. Bir süre düşüncelerinde karanlıkta dolaştıktan sonra bir model geliştirmiş
    ve hava basıncını kullanarak bir silindirin sürekli rotasyonunu sağlamıştır.
    Bu sürekli hareket onu fazlasıyla sevindirmiş ve en çok istediği 'uçuş makinasının
    gücünü bu şekilde sağlayabileceğini düşünmüştür. O güne kadar, şemsiyeyle bina
    tepelerinden atlayıp kötü bir biçimde düşerek sürdürdüğü, cesaret kırıcı birçok
    hatırası vardır. Bu rotasyonu sağladıktan sonra eksiğinin sadece bu rotasyonla
    çırpacak kanatlar olduğu fikrine kapılır. Sonuç, vakumlu silindir tüpün içindeki
    hava basıncının ona dik açıyla etki eden dış hava basıncı yüzünden sızdırması ve
    kuvvetsiz rotasyona neden olmasıyla başarısız olmuştur.

    Yine bir kitap ve değişen hayat

    Tesla, yakalandığı hastalıklar yüzünden liseyi zorlukla bitirebilmiştir. Doktorlar
    durumunun çaresiz olduğunu düşünmüşler ve tedaviden bile vazgeçmişlerdir. Bu süreçte
    Tesla'nın sürekli olarak okuyabilmesine izin verilmiştir ve o da bu fırsatı, halk
    kütüphanesinden aldığı kitaplarla değerlendirmiştir. Bu dönemde daha sonra arkadaşı
    olacak Mark Twain'in ilk yazdıklarından bir eseri eline geçmiş ve bu kitabın büyüleyici
    etkisiyle umutsuz durumunu tamamen unutmuş ve mucizevi biçimde hızla iyileşmiştir.

    Carlstadt'daki Lise yılları

    Okul hayatına, teyzelerinden birinin yaşadığı Hırvatistan'ın Carlstadt şehrindeki
    yüksek lisede devam etmiştir. Orada kaldığı 3 yıl aradan sonra okulu bitirmesiyle
    bir dönüm noktasına gelmiştir. Bugüne kadar anne ve babası oğullarının bir rahip
    olacağından hiç şüphe etmemektedirler. Fakat bu düşünce Tesla için büyük bir endişe
    kaynağıdır. Çünkü okul yıllarında özellikle çok zeki olarak nitelediği profesörünün
    etkisiyle elektriğe merak sarmış ve bu büyüleyici dünya hakkında daha çok şey
    öğrenmeyi kafasına koymuştur.

    Yol ayrımı

    Okulu bitip de eve döneceği sıralarda babası onu Gospic'deki salgın hastalık
    sebebiyle ava çağırır. Av için gittiği şehirde kendisi de hastalığa yakalanır
    ve 9 ay boyunca yataktan kımıldayamayacak kadar kötü bir hastalık geçirir. Kendisi,
    enerjisinin tamamıyla bittiğini ve ikinci ve bu sefer galiba sonuncu defa ölümün
    kapısına geldiğini düşünür. Babası onun moralini iyi tutmak için elinden geleni
    yapmaktadır. Ve yine oğluna moral vermek için odasına girdiği bir sırada Tesla
    babasına; 'Belki' der 'Eğer sen benim mühendislik eğitimi almama izin verirsen
    iyileşebilirim.' 'Sen dünyadaki en iyi teknik okula gideceksin,' diye içtenlikle
    yanıtlar babası Tesla'yı. Zihninden ağır bir yükün kalkmasıyla kısa bir süre içinde
    ilaçlarında yardımıyla iyileşir. Herkes bu süreci şaşkınlıkla gözlemlemiştir.
    Babası bu hastalığın ardından oğluna sağlıklı ve doğal bir ortamda dinlenmesi ve
    egzersiz yapması için ısrar etmiş. Doğayla baş başa geçirdiği bu dönemde Tesla
    gezintilerine birçok kitap ve av takımlarıyla birlikte çıkarmış. Bu dönem onun
    hem zihnini hem de bedenini kuvvetlendirmiş. Gezintileri sırasında hayalinde birçok
    şey tasarlamış fakat tasarladıkları gibi tasarıların dayandığı kurallar da bilgi
    eksikliğinden dolayı hayaliymiş.

    Akıllara durgunluk veren tasarılar

    Bu döneme rastlayan iki tane ilginç tasarısı var Tesla'nın. Biri, mektup ve paketlerin
    denizaltına yerleştirilecek tüplerle su basıncı kullanılarak iletilmesini sağlayacak
    olan projesi, çok daha hayali olan diğeri ise, ekvatorun etrafına dünyaya bağlı olmadan
    kendiliğinden hareket eden bir halkanın inşa edilmesi ve bu halkaya istenildiği zaman
    dünyadan ulaşılarak, dünyanın kendi etrafında dönüşü sayesinde, trenlerin hiçbir zaman
    ulaşamayacağı saatte binlerce kilometre yol alınabilmesinin sağlanması. Bunun komik
    bir düşünce olduğunu otobiyografisinde Tesla da belirtir ama kendisinden daha kaçık
    ve komik bir NewYork'lu profesörden bahseder. Bu bilim adamı da atmosferdeki havayı
    çok sıcak olan bölgelerden ılıman olan bölgelere pompalamak niyetindedir ve bu amaç
    uğruna devasa büyüklükte bir araç bile yapılmıştır.

    En ünlü Politeknik Okulu

    Doğada dinlenerek geçirdiği bu bir senenin ardından Tesla, babasının seçtiği ve
    okullar arasındaki en ünlü ve eski olanlardan, Gratz'daki (Avusturya) politeknik
    okuluna gönderilir. O kadar memnun olur ki çalışmalarına büyük bir heves ve tempoyla
    başlar. Notları mükemmeldir, bütün derecelerde rekorları kırar ve hocaları tarafından
    en yüksek notlardan daha fazlasını hakkettiği düşünülür. Çalışmaya bütün günler dahil
    sabahın 3 ünde başlamakta ve gece 11'e kadar sürdürmektedir. Bütün sene bu şekilde
    çalıştıktan sonra evine kısa bir tatil için giderken ondan, özellikle babasının çok
    gururlanacağını düşünmektedir. Fakat babası onun hevesini kıracak derecede ilgisiz
    kalır. Bunun nedeni Babası öldükten sonra bulduğu bir kutu içindeki mektuplarla açığa
    çıkar. Profesörleri babasına, eğer çocuğunuzu okuldan almazsanız çok çalışmaktan
    kendini öldürecek yazmışlardır.

    Tesla'nın takıntıları ve 'canavar' Voltaire

    Tesla'nın dehşet verici kişiliğinin bir diğer özelliği de başladığı bir şeyi muhakkak
    bitirme takıntısıdır. Fakat bu tabağındaki yemeklerin kübik hesaplamalarını yapmaktan
    ya da her yaptığı tekrarlanan hareketlerin muhakkak 3'e bölünmesi zorunluluğundan
    daha ağır sonuçlar doğuracaktır. Bir gün, 'günde 72 fincan siyah kahve içen canavar'
    diye nitelendirdiği Voltaire'in bir cildini okumaya başladığında başına geleceklerden
    habersizdir. Çünkü o 'canavar' küçük harflerle dolu 100'e yakın cilt yazmıştır ve Tesla
    başladığı işi bitirmek zorundadır. En son cildi okuduktan sonra şöyle der: 'Bir daha asla'.

    Büyük düş

    Gratz'daki okulda yapılan deneylerde ilk defa 'Gramme Dinamo'yu görür. Bu dinamo
    bir jeneratör gibi çalışmakta ve tersine çevrildiğinde de bir elektrik motoru
    olmaktadır. Fakat çok fazla ses ve kıvılcım çıkaran verimsiz bir motor. Bunun
    üzerine düşündüğünde, kendisinin bu motoru kıvılcımlar çıkartmasına sebep olan
    fırçaları kullanmadan yapabileceğini iddia eder. Profesörü derste Tesla'yı şöyle
    yanıtlar. 'Bay Tesla büyük şeyler başarabilir ama kesinlikle bunu yapamayacaktır'.
    Tesla bunu yapmıştır! Gratz'daki okulu bitince 1880 de Prag'a gider, babasının
    arzusunu gerçekleştirmek için üniversite eğitimini orada tamamlayacaktır. Burada
    yaptığı çalışmalarda henüz amacına ulaşamayacaktır ama bu doğrultuda bir ilerleme
    olarak komütatörü(elektrik akımının yönünü değiştirir) makineden ayırmayı başarır.

    Belgrat Telefon Şirketi

    Amerikan telefon sistemi o dönemlerde Avrupa'ya yayılmaktadır ve Maceristan'da da
    Budapeşte’ye kurulacaktır. Bunu ailesinin maddi sıkıntısını hafifletmek için büyük
    bir fırsat olarak görür. Zaten şirketin başında da aile dostlarından kişiler
    bulunmaktadır. Burada yine çok kötü bir şekilde hastalanır. Tüm sinir sistemi
    iflas eder. Tesla, umutsuzca hayata yapışır ama asla bir daha iyileşeceğini beklememektedir.
    Fakat iyileşir ve bundan sonraki hayatında hiç durmadan, bir gün bile ara vermeden
    yıllarca çalışacaktır.

    Göethe'nin Faust'u ve döner manyetik alanın icadı

    Hayatı tekrardan kazanmıştır ve derinlerde, esasında bunun beynin kazandığı ama
    henüz dışa ulaşmamış bir savaş olarak görür. Ve bir hafta sonu Şehir Parkında
    arkadaşıyla yaptığı bir gezi sırasında Göethe'nin Faust'unu ezberden okurken birden
    fikir aniden bir flaş gibi patlar beyninde. Bir sopayla kuma diyagramı çizer ve
    arkadaşına, kendisine bir makina kadar gerçek görünen çizimi göstererek, 'bak
    motorumu görebiliyor musun' diye sorar. Bu plan, AC (Alternatif akım) akımdan
    yararlanmayı sağlayacak ilk adım olmuştur. Döner manyetik alanın prensiplerini
    belirlemiş ve endüksiyon motorunu tasarlamıştır.
    Telefon şirketindeki çalışmasına kaderin bir cilvesi olarak, teknik ressam olarak
    başlamıştır. Sonraları departmanın başındaki kişinin ilgisini çekmiş ve hesaplamalar,
    dizayn etme ve yeni makinaların yerleştirilmesinde karar verme yetkileriyle
    donatılmıştır. Telefon santrali çalışmaya başlayana kadar orada çalışmış ve o
    günün telefon teknolojisine, patentini hiç bir zaman üzerine almadığı ama onun
    tarafından icat edildiği bilinen araçlar yaparak katkıda bulunmuştur.

    Edison'la tanışma ve büyük umutlar ülkesi 'Amerika'

    Nikola Tesla, 1882 yılında bir arkadaşının önerisiyle Paris'e, Edison şirketinin
    bürosuna çalışmaya gitmiştir. Burada Edison'un yakın arkadaşı ve yardımcısı
    Mr. Batchellor ve bir kaç Amerikalıyla daha tanışır. Ancak tek tanıştığı
    Amerikalılar değil 'amerikan yaşam biçimi(american way of life) ' de olmuştur.
    Daha sonraları çok acı çekmesine ve delilik olarak adlandırılabilecek araştırma ve
    açıklamalar yapmasına sebep olacak sinir bozukluklarına sürükleyecek bu tarz o
    zamanlarda ona sadece komik görünür. 'Amerikalılar benle çok ilgiliydiler,
    özellikle de bilardo oynamadaki üstünlüğümle. Bu baylara bu konudaki icadımı
    anlattım ve baylardan biri bana hemen bir hisse senedi(borsa) şirketi kurmayı
    önerdi. Bu teklif bana son derece komik geldi ve ne demek istediği konusunda,
    bunun bir amerikan tarzı olması dışında çok küçük bir fikrim vardı'.
    Tesla bu dönemde bir Almanya bir Fransa arasında gidip gelmeye başlar.
    Güç ünitelerinin onarımı için çalışmaktadır. 1883 yılında bir görev için
    gittiği Strazburg'da, saatlerce çalışmanın sonunda, fırça ve komütatör
    kullanmaksızın ilk endüksiyon motorunu yapmayı başarır. Strazburg'daki işini
    başarılı bir biçimde bitirdikten ve şirketinin önemli miktarlarda para
    kaybetmesini önledikten sonra Paris'e geri döner. Edison'un arkadaşının ısrarıyla
    bundan sonraki çalışmalarını yürütmesi için 'büyük umutların ülkesi' Amerika’ya
    hareket eder. Hiç bir zaman para konularında başarılı olmayacak olan Tesla'nın
    New York'a vardığında cebinde yalnızca 4 senti vardır.
    Edison'la tanışmasının hayatında unutulmaz bir an olduğunu söyler. Bilimsel bir
    eğitim görmemiş ve çocukluğunu bazı avantajlardan yoksun olarak geçirmiş bu harika
    adam onu hayrete düşürmüştür. Bu durumda olduğu halde çok şey başarmış biridir.
    Kendisi, bir düzine dil üstüne çalışmış, sanat ve edebiyat dünyasına dalmış,
    ve en iyi yıllarını kütüphanelerde, Newton'un prensiplerinden Paul de Kock'un
    romanlarına kadar, eline geçen her türden kitabı okuyarak geçirmiş ve Edison'la
    tanıştığında da, bu adamın karşısında bütün bu yılları boşuna yaşamış olduğunu
    hissetmiştir. Daha sonra yavaş yavaş bu düşüncelerinden sıyrılmış aynı zamanda da
    yine bu dönemde yaptığı başarılı çalışmaları sebebiyle Edison'un güvenini kazanmıştır.

    Tesla Elektrik Şirketi ve Wetinghouse anlaşması

    Bir anlaşmazlık yüzünden Edison'un şirketinden ayrılır ve kendi geliştirdiği alternatif
    akım motorunu yapabilmek için birkaç bankerin desteğiyle kendi şirketini kurar.
    Esasında bankerlerin ondan istediği bu alternatif akım(AC) ile ilgili şeyler değildir.
    Hali hazırda kullanılan bir (DC) doğrusal akım vardır ve bu konu onlar çok ilgilendirmemektedir. Onlar Tesla'nın ark lambalarını istemektedirler. Tesla Electric Co. 1887 yılında kurulur ve finansörlerinin istediği ark lambalarını tamamen hallettikten sonra kendi esas istediği işle uğraşmaya fırsat bulacaktır. Kendi laboratuarının kurulmasıyla burada tam da zihninde tasarladığı gibi birçok motor meydana getirir. 1888 yılında Westinghouse Şirketiyle yapılan bir anlaşmayla, patentini aldığı 40 temel icadı, 1 milyon dolar gibi bir fiyata bu şirkete satılır. Tesla'nın jeneratörleri Niagara Şelalelerinde kullanılır. Böylelikle de Edison'un en önemli rakibi haline gelmiş olur. Westinghouse, bugün de halen kullandığımız, Tesla'nın buluşu olan elektrik sistemini (AC-alternatif akım) , kendi temeline oturtur. Edison'un DC-doğrusal akımı 1 kilometre ötedeki bir lambayı bile yakamazken Tesla'nın AC-alternatif akımı sayesinde çok yüksek voltajlar da transfer mümkün olabilmektedir. Bugün bütün dünyanın kullandığı sistem Tesla'nın 19.yy'ın sonlarında geliştirdiği 'AC-alternatif akım'dır.
    Tesla'nın, manyetik alanın rotasyonuyla ilgili prensipleri ve endüksiyon motoru onun
    daha sonra oluşturduğu çok fazlı alternatif akımının kullanımını sağlamış ve diğer
    icatları -dinamolar, transformatörler, endüksiyon bobinleri, kondansatörler, ark ve
    akkor lambaları- ile Tesla, elektrik enerjisinin kitlesel kullanımına paha biçilmez
    bir yardımda bulunmuş ve bütün bu icatlar bugünkü dünyamızın yaratılmasını; elektrik
    enerjisinin endüstriden evlere kadar insanlığın yararına her yere girmesini sağlamıştır.

    Yüksek Frekans çalışmaları ve Tesla Coil(Tesla Bobini)

    Tesla 1889'un sonlarına doğru Pitsburg'dan New York'daki laboratuvarına döner dönmez
    yüksek-frekans makineleriyle(high-frequency machines) ilgili çalışmalarına kaldığı yerden
    devam eder. Bu keşfedilmemiş alandaki yapım aşamasının problemleri çok yeni ve pek tuhaftır.
    İndükleme tipini(induction type) , kusursuz sinüs dalgaları oluşturabilmekten uzak olduğu
    için reddeder. Sinüs dalgalarının rezonans için çok önemli olduğunu söyler. Nihayetinde,
    çalışmalarının sonucunda, farklı bir amaçla icad edilmiş de olsa, 1891 yılında bugün
    radyo, televizyon ve bilgisayar teknolojisi başta olmak üzere birçok elektronik ekipmanda
    kullanılan Tesla Bobinini(Tesla Coil) keşfetmeyi başarır.
    Tesla Bobini, radyo frekanslarında yüzbinlerce volta varılmasını sağlayan yüksek-frekans
    transformatörüydü. Elektrik akımı bu aletin tepesinde sıçramalara neden oluyor ve mavi
    kıvılcımlar çıkartıyordu. Bu elektrik deşarjlarının bir alıcı tarafından kablosuz olarak
    alınabilmesi elektrik enerjinin kablosuz transferini sağlamış olacaktı. 1891 yılında
    Tesla'nın laboratuarında yaptığı küçük makineler sadece 10-15 cm lik sıçramalar(deşarjlar)
    meydana getirebiliyordu. 1900 yılında yaptığı daha büyük olanlarda ise 100 lerce metrelik
    sıçramalar elde etmeyi başarmıştı. Söylendiğine göre, yüksek frekanslardaki elektrik
    akımları vücuda zarar vermeden derinin üzerinde dolaşabildiği için Tesla'da bu kıvılcımları
    parmaklarından alıp vücudunda dolaştırabilirmiş.
    Tesla Bobini, onun için yepyeni bir başlangıç demekti. Bütün yaşamı boyunca düşündüğü
    doğal enerjinin insanlık yararına kullanılması açısından çok önemli bir adım olmuştu.
    Bu alet sayesinde elektriğin çok yüksek frekanslarda kablosuz olarak transferinin mümkün
    olacağını düşünüyordu. Ve kuracağı merkezlerle küçük bir kaynaktan yükselterek elde ettiği
    elektrik enerjisini (milyonlarca volt) kablosuz olarak dünyanın istediği yerindeki
    alıcılara ulaştırabilecekti. Bunu yapabilmek için en iyi iletken dediği yerküreyi
    kullanıyordu. Bu bizim AC sisteminde evlerimizde kullandığımız topraklama gibi düşünülebilir; yerküre esasında kendisine aktarılan elektriği kaybetmez ve topraklanan akım gücünün yettiği yere kadar dalgalar halinde yayılır. Tesla, çok kuvvetli elektrik akımlarını topraklıyordu ve bu akımı başka bir akımla aynı yerden topraklayarak destekliyor ve dalgayı kuvvetlendiriyordu. Böylece saniyede 300.000 km hızda hareket eden (ışık hızıyla aynıdır) elektrik dalgaları, dünyanın merkezinden geçerek diğer taraftan dünyanın yüzeyine çarpıyor ve tam olarak aynı noktadan geri dönüyordu. Salıncak örneğinde olduğu gibi küçük küçük ama aynı kuvvette ittirmelerle rezonans mantığına göre yükselen salıncak gibi elektrik dalgaları da her geri gelişlerinde daha kuvvetli oluyor ve daha yükseğe sıçrayabiliyorlardı (Bu metot 1950 yılında Ay'ın ve 1970 yılında Venüs'ün haritasının çıkarılması için de kullanılmıştır) . Radar ışınları aya ve venüse gönderilerek bu ışınların geri dönüş hızlarından dünyamıza ne kadar uzakta oldukları belirlenmişti.)

    X-ışınları ve Röntgen cihazı

    Tesla'nın bu aleti icat ettiği 1891 yılı onun aynı zamanda Amerikan vatandaşlığına geçtiği
    tarihtir. Tesla'nın bu dönemdeki çalışmaları değerlendirildiğinde başka bir gerçek daha
    ortaya çıkmıştır: 1895 yılındaki icadıyla X-ışınlarının mucidi olarak bilinen Wilhelm
    Röntgen'den 3 yıl önce Tesla bu ışınlarla deneyler yapmış ve insan vücudunun iç kısımlarına
    ait başarılı resimler elde etmiştir.

    Kablosuz yanan ampuller ve Faraday'ın koltuğu

    Tesla, yine aynı dönemde yaptığı laboratuvar çalışmalarında elektrotsuz vakumlanmış tüpleri
    odanın içinde oluşturduğu gerekli yoğunlukta elektrik alanıyla kablosuz olarak yakmayı
    başarmıştı. Bu deneyin halk önünde tekrarlanmasından sonra Tesla, dünyanın her yerinden
    çağrılar almaya başlar. Bunlardan bir tanesini değerlendirir ve 1892 yılında Londra’da Elektrik Mühendisleri Enstitüsü'nde ders vermeye gider. Oradan Paris'e geçmek üzereyken Sir James Dewar'ın karşı konulmaz bir ısrarla Kraliyet Enstitüsü'nde de gösterisini tekrarlamasını ister. Burada Dewar Tesla'yı bir koltuğa iterek eline bir bardak viski verir ve 'şimdi' der: 'Faraday'ın sandalyesinde oturuyor ve onun içtiği viskiyi yudumluyorsun'.
    New York'daki laboratuarına döndükten sonra tekrardan çalışmalarına başlar, 1895 de
    laboratuarının şüpheli bir şekilde yanması bir süreliğine de olsa çalışmalarına ara
    ermesine neden olur. 1899 yılında ise kendisine ücretsiz enerjinin teklif edildiği
    Colorado’ya gider. Colorado günleri, topraktan çarpılan insanlar ve insan yapımı şimşek
    Tesla, dev büyüklüğe sahip bobinini kullanarak dünyadan bir iletken olarak yaralandığı
    ilk deneylerini burada gerçekleştirir. En önemli icadı denilebilecek 'sabit karasal
    dalgaları (terrestrial stationary waves) ' burada kullanmaya başlar. Deneyleri sırasında
    yerküreye elektrik verdiğinden, laboratuarı çevresinde dolaşan insanların ayakları
    arasında elektrik sıçramaları meydana geldiği ve etraftaki çiftliklerde ayaklarındaki
    demir nallar yüzünden atların çılgına döndüğü anlatılmaktadır. Bu şehirdeki sonunu belki
    delice denilebilecek şekilde kendisi hazırlamış, şehrin ana jeneratörünün yanmasına sebep
    olmuştur. Bir gün deneyi sırasında muazzam sıçramalar elde etmeyi başarmıştır, fakat bu
    sıçramalar bir süre sonra bir şimşekten çok daha korkutucu olmaya ve çıkan sesler bütün
    bir şehirden duyulur hale gelmiştir. En sonunda ise şehrin ana jeneratörü yanmış ve bütün
    bir şehir karanlıkta kalmıştır. Tesla, rezonans sayesinde kademe kademe yükseltmeyi
    amaçladığı sıçramaları başardığını anlasa da deneyi durdurmamış ve en son nereye kadar
    gidebilir diye laboratuarının dışarısında bu büyük 'canavar'ını seyre dalmıştır.
    Sonuç: Bir daha kimse Tesla'ya ücretsiz enerji önermek gibi bir 'hata'ya düşmemiştir.

    Wardenclyffe Projesi, bedava enerji ve Tesla'nın yenilgisi

    1900 yılında New York'a dönen Tesla, J.Pierpont Morgan adında bir finansörün 150 bin
    dolarlık desteğiyle, Long Island'da kablosuz iletişim amacına yönelik dev kulesinin
    inşasına başlar(Wardenclyffe Profesi) . Bu verici istasyonu, piramit şeklinde sekizgen
    ve 54 metre yüksekliğinde yapılır. Wardenclyffe'in bu kule sayesinde dünyanın merkezi
    olacağı sanılır. Tesla'nın bu desteği alabilmesini sağlayan, onun bu kule vasıtasıyla
    çok uzaklara resim, mesaj, ses ve her türden veriyi gönderebileceği iddiasıdır.
    Hâlbuki Tesla'nın daha büyük bir amacı daha vardır. Sürekli olarak aşağı gördüğü
    hertziyan dalgalarla uğraşmamakta ve kendi 'teta4-dalgaları' olarak anılacak olan
    elektrik dalgalarıyla kablosuz enerji aktarımı sağlamaya çabalamaktadır. Amaç yine
    aynıdır: Tüm insanlığa bedava enerji sağlamak! Tesla, bu sefer çok ileri gitmiştir. Bu kapitalist sistemin kar mantığını kökünden zedeleyebilecek felaket bir fikirdir. Bedava enerji, petrol gibi çok önemli bir ekonomik kaynağı yararsız hale getirebilecek ve tüm endüstrinin dönüşümünü sağlayabilecek bir tehlikedir. 1903'deki bu açıklamasından sonra arkasındaki bütün destekler çekilmiş ve yavaş yavaş ismi kitaplardan silinmeye başlamıştır. Bunda o günkü ekonomik durumunda etkisi vardır. Marconi 150 bin dolardan daha ucuza Atlantik'i aşan ilk mesajı yollamayı başarmış ve şirketinin hisseleri borsada kapış kapış satılmaya başlamıştır. Tesla'nın şirketi gözden düşmüştür. Tesla ise Marconi'nin yaptığının kendisinin hâlihazırda yapabildiği ve Marconi'nin zaten kendisine ait patentleri kullanarak bunu yaptığını, önemsiz ve basit bir iş olduğunu söylemiş ve kendi amacının gerçekte ne olduğunu açıklama gafletinde bulunmuştur. Bu tarihten itibaren birçok kimse tarafından bir deli olarak
    anılmaya başlanacaktır. 1904 yılında Colorado Springs'deki elektrik şirketi Tesla'yı uğrattığı zarardan dolayı mahkemeye vermiş ve 180 dolarlık mahkeme parasının ödenebilmesi için oradaki laboratuarı satılmıştır. 1906 yılında yaptığı icatlarla zengin ettiği George Westinghouse, Tesla'nın kablosuz enerji iletimi önerisini geri çevirmiştir.

    Nobel Ödülü
    1915 yılında kendisine Edison'la birlikte fizik dalında önerilen Nobel ödülünü geri kabul
    etmemiştir. Maddi olarak çok büyük zorluk içinde olduğu halde şöyle demiştir: 'Böylesi
    bir ödül bir insan için çok büyük imkânlar sağlayacaktır. Bin yıl boyunca daha birçok
    Nobel ödülü kazananlar olacaktır. Ve benim, teknik literatürde kendi adımı taşıyan 4
    düzine kâğıdı dolduracak patentim var. Bunlardan sadece bir tanesini için bile, bundan
    sonra verilecek binlerce Nobel ödüllerinin tümünü verebilirdim...'

    Sibirya'da yanan orman, patlayan Fransız gemisi ve Tesla'nın savaş teknolojileri
    1915 yılında Tesla kablosuz enerji iletimiyle ilgili yaptığı açıklamalara devam etmektedir.
    Bu teknolojinin aynı zamanda muazzam bir yok edici kuvveti de olabileceğini ara ara yaptığı
    açıklamalarda tekrarlamaktadır. Sonradan Amerikan'ın 'Yıldız Savaşları' projesine kaynak
    olacak bütün savaş makinası çalışmaları ve yaptığı açıklamalar 'Wardenclyff Projesi'ne
    desteğin çekilmesi ve kendisini sübvanse edebilecek finansör bulamamasından sonra başlamıştır.
    Uzaktan kumanda teknolojisinin de mucidi olan Tesla bu yıllarda, görünmez mesafelerden kontrol edilebilen torpidolar yaptığını ama elektrik dalgalarının çok daha yıkıcı olduğunu iddia etmektedir. Bu açıklamalar yüzünden bazı olaylarda Tesla'nın izi aranmaktadır. 1907'de
    elektrik sıçramasının sebep olduğu bir patlamayla batan Fransız gemisi 'Iena' ve 1908'de
    Sibirya'da bulunan Tunguska nehrini çevreleyen 200-250 bin hektarlık bir ormanın, 10-15
    megatonluk bir patlamaya eşdeğer bir patlamanın ardından yanarak yok olması... Bunlar
    elbette kanıtlanmış değildir ama tam da Tesla'nın her türden yok edici silahı icad
    ettiğini söylediği yıllara rastlayan sıradışı olaylardır.

    Bitmemiş Otobiyografi

    Dünyanın belkide en önemli mucitlerinden biri olan Tesla'nın bu tarihlerden sonraki yaşamı
    çok belirgin değildir. İzole edilmiş bir yaşam sürmüş, basına verilen yıllık doğum günü
    partilerinde buluşlarının yok edici özelliklerinden bahsederek icatlarına ilgi çekmeye
    çalışmıştır. Birde 1919 yılında, 'Electrical Experimenter' dergisinde bitirmediği bir
    otobiyografisi yayınlanmaya başlamıştır. Deriginin satışları birden rekor seviyede artmış
    fakat önerilen çok büyük paralara rağmen yazmaya devam etmemiştir.

    Elektrik Vadisi ve Tesla(T) birimi

    Tesla'yı anlatabilmek için söylenmesi gereken en önemli şey onun kendi zamanının çok
    ötesinde olduğudur. Tesla'nın ismi, her ne kadar çok büyük bir değere sahip olduğunun
    bir göstergesi olarak 'manyetik akışın metrik birimi(T) 'ne verilmişse ve ismi en önemli
    fizikçiler ile birlikte Pensivenya eyaletindeki elektrik vadisindeki sokaklardan birinde
    bulunuyorsa da, zamanla unutturulmuş ve onun teknolojileri üzerine karanlık projeler
    üretilmeye başlanmış olduğu iddiaları dünyayı kaplamıştır. Soğuk savaş yıllarında her
    iki tarafın da bu teknolojiyi kullandığı ileri sürülmüş bütün bir nükleer savunma ve
    saldırı amacını güden 'Yıldız Savaşları' projesinde bu teknolojiden yararlanılmıştır.
    'Ölüm ışınları, ultra düşük dalgalar, çok yüksek frekanslar, atmosferdeki elektrik
    enerjisinin değerlendirilmesi, atmosfere elektrik dalgaları yayarak bunun dünyanın
    her yerinden kullanılmasının sağlanması, radyo frekanslarıyla uzaktan kumanda edilebilen
    bugün kullanılan füzeler, yüzlerce mil etkili bir elektrik kalkanının oluşturularak girmeye
    cesaret eden düşmanın anında yok edilebilmesi, v.b. bize bugün bile hayali gelebilecek bir
    çok projenin ardında Nikola Tesla'nın teknolojisinin geniş izlerine rastlanmaktadır.
    1930'larda Tesla, söz konusu ölüm ışınını ve kimsenin geçemeyeceği Tesla kalkanının
    yapılabileceğini açıklamıştır.
    İnsanlığa bedava enerji sağlama idealiyle yola çıkmış büyük bir mucidin projelerine destek
    bulabilmek amacıyla zaman içinde savaş teknolojileri üzerine çalışmaya başlaması trajiktir.
    1. ve 2. Dünya Savaşlarını yaşamış olan Tesla esasında bir savaş karşıtı olduğunu söylemiştir.
    Fakat barışın devamlılığı için en güçlü silahların yapılması gerektiğini de ileri sürmüştür.

    Tek kabul ettiği yardım: Emekli maaşı

    Tesla 1943 yılında 87 yaşında ölmüştür. O güne kadar, biri hariç, geçimi için Westinghouse da dahil olmak üzere zengin arkadaşlarının teklif ettiği hiç bir yardımı kabul etmemiştir.
    Bu yardımda 1936 yılında ona Yugoslavya tarafından bağlanan emekli aylığıdır. Öldüğünde
    yanında en sevdiği hayvanlar olan güvercinleri bulunmaktadır.

    Amerikan yüksek mahkemesinin kararı: Radyo'nun gerçek mucidi Tesladır.
    Nikola Tesla'nın adı Amerikan kaynaklı kitaplardan silinmiş de olsa değeri kendi ülkesinde
    fazlasıyla bilnmektedir ve Belgrad'da adına bir müze kurulmuştur. Ayrıca Westinghouse
    müzesinde de kendi adına bir bölüm bulunmaktadır. Niagara Şelalelerindeki su türbinlerinin
    orada da bir heykeli vardır. Ayrıca Amerikan adaletinin en yüksek karar mercii olan 'supreme court' 1943 yılında daha önceden Marconi karşısında kaybettiği ve kendi buluşu olan Radyo'nun o güne değin hatalı bir biçimde Marconi'nin ismiyle anılmasını durduracak kararı vermiş ve Radyo'yunun icadının gerçek sahibinin Tesla olduğunu söylemiştir.

    Zamanın ötesindeki bilim adamı

    Tesla, daha yaşarken efsane bir isim olmuş ve elektriğin tanrısı olarak anılmaya başlamıştır.
    Elektrikle istediği her şeyi yapabilen bu mucidin 700'ün üzerinde patentli icadına rağmen geniş bir kesim içinse yararlı bir kaç buluşu haricinde tam bir delidir. Adının uzun bir zaman
    hafızalardan silinmesinin ve sadece çok küçük bir kesim içinde tanınmasının ardında ilginç
    iddialar yer almaktadır. Tesla'nın kapitalist sistemi çökertebilecek enerji teknolojisinin
    fazla derinlemesine araştırılması istenmemiştir ayrıca bu teknolojiyle süper güçlerin gizli
    projeler yürüttüğü iddiaları araştırmaya değerdir.
    Tesla, New York’taki laboratuarında yaptığı deneylerde bir kaç kilometreden hissedilen bir
    deprem yaratabilmiş sıra dışı bir muciddir. Yıllar önce kablosuz iletişim de, sadece sesin
    ya da yazının değil her türden görüntünün aktarılmasının mümkün olduğunu düşünebilen bir
    kişidir. Dünyanın bütün iletişimini ve en önemlisi de enerji ihtiyacını kablosuz olarak
    atmosferden ve yerküreden yararlanarak sağlayabileceğini iddia etmiştir. Uzaktan kumanda
    teknolojisini icat etmiş ve çok büyük kalabalıklar önünde müzesinde de görebileceğiniz
    ilk uzaktan kumandalı gemi maketini yüzdürmeyi başarmıştır. Üzerinde çalıştığı ve sürekli
    olarak Hertz dalgalarından çok farklı ve çok çeşitli iletişimlere imkân sağlayan değişik
    dalga türleri üzerine çalışmıştır. Milyonlarca voltluk elektrik akımlarının her tarafa
    sıçradığı bir odada sakince kitabını okuyabilecek kadar egemendir elektriğe...sosyalist bilim adamı teslanın hayatı.


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • matematik18.08.2007 - 22:34

    Bilim Tarihinde Matematik
    Matematikle ilgili eserler incelendiğinde, birinci grup olarak Eski Yunan matematikçilerinden Thales (M.Ö. 624-547) , Pisagor (M.Ö. 569-500) , Zeno (M.Ö. 495-435) , Eudexus(M.Ö. 408-355) , Öklid (M.Ö. 365-300) , Arşimed (M.Ö. 287-212) , Apollonius (M.Ö. 260? -200?) , Hipparchos (M.Ö. 160-125) , Menaleus (doğumu, M.Ö. 80) İskenderiyeli Heron (? -M.S.80) , Batlamyos (85- 165) ve Diophantos (325-400) ile bunların çağdaşlarının adları görülür.

    Daha sonra, ikinci grup olarak da Batı Dünyası matematikçilerinden; Johann Müler (1436-1476) , Cardano (1501-1596) , Descartes (1596. 1650) , Fermat (1601-1665) , Pascal (1623-1662) , Newton (1642-1727) , Leibniz (1646-1716) , Mac Loren (1698-1748) , Bernoulli'ler (Bu aileden sekiz ünlü matematikçi vardır. Bunlar; Jean Bernoulli (1667-1748, Jacques Bernoulli 1654-1705, Daniel Bernoulli 1700-1782...) , Euler (1707-1783) , Gaspard Monge (1746-1818) , Lagrange (1776-1813) , Joseph Fourier (1768-1830) , Poncolet (1788-1867) , Gauss (1777-1855) , Cauchy (1789-1857) , Lobaçevski(1793-1856) , Abel (1802-1829) , BooIe (1815-1864) , Riemann (1826-1866) , Dedekind (1831-1916) , H. Poincare (1854-1912) ve Cantor (1845-1918) ile bunların çağdaşlarının adları belirtilir.

    Yukarda; birinci grup olarak belirttiğimiz; Eski Yunan (Antik çağ, Grek) matematikçileri; M.Ö. 8. yüzyıl ile M.S. 2. yüzyıl arasında, ikinci grup olarak belirttiğimiz Batı Dünyası matematikçileri ise, 16. ile 20. yüzyıl arasında yaşamışlardır. Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. 16. yüzyıldan önceki zaman içerisinde matematik konularında hiç bir araştırma ve çalışma olmamış mıdır? Özellikle, İslamiyetin ilk yılları olan 7. yüzyıl ile 16. yüzyıl arasında yaşamış olan Türk - İslam Dünyası matematik bilginlerinin varlığı ve çalışmaları görmezlikten gelinmiştir.

    Gerçek olan şu ki; Türk - İslam Dünyası matematikçileri, yukarıda birinci grup olarak adlarını belirttiğimiz Eski Yunan bilginlerinin ortaya koyup, yeterli çözüm getiremedikleri, matematik sorunlarına yeni çözümler getirdikleri gibi, bu bilime yeni sistem, kavram ve teorem kazandırmışlardır. Bu başarılarının sonucu bugünkü ileri matematiğin temelini atmışlardır. Her ne kadar, Batılı bazı bilim tarihçileri, Eski Yunan matematiğini geliştirmiş olmakla vasıflandırıyorlarsa da, son yüzyıl içinde yapılan araştırmalar, bu hükmün temelinden yanlış olduğunu ortaya koymuşlardır.

    Ülkemizde, evrensel nitelikteki kendi alimlerimizin bilimsel yönlerine gereken ve yeterli önem verilmezken; Batı'da, özellikle son yüzyıl içerisinde, bilginlerimize ait yüzlerce cilt eser ve makalelerin yayınlandığı, hatta bu bilginlerimiz için, yaşadığı yüzyıllara adlar verildiği ve anma törenleri düzenlendiğini görmek mümkündür. Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse; dünyada ilk cebir kitabı yazanın Harezmi (Harezm 780-Bağdat 850) , trigonometrinin temel bilginlerinden olan sinüs ve cosinüs tanımlarını ilk açıklayan el-Battani (Harran 858-Samarra 929) , tanjant ve cotanjant tanımları ile ilgili temel bilgileri Ebu'l Vefa (940-998) , Pascal'a (Blaise Pascal 1623-1662) izafe edilen ve cebirde önemli kuralları ihtiva eden 'Binom Formülünün' Ömer Hayyam'a (1038-1132) ait ve Kepler'in (Johannes Kepler 1570-1630) araştırmalarına rehberlik edenin İbn-i Heysem (965-1039) olduğunu belirtebiliriz. Ayrıca Sabit bin Kurra (826-901) için 'Türk Öklid'i' bilim dünyasının en büyük alimi, Beyruni (Bruni) (973-1052) için 'Onuncu Yüzyıl Bilgini', ünlü Türk hükümdarı Uluğ Bey için 'On Beşinci Yüzyıl Bilgini' öğrencisi Ali Kuşçu için 'On Beşinci Yüzyıl Batlamyos'u' dendiğini de belirtmek mümkündür.

    Yukarda sadece birkaçının adını belirttiğimiz 8. ile 16. yüzyıl Türk - İslam Dünyası alimlerinin eserleri, Batı'da 'Tercüme Yüzyılı' olarak adlandırılan 12. yüzyıl başlarından itibaren, önceleri zamanın bilim dili olan Latince'ye, daha sonradan da, öteki Batı dillerine çevrilmiştir. Çevrilen bu eserlerin asılları ise, Doğu Yazma Eserleri ile zengin olan Avrupa kütüphanelerinde muhafaza edilmekte ve hala, ilgili bilim adamlarının elinde, gerektiğinde temel müracaat kitabı, ya da kaynak eser olarak değerlendirilmektedir.

    Bazı kaynaklar, matematiğin kurucusu ve geliştiricisi olarak, Batı dünyası matematikçilerinin adlarını belirtir. Gerçekte; Avrupa, 8. ile 16. yüzyıl Türk - İslam Dünyası matematikçilerinin hazırlamış oldukları temel eserlerden büyük istifadeler sağlayarak, matematiği, bugünkü ileri seviyesine ulaştırabilmişlerdir. Öyle ki; Türk - İslam Dünyası matematikçileri, Batı dünyasının ilmi düşünce ve araştırma duygularını ateşleyerek harekete geçirip beslediler ve yeni bir canlılık kazandırdılar. Cebir, geometri, aritmetik ve trigonometri konularında Batı'yı kendi görüş ve keşiflerine dayanarak ilerleyebileceği seviyeye getirdiler. 16. yüzyıl sonları için İtalyan matematikçi Cordano'nun (1501-1576) adını belirtebiliriz.

    17. yüzyılda; İngiliz (İskoçyalı) John Napier (1550-1617) , İsviçre matematikçilerinden Gulden (1577-1643): İtalyan matematikçilerinden Cavalieri (1598-1647): Fransız matematikçilerinden René Descartes (1596-1650) , Desargues (1593-1662) , Blaise Pascal (1623-1662) , Pierre Fermat (1601-1663): Hollandalı matematikçi Huygens'in (1629-1695) adlarını belirtebiliriz. Bu kişilerden J. Napier logaritmaya ait sistemleri ortaya koymuştur. R.Descartes de analitik geometriye ait yeni bazı temel esasları ortaya koymuş, mevcut analitik geometri bilgilerini sistemleştirmiştir. Diğer matematikçiler de, matematiğin çeşitli dallarına ait, bazı yeni temel bilgiler kazandırmışlardır.

    18. yüzyılda; İsviçre matematikçilerinden; Bernouilli (Jacques I 1654-1705) , Cramer (1704-1752) , Leonard Euler (1707-1783) , Alman matematikçilerinden Gottfried Wilhelm Leibniz (1146-1716) , İngiliz matematikçilerinden lsaac Newton (1642-1727) , Mac Loren (1698-1746) , İtalyan matematikçilerinden Ceva (1648-1734) , Riccati (1676-1754) , Fransız matematikçilerinden Clairaut'in (1713-1765) adlarını belirtebiliriz.

    19. yüzyıl Fransız matematikçilerinden; Joseph Louis Lagrange (1736-1813) , Gaspard Monge (1746-1818) , Pierre Simon Laplace (1749-1827) , Joseph Fourier (1768-1830) , Galois (1811-1832) , Legendre (1752-1833) , F. W. Bessel (1784-1846) , Augustin Louis Cauchy (1789-1857) , Jean Victor Poncolet (1788-1857) , Poinsot (1771-1859) , Brianchan (1785-1864) , Dupin (1784-1873) , Chasley (1793-1880) , Charles Hermite (1822-1901): İtalyan matematikçilerden Carnot (1753-1823): Norveç matematikçilerinden Niels Henrik Abel (1802-1829) , Alman matematikçilerden, Jacobi (1804-1851) , Carl Friedrich Gauss (1777-1855) , Bernhard Riemann (1826-1866) , Leopold Kronecker (1823-1891) , Eduard Kummer (1810-1893) , Weierstrass (1815-1897): Sovyet matematikçilerinden Nikolay Ivanoviç Lobaçevski (1793-1856) , Sonia Kowallewska (1850-1891): İngiliz matematikçilerden Georg Boole (1815-1864) , Cayley (1821-1895) , James Joseph Sylvester (1814-1897) ve İrlandalı matematikçi William Rawan Hamilton (1805-1865) adlarını belirtebiliriz. Bu kişilerden; Gaspart Monge, tasarı geometrinin; Carnot, konum geometrisinin; Newton, sonsuz küçükler geometrisini; Pascal, Huygens ve Fermat da, olasılık hesabını ve gökmekaniğini geliştirdiler.

    20. yüzyıl başları için; Alman matematikçilerinden Dedekind (1831-1916) , L.Fhillip Cantor (1845-1918) , Fransız matematikçilerinden Henri Poincare'nin (1854-1912) , ülkemizde de, Henri Poincare'nin öğrencisi Salih Zeki'nin (1864-1921) adlarını belirtebiliriz. Daha sonra gelen; Alman, İngiliz, Fransız, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Japonya ve Hindistan ile Çin'de yetişen matematikçiler, matematiğe kazandırdıkları yeni bilgiler ile, matematiği insan zekasının en yüksek eseri haline getirmeyi başardılar.

    Yapılacak kısa açıklamalardan sonra, şu gerçek ortaya çıkacaktır. Bugünkü ileri matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi (gökbilim) ve fiziğin temel bilgileri, uygulamaları ile birlikte, başlangıçta, Eski Mısır ve Mezopotamya'da vardı. Daha sonraları bu bilgiler, Eski Yunan, Eski Hint ve 8. ile 16. yüzyıl Türk - İslam Dünyasında ileri seviyeye gelmiştir. Bilahare 17. yüzyıl sonrası, Batı Dünyasında yapılan çalışmalar sonucunda, bugünkü 'Saadet Devrine' ulaşabilmiştir. Bu gelişimde, 17. yüzyıl öncesi medeniyetlerin şeref payları inkar edilemeyecek kadar açıktır.

    PATİ[email protected]
    , HARAMİ[email protected]

  • realizm18.08.2007 - 22:19

    Realizm Nedir?


    Varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolduğunu ileri süren görüş. Realizm bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin, kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliğini adlarla sınırlayan adcığın ve ortaçağın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.

    Felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. Bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.

    İlkçağda kendiliğinden realizm vardı. Kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. Buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. Çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. Dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. Bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.

    Nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ Yunanlılarınca atılmıştır. Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. Bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. Tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. Gerçek olan, eşekler (bireysellikler) değil, eşeklik (tümel) tir. Çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. Eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. Bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. Gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. Dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. Tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. Bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.

    Eleacılık, Platon ve Aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. Tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. Bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. Bu realizm metafizik kapsam içindedir. Tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, Roma, Katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. Bundan başka Hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere dayanır.

    Ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. Nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. Bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.

    Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek, düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. Böylece Descartes ve yarım yüzyıl sonra John Locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. Cambridge Platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-Platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda Berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, David Hume ile bilen özne de ortadan kalktı.

    20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. Yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. Eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Prometheus18.08.2007 - 14:47

    ZEUS, HERMES, HERA, ATHENA, APHRODİTE, PARİS
    ZEUS – Şu elmayı al da, Hermes, Phrygia’ya git, Priamos’un oğlu sığırtmacı bul; İda dağlarının Gargaros tepesinde sürüsünü otlatır. Ona dersin ki: “Sen güzel olduğun, sevda işinden de anladığın için, Paris[3], Zeus sana emrediyor, bu tanrıçalara bakıp hangisinin daha güzel olduğunu söyleyeceksin; kazanana da ödül olarak bu elma verilecektir.” Ona böyle dersin. Siz de, tanrıçalar, hakemin önüne çıkmak sırası geldi artık. Hanginizin daha güzel olduğunu ben kendim kesip atamam, çünkü ben üçünüzü de bir severim, üçünüz birden kazansanız ben daha memnun olurum. Hem güzellik ödülünü içinizden birine veren, öbür ikinizin mutlaka kinine uğrar. Bunun için hakemlik etmek bana gelmez; ama şimdi sizi gönderdiğim o genç Phrygia’lı krallar soyundandır, bizim Ganymedes ile de akrabalığı var. Zaten gönlü saf bir delikanlıdır, size bakmaya lâyık değildi, diyemezler.
    APHRODİTE – Sen beni, Zeus, Momos’un[4] karşısına çıkarsan, ben gene kendime güvenir, giderim. Bende ne bulur da alay eder? Ama bakalım o dediğin adam bu hanımların da hoşuna gider mi?
    HERA – Bizim bir şeyden çekindiğimiz yok, Aphrodite, hakem diye senin Ares’i getirsinler, ondan da korkmayız. O Paris kim olursa olsun, kabul ediyoruz biz.
    ZEUS – Ya sen, kızım, sen ne dersin? Başını çeviriyor, kızarıyorsun, değil mi? Siz kızlar öylesinizdir, böyle işlerde utanıp kızarırsınız. Ama, belli, sen de kabul ediyorsun. Haydi gidin artık; kazanamayanlar ad kızıp o delikanlıya bir kötülük etmeyin sakın; üçünüz de bir derecede güzel olamazsınız!
    HERMES – Biz şimdi doğru Phrygia’ya: ben öne düşeyim, siz peşim sıra gelirsiniz; hiç tasanız olmasın. Ben o Paris’i tanırım, güzel delikanlıdır, sevda nedir, iyi bilir, bu gibi işlerde de iyi hakem olur. Haksızlık edeyim demez o.
    APHRODİTE – Bu senin dediğin benim işime pek gelir; hakemin hak bilir bir adam olması bizim için daha büyük mutluluk! Ama o delikanlı bekâr mı, yoksa bir kadın var mı yanında?
    HERMES – Büsbütün bekâr değil, Aphrodite.
    APHRODİTE – O da ne demek?
    HERMES – Öyle sanıyorum ki İda’lı bir kadınla oturuyor[5]; güzelce bir şey ama pek köylü, bir dağ kadını; doğrusu Paris’in de ona artık pek baktığı yok. Ama sen bunları neden soruyorsun?
    APHRODİTE – Hiç, sormuştum öyle.
    ATHENA – Yo! Öyle ayrı konuşmak olmaz, Hermes, sen elçisin, elçiliğini bil.
    HERMES – Ben kötü bir şeye kalkışmadım ki, Athena! Konuştuklarımızda sizlere karşı bir şey yoktur. Aphrodite bana Paris evli midir diye sormuştu, işte o kadar.
    ATHENA – Onu neden merak etmiş?
    HERMES – Bilmem; kendisi, aklıma öyle geldi de sordum, bir maksadım yoktu diyor.
    ATHENA – Peki, bekâr mıymış?
    HERMES – Değile benziyor.
    ATHENA – Ya savaşmayı, ün salmayı sever mi? Yoksa sığırtmaçlıktan başka bir şey bilmez mi?
    HERMES – Doğrusu, orasını iyice söyleyemem, bilmiyorum ben ama genç olduğuna bakılırsa dövüşüp şan kazanmayı sever elbette; savaşlarda birinci gelmeyi istemez mi hiç?
    APHRODİTE – Athena ile ayrı konuşuyorsun diye, bak ben kızmıyorum. Böyle küçük işler için söz etmek, Aphrodite’nin âdeti değildir.
    HERMES – O da bana senin sorduğunu sormuştu; sana yanız verdiğim gibi ona da yanıt verdimse bunda senin kızacağın, sana zararı dokunur sanacağın ne olabilir ki? Bakın, konuşa konuşa yıldızlardan hayli uzaklaştık, Phrygia’ya geldik bile. Ben artık İda dağlarını, Gargaros’u görüyorum; yanılmıyorsam şu da size hakemlik edecek olan Paris.
    HERA – Hani nerede? Ben görmüyorum.
    HERMES – İşte şurada; sola bak, ama ta tepeye değil, dağın yanına bak, hani bir in, bir de sürü var, orada.
    HERA – Ben sürü mürü görmüyorum ki!
    HERMES – Nasıl görmüyorsun? Hele parmağımla gösterdiğim yana bak, orada genç genç öküzler görmüyor musun? Bir de adam var koşarak kayadan iniyor; sürü dağılmasın diye elinde bir değnek tutuyor.
    HERA – Şimdi gördüm, ama bilmem o mu?
    HERMES – Ta kendisi. Ama madem ki bu kadar yaklaştık, beni dinlerseniz artık yere inelim de yürüyelim; birden bire gökten düştüğümüzü görürse korkar sonra.
    HERA – Doğru söylüyorsun, öyle yapalım… İşte indik artık. Aphrodite, sen hele öne düş de bize yol göster; buraları sen elbette bilirsin, kaç kez gelip Ankhises’le buluşmuşsun.
    APHRODİTE – Senin bu alayların benim umurumda bile değil, Hera.
    HERMES – Size yolu ben gösteririm; İda’da ben de oturdum. Zeus’un genç Phrygia’lıya tutulduğu günlerdeydi, çocuğu gözetleyeyim diye beni buralara gönderdi; kartal olduğu gün de yanındaydım, o güzel oğlanı onunla birlikte ben de tutuyordum. Hatırımda iyi kaldıysa, onu işte şu kayadan alıp kaçmıştı. Çocuk, sürüsüne kaval çalıyordu. Zeus tepesine çöktü, tırnaklarıyla usulca sardı, başındaki tacı gagasıyla yakaladı, çocuğu yerden kaldırıverdi; oğlancağız boynunu bükmüş, ona öyle şaşkın şaşkın bakıyordu. Korkusundan kavalını düşürmüştü, ben onu alıp… İşte sizin hakem; gidelim yanına.
    Bahtın açık olsun sığırtmaç.
    PARİS – Senin de delikanlı, dilerim Zeus’tan açık olsun bahtın. Ama sen kimsin de böyle bizim yanımıza geliyorsun? Bu getirdiğin kadınlar da kim? Bu güzellikleriyle dağlarda ne işleri var onların.
    HERMES – Kadın değil ki onlar! Bu gördüklerinin biri Hera, biri Athena, biri de Aphrodite, Paris; beni soruyorsan, ben de Hermes’im; beni sana Zeus gönderdi. Ama sen niçin öyle titreyip sararıyorsun? Gönlünü ferah tut, korkma bir şeyden. Zeus, bu tanrıçalardan hangisinin daha güzel olduğunu söylemeni istiyor. Senin için, kendisi de güzeldir, sevda işinin ehlidir, kararını versin dedi. Hele şu elmanın üzerini oku, ödülün ne olduğunu da anlarsın.
    PARİS – Ver bakalım, ne yazıyor. “Elma en güzelin olsun” demiş. Peki, ama Hermes efendimiz, ben ölümlü bir insanım, hem de bir köylüyüm, bir çobanın gözleri bu kadar güzel şeylere alışık mıdır? Ben nasıl hakemlik ederim? Böyle işler olsa olsa kent uşaklarına yakışır. Bana iki keçiden hangisinin daha güzeldir, iki düveden hangisi daha güzeldir, onu sor, belki bilirim.
    Bu tanrıçaların biri güzellikte ötekinden aşağı kalmıyor ki! İnsan nasıl birinden gözlerini ayırır da ötekilere bakar, anlayamıyorum; gözler birinin bir yerine ilişti mi, ona hayran hayran bağlanıp öyle bakıyor. Başka bir yere geçse, onu da güzel buluyor; hasılı nereye çevrilse, oranın büyüsüne kapılıp kalıyor. Keşke ben de bir Argos olsaydım da her birine bütün vücudumla bakabilseydim! Bence en doğrusu, elmayı üçüne birden vermektir. Zaten şunu da bir düşünmeli: Biri Zeus’un hem kızkardeşi, hem de eşi; ötekiler ise kızları… Hal böyle iken, kesip atmak kolay mıdır hiç?
    HERMES – Kolay mı değil mi, orasını ben bilmem; ama Zeus öyle buyurdu.
    PARİS – Bari, Hermes, sen tanrıçalara şunu söyle: ikisi ödülünü alamayacaklar, ama bana kızmasınlar; bilsinler ki bu işte benim ancak gözlerim yanılır.
    HERMES – Kızmayacaklarına söz veriyorlar. Ama sen de artık uzatma, ver vereceğin yargıyı.
    PARİS – Mademki kurtuluş çaresi yok, bir deneyeyim, Ama sen bana önce şunu söyle; onlara böyle oldukları gibi mi bakacağım, yoksa inceleme tam olsun diye soyacak mıyım?
    HERMES – O senin bileceğin şey; hakem sensin, dilediğini emredersin.
    PARİS – Dilediğimi mi? Çıplak görmek isterim elbette.
    HERMES – Haydi tanrıçalar, soyunun. Sen inceden inceye bakarsın, ben başımı çeviriyorum.
    HERA – Peki, Paris önce ben soyunayım da gör; benim beyaz olan yalnız kollarım değildir, yalnız iri gözlerimle de göğsümü germem; her yanım güzeldir benim.
    PARİS – Aphrodite, sen de soyun.
    ATHENA – Aman, Paris, dikkat et, Aphrodite kemerini çıkarmadan soyunmasın, tılsımlıdır onun kemeri, seni de büyüler; hem buraya böyle aşifteler gibi sürünüp gelmesi hiç de hoş değildi, güzelliğini olduğu gibi göstermeliydi.
    PARİS – Kemer için dediği doğru; çıkarıver.
    APHRODİTE – Sen de, Athena, miğferini neden çıkartmıyorsun? Sorgucunu sallayıp durman da hakemi korkutmak için mi? Yoksa tüyler ürperten o miğferi çıkartırsan, tirşe gözlerin beğenilmez diye mi çekiniyorsun.
    ATHENA – Çıkardım işte miğferimi.
    APHRODİTE – Al, ben de çıkardım kemerimi.
    HERA – İşte, üçümüz de soyunduk.
    PARİS – Ey ulu Zeus! Nedir bu gördüklerim! Bu ne güzellik! Bu ne büyük haz! Kız ne kadar güzel! Öteki de gerçekten Zeus’a lâyık görkemli bir ece! Ya şunun tatlı bakışı, o ince insanı çıldırtan gülümsemesi! Şimdi ben bahtiyarlığın en yüksek derecesine erdim. Ama, bir diyeceğiniz olmazsa, her birinizi bir de ayrı ayrı görmek isterim; çünkü şimdi şaşırıp kaldım, hanginize bakacağımı bilemiyorum.
    APHRODİTE – Yapalım dediğini.
    PARİS – Hele siz ikiniz çekilin de burada yalnız Hera kalsın.
    HERA – Peki, kalayım; bana iyice baktıktan sonra bir de şunu düşün; senin ödülüne karşılık ben de sana bak ne armağanlar vereceğim; en güzel diye beni seçersen, ben seni bütün Asya’nın efendisi ederim.
    PARİS – Öyle armağanlar benim vereceğim yargıyı değiştirmez. Şimdi çekil, ben neyi doğru bulursam onu söylerim.
    Haydi, sen gel, Athena.
    ATHENA – Geldim işte. En güzel diye beni gösterirsen, Paris, savaşlarda hiç alt olmaz, hep sen yenersin; ben seni büyük bir komutan eder, nice ülkeleri eline geçiririm.
    PARİS – Benim savaşlarda, cenklerde gözüm yok, Athena; görüyorsun ki, şimdilik Phrygia da, Lydia da barış içinde; babamın devletinin çarpışılacak hiçbir düşmanı yok. Ama sen hiç merak etme, ben armağan almıyorum diye sana haksızlık edeceğimi sanma. Artık giyinip miğferini de takabilirsin: sana baktığım yeter, şimdi sıra Aphrodite’nin.
    APHRODİTE – Yanındayım işte. Vücudumun her yanına inceden inceye bak, bir yeri gözden kaçırma. Ama, güzel delikanlı, istersen şu diyeceklerimi de bir dinle. Ne zamandır seni tanırım, gençsin, güzelsin, öyle ki, bilmem bütün Phrygia’da bir eşin daha var mı? Bu şirinlinle bahtiyarsın doğrusu! Ama neden bu tepeleri, kayaları bırakıp da kente gitmezsin, güzelliğini bu yabani yerlerde soldurursun, bir türlü anlayamıyorum. Ne beklersin dağlardan? Senin güzelliğinin öküzlerine ne yararı olabilir ki? Sen evlenmelisin, ama öyle İda’lılar gibi kaba saba bir köylü kadın değil, Yunanistan’ın güzellerinden birini almalısın: Argos’lu mu olur, Korinthos’lu ya da Lakonia’lı mı olur, orasını sen bilirsin… Genç, güzel bir Helene var, benim kadar dilberdir o da; hem o sevsin diye yaratılmıştır. Seni bir görsün, hiç şüphe etmem, her şeyini bırakır da senin ardına düşer, sana kendini verir de bir daha koynundan çıkmak istemez. Onun sözünü duymuşsundur elbet.
    PARİS – Hayır, Aphrodite, hiç duymadım; ama sen ne biliyorsan söyle, beni memnun edersin.
    APHRODİTE – Leda’nın kızıdır; hani Zeus kuğu olup da bir güzel kadına gitmişti, işte onun kızı.
    PARİS – Yüzü nasıldır?
    APHRODİTE – Bir kere beyazdır, elbette, babası kuğu olunca o da beyaz olacak; sonra bir yumurtada büyüdü, onun için pek de narindir. Çok kere oyun yerlerinde çalışıp vücudunu inceltir, gürbüzleştirir. Bunun için çok oldu peşine düşenler; uğruna savaş bile oldu. Daha küçük bir kızdı, Theseus onu alıp kaçırdı. Gençlik çağına girince, Akhaia’lı bütün krallar onu almak için sıraya girdiler; o, Pelops oğullarından Menelaos’u seçti. İstersen, ben yolunu bulur, seni onunla evlendiririm.
    PARİS – Ne dedin? Sen beni kocalı bir kadınla mı evlendireceksin?
    APHRODİTE – Sen, bütün köylüler gibi saf bir delikanlısın; ama ben böyle işler nasıl becerilir bilirim.
    PARİS – Nasıl olur? Ben de bileyim bari.
    APHRODİTE – Sen, Yunanistan’ı gezip göreceğim diyerek yurdundan çıkarsın. Lakedaimon’a varınca, Helene seni görür; sana gönül verip ardına düşmesine gelince, orasını bana bırak.
    PARİS - Benim de asıl orasına aklım ermiyor: kocasını bırakıp da kendi yurdundan olmayan bir insanın, bir yabanın ardına düşer mi hiç?
    APHRODİTE - Onu sen hiç düşünme. Benim sevimli iki oğlum vardır: biri Arzu, biri de Aşk. Yolculuğunda sana arkadaşlık etsinler, gideceğin yerleri göstersinler diye onları yanına katarım. Aşk o kadının gönlüne giriverir, ne yapıp eder de seni sevdirir; Arzu da senin her yerine yayılır, kendi gibi seni de dilberleştirir, sana bir çekicilik verir. Ben de onların yanında bulunurum. Bundan başka Kharis’lere rica ederim, onlar da bizimle gelir, her birlik olur, Helene’yi kandırırız.
    PARİS – Bunların sonu neye varır, bilmem, Aphrodite. Ama ben Helene’ye gönül verdim bile. Şimdi bana öyle geliyor ki, ben onu görüyorum, gemiye binip Yunanistan yolunu tutmuşum, Sparte’ye varmışım, orada oturuyorum, o kadını elde etmişim… Anlamıyorum nasıl oluyor, ama kendimi böyle görüyorum işte… Bunlar bir an önce olmuyor diye de öyle üzülüyorum ki! ..
    APHRODİTE – Sana öyle bir eş getirenin zahmetini oyunla ödemeden hemen ateş alıverme, Paris. Ben sizinle birlikte gelirim, ama başımda zafer tacı bulunmalı, hem sizin düğününüzü, hem de kendi başarımı kutlamalıyım. Görüyorsun ya! Bu elma ile neler elde edebilirsin; aşk, güzellik, evlenme her şey senin olsun.
    PARİS – Ya yargıdan sonra sen bunları unutursan?
    APHRODİTE – Verdiğim sözü yerine getireceğime, istersen bir de yemin edeyim.
    PARİS – Hayır; o sözleri bir daha tazele yeter.
    APHRODİTE – Sana söz veriyorum: Helene senin eşin olacak, senin ardına düşecek, seninle birlikte İlion’a gelecek, Ben senin yanında olacağım, her işinde sana yardım edeceğim.
    PARİS – Aşk’ı, Arzu’yu, Kharis’leri de getirecek misin?
    APHRODİTE – Hiç merak etme. Dilek ile Düğün’ü de alır gelirim. Bu koşullarda ver bana elmayı.
    PARİS – Madem ki öyledir, buyur, senin olsun.

    SEÇME YAZILAR


    (mitoloji dünyası üzerine)
    SAMSATLI LUKIANOS
    [1] Kafkasya sıradağları.
    [2] Deniz tanrılarından Nereus’un kızı, Peleus’un karısı, Akhilleus’un anası. Oğlunu, ahretin çevresini yedi kere dolaşan, suyuna girenleri yaralanmaz kılan Styx ırmağına daldırmıştır; bunun için Akhilleus ancak tabanından yaralanabilirdi, çünkü tabanı anasının eliyle örtülmüş, o suya değmemiştir.
    [3] Troia kralı Priamons’nu oğlu Paris’in bir adı da Aleksandros’tur.
    [4] Momos, alay tanrısı.
    [5] Kebros’un kızı Oinone. Paris onu babasının evinden kaçırmıştı. Oinone geleceği bilirmiş, Paris’in bir gün vefasızlık edeceğini de söylermiş.
    [6] Tanrıl kelimesi ilahi karşılığı olarak kullanılmıştır.
    [7] Zeus’un oğlu, Aigina adası kralı. Adaletten ayrılmadığı için ölümden sonra ahretin üç yargıcından biri olmuştur.
    [8] Ahretin kapısını bekleyen yedi başlı köpek.
    [9] Ahrette bir nehir; suyundan içenler dünyadaki hallerini unuturlarmış.
    [10] Klitos, Gradikos geçidinde İskender’in canını kurtarmıştı; sonra bir ziyafette Philippos’u övdüğü için İskender onu öldürtmüştür.
    [11] Kallisthenes, Aristoteles’in hem akrabası, hem de tilmizlerindendir; çok açıksözlü olduğu için İskender kızmış, öldürtmüştür.


    PATİ[email protected] HARAMİ[email protected]