Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Selahattin Aykurt
Selahattin Aykurt

İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDA! ......

  • moğollar08.11.2007 - 15:39

    TARİHÇE
    1967'de 5 genç müzisyen çalıştıkları gruplarda yaptıkları müziğin kendi yapmak istedikleri müzik olmadığını düşünmektedirler beraber bir grup oluşturmaya karar verirler. Moğollar ismi ile çalışmaya başlarlar. İlk 45'likleri 'Eastern Love/Artık çok geç', Şubat 68'de çıkar. Bu plağın hemen ardından'Mektup/Lazy John'u yapan grup, Haziranda Altın Mikrofon yarışmasına katılır ve 'Ilgaz' ile üçüncü olur. Bu başarı ve ardından çıkan 45'lik Moğollar adının daha çok insan tarafından duyulmasını sağlar. Konserler verirler. İlginç konserlerdir bunlar; örneğin, Diskotek dergisi tarafından 3 Nisan 1968'de İstanbul Fitaş sineması'nda düzenlenen, Haramiler ve Kaygısızların da katıldığı konsere 'silindir şapkaları, uzun siyah frakları ile üç keman bir viyolonsel ve bir trompet eşliğinde' çıkar Moğollar elemanları. İlk solo konserlerini ise 19 Ekim 1968'de İstanbul Fitaş Sineması'nda verirler. Yabancı şarkıların yanı sıra kendi bestelerini de seslendiren Moğollar, konserlerinde büyük ilgi görür. Ünleri İstanbul dışına çıkar, Anadolu'ya ulaşır. Aynı tarihlerde dördüncü plaklarını çıkaran Moğollar 1968'i tanınmış bir grup olarak kapatır. Moğollar, 1969 yılını, neredeyse tüm Türkiyeyi kapsayan büyük bir turneyle geçirir. Bu turne sırasında yaşadıkları onların müziğinde önemli bir değişime neden olur. Turne öncesinde İstanbul'da verdikleri konserlerde kimi türkü düzenlemeleri ve halk müziği sazlarını kullanmaları ilgi görür, fakat bu turne Moğollar'ın Anadoluyu yakından tanımalarını sağlar, bu da onların tarzlarının daha belirginleşmesini gerçekleştirir. Ve Moğollar bu tarza bir isim verirler: Anadolu Pop. Bu adı ilk telaffuz eden Taner Öngür'dür ve Mart 1970'de Hey dergisine bu adı seçmelerinin nedenini ve amaçlarını açıklayacaktır:'...ispatlamak istediğimiz, halk müziğimizin çok sesli bir ruha sahip olması. Ayrıca folklorumuzdaki dinamizm'in pop müziğin dinamiğine yakın olması...Geri kalmış popüler müziğimizin ileri teknik ve zengin folklorumuzla birleşmesiyle bir kişilik kazanması....' Moğollar, bu açıklamayı yaptıkları tarihlerde, Anadolu Pop'un yalnızca düzenlemelerden ibaret olmadığını ve bu tarzda beste de yapılabileceğini kanıtlamak için bir 45'lik çıkarırlar 'Dağ ve çocuk/İmece' her iki parça da yerli melodi ve ritimlerden yola çıkılarak yapılmış bestelerdir, büyük ilgi görür. Böylece Moğollar, Anadolu Pop'un yaratıcıları, 'Dağ ve çocuk' ta bestelenmiş ilk Anadolu Pop hit'i olarak tarihteki yerini alır.
    Temmuz 1970'te bir eleman değişikliği daha yaşanır, Aziz Azmet gruptan ayrılıp solo çalışmaya başlar ve o sıralarda yeni isim yapmaya başlayan Üç Hürel ile bir süre çalışır. Yerine Ersen katılır. Ersenle 'Ternek'45liğini yaparlar, ancak bu birliktelik uzun sürmez. 1970 ağustos sonunda, Moğollar Ersen'den ayrılır ve Paris'e gider. Paris'te Moğollar, CBS firması ile üç yıllık bir anlaşma imzalar ve bir 45'lik 'Behind the dark/Hitchin' yaparlar, ayrıca 'Guild international du disque'isimli bir plak şirketine bir albüm yaparlar. Bu albüm 'Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui'1971 yılında 'Academie Charles Cros' büyük plak ödülünü alır. Bu arada Moğollar Paris'te o tarihlerde Belçikada yaşamakta olan Barış Manço ile karşılaşırlar ve onunla çalışmaya başlarlar. Kurdukları birlikteliğe 'Manchomongol'adını verirler. Barış Manço, bu konuda Hey dergisine şunları söyler o tarihlerde: 'Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum.Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, başbaşa vermenin zamanı geldiğini anladık. Ancak bu böyle olmaz. Birlikte Türkiyeye dönen Barış Manço ve Moğollar, dört ay değişik yörelerde konserler verdikten sonra ayrılır. Geriye beraber yaptıkları iki 45'lik plak kalır. Bu arada Moğollar'ın Paris'te doldurdukları albüm Mart 1971'de Academie Charles Cross ödülünü alır. Türkiyede büyük yankısı olur bu ödülün. Örneğin Hürriyet gazetesi tam sayfa olarak duyurur bu haberi 'Moğollar'ın davul ve zurna ile doldurduğu plak Akademi armağanı aldı.' Aynı tarihlerde, yine Paris'te CBS firmasından çıkan 45'lik 'Behind the dark/Hitchin' şöyle sunulur dinleyiciye: 'Pikabınızın kolunu plağın üstüne koyup dinlemeye başladığınız anda Doğu'dan gelen bir grubun varlığını anlayacaksınız. Moğollar, bir çeşit 'sitar' olan bağlama'yı pop müziğine iyi uygulamaları ile dikkati çekiyor. Öğütleyebileceğimiz tek şey, yalnızca Türklerin bildiği bu ritmin akışına, sihirine kendinizi bırakmanız.' Barış Manço'dan ayrıldıktan sonra tekrar Paris'e dönen Moğollar, bu kez Engin Yörükoğlu'nu orada bırakarak Türkiye'ye döner.Yörükoğlu ani bir kararla, 31 Temmuz 1971'de Dominique Meraud ile evlenerek Paris'e yerleşir. Bu beklenmedik ayrılık Mavi Işıklar'ın davulcusu Ayzer Danga ile telafi edilmeye çalışılır, bir sene bu format'ta gider.'Alageyik destanı/Moğol halayı' 45'liği bu dönemde yapılır. Bu arada Selda ile bir 45'lik yapar Moğollar. Daha sonra Ersen gruba yeniden katılır. Eylül 1972'de ilginç bir olay yaşanır: Cem Karaca ile çalışan Kardaşlar, Ersen ile çalışan Moğollar solistlerini değişirler. Bu görülmedik olay Moğolların tekrar gündeme gelmesini sağlar. Cem Karaca ve Moğollar güçlü bir birliktelik oluşturmuş ve uzun sürecek bir dostluğun temeli atılmış olur, çeşitli konser turneleri ve plak çalışmalarıyla geçen iki senelik bir zaman sonunda bu defa Taner Öngür ile Ayzer Danga Moğollar'dan ayrılır. Eskilerden bir tek Cahit Berkay kalmıştır. Bu arada Cem Karaca ve Moğollar'ın en önemli parçalarından biri 'Namus Belası 'çıkar piyasaya.
    Bir süre sonra Cahit Berkay Moğollar'ı dağıtıp Fransa'ya gider orada Engin Yörükoğlu ile buluşur, yanlarına katılan çeşitli müzisyenlerle Moğollar adı altında iki albüm ve bir 45'lik yaparlar. 1974 sonu ile 1976 yılları arasında Cahit Berkay ve Engin Yörükoğlunun sürdürdüğü moğollar 1976'da çalışmalarına son verir, bu dönemden kalan en önemli albüm, Fransa'da RCA firmasından çıkan 'Hitit Sun' Türkiyede 'Düm - Tek' tir bu albümde Cahit Berkay'ın enstrümental besteleri Anadolu Pop'tan jazz rock'a doğru yönelmeyi işaretlemektedir. 1976'dan sonra yalnızca bireysel çalışmalarını sürdürür 'çekirdek' Moğollar elemanları. Cahit Berkay, filim müzikleri yapar aradaki yıllarda.'90'larda, Cem Karaca ve Uğur Dikmen'le Rock kumpanyası adlı grubu kurar, birlikte iki albüm yaparlar. Engin Yörükoğlu, Fransada çeşitli jazz grupları kurar, sonraları İstanbul'da Jazz Stop isimli bir kulüp açarak orada çalmaya başlar. Taner Öngür ise Dostlar ve Cem Karaca Dervişhan'da çalışır bir süre. Daha sonra Almanya'ya yerleşir. 1992'de Türkiye'ye döner, 'Alarm' isimli ilk ve tek solo albümünü çıkartır. 1992'de bir televizyon programında dinlediği Moğollar'dan etkilenen Leman dergisi çizerlerinden Kaan Ertem, 'Moğollar tekrar bir araya gelsin' çağrısıyla bir imza kampanyası açar.4000'den fazla imza toplanır bu kampanya dahilinde.Cahit Berkay, Taner Öngür ve Engin Yörükoğlu arada bir bir araya gelip bu konuyu görüşürler, yeniden Moğollar'ı kurmak konusunda tereddütleri vardır, ancak kampanya'ya gelen mektuplar onlara cesaret verir.Yanlarına genç bir müzisyen Serhat Ersöz'ü alarak, 31 Mayıs 1993'te İstanbul Cemal Reşit Rey konser salonunda verdikleri muhteşem bir konserle geri dönerler. 1994'te 'Moğollar94', 1996'da 'Dört Renk', 1998'de '30.yıl' 2000'de ' 1968 -2000' albümlerini çıkarırlar.
    Murat Meriç.

    1967'den bu yana Basındaki Moğollar haberlerinden seçmeler

    67 müzik haberleri
    kaynak belli değil
    Selçuk Alagöz topluluğu dağıldı.
    Bas gitar Hasan Sel, Bateri Engin Yörükoğlu, Ritm gitar Cahit Berkay, maddi bir anlaşmazlık sonucu gruptan ayrıldılar.
    2. haber
    Engin Yörükoğlu, Cahit Berkay, Silüetlerden ayrılan Aziz Azmet ile birleşip Moğollar adlı yeni bir grup kurdular. Duyduğumuza göre kulüp Antuan'da çalışacaklar.

    1967 milliyet gazetesi. MOĞOLLAR Halk türkülerini Beat müziği yaptılar.
    Şimdi Moğollar orkestrasının elemanları bağlama, zurna ve tulum çalabilmek için ders almaktadırlar. Türkiyede ilk defa halk türkülerini beat müziğine aranje edebilmek için bu yolu seçen Moğolların yönetmeni bu konuda şu açıklamayı yaptı: 'Folklor müziğinden yararlanabilmek için folklor müziğinin kullandığı aletlerin orkestraya sokulması gerekmektedir. Bir halk türküsündeki sesleri batı müziği enstrümanları ile vermek mümkün değildir. Yaptığımız bu deneme ile son derece değişik ve köklü bir şey elde ettik'
    Bir plak şirketi ile anlaşan Moğollar önümüzdeki günlerde bu çalışmalarını plağa geçireceklerdir.

    Arda Uskan Diskotek dergisi 1968 Umut, 1968 istanbulunda saçı sakalına karışmış beş gencin tek dayanağı. 'Yaşama tarzımızı, düşüncelerimizi, bütün kuralların dışına çıkmak istememizi mutlaka bir gün kabul edecekler' diyor Moğollar. Kabul ettirmek istedikleri bu hayat görüşü müzikleri ile değişik ve çarpıcı. BÜTÜN KURALLARIN DIŞINDA..... Bütün kuralların dışına çıkıp topluma bir başkaldırışları varki görülmeğe değer Moğolların. 'Hiçkimse toplumu bütünüyle reddedemez, biz bile...Sadece ona sıkı bağlarla bağlı değiliz. Kısaca kölesi değiliz toplumun' diyorlar.Saçları omuzlarında hepsinin sakallarıda. Sokakta gördüğünüz zaman, hepiniz nasıl bir acaip bakıyorsunuz onlara, inanın onlarda size aynı şekilde bakıyorlar. Onların saçları niçin uzun? ...Hep sorulan bir soru bu. Ya sizinkiler niye kısa...Önce bunu bir düşünün. Kendi deyimlerine göre, 'sıra insanların temel kavramlarını' ikinci plana atmışlar. Sizin benim gibi binlerce insandan biri değil onlar. Düşünüş bakımından tamamiyle ayrılıyorlar diğerlerinden. 'Onların hayattaki amaçları para veya mevkii sahibi olmak. Biz bunlara aldırmıyoruz. Bizim için iyi insan, kültürlü insan olmak önemli. Diğerleri ile bu noktada tamamiyle ayrılıyoruz' diyorlar. Bu görüşlerini biraz Hippi'lerle, biraz Beatnik'lerle karşılaştırmak mümkün. Savaşı ve sömürücülüğü kesin olarak red ediyorlar. Bütün bunların para ve mevkii hırsından doğduğuna inanmışlar. 'Bizim kahraman dediğimize onlar düşman, bizim düşman dediğimize onlar kahraman diyorlar. Tam bir uyuşmazlık içinde olan bu kavramı red etmemiz normaldir. Bizim için düşman, kahraman yok, iyi insan, dost insan var' diyorlar.
    BEAT ÖTESİ
    Müzikleri de düşüncelerine uygun Moğolların. 'Beat Ötesi' diye adlandırdıkları bir tür üzerende çalışıyorlar. Bu türü şöyle tarif edebiliriz: 'Beat'i aşan sert bir ritim ile psikodelik arası'. 'Bu müziğe tamamen kendimizi verebiliyoruz. Anlam olarak buna Soul müzik te diyebilirsiniz. Ama Soul türü ile alakası yok. Sadece ruh olarak onunla birleşiyor. Biz de Soul müzikçileri gibi çaldığımızı yaşıyoruz. Hep kendi bestelerimizi çalmamıza gelince: Artık başkasının yaptığını çalmaktan bıktık. Bu bize yabancı geliyor. Kendi parçalarımızı çalarken müzikte kendimizi buluyoruz. Diğer bütün gruplarında aynı şeyi yapmalarını istiyor gönlümüz. Gücümüz yettiği kadarı ile bunu aşılamaya çalışıyoruz diğerlerine, Şimdilik durum çok ümitsiz. Ama bilinmez ki? Belki yarın....

    15 mart 1968 Son gazetesi
    Uzun saçlı ve sakallı yerli 'BEAT' şarkıcısı konserin sonuncu parçasında düşüp bayıldıYe-ye'ci gençlerin çılgın çığlıklarına dayanamayan ana babalar konseri yarıda terkettiler
    Son ayların en tipik yerli 'beat' grubu Moğollar, bayramın ikinci günü Fitaş sinemasını dolduran yüzlerce müzik sever genci çıldırasıya coşturdu.
    Karanlık sahnenin ortasına yerleştirilen döner trafik lambası etrafa mavi ışınlar saçarken, Moğollar'ın sert ritimli müziği duyuldu ve gençler aynı anda salonu çığlığa boğdular. Bu arada gençlerin dinlediği müziği merak edip konsere gelen anne ve babalar, uzun saçlı Ye-ye'cileri hayretle izlerken birde gürültü başlarında patlayınca, selameti salonu terketmekte buldular. Uzun saç ve bıyıklı Moğollar adlı grubun, kıyafetleride Moğollar'ınki gibi kalın, beyaz tüylü postlardandı. Topluluğun ingilizce söyleyip birde saz kullandıkları 'Karadut' adlı parça ençok ilgi göreni oldu. Sahnenin sağ köşesine yerleştirilen büyük kafeste karanlığın içinden bir kız belirdi, müziğin ritmine uygun en son dansları gösteren bu mini etekli genç kız az sonra kafesten fırlayıp dansına sahnenin önünde devam etti. Gittikçe kızışan konserde Moğollar da gittikçe coşuyordu, sundukları son parçada solistleri boynundaki gitarı attı ve elindeki mikrofon ile düşüp bayıldı

    6/10/1969.
    moğollar iki yeni plak çıkarıyor.
    Moğollar, Disco plak şirketi ile beş yıllık anlaşma yaptılar. İlk olarak dolduracakları plaklar: 'Ağlama' ve 'Dağ ve Çocuk', ikinci plakta ise isveç televizyonu için hazırlanan bir belgeselin müzikleri 'Yalnızlığın acıklı güldürüsü' ve 'Haliçte güneşin batışı'

    25/10 1969
    Moğolların konseri bu gece
    Moğollar mevsimin ilk konserini bugün Fitaş sinemasında vereceklerdir. Moğolların geçen sene yaptıkları dört bölümlük konserden sonra birçok hafif batı müziği sanatçısı aynı tarzı denemişti. Türk popüler müziğine devamlı yenilikler getirmek amacında olan Moğollar, bu yeni konserleri için şunları söylemişlerdir: 'Bu konserimiz geçen seneki konserimizin aksine Sadelik fikri üzerine kurulmuş olacaktır. Geçen seneki konserdeki gibi ilave orkestra, değişik dekorlar yok, fakat uzun zamandır üzerinde çalıştığımız, ulusal kişiliği olan pop müziğini yani 'Anadolu Pop' diye adlandırdığımız tarzı müzikseverlere tanıtacağız. Konserimizde Anadolu Pop tarzındaki bestelerimiz yer alacak.

    1/11/1969 (Yılmaz Canel) yeni gazete

    Moğolların ekolüne ramak kala
    Sezonun ilk solo konserinde, geçtiğimiz Cumartesi günü Moğolların yeni çabalarını dinledi müzikseverler. Geçen konserlerinde olduğu gibi bu defa'da bölümler halinde sundu Moğollar düşüncelerini. Anadolu Pop bölümünde blues ritimine Anadolu motiflerini uygulamayı denemişlerdi. Herşeyin dışında bu olumlu bir çabaydı. Yepyeni bir ekolün her yönü ile mükemmel olarak kurulması son derece güç. Moğolların bu güçlüğü yenmesine ise ramak kalmış gibi geldi bizlere. Konserin sonunda çaldıkları iki enstrümental melodi 'Yalnızlığın acıklı güldürüsü' ve 'Haliçte güneşin doğuşu' ise her bakımdan enfesti

    9/12/1970 Paristen dönen Arda Uskan yazıyor. Fransada Türk bayrağı açanlar
    Sessiz sedasız Türkiyeden ayrılıp Paris'e yerleşen Moğollar, şehrin banliyölerinden birinde, üç katlı bahçe içinde bir villada kalıyorlar.Pariste CBS şirketi ile anlaşan Moğolların doldurdukları 'Behind the dark ' adlı ingilizce plak piyasaya çıkmak için hazırlanmış olarak Cannes'daki ünlü nin başlamasını bekliyor. Bu ay içinde Midem festivali sırasında Cannes'daki bir gece kulübünde çalışacak olan topluluğun elemanları Fransaya gelişlerini şöyle anlatıyor.
    'Şarkıcımız Ersen bizlerle birlikte Avrupada şansını denemek istemeyince dördümüz askerlik tecillerimizi yaptırarak ayrı ayrı yurt dışına çıktık. Kendimize hedef olarak Fransa'yı seçmiştik. Pariste buluştuğumuz zaman, bize yardım edebilecek kimse yoktu...O kadar ki plak şirketlerinin adreslerini bile bilmiyorduk. Köşedeki kahveye girip telefon kabinindeki rehberden plak şirketleri numaralarının bulunduğu sayfaları yırtıp cebimize attık. Sonra 10'a yakın plak şirketinin kapısını aşındırdık. Fakat sonuç umduğumuzdanda iyi oldu.CBS ile üç yıllık bir anlaşma imzaladık, Aphrodite's Child'ın menajeri Roberto Seto menajerliğimizi yapmaya başladı, bizi yeni enstrümanlarla takviye ettiler, şimdi plağımızın piyasaya çıkmasını beklemekten başka yapacak birşey kalmadı, hergün evde uzun uzun provalar yapıp hazırlanıyoruz'.

    1971 ocak Hürriyet Paris,(Hürriyet bürosu)
    Moğollar Fransız televizyonunda. Anadolu pop müziği Pariste çok sükse yaptı.
    Cuma gecesi televizyonlarının başında milyonlarca Fransız, 'Allah, allah dediler Türklerde'de pop müziği yapan topluluk olacağını hiç aklımıza getirmezdik.' Toroslardan, Van'dan, Karadenizden, Göreme'den gelen darbuka, bağlama, ıklığ, yaylı tambur ve tahta kaşık sesleri Parislilerin gözlerini, kulaklarını okşadı. Türk folku ile pop müziği yapan Moğollar topluluğu, Fransız televizyonundaki bu ilk ve kısa programından daha ayrılmadan, 16 ocakta, bu kez yarım saatlik bir yayın için teklif aldılar. Moğollar dörtlüsünün Paris'teki faaliyeti yalnız bu televizyon programı ile kalmıyor. Avrupanın en büyük müzik ve plak kulüplerinden biri olan'Guilde İnternational du Disque'için bir Long Play doldurdular ayrıca dünyaca ünlü plak şirketi CBS bütün avrupa ülkelerini içine alan üç yıllık bir anlaşma imzaladı.

    1971 ocak
    Hürriyet Paris Gökşin Sipahioğlu'nun haberi. Moğollar Barış Manço ile birleşti. Moğolların bir soliste, Barış Manço'nun da bir gruba ihtiyacı vardı. Bir gün Paris'te bir kahvede otururken 'Neden biz beraber çalışmıyoruz' demişler. İşte bu hafta başı Barış Manço Brüksel'den geldi ve Moğollar'la anlaşma imzalandı. Bundan böyle Moğollar grubunun ismi dış piyasada 'Manchomongol' oldu Türkiyede ise Barış manço ve Moğollar ismi altında çalışacak ve plak yapacaklar. Son yılların başarılı folk ve pop müzik topluluğu hiç vakit kaybetmeden kolları sıvadı ve Barış'ın minübüsüne atlayıp Belçikaya gittiler. Barış'ın Liege şehrindeki evirde bir müddet beraber çalışıp prova yaptıktan sonra Almanya'ya geçecekler ve Köln'de bir televizyon programına katıldıktan sonra Almanyada bir turneye çıkacaklar ve tekrar Paris'e dönecekler. Moğolların Paris'te doldurdukları biri 45 diğeri 33 devirlik iki yeni plağı çıkadursun şimdi yeni sesler yeni melodiler için bir çalışma havasına girecekler. Bu birlikten her iki tarafında kazançlı çıkacağına şüphe yok...Tabii bu işe en fazla şaşıranların başında Moğolların üç yıllık kontrat imzaladıkları CBS plak şirketi idarecileri geliyor. 'Aman ne yapıyorsunuz daha plakları yeni piyasaya çıkardık. Bu hafta Paris televizyonunda programa çıkacaksınız şimdi her şeyi iptal etmek yeni baştan başlamak lazım ne yapacağız? .' diye dert yanıp durdular ama Barış'ı Moğollar'la birlikte dinleyince bütün kaygılarını unutverdiler. CBS'in sanat müdürüne göre Barış ve Moğollar öylesine birbirlerine uyuyor ve birbirlerini öylesine tamamlıyorlarki beraber yapacakları yeni melodilerin yabancıların kulaklarına hoş gelmesi muhakkak

    1971 şubat Yeni Gazete. Barış Manço Moğollar konseri.
    Geçtiğimiz hafta Fitaş sinemasında dinlediğimiz Barış Manço ve Moğolların solo konseri, gerek organizasyon gerek sanatçıların üstün başarısı yönünden son zamanların en iyi konseri idi. Sanat dünyasında aslar bir araya geldiği zaman birbirlerini harcamaya çalışırlar. Cumartesi günü gördüğümüz durum bizi oldukça şaşırttı. Çünkü konser sırasında Barış Moğollar'ı, Moğollar'da Barış'ı ön plana çıkarmak için adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Dikkatimizi çeken bir husus da gerek Manço'nun, gerek Moğolların müzik yönünden çok olgunlaşmış ve zirveye çıkmış olmaları idi. Merdivenlerin üzerine kadar tıklım tıklım dolu olan konser, Barış'ın eski fakat tutulan bir parçası olan 'Kirpiklerin ok ok eyle' ile başladı. Bunu 'Derule' ve 'Suzananna' takip etti. Moğolların CBS Firması için Pariste doldurdukları plakta yer alan 'Behind the dark' gerek ritim gerek söyleniş bakımından çok iyi idi. Bundan sonra dinlediğimiz 'Ağrı dağı efsanesi' nin kısaltılmış şekli ise tek kelime ile harika idi. Pir sultan abdal'dan yapılan 'Katip arzuhalim yaz yare böyle' düzenlemesi oldukça ilginçti 'Ternek' ile ilk yarı sona erdi. İkinci yarı başlarken Barış'a bir plak şirketi tarafından 'Dağlar dağlar' ın satış rekorları kırması sebebiyle altın plak hediye edildi. Plağı veren Öztürk Serengil'in yaptığı espriler konsere neşe kattı. Ödülünü aldıktan sonra 'Dağlar dağlar'ı sunan sanatçı bu armağanı hakettiğini ispat etti. Bundan sonra topluluk yeni dolduracağı plağı lanse etti 'İşte hendek işte deve' adlı bu melodi ve 'Binboğanın kızı' gayet orijinaldi..

    2/haziran/1993 hürriyet. Moğolların Dönüşü
    Anadolu Pop tarzının unutulmaz ismi Moğollar, yaklaşık 16 yıl aradan sonra önceki akşam Cemal Reşit Rey'de verdikleri muhteşem konserle yeniden müziğe döndüler. 1967yılı sonunda Cahit Berkay, Engin Yörükoğlu, Aziz Azmet, Murat Ses ve Hasan Sel tarafından kurulan ve 1976 yılında dağılan topluluk, bu süre içinde yaptıkları 14 adet 45'lik plak 3 adet LP ile bir efsane olmuşlardı. Başlatılan 'Moğollar Müziğe dönsün' kampanyasıyla tekrar müzik dünyasına adım atan topluluğun, bu ilk konserinde izdiham yaşandı. 1000 kişilik salona sığmayan bir grup Moğollar hayranını polis, cop kullanarak dağıtmak zorunda kaldı.

    4/3/95 Yeni Yüzyıl Barbaros Devecioğlu. Çeyrek asırlık müzik yolculuğu
    Moğollar, Anadolu rock tarzını yıllardır başarıyla ve haysiyetle sürdürüyor.Biz 'Anadolu Rock' yapıyoruz diyen Moğollar, ayrıca 'biz bir ekolüz, kendimize has bir soundumuz ve müzikal bir kişiliğimiz var' diyerek oldukça iddialı konuşuyor.
    İtiraf etmek gerekirse bu görüşmeden birkaç gün sonra gerçekleşen 1. İstanbul Rock festivalinde Moğollar'ı dinleyene kadar bu sözler bana son derece iddialı gelmişti, fakat onları dinledikten sonra şapkamızı önümüze alıp onlara yüzde yüz hak verdik. Özellikle Türk Pop müziğinde yaygın bir eğilim halini alan 'Doğu-Batı' sentezi adı verilen şey, Moğolların ta kendisi. Türk halk müziği ritimlerini ve yine geleneksel çalgıları rock müziği formatında öylesine uyumlu çalıyorlardıki, şimdiye değin hep duyup ta inanmadığımız 'Doğu-Batı'sentezi Moğolların müziğinde yaşıyor.

    Nokta.11 nisan 1998 Toygar Barut.
    Moğollar yeni 'birşey' yaptı!
    1970'lerde başlayan serüven, daha sonraları bir efsaneye dönüşecekti; Moğollar efsanesine...Türkiye'de daha önce hiç bilinmeyen ve duyulmayanı gerçekleştirecek bu yeni ekol, günümüzde de aynı çizgide müziğini yapmaya devam ediyor. Rock müziğinin doğasından kaynaklanan politik karşı koyuşu yerel ezgi ve motiflerle bezemeyi başaran Moğollar; yıllar önce gönülleri fethediyordu, günümüzde de fethetmeye devam ediyor. Moğollar, yaptıkları müzikle Türkiye'de varolan müzik anlayışına yeni bir soluk getirmesiyle tanınan bir grup. 30 seneye yaklaşan müzik yaşantılarında oldukça başarılı çalışmalar yapan Moğollar, toplumsal ve politik içerikli sözleriyle müzik tarihinde özel bir yere sahipler. Yazdıkları sözler incelendiğinde, sadece genel politik görüşleri değil günceli de çok iyi etüd ettikleri görülüyor. Bir önceki albümlerinde yer alan 'Birşey yapmalı', bunun en güzel göstergesi. Şarkı, Türkiye'nin gündemini yakaladığı için adeta bir slogan haline gelmiş ve insanları derinden etkilemişti.Yeni albümde de, eskisi gibi duyarlılıklarını koruyan ve doğru olduğuna inandıkları fikirlerinçıı

    ENGLISH

    History
    It is 1967... Five young musicians decide to establish a new band called “Mogollar”. The reason is simple: the music they have been doing in their bands is actually not what they really want to do. They have been in need of something new, something that really reflects them.
    Therefore, in February 1968, they release their first single “Eastern Love (Artik Cok Gec) ” followed by another record “Lazy John (Mektup) ”. They also enter the Golden Microphone Contest (Altin Mikrofon) and become the third best with the song “Ilgaz” in June 68.
    Their success so far has already made “Mogollar” be listened to by more people than ever before. So, It is high time they started to tour and give concerts. One of these concerts is the one at “Fitas Cinema” on 3 April. Right after this concert, an appreciating comment on their performance is published in “Diskotek” magazine, which contributes to their successful breakthrough. The very same cinema called “Fitas” is also the place where Mogollar gives their first solo concert on 19 October, 1968.
    Locally already famous, the “Mogollar virus” spreads into the rest of Anatolia and their success becomes obvious. Again in 1968, their forth record comes out. The Turkish music scene without Mogollar is not thinkable anymore. So, the band decides to take the advantage of it and goes on a long tour, covering the whole Turkey.
    This tour is to change and determine their music for the future. Mogollar’s folk music, instrumentation and arrangements have aroused great interest in Istanbul concerts, but after touring all parts of Anatolia, the band members understand that their music needs an additional intimate Anatolian dimension, which will definitely make it more mature. Mogollar calls this new music genre “Anatolian Pop (Anadolu Pop) ”.
    The first to come up with this new name is Taner Ongur who explains why this name was chosen in “Hey” magazine in March 1970: “....what we want to prove is that our folk music has a soul and is multilayered. As folk music dynamism is very close to the dynamics of pop music, we would like to fuse the technical aspect of pop music with the soul and identity of our Anatolian folk and give it a new spirit without loosing its rich folklore. With such a mix, we believe we can establish a new identity in the way we want...”
    After this statement has been made, Mogollar releases a single that does not only include the original Anatolian music in pop arrangements, but also proves that the band can do their own compositions in this style.
    The compositon of “Dag ve Cocuk” and “Imece”, which are based on Turkish melodic lines and rhytmic structures altough both are clearly examples of pop music, is a great success. Thus, Mogollar becomes the first to score a hit in Anatolian pop with “Dag ve Cocuk” and the band takes its place in history as the inventors of this new and successful music-style.
    Now, then, Mogollar has become an international music band. During a trip to Paris, they sign a 3-year-contract with CBS Records and record a single called “Behind the Dark / Hitchin”. They also release the album, “Danses et Rythmes de la Turquie-d’Hier d’Aujourd’hui” for another record company, namely Guild International du Disque. This album receives the Academie Charles Cross award in 1971.
    Soon, Mogollar attracts attention by successfully fusing a sitar-like instrument called “baglama” into pop music. Here is one of the comments: “The only thing we recommend is that you get under the spell and into the rhythms that only the Turks play”.
    Mogollar disbands in 1974 due to the political conditions affecting their music. From late 1974 to 1976 Cahit Berkay and Engin Yorukoglu record two albums and one single under the name of Mogollar again, but with assisting musicians. From this period, the most important work they release is “Hitit Sun” which is released on the RCA label in France. This album is released in Turkey, too, under the title “Dum-Tek”.
    From 1976 onwards, the band members work separately and for themselves. Cahit Berkay concentrates on scoring for films, while Taner Ongur moves to Germany releasing his first and only solo album called “Alarm” on his return to Turkey in 1991.
    Years pass.. In 1992, while listening to Mogollar on a television show, Kaan Ertem –a cartoonist from “Leman” magazine- is so inspired that he starts a “Let’s get Mogollar back together” petitionand. He achives to collect more than 4000 signatures. After all these letters and the massive request, Cahit Berkay, Taner Ongur and Engin Yorukoglu, who have been getting together from time to time and talking about putting the band back together, are now all convinced that it is the right thing to do. So, they start up the band again with a new band member, Serhat Ersoz. This new quartet gives an excellent comeback concert in Istanbul Cemal Resit Rey Concert Hall on 31 May, 1993.
    Since then, they have released the following albums:
    “Mogollar94”, 1994
    “Dort Renk”, 1996
    “30.Yil”, 1998
    “1968-2000”, 2000
    “Yuruduk Durmadan”, 2004
    Mogollar...timeless..and peerless
    i kendilerine has üsluplarıyla birleştiren Moğollar 30.yıl albümü dinleyicilerini tatmin edecek özellikler taşıyor.


    [email protected]
    [email protected]
    [email protected]
    [email protected]

  • şaşkın06.11.2007 - 19:04

    ŞAŞKIN........! ! ! ! ! !
    şaşk şarabı içmesi hoştur şaşkın
    şarap peşinden koşmak boştur şaşkın
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın
    sana başka sözüm yok, bu alem içinde
    bir alemsin şaşkın sen alem içinde
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın
    şaşkın sana ne dedim, sen ne yaptın
    dün gece gördüm seni, ters yola saptın
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın

    Keşke gençlerin umudu olan erkin koray yolunu bozmasaydı o da galiba
    şarkısındaki gibi şaşkın oldu..................! ! ! ! ! ! ! ! ! !

    [email protected]
    [email protected]

  • hasret10.10.2007 - 11:56

    (HASRET GÜLTEKİN) : 1 Mayıs 1971’de, Sivas’ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde, Süleyman ve Hacıhanım Gültekin’in (Nazire ve Güler’den sonra) üçüncü çocuğu olarak doğdu. Altı yaşında saz çalmaya başladı. On bir yaşında sahneye çıktı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden ikinci sınıfta ayrıldı. 1987 yılında, ilk çalışması “Gün Olaydı” adıyla Diyar Müzik Yapım tarafından yayımlandı. İlk resitalini Kadıköy Moda Sineması’nda 1987 yılında verdi.
    1989 yılında, “Gece ile Gündüz Arasında” adlı ikinci çalışması Saltuk Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 29 Ekim 1989 yılında Hollanda Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine, “Genç Türküler” festivalinde Birsel Acar’la birlikte Türkiye’yi temsil etti. 1990 yılında aynı ülkede “Türk Haftası” etkinliklerine birçok sanatçı ile birlikte katıldı. Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa Kürtçe müzik yasağını delen “Newroz” adlı kaset, 1990’da önce enstrümantal olarak, sonra da Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç’un katılımıyla gerçekleştirildi. 1990 yılında, Şivan Perwer’in (Türkiye’de, resmi olarak Kürtçe müzik yasağını kaldıran) “Krivo” adlı karma kasetinin yayınlanmasına öncülük etti ve süpervizörlüğünü yaptı. 1991 yılında, “Rüzgarın Kanatlarında” adlı üçüncü çalışması Nepa Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 1991 yılında Yeter Fırtına ile evlendi. Türkiye’nin dört bir yanında konserler verdi. Birçok Avrupa ülkesinde festivalllere katıldı ve konserler verdi. Aydınlık Gazetesi için; Ankara, İzmir ve İstanbul’da ProsEchos Grubu ile birlikte resitaller verdi. 2 Temmuz 1993’de, Sivas’ta Madımak Oteli’nde 35 insanla birlikte katledildi. 13 Eylül 1993’de oğlu, Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi.

    Hasret Gültekin’in müzik yönetmenliğini ve müziklerini yaptığı kasetler dizini

    1988 Abuzer Karakoç, Hüseyin Aydın, Ali Ekber Eren’in de yer aldığı “BİTMEYEN TÜRKÜLER-Dostlar Muhabbeti”.
    1990 Gani Nar’ın seslendirdiği Kürtçe “JİYAN”.
    1990 Abuzer Karakoç’un seslendirdiği ve Avrupa’da yayımlanan “Alvar Deyişleri”.
    1990 Emekçi’nin seslendirdiği “Gül’e Barut Serdin mi? ”
    1990 Nurşani’nin türkülerinden oluşan kaseti.
    1990 Lütfü Gültekin’in seslendirdiği “Karanlıkta Vurdular”.
    1991 “NEWROZ 2” isimli, Kürtçe sözlü türkülerden oluşan kaset.
    1992 Arif Sağ, Emekçi, Mehmet Koç, Emre Saltık, Talip fi ahin, İhsan Güvercin’in de yer aldığı “Türküler Yalan Söylemez” isimli kasette üç eser seslendirdi.
    1992 Ahmet Arif’in şiirlerini besteleyen sanatçılar olarak, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Sadık Gürbüz, Esin Afşar, Rahmi Saltuk’la birlikte, Ahmed Arif’in anısına çıkan kasette yer aldı.
    Bir çok sanatçının kasetlerinde bağlama, cura ve şelpesiyle yer aldı.
    HASRET KALDIK SANA HASRET ABİ.........! ! !

    PATİ[email protected]
    SANATCEPHESİ@MSN.COM
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül11.09.2007 - 23:00

    Darbenin bilançosu

    İstanbul Haber Servisi - TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

    * 650 bin kişi gözaltına alındı.

    **1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

    **Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

    **7 bin kişi için idam cezası istendi.

    **517 kişiye idam cezası verildi.

    **Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) .

    **İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.

    **71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

    **98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi olmak' suçundan yargılandı.

    **388 bin kişiye pasaport verilmedi.

    **30 bin kişi 'sakıncalı' olduğu için işten atıldı.

    **14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

    **30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına gitti.

    **300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **171 kişinin 'işkenceden öldüğü' belgelendi.

    **937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı.

    **23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

    **3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

    **400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

    **Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

    **31 gazeteci cezaevine girdi.

    **300 gazeteci saldırıya uğradı.

    **3 gazeteci silahla öldürüldü.

    **Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

    **13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

    **39 ton gazete ve dergi imha edildi.

    **Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

    **144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **14 kişi açlık grevinde öldü.

    **16 kişi 'kaçarken' vuruldu.

    **95 kişi 'çatışmada' öldü.

    **73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi.

    **43 kişinin 'intihar ettiği' bildirildi.



    ----------

    20. YILDÖNÜMÜ

    12 Eylül rejimi sürüyor

    * İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Ercan Karakaş ise 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    İSTANBUL/ANKARA (Cumhuriyet) - İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Ali Balkız, 'kara dönem' olarak nitelediği 12 Eylül'ün unutulmamasını istedi. CHP Meclisi üyesi Ercan Karakaş, 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün rejim üzerindeki olumsuz etkilerini anlattı. 'Rejimin şimdi onarmaya çalıştığı defoları aslında o dönemin ürünüdür' diyen Uras, 12 Eylül'ün etkilerini şöyle sıraladı: '12 Eylül ile birlikte sola karşı desteklenen Türk-İslam sentezcisi kadrolar devlet içine yerleştirildi. 12 Eylül'ün yasakçı kafası Kürt sorununu asayiş sorununa indirgedi, anadili yasak ilan etti ve onbinlerce insanın ölümüne yol açan süreci başlattı. 12 Eylül, sermaye yanlısı tutumuyla, yeni liberal ekonomi politikaları ile ülkeyi emeğiyle geçinenler açısından cehenneme çevirdi. Sendikal haklar, sosyal
    haklar tahrip edildi. 12 Eylül askeri otoriteyi, yürütmeye, yargıya ve siyasete müdahale edici, talimat verici bir konuma, sivil otoritenin üstüne yükseltti.

    RTÜK'ü medyanın başına musallat eden 12 Eylül rejimidir.' Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül rejiminin gölgesinde girdiğini belirten Uras, '12 Eylül'ün militarist kurumlarını, zihniyetini, yasalarını ve anayasasını değiştirmeden Türkiye'nin devasa sorunlarını aşamayacağız' dedi. 12 Eylül'ün etkilerini 'kâbus' olarak nitelendiren Uras, bu kâbustan kurtulmanın yolunun da uzaktan kumandalı siyaset tarzını değiştirmekten, köklü bir anayasa ve yargı reformu yapmaktan geçtiğini kaydetti.

    İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Hüsnü Öndül, bir yazılı açıklama yaparak, derneklerinin hazırladığı insan hakları ihlalleri bilançosundan örnekler verdi. Bilançoya göre, 7 bin kişi için idam istendiği, 517 kişiye ölüm cezasının verildiği, 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, açılan 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığı, 388 bin kişiye pasaport verilmediği, 7 bin 233 devlet görevlisinin bölgelerinin dışına sürüldüğü, 300 gazetecinin saldırıya uğradığı, 49 ton gazete, dergi ve kitabın sakıncalı olduğu gerekçesiyle imha edildiği belirlendi.

    Öndül, 12 Eylül rejimi sonrası Türkiye'nin Türk-İslam sentezi anlayışı ile yeniden yapılandırıldığını, bu yeniden yapılanmada Aydınlar Ocağı'nın 1979 yılı tezlerinin sisteme damgasını vurduğunu belirtti.

    Öndül, 12 Eylül'le birlikte kutsal devlet anlayışının yerleştirildiğini belirterek bireyin, yurttaşın hakları ve özgürlüklerinin kutsal devlet anlayışına kurban edildiğini, yurttaşın devlet için var olduğu anlayışının sisteme yerleştirildiğini söyledi. Balkız ise yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün Türkiye demokrasisi üzerinde bıraktığı kara lekenin bugüne kadar aşılamadığını belirterek '12 Eylül'ün bıraktığı ceberrut rejim anlayışı halen egemenliğini sürdürmektedir' dedi. Balkız, Türkiye'nin, 12 Eylül'ün getirdiği anayasa, siyasi partiler yasası, YÖK ve DGM'lerle yönetilmeye devam ettiğini belirterek bir kez daha askeri müdahale
    yaşamaması için 12 Eylül'ün getirdiği olumsuzlukları unutmaması ve 12 Eylül anlayışını yaratanlarla hesaplaşması gerektiğini söyledi.

    12 Eylül darbesini ve anlayışını değerlendiren Ercan Karakaş, 12 Eylül Anayasası'nın, temel yasalarının ve YÖK gibi kurumların yerini koruduklarını belirterek o günlerde hüküm giyen 21 bin gencin siyaset yasağının sürmesinin kabul edilemeyeceğini vurguladı. Merkez sağ partilerin, darbenin sonuçlarına karşı olduklarını ve iktidar olunca bunları kaldıracaklarını açıkladıklarını anımsatan Karakaş, 'Fakat iktidar olduklarında bu konuda ciddi ve ısrarlı çaba göstermediler' dedi. Sağ uçtaki partilerin ise demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığını savunan Karakaş, AB'ye üyelik sürecinde, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasi olmadan, Türkiye'nin sorunlarını çözemeyeceğini ifade etti.

    ÖDP olarak bugün saat 19.15'te, Kadıköy'deki Karaköy İskelesi önünde 12 Eylül'le ilgili kitlesel bir açıklama yapacaklarını söyleyen ÖDP Genel Sekreteri Sinan Tutal da Türkiye'nin hâlâ kanlı darbe anayasasıyla yönetildiğini ifade ederek 'Binlerce insanı işkenceden geçiren, tutuklayan, idam eden 12 Eylül cuntacıları hâlâ yargı önüne çıkarılmadılar' dedi.

    Tutal, darbenin üzerinden neredeyse 20 yıl geçtiğini anımsatarak yasalardaki düzenlemeye göre 20 yıllık zamanaşımı süresinin dolmak üzere olduğuna dikkat çekti. TGC Başkanı Nail Güreli ise bugün Cağaloğlu'ndaki TGC binasında 12 Eylül rejimini ve yeni yayın döneminden beklentilerini değerlendireceğini açıkladı.



    ----------

    İzleri hâlâ anayasada

    * Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı 12 Eylül darbesi döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi. Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor.

    ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - 12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe, Türk demokrasisinin hedef olduğu en ağır bunalımlardan biri olarak tarihe geçti.

    Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı darbe döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi.

    Terör eylemleri ve sokak çatışmalarının yoğunlaşmasının ardından 1980'lerin başından itibaren Türkiye'de askerlerin darbe yapabileceği yolunda görüşler sık sık dillendirildi.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, hükümete yaptığı uyarılarda bunun işaretini zaman zaman verdi. TSK komuta kademesi, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk 'e gönderdiği 'muhtıra' niteliğindeki mektupta, terörün bitirilmesi uyarısında bulunarak darbe yapabileceklerine ilişkin örtülü imada bulundu.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren, harekât gününü 11 Temmuz olarak belirledi. 3 Temmuz'da CHP hükümetinin düşürülmesi için verilen gensoru ve 10 Temmuz'da Paris'te Türkiye'nin borçlarının ertelenmesinin gündeme gelmesi, darbe tarihinin saptanmasında etkili oldu.

    11 Temmuz harekât emri, özel kuryelerle bütün Türkiye'de ordu, kolordu ve bölge komutanlıklarına dağıtıldı. Ancak 3 Temmuz günü Demirel hükümeti güvenoyu aldı. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Evren, kuvvet komutanlarını toplayarak darbeden vazgeçildiğini açıkladı. Böylece darbenin tarihi ertelendi.

    11 Eylül'de Bakanlar Kurulu öğle saatlerinde toplandı. Askerler, akşam saatlerinde TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ve yardımcılarını Genelkurmay'a çağırarak radyo ve televizyonların saat 04.00'te hazır hale getirilmesini istediler.

    Darbe Türkiye'ye duyurulduktan sonra ilk bildiri yayımlandı.

    Bildiride, siyasilerin uzlaşmaktan kaçınan tutumu ve terör, darbenin gerekçesi olarak gösterildi. Milli Güvenlik Konseyi bildirisinin altında, Konsey Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun 'un imzası yer aldı.

    Darbenin ardından dönemin AP lideri Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit 'in de aralarında bulunduğu 2'si BTP'li, 7'si CHP'li, 7'si AP'li olmak üzere toplam 16 siyasetçi Zincirbozan'a gönderilerek tecrit edildi.

    MHP lideri Alparslan Türkeş bir süre kaçtı, ancak daha sonra teslim oldu. 12 Eylül darbesinin ardından oluşturulan Danışma Meclisi'nin hazırladığı anayasa, 1982 yılında referanduma sunuldu. Anayasayı eleştirmek yasaktı; tartışmalı bir referandum sonucu, anayasa yüzde 92'ye yakın bir oy oranıyla kabul edildi.

    Anayasanın kabulü Kenan Evren'in de devlet başkanı olması demekti. Evren, 1989 yılına kadar Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

    Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor. Söz konusu maddenin kaldırılması, yine TBMM'de bulunan bütün partilerin vaatleri arasında yer alıyor.



    ----------

    Eskişehir Demokrasi Platformu
    'Suskunluklar sona ermeli'

    *Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    İstanbul Haber Servisi - Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, düşüncenin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyenler için bugünün 'milat' olduğunu belirterek suskunlukların bitmesini istedi.

    Dr. Osman Elbek yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    Artık hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği biçiminde empoze edilen düşüncenin yıkılması gerektiğini ifade eden Elbek, 'Her şeyin değişebileceğine olan inancın ve mücadelenin yükseltilebilmesi için yıllar içinde oluşturduğumuz birikimimizle, aklı, bilimi ve toplumun çıkarlarını temel alan evrensel ilkelerin yol göstericiliğinde, özgürlükçü, barışçı, eşitlikçi, emekten ve tüm dünya halklarının dayanışmasından yana bir anlayışı yirmi birinci yüzyıla taşımalıyız' dedi.

    Elbek, Demokrasi Platformu örgütlerinin, 12 Eylül darbesinin neden olduğu 'vahşeti' ve 'insanlık suçunu' kuru kuruya kınayarak geçmeyeceğine dikkat çekti. Türkiye'de yaşayan her yurttaşın eşit, özgür, evrensel insan ilkelerine bağlı olarak hayatını sürdürmesinin doğru olduğuna inananlara seslenen Elbek, sözlerine şöyle devam etti:

    'Bu ülkede düşüncesinin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyen birileri varsa ve bu birileri bugüne kadar susmuşlarsa, bugün onlar için milat olsun. Aşsınlar suskunluklarını.'



    ----------

    Eğit-Der Genel Başkanı Mustafa Gazalcı, yaraların sarılamadığını söyledi
    İlk darbe öğretim birliğine

    12 Eylül 1980 darbesi ülkemizde birçok alanı olumsuz etkilediği gibi eğitimi, eğitim işini yapan öğretmeni ve eğitimin temeli olan öğrencileri de derinden yaraladı. Yıllar geçmesine karşın bu yaralar sarılamadı, tam tersine kangren oldu.

    12 Eylül'de ilk darbe öğretim birliğine vuruldu. Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra 3 Mart 1924 tarihinde temeli atılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası, 12 Eylül Anayasası'nın 24. maddesi ile zorunlu din dersleri konularak delindi. Öğretim Birliği Yasası, laik cumhuriyetin temeliydi.

    İmam-hatipler arttırıldı

    12 Eylül döneminde imam-hatip liseleri, eklentileri (şubeleri) ve öğrenci sayısı arttırıldı. 1983 tarihinde imam-hatip lisesi çıkışlılara, üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanınmasıyla, din eğitimi almış kişiler devletin tüm kurum ve kuruluşlarında görev aldı ve yönetici oldular.

    Ezberci eğitim, dersaneler ve paralı eğitim bu dönemde yaygınlaştı.

    Üniversitede kıyım

    Üniversite harçları, eğitime katkı payları 1983 yılında yürürlüğe girdi. YÖK kurularak üniversitelerin özerkliği ve bilimsel gelişmesi, vakıf üniversiteleri de kurularak devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi. Birçok yurtsever öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı.

    12 Eylül döneminde eğitime ayrılan pay azaldı. Eğitim yatırımları düştü. Örneğin devlet bütçesinden ilköğretime ayrılan yatırım ödeneği 1963'te yüzde 2.1 iken 1980'de yüzde 0.82'ye, 1981'de yüzde 0.71 olarak gerçekleşmiş, her yöntem eğitimin niteliği düşmüştür. 12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitim işini yapan öğretmene oldu. Birçok yurtsever öğretmen suçlu gibi görüldü. Binlercesi 1402 sayılı yasayla (Sıkıyönetim Yasası) işinden, yerinden edildi. 200 bin üyeli en büyük öğretmen örgütü TÖB-DER yöneticileri haksız yere tutuklandı, yıllarca hapis yatırıldı. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, 84 TÖB-DER yöneticisini 5 ile 8 yıla mahkûm ederek, derneğin mallarını hazineye devretti. Aradan 8 yıl geçtikten sonra, 24 Nisan 1989 tarihinde Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, örgütün genel başkanının da içinde bulunduğu 19 yöneticisini akladı; buna karşın, bu hukuk skandalı bugün de düzeltilmedi, TÖB-DER malları öğretmenlere geri verilmedi. Öğretmenlerin sandığı İLKSAN tüzüğü değiştirildi. Yönetimi öğretmenlerden alınarak, sandık, yolsuzlukların batağına sürüklendi. 12 Eylül döneminde öğretmenlere çok düşük ücret verildi. İkinci iş yapan öğretmen sayısı arttı. Toplumda saygınlıkları azaldı. Öğretmenlik bir meslek olmaktan çıkarıldı.

    12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitimin temeli olan öğrenciye yapıldı. Öğrenci gençliği de potansiyel suçlu gibi görüldü, siyaset ve örgütlenme hakkı ellerinden alındı. İlerici, demokrat gençler okullarından atıldı. 12 Eylül yönetimi laik eğitime, yurtsever öğretmene ve ilerici öğrenciye karşıydı. Sözde Atatürkçülük yaparak, Atatürk devrimlerini ve yapıtlarını yıprattılar.

    Atatürk 'ün Halkevleri etkinliği durduruldu, yöneticileri mahkemeye verildi. TDK ve TTK devlet dairesi durumuna sokuldu. Öztürkçe sözcükler yasaklandı. Onbinlerce kitap yakıldı ve toplatıldı. Kitap, suç aracı olan silahlarla birlikte gösterildi. 12 Eylül cuntasının, özetle laik eğitimde, öğretmende, öğrencide açtığı yaralar bugün de kanıyor. 12 Eylül cuntası, hem eğitimi, hem eğitimin temel öğesi olan öğrenci ve öğretmeni suçladı, yargıladı, hapse attı. Anayasaya zorunlu din derslerini koyarak Atatürk'ün Öğretim Birliği Yasası'nı bozdu. Atatürkçülük söylemini kullanarak Atatürkçülük düşüncesine aykırı zorunlu din derslerini okullarda okuttu. Anaokullarından başlayan şeriatçı eğitim kurumlarının yaygınlaşmasını özendirdi.

    Milli Eğitim Bakanlığı ve kurumlarında Atatürkçülük dışlanarak Türk-İslam Sentezi ideolojisi, kadrolaşma ve ders kitapları yoluyla egemen kılındı. Kitabı düşman bildi, toplattı ve yaktı. Öğretmen ve öğrenciyi potansiyel bir suçlu gibi gördü. Paralı eğitimi özendirdi, vakıf üniversitelerine olanak sağlayarak devlet üniversitelerinin gelişmesini engelledi. Öğretmen ve öğrenci örgütlerini dağıttı.

    Eğitimde 12 Eylül izleri

    - Din dersleri zorunlu hale getirildi, imam- hatiplerin sayısı arttırıldı, Öğretim Birliği Yasası delindi.

    - Üniversite özerkliğine darbe vuruldu. Öğretmenlerin örgütü TÖB-DER kapatıldı, yöneticileri gözaltına alıpın sorgulandı, yüzlercesi görevlerinden uzaklaştırıldı.

    - YÖK getirildi, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'yla çok sayıda ilerici bilim adamı üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırıldı, eğitimin kalitesi düştü, bilimsel araştırmalar geriledi.

    - Milli Eğitim ve Üniversitelerde gerçekleştirilen ırkçı-şeriatçı kadrolaşmayla Türk-İslam sentezci anlayış egemen kılındı.

    - Sorgulayıcı araştırıcı eğitim modeli yerine, ezberci model dayatıldı.

    - Öğrenciye potansiyel suçlu gözüyle bakıldı, demokratik katılımı önlendi, tepki gösterenler polisle karşı karşıya bırakıldı.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül11.09.2007 - 22:58

    İdam Sehpasında Gencecik Bir yiğit;

    Erdal Eren...

    12 Eylül cuntasının emekçi halklara gözdağı vermek için gündeme getirdiği idamlar sürecinde devrimci onuru sehpada dimdik tutan Erdal Eren’i 13 Aralık 1980 günü yitirdik. Henüz 17 yaşındayken devrim ve sosyalizm davasını hayatı pahasına savunan bu genç fidan, Türkiye devrimci hareketinin yüz akı olarak geleceğe ışık tutmaktadır.
    Erdal, 25 Eylül 1961’de Giresun’a bağlı Şebinkarahisar’da doğdu. Erdal’ın babası o tarihlerde Giresun’un bir dağ köyünde öğretmendir. Doğduğunda okulların açılması ve ulaşım güçlüğü nedeniyle nüfusa yazdırılmayan Erdal, daha sonradan kimlik çıkartıldığında ise okula erken başlaması için bir yıl büyük yazdırılır.
    Daha sonra, 1970’li yıllarda ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşen Erdal, Ankara Yapı Meslek Lisesi’nde okumaya başlar ve burada devrimci mücadeleyle tanışır. ANOD (Ankara Ortaöğretimliler Derneği) içerisinde ve GBK (Geleceği Birlikte Kurtaralım) içinde yer alır. Bu süreçte Erdal, ODTÜ’lü devrimci öğrenci Sinan Suner’in öldürülmesini protesto için 2 Şubat 1980 günü yapılan bir korsan gösteride yer alır. Eylem bitirilip kitle dağılmak üzereyken silah sesleri duyulmaya başlar. Herkes gibi Erdal da geri çekilir ve bir apartman bahçesine girer. O sırada gösteriyi bastırmak için gelen askeri birlikten bir er vurularak ölmüş ve yakalanan Erdal olayın faili olarak ilan edilmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı’na götürülen Erdal işkencelerden geçirilir. Oradan Mamak Askeri Hapishanesi’ne götürülerek bir hücreye konur.13 Şubat günü duruşmaları başlar ve tüm hukuk usulleri hiçe sayılarak 45 gün içerisinde yapılan üç celsede hakkında idam kararı verilir. Ortada hiçbir kanıt olmaması bir yana Erdal’ın yaşının henüz 17 olması da bir başka engeldir. Yaş tespiti istekleri reddedilir. Ve Yargıtay’ın iki kez bozduğu karar sonunda onaylanır. Çünkü Cunta şefleri açıkça Erdal’ın kanını istemektedir. Erdal duruşmada, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der. Yine savunmasında Erdal, “Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir” demektedir.
    13 Aralık 1980 günü hücresine gelip Erdal’ı alırlar. İdam sehpasına giderken kimseden yardım istemez. Mamak’taki korkunç işkenceleri anlatır son mektubunda: “Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile.”
    Son anlarında bile Erdal neşeli ve soğukkanlıdır. Gülümseyerek avukatına bakar ve göz kırpar. Sonra, tıpkı duruşmalarda olduğu gibi yine dimdik olarak sehpaya yürür. Saat sabaha karşı üçe on kala cellat Erdal’ın boynuna ipi geçirir. Ortamın sessizliğini Erdal’ın gür sesi bozmaktadır: “Yaşasın TDKP, Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet” diyerek ayağının altındaki sehpayı tekmeleyen Erdal, böylece Deniz’lerin onurlu kervanına katılır. Arkasında kısa ama tertemiz bir yaşamın anılarını bırakarak...



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül11.09.2007 - 22:41

    12 Eylül ve DİSK


    Bilindiği gibi, DİSK’in tarihinde 12 Eylül 1980 askeri cuntasının çok özel bir yeri vardır. O dönem işçi sınıfının sendikal alandaki en önemli mevzisi durumunda olan DİSK, sınıf hareketini ezme kararlılığındaki 12 Eylül cuntasının öncelikli hedeflerinden biri olmuştur.


    O dönem DİSK, sınıfın özellikle mücadeleci kesimleri içinde önemli düzeyde örgütlü durumdaydı. Yığınları cuntaya karşı mücadeleye çağırma ve bu mücadeleye önderlik etme imkanları yabana atılamayacak düzeydeydi. Ancak DİSK yönetimi bu görevin altına girmekten kaçındı.


    Cuntacılar, sonradan yaptıkları kimi konuşmalarda ortaya koydukları gibi, darbeye karşı sınıf hareketi cephesinden, özellikle de DİSK’te örgütlü kesimlerden belli bir direniş olacağını düşünüyorlar, bu yüzden bir parça da temkinli davranıyorlardı. Fakat yöneticilerinin böyle bir niyet içinde olmadığını anladıktan itibaren DİSK’e dönük saldırıyı da ağırlaştırdılar. Darbeden tam iki gün sonra DİSK yöneticilerini teslim olmaya çağırdılar. DİSK yöneticilerinin ezici bir bölümü cuntanın bu çağrısına uydu, teslim olmak için sıkıyönetim komutanlığının önünde kuyruğa girdiler. Ancak bundan sonradır ki 18 Eylül’de yayınlanan 8 numaralı MGK kararıyla DİSK’in tüm malvarlığına el konuldu.


    Sıkıyönetim mahkemelerinde DİSK’i ve sınıf hareketini savunan, cuntayı teşhir eden sendikacılar da oldu. Fakat bunların tutumu, darbeye teslim olmanın yarattığı büyük kırılmayı onarabilecek çapta sonuçlar üretmedi. 12 Eylül karşısında yöneticilerin sergilediği bu teslimiyetçi tutum, sonraki dönemde DİSK’in kaderini belirledi. 10 yıldan fazla bir zaman yasaklı kalan DİSK, yeniden açıldığında 12 Eylül öncesi dönemde sergilediği mücadeleci kimlikten artık önemli ölçüde kopmuş durumdaydı.


    “30 yıl sizi çok değiştirmiş”


    Mücadeleci kimlikten uzaklaşmış, “çağdaş sendikacılığı” kendine rehber edinmiş bu yeni DİSK sermaye sözcüleri tarafından sık sık övgü konusu yapılır oldu. Örneğin 1997 yılında, en azılı işçi düşmanlarından sermayedar Refik Baydur, DİSK’in 30. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldı. Kendisini can kulağıyla dinleyen DİSK yöneticilerine, “30 yıl sizi çok değiştirmiş” diye seslendi.


    Sistemli örgütsüzleştirme saldırılarının sendikaları hızla erittiği son 10 yıllık dönemde, DİSK de dahil konfederasyon yönetimlerinin işbirlikçi, ihanetçi pratikleri sermayenin işini daha da kolaylaştırdı. Sendikalar belli istisnalar dışında işçi sınıfının çıkarlarını savunan örgütler olmaktan çıktılar, sermaye adına işçileri denetim altında tutmanın birer aracı haline geldiler.


    Öte yandan DİSK işçi sınıfı içinde yeniden örgütlenmeye çalışıyordu. Eski DİSK’ten kalan mücadele mirası sayesinde işçi sınıfının küçümsenemeyecek bir kesimi çağrılara yanıt verdi, yeniden DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlendi. Fakat süreç içinde işçilerin DİSK’e bağlı umutları giderek zayıfladı. Çünkü yaşananlar, DİSK’in diğer konfederasyonlardan hemen hiçbir farkının kalmadığını ortaya koyuyordu. Özellikle ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının sendikalara güveni giderek azaldı. Hem sermayenin saldırıları hem de sendika yönetimlerinin güven vermeyen duruşları yüzünden sendikaların üye sayıları son yıllarda iyiden iyiye azaldı. Birçok sendika bitme noktasına geldi.


    İşçiler, uzlaşmacı ve ihanetçi tutumlar
    nedeniyle DİSK bürokratlarına güvenini yitirdi


    Hem bugüne kadarki kötü gidişin sorumlusu yöneticiler, hem de DİSK içinde olup da sınıf hareketi adına sorumluluk duyanlar, DİSK’in içinde bulunduğu durumdan rahatsızlar. Sınıf hareketine karşı sorumluluk duygusuyla konuya yaklaşanlar, iyi niyetli bir tutumla, DİSK’in kötüye gidişinin sebebinin mücadeleci geleneğin terkedilmesinden kaynaklandığını, bu duruma son vermek için de eski DİSK’in canlandırılması gerektiğini düşünüyorlar. Eski DİSK’in canlandırılması fikri son genel kurullarda görüldüğü gibi tabanda giderek yayılan bir görüş durumunda.


    Yıllardır DİSK’in başında olan ve bu başaşağı gidişin temel sorumlusu olan Süleyman Çelebi ve ekibi, son genel kurulda tabandaki mücadele isteğinin öne çıkardığı sendika yönetimleriyle ortak bir yönetim oluşturdu ve bu sayede yönetimde kalmayı başardı. Şimdi de, tabandaki eski mücadeleci çizgiye duyulan özlemi, kendi konumunu korumanın bir imkanına çevirmek için kolları sıvamış bulunuyor. Son zamanlarda gündeme getirilen “Emekçileri saran 12 Eylül zincirleri kırılacak” kampanyası da bu amaca hizmet ediyor.


    DİSK’in yeniden açılmasının üzerinden 14 yıl geçti. 12 Eylül’ün ancak şimdi bir “hesaplaşma” konusu yapılmasının gerçek nedeni ise Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine dönük beklentiler. DİSK yönetimi, böyle bir kampanyaya soyunurken Avrupa Birliği’ne güveniyor. Sermayenin AB’ye giriş adına yasalarda bir takım rötuşlar yapması bu bürokratlara, 12 Eylül’e birkaç laf söylemek için ihtiyaç duydukları cesareti veriyor.


    Ama bütün yaptıkları ve yapacakları da zaten bu; birkaç laf söylemek. 12 Eylül’e karşı esaslı bir mücadele bu bayların gündeminde bulunmuyor. Dediğimiz gibi onların asıl derdi, tabandaki eski mücadeleci DİSK’e olan özlemin ve 12 Eylül’e dönük tepkinin meyvelerini toplamak, bu sayede koltuklarını korumak.


    Kampanyanın şu andaki gidişatı da bu söylediklerimizi doğrulayacak nitelikte. 21 Temmuz tarihli Başkanlar Kurulu toplantısından sonra kampanya resmen başlatıldı. Ve şu ana kadar bir dizi bölgede temsilciler kurulu toplantıları yapıldı, Süleyman Çelebi bütün toplantılara katıldı ve ateşli konuşmalar yaptı. İşçileri tekrar tekrar mücadeleye çağırdı. Ancak işçiler Süleyman Çelebi’nin sözlerine değil de gözlerine bakmış olmalı ki, bu mücadele çağrıları pek yanıt bulmadı. Eylül ayına kadar giderek güçlendirileceği söylenen kampanya tabandaki işçiler tarafından en azından şimdilik sahiplenilmedi.


    Son yıllarda yaşanan bunca ihanet ve hayal kırıklığından sonra tabanın daha farklı bir davranış içine girmesi de beklenemezdi. İşçiler, yıllardır ortaya koyduğu uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi ve ihanetçi tutumlar nedeniyle DİSK yönetimine güvenini büyük ölçüde yitirdi. Kampanyanın sahiplenişinde ortaya konan zayıflık esas olarak buradan kaynaklanıyor


    Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!


    DİSK yönetimi işçilerin güvenini yitirmek için son yıllarda ne gerekiyorsa fazlasıyla yaptı. Diğer konfederasyonlar satış sözleşmesine imza atıyorsa DİSK de attı. Diğer konfederasyonlar sorunları çözmek için patronla, hükümetle utanç verici pazarlıklar içine giriyorsa DİSK de aynısını yaptı. Çıkarlarını korumak için DİSK çatısı altında örgütlenmeye çalışan işçiler çoğu durumda DİSK’in ihanetiyle karşılaştılar.


    Bunun son somut örneği Castleblair’de yaşandı. Süleyman Çelebi ve DİSK-Tekstil yöneticileri Castleblair’de DİSK tarihine utanç verici bir sayfa daha eklediler. Burada da satış sözleşmesine imza atmakla kalmadılar, fabrikada sendikal örgütlenmeyi sağlayan öncü işçilerin tasfiyesine çanak tuttular. Dahası onların haklarını ve örgütlülüklerini korumak için yürüttüğü direnişe karşı pervasızca bir karalama kampanyasına girişmekte sakınca görmediler. Açıkça işçi düşmanlığına soyundular.


    Bütün bunlar işçi sınıfının gözleri önünde yapıldı. Castleblair işçileri ısrarla sendikal örgütlenmelerine sahip çıkmalarına ve yöneticileri göreve çağırmalarına rağmen, Süleyman Çelebi ve avanesi sözüm ona 12 Eylül’e karşı mücadeleyi örgütlemek için toplantıdan toplantıya koşmakla meşguldü.


    Zincirin halkaları olanlar onu parçalayamaz


    12 Eylül, o dönemki mevcut sınıf hareketini önemli ölçüde ezdi. 12 Eylül’den sonra birçok bakımdan farklı bir sınıf hareketi ve yeni koşullara uygun bir sendikacılık hareketi oluştu. Bu yeni sendikacılık hareketi, 12 Eylül’e karşı mücadele içinde değil, tam tersine ona alkış tutarak ya da ondan icazet dilenerek, onun kalıplarına kendini uydurarak oluştu. Bugün DİSK içinde eski DİSK’in geleneklerine dair özlemler ne denli güçlü olursa olsun, gerçek şudur ki ‘91’den sonra faaliyetine izin verilen DİSK, 12 Eylül sisteminin yarattığı sendikacılığın kendine özgü bir parçasıdır. İçinde ilericilerin, devrimcilerin olması gelecek için umut kaynağı olabilir, ama bu DİSK’in son 14 yıldır sınıf mücadelesinde oynadığı olumsuz rolü ortadan kaldırmaz.


    Sermaye sendikaları sınıfı denetim altına almanın bir aracı olarak kullanmak istemiştir, 12 Eylül’le bunun yolunu düzlemiştir. 12 Eylül’e karşı direnmeyen DİSK, diğerleriyle aynı ölçüde olmasa da kendini sermayeye kullandırmıştır. DİSK’teki bu yönetim ve sendikacılık anlayışı, çoktandır sınıf hareketinin engellerinden biri haline gelmiştir. Yani DİSK’e hakim sendikal çizginin kendisi, Süleyman Çelebi’nin toplantılarda “kıracağız, parçalayacağız” dediği zincirin belki de en sağlam halkalarından birisidir.


    Halkanın zincire başkaldırdığı, onu parçaladığı görülmemiştir. Ancak bu, işçi ve emekçileri kuşatan sermaye gericiliğinin ve 12 Eylül düzeninin oluşturduğu zincirin hiç kırılamayacağı anlamına da gelmez. Bu zinciri kıracak iradenin ilk filizlerini görmek isteyenler mücadelenin kalbinin attığı grev ve direniş yerlerine gitmelidir. Saldırılara ve ihanete inat direnişlerini sürdüren Castleblair işçilerinin gözlerine bakanlar bu iradeyi göreceklerdir.





    ----------



    ‘80 öncesi DİSK ve ‘80 sonrası
    sol sendika bürokrasisi


    İşçi sınıfının iktisadi çıkarları ve bu çıkarlarla bağlantılı kısmi demokratik istemleri için mücadele yürütmek -eski DİSK’in işçi sınıfı hareketi tarihi içinde oynadığı rol sanıyoruz en iyi böyle özetlenebilir. Hızlı kapitalist gelişmenin sosyo-politik sonuçlarının kendini her alanda göstermeye başladığı ‘60’lı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının aşırı sömürüye ve kötü çalışma koşullarına karşı kısmi demokratik haklar için mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Grev ve toplusözleşme haklarının kazanıldığı bir dönemde Türk-İş sınıfın bu alandaki potansiyeline barikat oluşturunca, buna ilerici bir tepki olarak DİSK doğdu.


    Adındaki “devrimci” ibaresine rağmen DİSK hiçbir zaman sol reformist bir çizgiyi aşamadı, fakat sınıfın iktisadi mücadelesine ve dar demokratik istemlerine belli sınırlar içinde hep karşılık verdi. Zaman zaman kendisine egemen olan politik eğilimlerdeki tüm değişme ve oynamalara rağmen, nispeten bilinçli dinamik bir tabana sahip olmanın da avantajıyla DİSK, tüm ‘80 öncesi tarihi boyunca bu sınırlar içindeki bir mücadeleci kimlikle özdeşleşti. DİSK’in sendikal cephede ve iktisadi mücadele alanındaki nispi üstünlüğünü ve ilerici rolünü açıklamak gereksizdir. Bu sınıf hareketi tarihine malolmuş basit bir gerçektir. Kısmi demokratik istemlere dayalı siyasal mücadelesine ise, görkemli 1 Mayıs gösterilerinden DGM direnişlerine kadar bir dizi demokratik anti-faşist eylemi ve etkinliği örnek olarak sıralamak mümk&ul; n.


    Fakat buna rağmen dönemin tüm devrimci akımları DİSK’e egemen politikayı reformist-sınıf işbirlikçisi olarak nitelemekteydileler ve kuşkusuz bunda haklılardı da. Zira DİSK, kendisine egemen revizyonist-reformist akımlar nedeniyle, sınıfın kısmi talepleri uğruna mücadelesini genel devrimci iktidar mücadelesine bağlayan bir politik konumdan yoksun olduğu gibi, bu devrimci perspektife karşı revizyonist-reformist odakların elinde bir kalkandı da. Reformist-sınıf işbirlikçisi ithamı, DİSK’in sendikal tutumundan çok politik konumuna yöneltilmişti.


    Konumuz DİSK olmadığı için sözü kısa kesmek zorundayız. Şuraya gelmek istiyoruz. 12 Eylül, revizyonist-reformist politikaların egemenliğinde içten içe çürüyen ve kan kaybeden DİSK’e öldürücü bir darbe vurdu, eski DİSK’i tarihe gömdü. DİSK’in bu akıbete uğradığı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının ağır bir sömürüye tabi tutulduğu ve zaten yasal planda çok sınırlı olan bir dizi demokratik hakkının da gaspedildiği yıllar oldu. Bunun işçi sınıfında biriktirdiği hoşnutsuzluk ve hoşnutsuzluğun kendisini ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ortaya koyması, sınıf hareketindeki gelişme, ‘89 Baharı ve ‘90 yılının direnişleri, tüm bunlar bilinmektedir.


    Bu gelişmede en dikkate değer olgulardan biri, hareketin tümüyle tabandan gelmesi, taban dinamizminin sınıf hareketine yol açmasıdır. Bu gelişme, 12 Eylül dönemini kaba bir ihanet içinde geçirmiş, sermayenin sınıfa yönelttiği saldırıya seyirci kalmış, bunun da ötesinde, cunta hükümetlerinde yer alarak bizzat desteklemiş Türk-İş bürokrasisinde de, elbette yankı bulacaktı. Bürokratlar işçi sınıfının bazı ekonomik ve demokratik istemlerini seslendirmek, işçi sınıfının bu doğrultuda gösterdiği eylemliliği gönülsüzce ve ikiyüzlüce sahiplenmek zorunda kaldılar. Doğal olarak bu etki, tabana daha yakın olan ve yönetici olmanın ayrıcalıklarından daha az yararlanan sendika alt kademelerinde daha büyük oldu. Sendika kongrelerinde bu yönetimler bir ölçüde değişti, sınıfın hak istemlerine karşı daha duyarlı olan ya da oml; yle görünen unsurlar yer yer yönetimlere geldiler.


    Sendika şube platformları sınıf hareketindeki bu gelişmenin “yan ürünleri” oldular. Onlar sınıf hareketindeki gelişmenin kendisinden doğmadılar. Yalnızca, sınıf tabanındaki büyük hoşnutsuzluk ve mücadele isteği karşısında, alt kademe sendika bürokratlarının kendine çeki düzen vermek ihtiyacının ifadesi oldular. Sınıf hareketinin önünde değillerdi, arkasından geldiler. Onun ekonomik ve kısmi demokratik hak taleplerinin sözcüsü olmaya, bunu kendileri için bir sendikal politika platformu yapmaya çalıştılar. Dolayısıyla onlarınki sınıf hareketine önderlik değil, deyim uygunsa bu hareketin üzerine oturmaktı. DİSK’in ‘70’li yıllardaki yükseliş süreci içindeki konumu da buydu. Ne var ki DİSK aktifti, lafta kalan eylem çağrıları yapmakla kalmıyor, bunu bizzat örgütlüyor ve yürütüyordu. Örneğin DGM saldırı gündeme geldiğinde kendi etkinliğindeki sınıf kitlesini harekete geçiriyordu. 16 Mart öğrenci katliamı gerçekleştiğinde, genel greve gidiyordu. Kitlesini anti-faşist gösterilere katıyor, bu doğrultuda çaba harcıyordu. Bir kısım demokratik siyasal istemi sınıf kitlelerine maletmek ve toplumun gündemine sokmak için aktif çaba harcıyordu, vb.


    Ya şimdiki sendika şubeler platformu bürokratları ne yaptılar ve ne yapıyorlar? Bunlar Türk-İş merkezindeki hainleri aşan hangi pratik adımı atmışlardır? Hangi eylemi onlara rağmen gündeme getirmiş ve gerçekleştirmişlerdi? Yıllardır varlar, pratik olarak ne yapmıştır bu platformlar? Hangi ciddi politik ve eylemsel çıkışı göstermişlerdir? Kürt halkı katliamdan geçiriliyor, toplum her türlü demokratik haktan yoksun bırakılmak isteniyor, işkence, cinayet, zulüm kol geziyor, yüzbinlerce işçi sokağa atılıyor, İMF reçeteleri uygulanıyor, işçi sınıfı açlığa ve işsizliğe terkediliyor vb., vb... İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir gibi temel sanayi kentlerindeki, demek oluyor ki toplumun nabzının attığı sanayi merkezlerindeki sınıf tabanı üzerine oturan bu platformlar, tüm bunlara karşı ne yapmışlardır? Aradan tam bir yıl geçmiştir, bu bürokratlar İstanbul gibi bir kentt26 Eylül ‘93 toplantısından beri bir yeni işçi temsilcileri toplantısını neden gerekli görmemişlerdir? 5 Nisan’dan sonra, 1 Mayıs’tan önce, 20 Temmuz’dan önce ve sonra, böyle toplantılar kesin bir zaruret değil midir? Bu tür toplantılar neden yapılmamıştır ve yapılmıyor? Bu tür toplantılar neden kurumlaştırılmıyor? Genel grev üzerine bunca laf ediliyor da, neden tabanda, fabrika ve işyerlerinde işçi komiteleri, genel grev komteeri oluşturulmuyor?


    Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat sendika şube platformlarının gerçekte ne oldukları, ne ifade ettiklerini anlamak, ortaya çıkarmak için bu türden birkaç sorunun sorulması bile yeterlidir. Sonuç bu platformların pasif ve bürokratik bir reformizmi temsil ettikleridir. Bu halleriyle, sınıf hareketinin önüne örülmüş daha incelikli yeni bir barikattan başka bir şey olmadıklarıdır. Bu platformda yer alan ve platformun “sol” kanadını oluşturan bir kısım sözde “sosyalist” şube başkanının 27 Mart seçimlerinde 2. cumhuriyet programını açık açık savunan SHP adayı Zülfü Livaneli için kamuoyuna yönelik açık destek çağrısı yaptığını hatırlatmak, belki de çok şey söylemekten daha açıklayıcıdır.


    Fakat liberal kuyrukçularımızda liberal yanılsamaları yaratan Türkiye’nin bugünkü kendine özgü koşullarıdır. Sermaye düzeninin çözümsüz sorunları ve yaşamakta olduğu yapısal kriz ortamında, mevcut merkezi sendika bürokrasisi sınıfın iktisadi ve kısmi demokratik istemlerine bile sahip çıkamamaktadır. Böyle olunca, bu dar ve sınırlı istemlere belli bir biçimde sahip çıkanlar, böyle bir mücadeleden yana olanlar ya da öyle görünenler, liberal kuyrukçular için “namuslu ve dürüst”, “dinamik ve mücadeleci”, “sınıftan yana ve sınıf kaygusu güden” sendikacılar payelerini rahatlıkla kazanabiliyorlar. Oysa böyle bir mücadele platformu, her yerde ve her zaman burjuva reformist sendikacılığın ve onun politik alandaki izdüşümü olan liberal işçi politikacılığının gerçek zeminidir. Bu formist platform hain sendika merkezleri karşısında işçi sınıfının seçeneği olmak bir yana, sınıf hareketinin devrimci gelişmesi önünde yeni bir engeldir. Böyle bir platformu desteklemek, sarı sendikacılık karşısında pembe sendikacılığı, burjuva gericiliği karşısında burjuva reformizmini desteklemektir.


    Fakat hemen ekleyelim ki, alt kademe sendika bürokratlarına bu payeleri bu kadar kolay verenlerin tutumu basit bir liberal yanılsama değildir. Bu gerçekte böylelerinin son yıllarda ulaştığı yeni konumun sınıf hareketine yaklaşımda ortaya çıkan doğal bir yansımasıdır. ‘80 öncesinde devrimci-demokrattılar. Şimdi devrimcilik aşınıp eridi, geriye yalnızca demokratlık, yani o kaba burjuva demokratik ufuk kaldı. Burjuva ya da küçük-burjuva demokratizminin sınıf hareketi alanındaki yansıması ise her zaman ekonomizm, kendiliğindenciliğin kutsanması, liberal bir işçi politikacılığı olmuştur.


    İşçi sınıfı hareketinin kendini az çok göstermeye başladığı her burjuva toplumda, sınıfın dar iktisadi istemleri ve bunlarla bağlantılı demokratik siyasal istemleri üzerine oturan burjuva liberal bir işçi politikası için uygun bir zemin var demektir. Bu temele dayalı bir mücadele genellikle işçi sınıfının kendiliğinden gelişimi ile oluşur ve Lenin’in trade-unionculuk olarak ifade ettiği bir sendikalizmde ifade bulur. Trade-unionculuk burjuva anlamda politikleşmiş bir işçi hareketini anlatır. “Sendikacılık (trade-unionizm) , kimilerinin sandığı gibi, ‘siyaseti’ tümüyle dışlamaz. Sendikalar her zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve mücadele yürütmüşlerdir” (Lenin, Ne Yapmalı?) . Çoğu kere sınıf hareketinin ilk politizasyonu böyle gerçekleşmiştir. Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde DİSK’in oynadı&curen; ı olumlu rol de budur.


    İlk ifadesini reformist bir sendikalizmde bulsa da, bu, bu politik zeminin salt sendikalar tarafından tutulduğu anlamına gelmez. Tersine bu zemin üzerine politika yapan burjuva ya da küçük-burjuva politik akımlar her ülkenin kendine özgü tarihsel koşulları içinde ve kendine özgü bir biçimde oluşur ve bunlar zaman içinde reformist sendikacılık akımı ile buluşurlar. Bu reformizm ile reformist sendikacılıkta ifade bulan bir sınıf hareketinin buluşup birleşmesidir. Reformist politik partiler bu buluşmanın temsilcisi ve taşıyıcısıdırlar. Reformist politik akım ya da parti, kendiliğinden gelişmenin sınıf hareketinde yarattığı sınırlı ufku bir program haline getirir, bunun üzerine oturur ve sınıf hareketini bu çerçevenin içinde kötürümleştirir. İşçi sınıfı, burjuva politik akımların dümen suyunda, kendi bağımsız devrimci sınıf kimliğinden ve tutumundan yoksun kal.


    İngiltere’de İşçi Partisi sendikalizmden doğdu. Birçok Avrupa ülkesinde başlangıçta sosyalist bir çizgiyi temsil eden partiler sonradan yozlaşarak ya da ondaki geriliğe boyun eğerek burjuva reformist işçi partileri haline geldiler. Sonradan benzer bir evrimi revizyonist çizgiye kayan komünist partileri yaşadı. Bütün bu partilerin politik çizgisinin özü ve esası, sınıfın düzen içi kısmi çıkarları ile burjuva düzenin genel çıkarlarını bağdaştırmaktan oluşmaktadır. Bunun artık olanaksızlaştığı koşullar (emperyalist savaş, kapitalizmin krizi, faşizm, vb.) bu parti ve akımların çöküntüsünü de beraberinde getirmiştir genellikle.


    Sınıf hareketi böylesi süreçleri Türkiye’de yaşamıştır. ‘60’lı yıllarda, liberal bir işçi politikası izleyen TİP’in burjuva sendikacılık hareketinden (Türk-İş) doğması, sonra bir başka çizgide DİSK’le buluşması yaşandı. ‘70’li yıllarda DİSK (başta TKP) revizyonist akımların sosyal-reformizmiyle içiçe geçti. Ardından ikisi birden burjuva reformist CHP’nin eklentisi haline geldiler.


    Bu bizi tartışmamız bakımından canalıcı olan soruna getiriyor. 12 Eylül’den itibaren eski DİSK artık yoktur. Kısmi istemler uğruna mücadele üzerine oturan eski sosyal-reformist akımlar iflas etti ve ‘80’li yıllarda çöktü. Oysa ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının ekonomik ve kısmi demokratik istemlere dayalı bir kendiliğinden hareketi oluştu ve dalgalı bir seyir içinde sürekli gelişti. Tam da bu koşullarda, DİSK’in ve liberal bir işçi politikası izleyen sosyal-reformist akımların yokluğu, liberal işçi politikacılığı alanında temelli bir boşluk demektir. Doğa gibi toplumun da boşluğu uzun süreli kaldıramadığı herkesçe bilindiğine göre, soru şudur: Bu boşluk ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ve bugün, sendikal planda ve politik planda, nasıl ve kimler tarafından doldurulmaktadır ya da doldurulmaya &cceil; alışılmaktadır? (...)


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • ahmet kaya30.08.2007 - 19:53

    Ahmet Kaya'nın Kısa Hayat Öyküsü
    Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.
    Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü. Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.
    Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse farkında değildi elbette.
    Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.
    Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.
    Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken 1971 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.
    Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkânında çalışıyordu. Bu dükkânda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik türlerini tanıma imkânı buldu. Özellikle dükkâna gelen, Ruhi Su kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette. çııÖÖçşAile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki” olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.
    Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte, siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte, gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır. Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır. Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda. Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde bulunduğu durum, ruh hâlini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.
    Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş; ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir; ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışardan bitirmeye karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta, bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde, yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.
    Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler, tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır. Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus Mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep. Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.
    Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik dinletileri ve halk oyunları gösterileri sunmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır. Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci gençlerin içinde de, bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.
    1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır artık.
    Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda, Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç, evlenmeye karar verirler. Nişanlanırlar; ancak bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1978 yılında, Ahmet yirmi bir yaşındayken keman eğitimini yarıda, nişanlısını ardında bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.
    Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı Batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.
    Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alınması ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.
    Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.
    Emine ile Ahmet evlenmiş, aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”
    Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar. Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.
    1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır! ”
    Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan, değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok, sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır! çııÖÖçşAlbüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında. Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka basa dolar.
    “Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet, albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.” içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.
    Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa bir süre Metris Askerî Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl yatıp hapisten çıkınca dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet stüdyoda uzun süre sohbet etme imkânı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten, Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm “Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka dönüşür. İkinci albüm de hiç reklâm yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.
    Albümler satmakta; ama para kazanılamamaktadır. Birçok yerde konser vermeye başlar Ahmet tek başına, bağlamasıyla. Birçok konserde gözaltına alınır, tutuklanır. Bu sırada Gülten’le evlenmişlerdir. O günlerde Gülten hapishanede tanıdığı bir idam mahkûmunun, Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar: “Şafak Türküsü”. 1986 yılıdır ve hâlâ yüz binler hapishanelerde, haklarında karar bile alınamamış, yıllardır mahkemelerinin bitmesini beklemektedir. Hapishane önleri ağlayan anneler ve babalarla doludur. Üçüncü albüm, Ahmet’in bestelediği “Şafak Türküsü” adıyla çıkar. Ahmet bir kez daha toplumun kanayan yarasını anlatmış, bir kez daha sistemin yaramaz çocuğu olmuştur. Gözaltılar ve sorgular hiç bitmez; ama Ahmet artık iyiden iyiye tanınan ve çok tartışılan bir isimdir. 1986 Şafak Türküsü’nün yılı olurken 1987, Gülten-Ahmet çiftinin kızları Melis’in dünyaya gelmesiyle Ahmet’in ikinci babalığının da yılı olur. Ahmet, asıl Melis’te yaşayacağı baba olma duygusunun heyecanıyla inanılmaz üretkendir ve yepyeni bestelere peş peşe imza atmaya başlar.
    1987’de, gazetelerde “çok satanlar” listeleri de moda olmaya başlamıştır. Ahmet’in o yıl çıkan “An Gelir” albümü liste başına oturunca gerçek satışlar ve Ahmet’in ne kadar çok dinlendiği resmî olarak da ispatlanmış olur. O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği belki de gazetelerin tür saptama gereği duymasından, yeni bir tür adı yaratır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmış ve onun müziğinin adı konulmuştur artık.
    Gülten’in şair bir ağabeyi vardır: Yusuf Hayaloğlu. Yusuf, Şişli’deki küçük atölyesinde tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Ağabeyinin şiirlerini ve üretkenliğini bilen Gülten, bu şiirlerle Ahmet’in müziğinin buluşmasından iyi bir sonuç çıkacağına inanmakta, şarkı sözü yazmayı hiç düşünmeyen Yusuf’la Ahmet’i ortak üretimde buluşturmayı çok istemektedir. Bir gün Tarabya sırtlarında hep birlikte yemekteyken bu konuda sürekli direnen Yusuf, Ahmet’in önüne ilk şarkı sözü denemesini koyuverir: “Hani Benim Gençliğim”. Yıllarca dillerden düşmeyecek, Türkiye’de bir fenomen olacak ve ellerinden tüm sevdiği şeyler alınmış bir gençliği anlatan bu sözleri okur okumaz Ahmet ağlamaya başlar. Gece eve döner dönmez bir çırpıda besteler sözleri. Takip eden günlerde yine Yusuf’un birkaç şarkı sözünü de besteleyip kendi şarkılarının yanına koyan Ahmet, 1987 yılının Kasım ayında “Yorgun Demokrat” adlı albümünü yapar. Albüm yine defalarca yargılanır; ama yine liste başlarından inmez ve Ahmet’in başarısının, sistemle uyuşmazlığının, muhalifliğinin geçici olmadığı kanıtlanır.
    Ahmet üretmeye devam ederken işçilere, öğrencilere, Türkiye’nin her yerinde hak ettikleri yaşam için mücadele ettiğine inandığı mağdurlara şarkılarıyla destek olmaya gider; bir yandan konserler veriyorken öte yandan ardı ardına albümler yapmaya da devam eder. 1988’in Ağustosu’nda “Başkaldırıyorum” ve 1989 Nisanı’nda tek bağlamayla verdiği konser kayıtlarından oluşan “Resitaller” albümünü piyasaya çıkarır. Her iki albüm de bir kez daha dönemin en çok satan albümleri olurken özellikle “Resitaller”in tek enstrüman ve iki mikrofonla kaydedilmiş bir albüm olarak listelerin başına yerleşip uzun süre inmemesi de bir ilk olarak tarihe yazılacaktır.çııÖÖçş1990 yılında ilk kez çok geniş bir alanda konser verme şansı bulan Ahmet’in Gülhane Parkı’ndaki konserine 70.000 biletli, tahmini 150.000 kişi gelir. Konserde büyük olaylar çıkar, polis havaya ateş açar ve seyircilerden çok sayıda yaralanan olur. Ahmet, bir kez daha, bir seyircinin sahneye atlayıp boynuna doladığı fuların sarı-kırmızı-yeşil renklerinin Kürt simgesi olması gerekçesi ile yargılanır.
    Profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllarda Ahmet’in bu kadar geniş kitleye ulaşabilmiş olmasının diğer ilginç tarafı da o dönemde Türkiye’de hiçbir özel televizyonun bulunmayışı, sadece devlet televizyonu ve radyosunun bulunmasıdır aslında. Yani Ahmet Kaya yasaklı olduğu için işitsel ve görsel hiçbir medya organında duyulmuyor, görülmüyor, şarkıları çalınmıyor, adı bile anılmıyordur. Konserlere ağırlık vermeye devam eder Ahmet. Onu sadece bir resim olarak tanıyan hayranları da gittiği her yerde konser salonlarını tıka basa doldurur.
    Ahmet’i o yılların gazete kupürlerinde genellikle ya yargılanırken, ya konserlerinde çıkan olaylar nedeniyle, ya üniversitelerdeki antidemokratik uygulamaları protesto eden öğrencilerin eylemlerine destek olmak için açlık grevlerinde, ya grev yapan işçilerin yanında ya da mahkûm yakınlarına yaptığı yardımlar sırasında görebiliyoruz.
    80’lerin sonuna doğru Türkiye birkaç yıl önce askerî izinler ve yönlendirmelerle kurulan meclisiyle çok partili demokrasiye geri dönmüş olsa da hâlâ hapishaneler 12 Eylül 1980 darbesiyle hapse girenlerle doludur ve ülke gerçek demokrasiden çok uzaktır.
    1982 yılında yapılan ve darbe anayasası olarak anılan anayasa yürürlüğe girse de akademisyenler, uygulayıcılar, siyasal partiler, dernekler, sendikalar, basın-yayın organları tarafından şiddetle eleştirilmektedir.
    Eylül’ün o ağır koşullarında başlayan ve hâlâ süren davalarda, mahkemeler idam cezaları, müebbetler veriyor; sesleri kısılmaya çalışılan tüm bir kuşak karalanıyor, kötüleniyor, iyi ve güzel olan her şeyden soyutlanmaya çalışılıyordu. Kendisini yeniden hayatın içine sürmeye çalışan gençliğin, hayatı değiştirme ütopyası sürse de, onlar cezaevlerindeki direnişleriyle umutlarını ayakta tutmaya çalışsalar da daha uzun yıllar boyunca paylarına sadece acı düşecekti. Bu ülkeyi ve bu halkı kendimizden daha çok sevdik diyen bu gençler düşlerinin cezasını çekiyorken Türkiye’nin ilk özel televizyonları da o yıllarda kurulup yurtdışından Türkiye’ye yayın yapmaya başlarlar. Bundan sonra Ahmet Kaya ilk kez televizyonlarda boy gösterecek ve halkla daha yakından tanışacaktır. Onun muhalif dilini, haksızlıklar karşısında hiç korkmadan ağzına geleni söylemesini daha yakından tanıma fırsatı bulan sevenleri ona daha fazla bağlansa da sistem, bu gidişata engellerini doz arttırarak koymaya devam edecektir; çünkü düşsüz bırakılmış bir kuşağın sesi olmuştur artık Ahmet. Tarihsel ve gündelik kaygıları bir arada yaşayarak üreten Ahmet’in üretimi ne kadar yok sayılırsa onu benimseyenler o kadar çoğalır. Albümleri birçok ilde toplatılır, konserleri yasaklanır, hakkında onlarca yıl istenen davalar açılır.
    Özel televizyonların çoğalması Ahmet Kaya’ya kendini ilk ağızdan anlatma fırsatını doğurduğu gibi, onun içindeki görsel sanat merakını da ortaya çıkarır. Eski şarkıları da dâhil birçok şarkısına kendi yönetmenliğinde video klipler çeker. Ahmet artık Türkiye’nin en çok konuşulan, en popüler ve en çok satan birkaç sanatçısından biri durumuna gelmiştir. Bir muhalif olarak bu durumu doğru değerlendirme gerekliliğinin farkındadır Ahmet. Her adımında medya tarafından takip edilirken reytinginin yüksekliği nedeniyle birçok televizyon programına sıkça çağrıldığında, her fırsatta toplumsal mesajlarını verir. Doğru bildiklerini kendine has üslubuyla söylemeden duramaz. Medya için çok istek alınan bir malzeme olmakla beraber, ağır eleştirileri ve muhalif üslubuyla da yine medya tarafından hem çekinilen hem çok eleştirilen bir adam olur.
    Bu yıllarda yurtdışı ve yurtiçi konserleriyle birlikte peş peşe, her biri satış rekorları kıran albümler yapar. Sırasıyla: İyimser Bir Gül (Kasım 1989) , Resitaller 2 (Mayıs 1990) , Sevgi Duvarı (Ekim1990) , Başım Belada (Ağustos 1991) , Dokunma Yanarsın (Temmuz 1992) , Tedirgin (Nisan 1993) albümlerini piyasaya çıkarır. Her bir albüm, listelerde en üst sıraya yerleşirken Ahmet Kaya çeşitli kurumlar ve gazetelerden onlarca ödül alır. Aynı yıllarda, her siyasî görüşten Ahmet Kaya taklitleri piyasaya çıkmaya başlar. Piyasayı saran birçok albümün kapağında Ahmet Kaya gibi giyinmiş, Ahmet Kaya gibi sakalı olan, Ahmet Kaya gibi duran sanatçılar vardır ve bunlar, Ahmet Kaya müziğine benzetilmeye çalışılan şarkılar söylemektedirler. Öyle ki bunların çoğunluğunda Ahmet Kaya’nın şivesinden kaynaklanan bazı kelimelerin farklı vurgusu bile aynen Ahmet Kaya gibi söylenmiştir.çııÖÖçşAhmet’in dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba’dır. 1993 yılında eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba’ya, 1 Mayıs kutlamalarına giderler. Küba’da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte Küba’nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye’ye davet eder. Davet üzerine Türkiye’ye gelen Tropicana’dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne yaparlar.
    Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere katılır. Avrupa’nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir.
    90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde PKK ile Türk ordusunun mücadelesi kısa zamanda etkisini tüm Türkiye’de gösteren bir iç savaşa dönüşür. Türkiye’nin dört bir yanında her gün olaylı, gösterili cenazeler kaldırılır. Anneler oğullarına ağlarken doğuda Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden de neredeyse her aileden birkaç kişi dağlara çıkıp savaşmaya başlamakta, yas hiç bitmemektedir. “Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok.” denildikçe Kürt kökenli vatandaşlar PKK saflarına geçmekte; PKK tarafından gelen saldırılar çoğaldıkça devlet, önlemlerini sertleştirmektedir. Savaş ortamının gergin günleri ve sert önlemler sırasında medya, Kürt sözcüğünü korkulacak bir sözcük haline getirir. Artık Kürt demek, PKK demekle neredeyse özdeşleştirilir. Milyonlarca Kürt ve Türk binlerce yıldır dost olarak yaşadıkları bu coğrafyada, birer yabancıdırlar artık. PKK saflarında hiç bulunmadan, PKK ile hiçbir ilişkide olmadan Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmeye başlar. Bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
    Medya’nın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil, daha da birleşmesini istediğini ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde her ırktan insanla kardeşçe yaşamak istediğini anlatmaktadır her seferinde; ancak devletin bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını kabul etmesi, Kürt dilini ve kültürünü tanıması, doğudaki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere daha iyi eğitim ve yaşam koşulları getirilmesinin gerektiğini vurgular hep. Hiçbir zaman, hiçbir örgütü desteklemediğini, sanatın örgütler üzeri olduğunu ve örgütlü sanat yapılamayacağını, sadece kendi doğrularını söyleyip şarkılaştırdığını, en doğusundan en batısına kadar Türkiye’yi çok sevdiğini, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunduğunu, ancak “Kürt diye bir şey yok.” demenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceğini söyler durur. Ahmet “Kürt” dedikçe basında çıkan Ahmet Kaya haberleri sertleşir.
    1994’te çıkardığı “Şarkılarım Dağlara” albümü yayımlanır yayımlanmaz çok açık arayla listelerin başına oturur. Albümden üç parçaya aralıklarla çekilen klipler tüm televizyonlarda en çok istenen klipler olurlar (Saza Niye Gelmedin, Kum Gibi, Ağladıkça) . Bu albümde hâlâ dillerden düşmemiş şarkılardan “Ağladıkça”nın söz yazarı ise eşi Gülten Kaya’dır.
    Şarkılarım Dağlara, bugüne kadar resmî 2 milyon 800 bin satışla, kırılması çok zor bir rekora ulaşmıştır. Türkiye’de bandrolsüz, yasadışı kaset ve CD üretiminin bandrollü satıştan çok yüksek olduğu gerçeğinden yola çıkılırsa bu satışın aslında birkaç kat daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
    Albümün hemen ardından Kanal D ile bir program anlaşması yapar Ahmet Kaya. Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu ile hazırladığı programın adı “Ahmet Abi’nin Vapuru”dur. Bu programda konuk ettiği sanatçılarla şarkılar söyler ve ülke gündemini konuşur. Programdaki kürsüsünü de sıklıkla barış, kardeşlik ve demokrasi çağrıları yapmak için kullanır. Ülkenin dört bir yanından konuk ettiği sanatçılarla Türkiye’nin çok kültürlülüğündeki zenginliği vurgular. On üç hafta süren bu programların her birinde, ağırlıkla Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve kendisinin yönetip oynadığı şiir klipleri çeker.
    1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasî gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani 95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni Bul (Anne) ”.
    Bu başkaldıran sert adam ifadesinin altında hiçbir zaman asık bir surat taşımamıştır Ahmet Kaya. Onu tüm tanıyanların çok eğlenceli, esprili, ilginç, hazır cevap ve çok zeki olduğunu söylediklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. O, aslında hep mahallenin başıboş eşeğinin üzerinde düşmanları kovalayan çocuk olarak kalmıştır bir tarafıyla. Konserlerden ve müzik çalışmalarından fırsat buldukça ailesi ve dostlarıyla geniş sofralarda yemekler yemek, onlara yemek yapmak, sabaha kadar sohbet etmek, çeşitli şakalar hazırlayıp onları tuzağa düşürmek en büyük keyiflerindendir. Kızı Melis’le vakit geçirmeye, elektronik aletler alıp onların içini açarak incelemeye, kamerasıyla kurguladığı sahneleri çekmeye bayılır. Para mefhumu pek gelişmemiştir.
    Kızı ve eşinin geleceğini garantilemek dışında neredeyse hiçbir elle tutulur yatırım yapmaz. Birçok turneden beş parasız döner. Organizatör parayı ödemez; ama onu bekleyen insanların bir suçu olmadığı düşüncesiyle yine de çıkar konsere, ihtiyacı olduğunu düşündüğü birilerine cebindeki tüm parayı verir, bazı konser gelirlerinin tamamını kendisine eşlik eden müzisyenlere dağıtır. Bu tavrını da “Ben istediğim zaman zaten para kazanırım.” diye açıklar.
    ’96 yılında ilk üç albümünden seçme şarkıları yeniden düzenleyerek ve albüme iki de yeni parça koyarak hazırladığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü, yine en çok satan albüm koltuğuna oturur. Albümdeki yeni şarkılardan “Yakamoz” ve onun klibi bir kez daha döneme damgasını vuracaktır.
    Her yaptığı albüm olay olduğu gibi her söylediği de olay haline getirilir Ahmet Kaya’nın. Kürt dili ve Kürt kültürüne yaptığı vurgular nedeniyle iyiden iyiye basının hedefi haline gelen Ahmet, artık herhangi bir konuda söylediği herhangi bir cümle ile de boy hedefi haline getirilmektedir. Türkiye’de eskiden köylerde berberlerin diş çekmesi, sünnet yapması gibi alışkanlıklar olduğundan söylenegelen bir deyimi Ahmet Kaya söyleyince basının yönlendirmesiyle Berberler Federasyonu ayaklanır. Bir programda bir konuğun Tokatlı olduğunu söylemesi üzerine gülerek “Bak, Tokatlılar tehlikeli adamlardır.” diye espri yapmasına Tokatlılar ayaklanır. Aynı dönemlerde fazla milliyetçi bulduğu çeşitli sanatçılara da kendi üslubunca, nüktedan göndermeler yapar.
    Türkiye’de radikal İslam ve radikal sol görüş baştan beri zıt kutuplardır ve asla adları bir arada anılmaz. Birbirlerine yaptıkları sert eleştiriler, birçok kez gündem olmuştur ülkede. ’97 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Başbakan olan Tayyip Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkûm edilir. Bu mahkûmiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse, okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmamalıdır! ” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez. Peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler? ” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları eleştirir.
    Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner’e ve beş konservatuvar öğrencisinden kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Martı’nda ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı “Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.
    “Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur. Ahmet, birçok şarkısını tamamladığı son bir albümden sonra birkaç yıl için müzik çalışmalarını ağırlaştırıp artık kafasında yıllardır kurduğu ve senaryosunu yazmaya çalıştığı “Mülteci” isimli filmi çekmek istemektedir. Hatta sinema ve tiyatro sanatçısı dostlarıyla bir araya geldikçe rol paylaştırmaya bile başlamış, filmi için uygun mekânlar aramaktadır.
    Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün kesin sayısını bilemiyoruz; ancak birçok kez çeşitli kurumlar, televizyonlar, gazeteler, dergiler tarafından halk oylamalarıyla yılın sanatçısı seçildi. Birçok yardım kuruluşu ve demokratik kitle örgütlerinden onur ödülleri aldı. Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ’98 yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı”, Ahmet Kaya olmuştu.
    10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve “Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı:
    “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
    Salonda derin bir sessizlik oldu…
    10 Şubat gecesi, o açıklamadan hemen sonra başladı daha önce hiç rastlanmamış ve hiçbir sanatçının yaşamaması gereken senaryo. Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!) , gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Ahmet, en dipte eşi Gülten ve birkaç arkadaşının oturduğu masaya güçlükle varabildi. Ortalık fena halde karışmıştı. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümsemesi görünüyordu. Birkaç garson ve sanatçı Ahmet ve Gülten’e atılan çatalların, yemek artıklarının arasında durmaya çalıştılar. Tam bir arbede yaşanıyordu. Ahmet “Kürtçe” demişti çünkü.
    Sunucular durumu toparlamak için alelacele sıradaki şarkıcıyı sahneye çağırdılar. Bu şarkıcının, bu hassasiyetin üzerine son derece provokatif davranarak, şarkısının sözlerini değiştirerek (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek okuması, arkasından da bir eğlence gecesinde 10. Yıl Marşı’nı okumasının hemen ardından Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri sahneye atlayıp salonda bulunan tüm sanatçıları marş söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet, güvenlik ve kamera çemberi içinde salonu terk ediyordu. Salon, hain(!) bir adam ve eşinden temizlendikten sonra gece, olanca coşkusuyla(!) devam etti.
    Kaya çifti uzun yıllardır yargılamalara ve gözaltına alınmaya alışıktılar; ama 11 Şubat sabahı hiç yaşanmamış bir yargılamayla baş başa kalmışlardı. Ülkenin birçok gazetesi olayı baş sayfadan vermiş, tüm ana haber bültenleri dakikalarca bu haberi geçmiş ve Ahmet’i vatan haini ilan etmişti.
    Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan, 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımlandı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine’(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.
    Kocaman bir yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan isimsiz mektuplar ve telefonlarla ölüm tehditleri alıyorlar, kızlarını okula büyük bir kaygı ile gönderiyorlardı. Ahmet sokağa çıkmayı bir kez denediğinde marşlarla ve tükürüklerle karşılandı.
    Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.
    Yapayalnız geçti sonraki günler. Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. Hayatı boyunca bir film yapmak istemişti Ahmet; ama başkalarının yazdığı bu senaryoda başrol oynamayı hiç benimseyemedi.
    İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini istedi; Ahmet de on iki sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim? Her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce? ” diye sordu mahkemeye.
    Mahkeme, delillerin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi.
    Mahkemeden sonraki gün gazeteler on iki sayfalık savunmanın tek kelimesini yayımlamadılar. Sanık Ahmet Kaya gazetelerin baş sayfalarında “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” diye anılırken kimse Ahmet’in okuma yazma bilen iki kızının olduğunu umursamadı.
    Ahmet’in imzaladığı bir Avrupa turnesi anlaşması vardı. Yurtdışına çıkma yasağı konulmuştu. Mahkemeye tekrar başvuruldu ve mahkeme, yasağı kaldırdı.
    1999 Haziranı’nda Kürtçe şarkıyı stüdyosunda söyleyip kaydettiği gecenin ertesinde, sabah 4’te yağmurlu bir İstanbul’a kırgın, yorgun ve bir dost uğurlaması olmaksızın veda etti.
    Ve Paris… Ahmet Kaya, Avrupa’da konserlerini veriyor ve Türk basını Ahmet’i izliyordu. Basın, Ahmet’in her söylediğinden anlamlar çıkarıp üzerine geldikçe Ahmet hırçınlaşıyor, yalnızlaşıyordu. Her cümlesi manipüle ediliyor, her konser haberi çarpıtılıyor, yazılı basın ve TV’lerin ana haber bültenleri onun en birleştirici cümlelerini en kıyıcı cümleler haline getirerek yayımlıyorlardı. Tüm bunlar yeni dava konuları oluşturuyordu.
    Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.
    İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.
    “Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor? ” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.
    Bu başlıkların her biri yeni bir dava konusu oluşturuyor ve Ahmet’in ülkesine dönme isteği fiilen ve hukuken imkânsızlaşmaya başlıyordu.
    Ahmet, hayatının hiçbir evresinde kendi toprakları dışında yaşamayı planlamamış olsa da ülkesinin en önemli ulusal gazetelerinden biri, büyük bir pervasızlıkla ve hiçbir belge ya da kanıta dayandırmadan, Ahmet Kaya’nın Fransa’dan oturma izni aldığını başlıktan vererek aylardır yürütülen bu bilinçli anti-kampanyayı başka bir boyuta taşıyordu.
    Ahmet bir yandan tüm bu olup bitenleri algılamaya çalışıyor, diğer yandan da içindeki her şeyi, her zamanki içtenliği ve açık sözlülüğü ile dillendirip kendisiyle Paris’te röportaj yapan bir başka gazeteciye şunları söylüyordu: “Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”
    Gülten bir yandan neredeyse her hafta Paris’teki sürgün evine, Ahmet’e moral olmaya gidiyor; bir yandan buradaki süreci tek başına taşıyor, çocuklarla ve işlerle ilgileniyor; diğer yandan her ay DGM’lerin yolunu tutup Ahmet’in duruşmalarına giriyor ve tüm bu yalnız günler onu paramparça ediyordu.
    Girdikleri her duruşmada avukatları gazete başlıklarına dikkat çekerek bunların kamuoyunu olumsuz etkilediğini ve müvekkilleri hakkında bir linç ortamı oluşturduğunu söyleyerek konuya dikkat çekseler de bu linç kampanyası hızını artırarak sürüyordu.
    Aleyhinde açılan ilk dava Ahmet Avrupa’dayken sonuçlanıyor, mahkeme Ahmet Kaya’ya 3 yıl 9 ay ceza veriyordu.
    Tutuklama kararı ve yakalama emri verildiği için dönmedi Ahmet. Paris’te, kendini anlatabilmenin yollarını aramaya karar verdi. Bir basın toplantısı düzenledi, başına gelenleri anlattı. Tüm Türk basınından temsilciler vardı toplantıda. Ertesi gün hiçbir gazete yine tek bir kelime yazmadı Ahmet’in anlattıklarından.
    Aylar geçti. Her konuşmasında kendisine yapılan haksızlığı anlatmaya çalıştı. Her konuşmasında kızlarını, eşini, annesini, ülkesini, halkını ve sevenlerini nasıl özlediğini, onu bir kez aramayan dostlarına nasıl üzüldüğünü anlattı:
    “Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” dedi.
    Gülten ve Melis sürekli ona gidiyorlardı; ama aile dağılmıştı neredeyse. Melis’in okulu, yarım kalan üretim ve yalnız kalan şarkılar, İstanbul’da kurgulanmış bir hayat…
    Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Yine bir Paris ziyareti yapıp Ahmet’le küçük bir tatil yaptılar. Gülten, Ahmet’in çok yorgun ve çökmüş olmasından endişe ediyordu; ülkesinden uzak bırakılmak, içindeki yalnızlık duygusu ve haksızlıkla mücadele etmek Ahmet’i iyiden iyiye sarsmıştı.
    Hayatında belki de ilk kez bu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmıştı, ne olursa olsun dönmek istiyordu artık, vatanını özlüyordu… Ablasını, yeğenini ve Gülten’in büyük ağabeyini (Ahmet’in çok sevgili dostunu) kaybetmişlerdi ve Ahmet ülkesine dönememişti. Yaşlı ve acılı annesi ile ablası bir kez gidebildi yanına.
    Tuhaf, adını koyamadıkları bir ‘ayakta olma hali’ sürmekteydi Paris’te. Ne tam göç etmişti oraya ne tam olarak yurdu belliydi Ahmet’in. Paris’in ortasında ülkesini yaşamakta, büyük bir dikkatle gelişmeleri izlemekteydi. Hiç sevmediği yalnızlık, üstelik de hiç tanımadığı yerlerde koynuna almıştı onu. Başlangıçta çok kısa süreli olacağını ümit ettikleri geçici yerleşme durumu, artan belirsizliğe rağmen bir türlü kalıcılığa dönüştürülemiyor, Ahmet Paris’teki sürgün evinde her an İstanbul’daki evine dönecekmiş gibi yaşamaya çalışıyordu.
    Okuyor, Kürtçe ve Fransızca dersler alıyor, konserlere gidiyordu. Tüm parçalarını ülkesinde bırakmış, yepyeni projeler için heyecanla kurduğu ses kayıt stüdyosu, Gülten’in de bin parçaya bölünmesiyle neredeyse kaderine terk edilmiş, o stüdyonun bahçesinde her akşam sevdikleriyle bir araya geldiği mangallı sofralar bitmiş, gece yarıları bahçeye çıkıp oynadığı kangal köpekleri yapayalnız kalmıştı.
    Melis, âşık olduğu babasının korunaklı koynundan uzakta, okuluna gidiyor ve dış dünyada olup biteni kendi başına ve gücünün yettiğince göğüslemeye çalışıyorken annesi paramparça durumda DGM’ler, ailenin tüm gidişatı, çocuklar, iş, genel durum ve en önemlisi Ahmet’i sırtlamış olarak, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.
    Neredeyse her hafta Paris’e gitmesine rağmen bu gidişler Ahmet’e yetmiyor; ama bir başka ülkede yerleşik hayata geçmeyi de planlayamıyorlardı.
    Gülten’le Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşamları evde haber başında ülkesini takip ediyor ve neler olup bittiğini Gülten’in yorumlarıyla da anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da altını çizdiği yaşamsal gerçek, patlamaya hazır bir bomba gibi hayatının ortasına düşerek tüm hayatını ve üretimini havaya uçurmuş ve onu böyle vurmuştu?
    Kendisine o kadar çok soru soruyordu ki…
    Peki, başka türlü nasıl yaşanırdı? Rahatsız olmaz mıydı insan zaten yok sayılan bir gerçeğe kendi gözünü de kapattığında? Peki, o zaman sanatın işlevi olabilir miydi? Kendisini, üretimini, varlık koşulunu başka türlü nasıl anlamlı kılabilirdi bir insan? Bu bir ‘karar’ değildi ki… Bu bir hissedişti, bu içsel bir durumdu ve asla planlayarak ve karar alarak olmazdı zaten. Onu rahatsız eden bir tarih vardı, yalancı bir tarih ve o bunun üzerindeki örtüyü aşağıya indiriyordu sözleriyle. Olması gereken bu değil miydi zaten? Herkesin yapması gereken, özellikle sanata düşen bu değil miydi? Dünya sanat tarihinde bunun onlarca örneği yok muydu? Peki, o halde neden sadece kendi sesini duymuştu ve hâlâ neden sadece kendi sesini duymaktaydı?
    Fransa, bir muhalif portre olarak Sartre’ı ne güzel kucaklamıştı ve bu tarihsel tavrı Fransa’yı dünya demokrasi tarihinde nasıl da onurlu bir ayrıcalığa oturtmuştu.
    Bitmek bilmeyen sorgulamalardı bunlar ve tüm bunların bir gün kendi ülkesinde de tolore edileceğinin umudu içindeydi hep… Kendisi göremeyecek olsa bile… Öngörüsünden uzağa düşmeden, bunun bedelini de sırtına alarak yaşamaktı onunki.
    Küçük keyiflerle avunmaya çalışıyor, evde çiğ köfte yapmayı deniyor, ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyor, yanlış yere park ettiği otomobili çekilince sinirleniyor ve dilini bilmediği bu ülkede, bu detayların her biri ona ülkesini özletiyordu.
    Akşamları, Türkiye’deki televizyonlardan bir siyasî tartışma programını izlerken İstanbul’daki Gülten’i arıyor, telefonu saatlerce açık tutarak programı onunla birlikte izliyor ve karşılıklı yorumlar yapıyorlardı birliktelermiş gibi. Sabaha karşı yeniden arıyor ve Melis’in uykusundaki soluğunu duymak istiyordu. Her defasında karar alıyordu, gidecekti… Herkesin, Ahmet Kaya’nın tüm gemileri yaktığını sandığı bir aşamada, mecazî anlamda, bir kenarda bağlı tuttuğu umutla yüklü küçük sandala binecek ve karanlık sularda ülkesine doğru yol alacaktı.
    Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışamamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu… Sinema yapma kararı giderek öne çıkıyor, kurguladığı hikâyelerle ilgili ön araştırmalar yapıyor, teknik ekibi oluşturuyor, mekânlar bakmaya çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ülkesine benzer yerler arıyordu durmadan.
    Tüm bunların yanı sıra, biten davasını temyiz etmeye karar vermişlerdi avukatlarıyla.
    Birilerinin bilinçli iradeleriyle giderek açılıyordu ülkesiyle arasındaki mesafe ve giderek uzaklaştırılıyordu ‘dönüş’ umudundan. Hiç değilse içinde Kürtçe şarkının yer aldığı son albümünü çıkarmak istiyordu. Sürgün öncesi moralsizliğiyle yaptığı okumalardan hoşnut olmuyor, Gülten’in GAK adlı stüdyolarında yaptırdığı mix denemelerini dikkatle dinliyor ve/fakat içine sindiremiyordu bu ‘uzak’ çalışmayı. Her gidişinde farklı bir mix denemesi götürüyordu Gülten Ahmet’e. Sonunda, Hamburg’ta bir ses kayıt stüdyosu ile konuşup Aralık ayında tüm okumaları ve mixi yeniden yapıp ne pahasına olursa olsun albümü çıkarmaya karar veriyorlardı.
    28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.
    Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten: Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.
    Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.
    15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.
    Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…
    Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.
    Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.
    Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.”, “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.”, “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.
    Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerin de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha birçok şeyi göremedi…
    Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi…
    Önemli köşe yazarlarının, onun arkasından yazdıkları yazılara, “Penceresiz kalmak”, “Ve… Son…”, “Ölürsem Beni Topraklarıma Gömün”, “Arkadaşım Ahmet ve Kadere İsyan”, “Artık Seninle Duramam…”, “Ben Buyum İşte”, “Ölmek Ne Garip Şey Anne”, “Aynı Daldaydık”, “Yeterince Acı”, “Ahmet Kaya Öldü, Vatan Bölünmekten Kurtuldu”, “Onu Yalnızlık Öldürdü”, “Sazın Teli Koptu” gibi başlıklar attıklarını göremedi...
    Dinleyicilerinin, halkının sevgisinin dünyanın her yerinde varlığını inatla sürdürdüğünü, giderek büyüdüklerini-çoğaldıklarını, doğan çocuklara kendisinin ve Gülten’in isminin verildiğini göremedi…
    Belki bugün hâlâ yüz binlerce insanın onun şarkılarını dinleyip onu özlediğini, ömrünün sonunda özgürce dolaşamadığı sokaklarda şarkılarının her gün binlerce kez çalındığını, Peré Lachaise’de dünyanın her yerinden birçok değerli muhalifle paylaştığı ebedî mekânına, özlemiyle öldüğü toprakların bağrından çıkmış ve üzerinde onun Türkiye’sinin motifleriyle (Ege’den nazar boncuğu, Orta Anadolu’dan gözyaşı şişesi, Kastamonu yazmalarından sonsuzluk sembolü servi ağacı, Osmanlı İstanbulu’ndan lale, Mezopotamya uygarlığının savaşçı giysilerini süsleyen Güneş tasviri, Hitit Güneşi’nden bir parça, Kütahya çinilerini süsleyen karanfil, mey, zurna, erbane, vazgeçilmez bağlaması, onun evrensel müzik anlayışını simgeleyen piyano, doğduğu coğrafya ve onun genel siluetini temsilen Mardin evleri, yaşadığı ve üretimini gerçekleştirdiği ve terk etmek zorunda bırakıldığı şehri İstanbul’un siluetinden Galata Kulesi ve Galata evleri, sadece Anadolu topraklarında, kayalıklarda ve yüksek yerlerde varolan, karın kalktığı sıralarda baharın habercisi olarak açan ve onun en sevdiği çiçek olan kardelenlerle) süslenmiş bir yapıyla anıtlaştırıldığını görebilseydi, ona o hepimizin yakından tanıdığı gülümsemesini iade etmiş olabilirdik. Ve belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanatçı, hiçbir insan, bir daha anadilinde bir şarkı söylemek uğruna linç edilmezse ona yaşatılanlara bir daha asla üzülmeyecektir şimdi bulunduğu yerde…
    Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak. Şarkıları elbette hiç susmayacak.
    Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;
    Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...
    “Tarifi imkânsız acılar içindeyim
    Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
    Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
    Akşam olduU




    PATİ[email protected]

    HARAMİ[email protected]

    [email protected]

  • charles darwin28.08.2007 - 20:19

    Türlerin Kökenine Yolculuk



    Darwin ve kuramı, 'Türlerin Kökeni'nin yazıldığı tarihten 140 yıl sonra bile tartışılıyor.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    'Binyılın en büyük bilimsel gelişmesi hangisidir' sorusuna, olasılıkla farklı yanıtlar gelecektir: Bir ihtimalle Büyük Patlama, izafiyet, belki de kuvantum kuramı. Ancak, herkes Darwin'in 'evrim kuramı'nı bilir... Charles Darwin, getirdiği yeni bilimsel yaklaşımlar nedeniyle, evrim biliminin babası olarak nitelendiriliyor. Hatta, evrim sözcüğü çoğunlukla Darwin'le eşanlamlı kullanılıyor ve bu yüzden de darwincilik diye anılıyor. Darwin ve ona ait terimler, 'Türlerin Köke'ni' adlı kitabının yayımından bugüne geçen 140 yılı aşkın bir süreden beri, dünyanın en uzun bilimsel tartışmasını oluşturuyor.
    Charles Robert Darwin, 12 Şubat 1809'da, İngiltere'nin Shrewsburg kentinde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında, zamanının büyük bölümünü böcek, bitki, kuş yumurtası ve çakıltaşı toplamakla geçirdi. Bilime meraklıydı, babası doktor olmasını istediğinden, onu Edinburg Üniversitesi'ne gönderdi. Ancak, doktorluk Darwin'e göre bir meslek değildi. Bu sefer de, teoloji öğrenimi yapması için Cambridge Üniversitesi'ne yollandı. Okulu yeterli bir dereceyle tamamladı.
    İlginç bir biçimde, Darwin'i 'Türlerin Kökeni' adlı kitabı yazmaya yönlendiren kişi bir papazdı. Cambridge Üniversitesi botanik profesörü John Stevens Henslow'un bilimsel çalışmaları, Darwin'in zooloji ve botaniğe merak salmasına öncülük etti. Zamanının çoğunu, Henslow'la birlikte araziye çıkıp kınkanatlı böcekleri toplamakla geçiriyordu.
    Bu arada, İngiliz gemisi HMS Beagle, bilimsel araştırmalar yapmak üzere, Güney Amerika'yı yakından tanıyan kaptan Robert Fitzroy'un yönetiminde, dünya turu yapmak için sefere hazırlanıyordu. Başta, yolculuğun iki yıl süreceği düşünülüyordu; ama, beş yılda tamamlandı. Kaptan, yanında jeolojik yapıyı gözlemesi için iyi yetişmiş bir doğabilimcisini de götürmek istiyordu. Darwin, babasının itirazına karşın, Henslow'un çabalarıyla bu geziye çıkmayı kabul etti. 27 Aralık 1831'de, 22 yaşındaki Darwin, Devenport limanından denize açıldı.
    Yanına pek çok kitap almıştı. Bunlardan biri de, Henslow'un salık verdiği, İskoç bilim adamı Charles Lyell'in yazdığı 'Jeolojinin İlkeleri' (Principles of Geology) başlıklı kitabın birinci cildiydi. Kitapta, dünya yüzünün devamlı değişme fikri işleniyordu ve Darwin bundan büyük ölçüde etkilendi. Lyell'in kitabı ona, gününün dünyası ile geçmiş arasında ilişki kurulabileceğini gösterdi. Dahası, dünyanın geçmişi çok eskilere uzanıyordu. İşte bu kavramlar, Darwin'in evrim kuramının kaynağını oluşturdu.
    Güney Amerika'daki yolculuğu, bilim adamına birtakım anahtar göstergeler de sundu. Kıyılarda yol alırken, türlerin çevre etkisiyle nasıl değişikliğe uğradığını saptadı. Patagonya'da, Arjantin pampalarındaki büyük devekuşlarının, yerini daha küçük olanlara bıraktığına tanık oldu. O zaman, bu kuşların ortak bir atadan geldiğini ve coğrafi ayrılmalara bağlı olarak birbirinden farklılaştığını varsaydı. Galapagos Adaları'na ulaştığında, ilk bakışta çok ıssız görünen bu adalarda, evrimsel uyuma çok iyi bir örnek oluşturan birçok canlı buldu. Bu hayvanlar, Güney Amerika’dakilere benziyordu, ancak onlardan belirli derecelerde farklılaşmışlardı.
    Her adada, diğer adalara uçarak ulaşamayan, bir çeşit ispinoz kuşu yaşıyordu. Her kuş, bulunduğu adaya uyum sağlamıştı. Bu, 'uyumsal açılım' adı verilen evrimsel kurala en iyi örneklerden biri. Yine dev kaplumbağaları, iguanaları inceleyerek, her türün birinden diğerine evrimle farklılaştığını kaleme aldı.
    1836 yılında İngiltere'ye döndüğünde, elindeki malzemeler bir kitap yazmak için yeterli değildi. Ancak yine de, türlerin standart görünümlerine ilişkin birtakım soruları sormaya başladı. Güvercin yetiştiricilerini ziyaret ederek, onların ayıklanma (seçilim) yoluyla nasıl yeni özellikler elde ettiklerini öğrendi. Örneğin, yapay ayıklanma yöntemiyle birkaç döl sonra büyük kuyruklu güvercinler elde ediliyordu.
    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Charles Robert Darwin Darwin, evrimle ilgili açıklayamadığı bir işleyişi, Thomas Malthus'un 1798 yılında yazdığı 'Nüfusun Kuralları Üzerine bir Deneme' (An Essay on the Principles of Population) adlı makalesini okurken çözdü. Makale, türlerin sayısını sabit tutacak düzeyden çok, daha fazla üreyebilme yeteneğini savunuyordu ve kavramı insana uygulamıştı. Darwin, bundan hareketle türlerin gerekenden fazla ürediklerini, aralarında başarılı olan varyasyonların uyum sağlayarak ayakta kaldıklarını açıkladı. Bunlar, gelecek için seçeneklerin doğmasını sağlıyordu.
    1858'de, doğabilimci Alfred Russel Wallace'tan bir yayın taslağı aldı. Bu kısa makalede de, Darwin'in uzun yıllar sonra ulaştığı sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişme kavramı açıklanıyordu. Sonraları çok sıkı dost olan iki bilim adamı, araştırmalarını yayımlatmaya karar verdiler. 24 Kasım 1859'da, 'Doğal Ayıklanma ile Türlerin Kökeni' ya da kısa adıyla 'Türlerin Kökeni' (Origin of Species) adlı kitap 1.250 adet basıldı. Bu kitapta, tüm organizmaların gereğinden fazla yavru meydana getirme yeteneğine sahip olduğunu; ancak, elenenlerle nüfusta denge sağlandığını belirtti. İkinci olarak, bir türün içerisindeki bireylerin, kalıtsal özellikler bakımından farklı olduğu gerçeğini anlattı. Bu gerçeklerden hareketle, yavruların hayatta kalması için yaşam kavgası vermek zorunda olduğunu, çevreye uyum sağlayan türlerin yaşamına devam ettiğini, veremeyenlerinse ortadan kalktığını, istenen özelliklerin de kalıtsal olarak gelecek döllere aktarıldığını ve türlerin özelliklerinin seçiminin her bölge ve koşulda farklı olması gerektiğini varsaydı.
    Bilimsel çevrelerde büyük yankı uyandıran kitap, saldırılarla da karşılaştı. Aslında kitabında Tanrısal bir yaratılış fikrini benimsediğini belirtmişti. Ona göre, tanrı tarafından ruh verilmiş bir ya da pek az basit formdan, dünyada var olan fiziki güçlerle çeşitlenmeler ortaya çıkmış ve çok sayıda mükemmel, güzel yaratıklar oluşmuştu.
    Darwin, tüm tepkilere rağmen araştırmalarını sürdürdü ve insan evrimi konusundaki görüşlerini saklamanın gereksiz olduğuna karar vererek, 1867' de, 'İnsan Soyunun Türemesi ve Cinsiyetine Bağlı Ayıklanma' (The Descent of Man and Selection in Relation to ***) kitabını yayımladı. Burada, insanın diğer memelilerden morfolojik, fizyolojik ve psikolojik bakımdan farklı olmadığını savunuyordu. Çünkü insan da evrim yasalarına bağlıydı. Bu kitapta aynı zamanda eşeysel ayıklanma kavramı da açıklanıyordu.
    Biyolojideki yeni gelişmeler, genetik bilimi, özellikle kalıtım konusundaki bilgi birikimi, Darwin'in varsayımını özü itibariyle destekliyor. 19 Nisan 1882'de hayata gözlerini yuman Darwin'in 'Türlerin Kökeni' adlı eseri, bilim tarihinin en önemli eserlerinden. Darwin'in mezarı, tarihe adını yazdırmış kişilerin gömüldüğü Westminister Manastırı'nda bulunuyor.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Darwin, Galapagos Adaları'ndaki kaplumbağaların hızını ölçüyor Evrim kuramı, son zamanlarda ciddi eleştirilere hedef oluyor. Hatta bazılarına göre, binyılın en önemli yapıtlarından biri olan 'Türlerin Kökeni' çökmek üzere. Bu saldırılara geçmeden önce, ilk basımı 1859 tarihinde yapılan bu bilimsel eserin ana tezlerini bir kez daha hızlı bir biçimde anımsayalım.
    Bu eserinde, Darwin'in en büyük fikri, 'doğal ayıklanma' kavramıydı. Evrim kuramında 'doğal ayıklanma', türlerin değişimini yönlendiren tek değilse bile, temel etkendi. Darwin, bu görüşe bir çıkarsamadan ve bir gözlemden yola çıkarak ulaşmıştı. Çıkarsamasının temelinde, dönemin havası egemendi. 19. yüzyıl başlarında insanlık 'ilerleme' hareketinin peşine düşmüştü. İşte Darwin, pozitivistlerin öncüsü olduğu bu 'ilerleme' kavramını, toplumsal ve ekonomik boyuttan alıp doğaya taşımıştı. Ona göre türler, içinde yaşadıkları ortamdan her zaman daha iyi bir ortama uyum sağlama eğilimi içindeydiler.
    Darwin'in gözlemi ise, doğadaki olağanüstü çeşitlilikti. O, bunu Beagle adlı tekneyle yaptığı dünya turunda, özellikle de Galapagos Adaları'ndaki ispinoz kuşları üstündeki çalışmalarında edinmişti. Nitekim bu kuşlar, günümüzde Darwin ispinozları olarak adlandırılıyor. Darwin'in dikkatini, bu kuşlardaki beslenme ihtiyacından kaynaklanan çok farklı gaga yapıları çekmişti. Bu arada, çeşitli ihtiyaçlar için yetiştiricilerin geliştirdiği 'yapay ayıklanma' ürünü güvercin türlerini de gözlemleyen Darwin, onlardan farklı olarak 'doğal ayıklanma' hipotezini geliştirdi: Bu ayıklanma, yetiştiricilerin fantezilerinden değil, ortama uyum sağlama gereksinmesinden kaynaklanıyordu.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Darwin'in yola çıktığı 'HMS Beagle' gemisi Peki bu mekanizma nasıl çalışıyordu? Türler arasındaki mücadele ve fizik koşullar, uygun değişikliklerin korunmasını, ötekilerin de yok olmasını getiriyordu. Başka bir deyişle, ortama en iyi uyum gösteren ayakta kalıyordu. Tabii bu noktada hemen şu sorular gündeme geliyordu: Doğal ayıklanmanın gerçekleştiği değişimlerin doğası neydi? Bunlar nasıl ortaya çıkıyordu ve nasıl aktarılıyordu? Darwin, bu konuda çağdaşları gibi çok açık fikirlere sahip değildi. Hemen hatırlatalım ki, Mendel ünlü yasalarını, 'Türlerin Kökeni'nin yayımlanmasından 6 yıl sonra formülleştirmiş; ama çalışmaları, ne yazık ki 1900 yılına kadar tamamen göz ardı edilmişti.
    Darwin, bu değişimlerin esas olarak kendiliğinden ve rastlantısal olduğunu düşünüyordu. Ama bu arada, çevrenin kendisinin de yeni uyumları gerektiren değişimleri zorlayabileceğini ve bunların, kullanım ilkesine bağlı olduğunu da kabul ediyordu. Ona göre bir organ, eğer gerekliyse, artan derecede güçlenip gelişecek, ama bir şeye yaramadığı zaman da yok oluncaya kadar da gerileyecekti. Bu konuda, Fransız doğabilimci Lamarck'ın 'zürafanın boynu' örneğini esas alıyordu. Bu hayvanın boynu, akasya ağacının yüksek dallarındaki yaprakları yemek için evrim geçirerek bugünkü uzun konumunu almıştı. Her kuşakta kazanılan değişimler, bir sonraki kuşağa iletiliyordu. Bu mekanizmaya Lamarck 'kazanılan karakterlerin kalıtımı' adı vermişti. Kalıtım kuramında Darwin, kesin bir biçimde Lamarck'ı izliyordu.
    Ne var ki, Darwin’in çağdaş izleyicileri yenidarwinciler, Lamarck’ın 'kazanılmış karakterlerin kalıtımı' kuramını kabul etmiyorlar. Onlara göre, Darwin'de değişiklikler kendiliğinden ya da rastlantısaldı; ama, bunların ayıklanmasında ana belirleyici 'doğal ayıklanma' kavramıydı. Ancak 80'li yıllarda yapılan bazı deneyler, tamamen olumsuz bir ortamın, çevrenin etkisiyle, normalin üstünde, daha yüksek bir oranda mutasyonlara yol açabileceğini gösterdi. Bunun en somut kanıtı, 'Escherichia coli' adlı bakteriydi. Normalde enerji kaynağı olarak süt şekerini (laktoz) kullanamayan bu bakteri, sadece laktoz sağlayan bir ortamda büyümeyi ve çoğalmayı başarabiliyordu. Yine bazı genlerin, anne ve babadan miras kaldığından farklı olduğunu, bugün bilim kanıtlamış durumda. Yani doğada, Lamarck'ın iddia ettiği gibi bir 'kazanılmış karakterlerin kalıtımı' söz konusu. Aslında, yenidarwinciler, bu kavrama tümden karşı çıkmıyorlar; ama, olayın yalnız kültürel kalıtımla sınırlı olduğunu söylüyorlar. Ve bunun, sadece 'ileri' primatlarda ve insanda görüldüğünü vurguluyorlar.
    Son yıllarda Darwin'e yöneltilen eleştirilerden biri de 'evrimin ritmi' konusunda. Bu akımın başını, 1972 yılında bir dizi omurgasız fosilini inceleyen ve 'amaca yönelik dengeler' (ponctual denge) kuramını geliştiren, iki Amerikalı bilim adamı, Niles Eldredge ile Stephen Jay Gould çekiyor. Darwin'e göre, türlerin dönüşümü aşamalı bir biçimde, küçük dönüşümlerin birikimiyle gerçekleşiyordu. Bu mantıktan hareket edince, belli bir zaman aralığının ayırdığı aynı fosil çizgisindeki iki tür arasında, kaçınılmaz olarak ara serilerin varlığı gerekiyordu. Aktarımın devamlılığı için bu şarttı. Yine Darwincilere göre, eğer bugün bu ara türlerin fosilleri yoksa, nedeni ya fosilleşmemiş olmaları ya da henüz keşfedilmemeleriydi. Yani, zincirin halkalarında boşluklar vardı. Kuşkusuz bu halkalardaki boşlukların en önemlisi, büyük maymunlarla insan arasında kalan türlere ilişkin örneklerdi.
    Amerikalı Eldregde ve Gould'a göre 'halka boşlukları' diye bir şey söz konusu değil... Onlar için, evrim sürecinde açık bir biçimde var olan bu boşluklar, aslında çok uzun denge dönemlerinden başka bir şey değil. Bu uzun denge dö-nemlerinde, söz konusu olan bir grup tür, anlamlıdeğişiklikler göstermiyor ve yeni türlerin oluşumuna yol açmıyor. Bu uzun denge dönemleri içinde, amaca yönelik, yoğun türleşme dönemleri bulunuyor. Yoğun türleşme döneminin uzunluğu, 5 ile 50 bin yıl arasında değişirken, uzun denge dönemleri birkaç milyon yıla yayılıyor.
    Amaca yönelik dengeler kuramı, darwinciliğe 'yok oluş kuramı' alanında da bir darbe indiriyor. Eldredge ve Gould'a göre, yok oluş dönemleri de tıpkı tür-leşme dönemleri gibi ani, hızlı ve yoğun bir özellik gösteriyor. Tıpkı dinozorların yok olması gibi... Yenidarwincilere göre ise, yok oluşu belirleyen, türler arasındaki rekabet... En zor uyum gösteren elenirken, iyi uyum sağlayan varlı-ğını koruyor. Chicago Üniversitesi öğretim üyelerinden David Raup, yok oluş ile 'doğal ayıklanma' arasında hiçbir ilişki bulunmadığını savunuyor. Ona göre, bazı türler yanlış zamanda yanlış yerde oldukları için, o güne kadar çevrelerine mükemmel bir uyum gösterseler de yok oluyorlar. Ne var ki, bu konuda Darwin'i aşırı eleştirmemek gerekiyor. Çünkü, bir asteroit düşmesinin ya da yanardağ patlamasının Darwin'in kuramıyla tamamen çatıştığı söylenemez. Çünkü, bu olaylar son kertede çevrenin fizik kurallarını etkiliyor ve yeni oluşan koşullar, türlerin bazıları için duruma uyumu olanaksız kılıyor.
    Dengeci ponktüalistlerin eleştirisi, bugüne kadar Darwin'e yapılan saldırıların en sert olanı. Onlara göre, 'Türlerin Kökeni', sadece, ama sadece türlerin çevrelerine uyumunu açıklayan bir eser. Yeni türlerin yaratılışı ve yok oluşu konusunda kesinlikle yetersiz. Amerika'daki Santa Fe Enstitüsü'nden kuramsal biyoloji profesörü Stuart Kaufmann ise, eleştiriyi bir başka noktaya taşıyor ve Darwin'in, 'doğal ayıklanma, türlerin çevreye uyumunun sürekli bir biçimde ileri gitmesini garanti eder' çıkarmasının doğru olmadığını ileri sürüyor. Özellikle enformatik modeller, günümüzde durumun her zaman böyle gerçekleşmediğini gösteriyor.


    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    'İnsan maymundan geliyor'... Darwin'in bu sözleri, o yıllarda büyük bir skandal yaratmıştı. Bugün, çok az sayıda insan bunun tersini düşünüyor. Ancak mesele bütünüyle açıklığa kavuşmuş değil. Özellikle bir soru hâlâ yanıtını arıyor: Maymundan insana geçiş nasıl gerçekleşti? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanın evrimi aşamalı bir biçimde mi, yoksa bir anda, aniden mi gerçekleşti? Ya da insan sürekli bir biçimde, çevresindeki değişikliklerin etkisiyle aşamalı bir biçimde mi ayağa kalktı, yoksa bir tramplenden atlar gibi, embriyon gelişimini etkileyen çok ani dönüşümlerin sonucu her şey bir anda mı gerçekleşti?
    Gelişme aşamalarıyla (fazlarıyla) ilgili uzunluk ve hız değişmelerinin, yeni türlerin doğmasında çok önemli bir etken olduğu tezi, 70'li yıllarda Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Son günlerde bir başka araştırmacı, Paris'teki Doğal Tarih Ulusal Müzesi paleontologlarından Anne Dambricourt Malasse, insan evriminin mekaniğinin geometrik bir modelini oluşturarak, bu kurama yeni bir soluk kazandırdı. Bazı uzmanlar, Malasse'ın çalışmalarının Yaratılış Kuramına temel oluşturduğunu ileri sürerken, bir başka grup, tamamen bilimsel bir özelliği olduğunu savunuyorlar.
    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    Malasse çalışmalarını, çocuklardaki yüz ve altçene büyüme anormallikleri inceleyen ünlü ağızbilimci (stomatolog) Marie Josephe Deshayes'ın araştırma sonuçlarına dayandırıyor. Yüz ve ağız ortopedisi uzmanları, bu bölgelerin gelişiminde sık sık anormallikler saptıyorlar. Boynu yüze bağlayan altkafatasındaki büyüme sorunlarından kaynaklanan bu anormallikler iki büyük kategoriye ayrılıyor: Altçene gerilediği için, omuriliğin içinden geçtiği artkafa boşluğu yukarıda kalıyor ya da altçene çok öne çıktığı için, boyun ve boğaz çok fazla ön tarafta bir konum alıyor. Birincisinde, yüzün dikey ve yatay büyümesinde yetersizlik söz konusuyken, ikincisinde yüz, çok dikey bir biçimde büyüyor.
    Peki ama, embriyon ya da çocuk büyümesiyle insan evrimi arasındaki ilişki ne? Geçen yüzyılda geliştirilen bir ilkeye göre, ontojeni (bireyoluş; embriyonun ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar olan gelişimi) ile filojeni (soyoluş; türler arasındaki akrabalık ilişkileri) arasında bir paralellik var. İşte bu ilkeden hareket eden Malasse, çocuklar üstünde gerçekleştirilen gözlemleri, 1952'de paleontolog Robert Gudin tarafından geliştirilen geometri öğelerini kullanarak, primatlardaki kafatası temelinin evrimine uyarladı. Gudin, profilden görülen kafatası örneğinde, kafatasının tabanıyla yanlarını birer çizgiyle birbirine bağlamıştı. Böylece 'pantograf' adı verilen bir geometrik şekil elde etmişti. Embriyonun gelişimi boyunca bu pantograf, kafatası ve yüz kemiklerinin kasılıp açılması sonucu dönüşüme uğruyor ve sonunda, Homo sapiens türüne özgü bir denge durumuna geliyordu. Bu denge durumu, gerçek anlamda bir ontojenik bellekti ve insan, insan olduğundan, yani tam 120.000 yıldan beri bütün insanlarda tekrarlanıyordu. Evrimimiz boyunca sıralanan her tür, kendi karakteristik denge durumuna (pantografına) sahipti.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    Malassea göre, çocuklardaki güncel dengesizlikler, söz konusu dengenin şimdiye kadar gözlenen korelasyonlarının kopma noktasına geldiğini gösteriyor. Öte yandan diş ve çene ortopedisi, normal bir gelişimin, dengesizliğe girip farklı bir yönde evrim gösterebileceği dönemlerin varlığını kabul ediyor. Malasse bunlara 'dinamik pencereler' (dynamic windows) adını veriyor ve evrimimiz sırasında da böyle 'dinamik pencereler'in var olabileceğini söylüyor. Sonuçlar, kafatası ve yüz kemiklerindeki 5 kasılıp açılmanın, bizi ilk primatlardan ayırdığını gösteriyor. Kafatası gelişimindeki değişikliklerden her biri, bütün embriyojenezi tamamen yeniden yapılandırabiliyor. Örneğin, bipedi rahatsızlığı, bu kasılmaların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Oysa bu kasılmalar, kesinlikle yeni bir çevreye uyumun ürünü değil.
    İnsan çizgisinin çeşitli türleri arasındaki zincir o denli fazla alt üst olmuş değil. Homo habilis, ergaster, rudolfensis, erectus; hatta neardertaller, aynı pantografa ve denge durumuna sahipler. Bütün bunlar, aslında bir grup oluşturuyor ve Malasse, bunlara 'ilkel insanlar' adını veriyor. Sadece modern insan, 'sapiens' türünün sahip olduğu pantografın aynısına sahip. İşte bu nedenle, insanın var oluşunu sapiens türü ile özdeşleştiriyor.
    Peki bütün bu açıklamalarda Darwin nerede? Malasse, 'Kesinlikle uyum mantığı üzerine kurulu bir kuramı kabul edemeyiz' diyor. Ona göre tesadüf ve doğal ayıklanma, kuşkusuz bir rol oynuyor; ama, kesinlikle bir maymunu Homo australopithecus yapmıyor. Hemen şu soruyu ekliyor: 'Her türün kendisine özgü olan embriyon belleği nereye kayıtlı? DNA'ya mı, hücrelere mi, yoksa hücreler arasındaki interaktif ilişkilere mi? ' Bunun yanıtını henüz bilmediğimizi söylüyor. Ama ona göre bir tek şey kesin: Günümüzde evrim mekanizmalarına ilişkin söylenenlerin hemen tümü büyük bir dönüşüm sürecinde... Eğer yukarıdaki sorunun yanıtı bulunursa, darwinciliğin günleri sayılı demektir.


    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] 'Doğal Ayıklanma', Hitler'in elinde öldürücü bir silaha dönüştü. Darwin kuramı, 1859 yılında yayımlandığı tarihten hemen sonra, bir anda birbirine tamamen zıt ideolojilerin çekim merkezi haline dönüştü. Aslında buna o kadar da şaşmamak gerekir. Toplumsal ve ekonomik eylemin temeli olarak mücadele, o günlerde çok yaygındı. Nitekim Karl Marx ve Friderich Engels, 'Türlerin Kökeni' eserinin satır aralarında, toplumların tarihsel değişiminin ipuçlarını yakaladıklarını düşünüyorlardı. Onlar, sadece doğadaki var olma mücadelesini sınıf mücadelesine dönüştürmekle yetindiler.
    Darwin'in düşünceleri, marksizmden tamamen uzak bir başka ideoloji için de çok elverişli zemin hazırlamıştı. Üstün ırk hayali peşinde koşanların elinde, artık ciddi bir silah vardı. Bu konuda ilk adımı, Darwin'in kuzeni İngiliz antropolog Francis Galton (1822-1911) attı. Darwin'in eserinde yakaladığı İngilizce 'eugenics' kelimesinden hareket ederek, öjenizm (soyarıtımcılık) akımını başlattı. Ona göre, öjenizm iki ana biyolojik kuram çevresinde biçimleniyordu: Evrim ve kalıtım kuramları... Evrim konusunda Darwin'in 'doğal ayıklanma' kavramını benimsemişlerdi. Bireyler ve topluluklar arasındaki rekabet, ayakta kalacak olanı belirleyecekti. Ne var ki, evrim kuramının yorumunda 'soyarıtımcılar' ikiye ayrılmışlardı. İngiliz doğabilimci ve sosyalist Alfred Wallace ile Alman biyoloji uzmanı Ernst Haeckel 'pasif' bir ırkçılığın sözcülüğünü yapıyorlardı. Onlara göre, 'doğal ayıklanma' insanı, özellikle de beyinsel ve etik yeteneklerini etkiliyordu. Bu duruma kesinlikle müdahale etmeye gerek yoktu. İlerlemeye olan genel eğilim ve toplumların yetkinleşmesi, kaçınılmaz biçimde 'ilkel' olanları eleyecek, 'ileri' unsurların varlığını koruyacaktı. Bu süreç, yine kaçınılmaz olarak 'beyaz ırkın' üstünlüğüyle sonuçlanacaktı.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Antropometre, insan vücudunu bir çizgilere indirgiyor ve bu çizgilerle ırkları ayrıştırıyor Bu pasif ırkçılığı önerenlere, Francis Galton ve gazeteci William Greg 'aktif ırkçılık' ile karşılık veriyorlardı. Onlara göre, 'doğal ayıklanma'nın toplumlardaki en 'ilkel' unsurları eleyip, 'ileri' unsurları korumasını beklemek yeterli değildi. Bu anlamda, 'evrim kuramı'na, gelişmiş toplumlarda fazla güvenilemezdi. Çünkü gelişmiş toplumlar, özellikle tıp bilimindeki kazanımlar ve insanlarda artan iyilik yapma duygusu nedeniyle yozlaşma içindeydiler. 1868 yılında İngiliz gazeteci William Greg, gelişmiş İngiliz toplumunda soyluların yozlaştığını, fakirleşip yoksullaştığını, buna karşın, daha üretken ve daha ileri bir güç olan orta sınıfın çok az çocuk yaptığını yazıyordu. Bu durumda, 'doğal ayıklanma' sürecine dışarıdan müdahale gerekiyordu. Tabii 'ilkel' olanları bir biçimde safdışı ederek...
    Öjenizmin bir ayağını Darwin kuramı, ikincisini ise Mendel'in genetik kuramı oluşturuyordu. Mendel'e göre genetik miras, kuşaktan kuşağa sadece cinsel hücreler aracılığıyla aktarılıyordu. Kazanılmış karakterlerin mirasını reddeden bu köktenci yaklaşım, ırkçılığın elinde hastalıkları, özellikle de beyinsel hastalıkları, toplumsal handikapları ve suçluluğu açıklayan bir araca dönüşmüştü.
    Peki ama bütün bu suçlamalar karşısında Darwin kendisini nasıl savundu? Önceleri yapacağı bir şey yoktu. Çünkü, 'Türlerin Kökeni' eserinde Darwin insandan hiç söz etmemişti. Ancak 1871 yılında yayımladığı 'İnsan Soyunun Türemesi' başlıklı yapıtında, öjenizme bilimsel ve ahlaki açıdan karşı olduğunu açık bir biçimde ifade etti. Yoksul sınıfların hızla artan nüfusunun bir tehlike oluşturmadığını söyledi. Çünkü, bu sınıf içinde ölüm oranı da yüksekti. Bu noktadan yola çıkan Darwin, herhangi bir biçimde doğumların kontrolünü öngören toplumsal programlara da karşı çıktı. Ve son olarak sempati ve merhamet gibi kavramların 'doğal ayıklanma'nın sonuçları olduğunu, toplumsallaşmanın temelini oluşturdukları için de gerekli olduğunu söyledi. Kuşkusuz bütün bunlar, öjenizmin temellerini Darwin kuramının üstüne inşa ettiği gerçeğini değiştirmedi.

    Aşırılarda dolaşmak
    Öjenizm, süreç içinde çok değişik biçimler kazandı. Alfred Wallace, yaşamının sonlarına doğru, 'cinsel ayıklanma' tezini geliştirdi. Aslında bu kavram Darwin'de de vardı. Eserinde 'doğal ayıklanma' ile uyuşmayan bazı karakteristiklerin 'cinsel ayıklanma'dan kaynaklandığını belirtmişti. Wallace ise, 'cinsel ayıklanma' sürecinde, insan topluluklarının kalıtımsal özelliklerini iyileştirici bir nitelik görüyordu. Bu noktadan hareketle şu tezi ileri sürüyordu: 'Eşitlikçi bir toplumda, kadınlar bundan böyle kocalarını paraları için değil, fizik, entelektüel ve moral nitelikleri için seçeceklerdi.' İşte bu düşünce, daha sonra doğmakta olan feminizm hareketi tarafından açık bir biçimde benimsendi. Öyle ki, feministler 'cinsel ayıklanma'yı, öjenizmin kabul edilebilir tek biçimi olarak aldılar.
    Öjenizmin, tam bir asır önce 'Türlerin Kökeni' eserinde dile getirilen kuramlarla uzaktan yakından ilgisi yok. Günümüzde, artık sadece 'bireysel öjenizm' söz konusu. Yani, ailelerin normal çocuklar doğurma kaygısını ifade ediyor. Bu konu da Darwin'i hiç ilgilendirmeyen, bambaşka bir sorun...


    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Prof. Dr. Ali Demirsoy Prof. Dr. Ali Demirsoy'un yorumuyla Darwin ve evrim:

    'Darwin'in, temel ilkeler olarak kabul edilen hiçbir bulgusu, bugüne kadar aşındırılmış ya da tersi kanıtlanmış değildir. Örneğin, Darwin'in kurmuş olduğu 'Doğal Ayıklanma Yasası', kesinlikle güncelliğini ve bilimselliğini yitirmedi. Darwin'in ayrıca bir söylediği de şuydu, 'Fakir toplumlar istedikleri kadar çocuk yapsınlar, bunun çok büyük zararı olmaz; çünkü burada zaten ölüm oranı çok yüksek olacaktır ve ayıklanma fazladır.' Bence doğru da söylemiştir. Ama Darwin antibiyotiğin bulunacağını bilemezdi. Yani, bu kadar ilacın ve tıbbi gelişmenin, insan soyuna yapılacak müdahalelerin geleceğini bilemezdi. Dolayısıyla, bugün fazla çocuk yapan ailelerin çocukları da yaşamış oluyor. Böylece denge bozulmuş ve doğal ayıklanma önlenmiş oluyor. Tabii bir sürü hastalıklı, rahatsız ve zayıf olan birey, kalıtsal materyallerini gen havuzuna sokmuş oluyor. Darwin'in bu anlamdaki sözleri doğrudur ve sonradan yapay yollardan yapılan müdahaleler, ilke olarak doğaya terstir. Darwin doğal olayları işlemiştir; doğal olmayan olayları herhangi bir şekilde göz önüne almamıştır. Örneğin bir meteorun dünyaya çarpması, dünyada önemli bir deprem olayının gerçekleşmesi, yanardağların patlaması ya da insanın ürettiği doğadışı verilerle Darwin arasında ilişki kurulmaya çalışılması, Darwinizm'e körü körüne saldırıdan başka bir sonuç doğurmaz.
    Darwin'in en çok tartışılan sözlerinden biri de, gelişmemiş ırkların, eninde sonunda gelişmiş ırkların egemenliğine gireceğidir. Bu çok doğrudur ve bugün de geçerlidir. Nitekim Türkiye'nin, şu anda kendisinin koymadığı, zorlama bir sürü kuralı kabul etmesi, herkesin cebinde dolarların bulunması ve dolarla konuşmamız bile, uygarlık bakımından bizden ileride olan ülkelerin, Darwin anlamında egemenliğine girdiğimizin kanıtıdır.
    Darwin hatalar yapmış olabilir. Çünkü, dinler tarihine baktığımızda bile bir dolu yanlış ve eksiklikler görebiliyoruz. Bunların hepsi bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu Darwin için de geçerlidir. Ancak bu eksiklikler kuramın doğru ve geçerliliğini etkilemez.
    Yukarıda söylediklerimizin dışında, Darwin'in yaşadığı dönemde kıtaların kayması bilinmiyordu, mutasyonlar bilinmiyordu, kromozomlar bilinmiyordu, mayoz bölünme bilinmiyordu, sperm bilinmiyordu, yumurta bilinmiyordu, eşeysel üremenin kuralları bilinmiyordu, neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu. Yalnız Darwin, doğayı gözlediği zaman, üstün olan ve uyum yapan bireylerin ayıklanmış olacağını gözledi. Biyolojide bu hiç değişmedi. Darwin'in belki açıklama tarzında bir eksiklik bulunabilir; ama, bu da dediğimiz gibi, bilgi eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bugün biz bu kuramın ayrıntısına girdiğimizde şunu anlıyoruz; gerçekten de bireyler, olması gerektiğinden fazla sayıda yavru ya da kombinasyon meydana getiriyor. Örneğin bir insan, kuramsal olarak, yaşamı boyunca 70 trilyon çocuk meydana getirme şansına sahip. Üstelik bir kadınla bir erkek, hiçbir baz ya da nükleotik değişiklik ve mutasyon olmazsa, ancak 70 trilyon çocuk meydana getirdiğinde birbirinin aynısı olabiliyor.
    Bu sayı, aşağı organizasyonlu canlılarda çok daha fazla ve nedeni de, kuşkusuz 70 trilyon yaşasın diye değil. Bunlar arasında, gelecek kombinasyonlardan hangisi yeni ortama uyum sağlarsa, o ayıklansın diye... Canlıların ayakta kalmasının nedeni bu. Darwin bunu bilmeden, gözlem ve sezinleme yoluyla ortaya koymuştu. Modern biyoloji de Darwin'in bütün söylediklerini moleküler düzeyde kanıtlıyor.
    Biyolojinin dışında Darwin'in kuramı, toplumsal olaylarda da geçerli. Bugünkü bilgilerimize göre, dünya tarihinde kaybolmuş yüzlerce toplum ve kültürün bir zamanlar var olduğunu biliyoruz. Bunların temel çöküş nedeni, sosyal evrimlerini oluşturamamalarında yatıyor. Bilimsel atılımını yapmış olan, doğanın mekaniğini değiştirmeye kalkan toplumlar, giderek daha bir güçlenip ayakta kaldı ve diğerlerine egemen oldular.
    1950'den sonra DNA üzerinde yapılan çalışmalar, 2000 yılına geldiğimizde evrimi adım adım kanıtlamış durumda... Çünkü biz DNA'yı, yani temel harfleri bulduğumuzda, artık sorunu daha rahat olarak çö-zebiliyoruz. Örneğin, DNA'nın üzerindeki çeşitlenmelerin neden meydana geldiğini sorduğumuzda, Darwin'in Doğal Ayıklanma Yasası ile karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Bir başka deyişle, DNA üzerinde çeşitlilik, Doğal Ayıklanma'ya tam ve gerçek bir temel oluşturuyor. Örneğin, siz herhangi bir solunum enzimini aldığınızda, aynı toplumda çok çeşitli farklılıkların olduğunu görüyorsunuz. İşte bu farklılığın olması, temelde evrimsel sürece bir taban hazırlıyor. Bunu doğanın bilinçli olarak getirmesi de mümkün değil. Çünkü bilinçli olsa, fazladan malzeme oluşturmasına gerek yok. Doğa 70 trilyon örneğinde olduğu gibi, niçin çok sayıda işe yaramayan bireyler üretsin?
    Gerçekte ise, doğanın mekaniğinde, tamamen rasgele ve yeni durumlara uyum yapabilecek çeşitli varyasyonlar meydana geliyor. Yani, önceden gideceği yeri öngörmüyor; daha temel bir anlatımla amaçlı değil. Ancak onların içerisinde hangisi yeterliyse, hangisi uyumluysa, hangisi başarılıysa, o doğal olarak ayıklanıyor. Bu nedenle, bir alabalık her defasında 1 milyon yumurta yapıyor, ancak bunların arasından 10 tanesi uyum yapmayı başarıp yaşayabiliyor. Bu geri kalan büyük miktarın varlığı, temelde doğa için bir savurganlık gibi görünüyor. Yani, siz bu işleyişi planlayan bir doğaüstü güce inanırsanız, düşünün ki, ancak binde birinin kullanıldığı bir düzenin kurulmuş olduğuna inanmanız gerekiyor. Böyle bir mekanizma kolayca anlaşılacağı gibi verimli değil, ama doğanın mekanizması, yani Darwinizm açısından son derece düzgün bir mekanizma. Çünkü zayıf çoğunluk elenecek, uyum sağlayabilen hayatta kalacak. İşte temel çelişki burada yatmaktadır. Biyolojinin kendi içerisinde, düşünebilen bir mantığı yoktur, ama işle-yebilir bir mantığı vardır. Dolayısıyla, bizim geri kafalı dediğimiz tutucu kesim, biyolojik işleyişe bir doğaüstü mantık ve akılcı bir amaç sokmaya çalışır, ama öyle değildir. Mekanizmanın kendi içerisinde bir işleyiş mantığı vardır ve bu da düzensizlikler içerisinde kurulu bir düzen şeklinde işlemektedir. Kuşkusuz biyolojinin temeli de budur.
    2000 yılı bizim için çok önemli bir yıl. Bugüne kadar doğal evrime bıraktığımız canlı soyunu, bundan böyle insan soyu giderek yapay bir evrimle yönlendirmeye çalışacak. Bunun sakıncalı tarafları da var, verimli olacağı yanları da olacaktır. Üzerinde düşünülmesi gerekiyor... Şimdi yediğimiz domateslerden sebzelerden tutunuz da, adı yeni yeni duyulan meyvelere kadar, bunların hepsi yapay evrim ya da müdahalelerle ortaya çıkmış ırklar, türler ya da alttürlerdir. Bugün sadece yabani lahanadan, ayrı ayrı yenilebilir ve tür düzeyinde, 8 çeşit yeni ve görünüşleri farklı bitkiyi yapay yollarla oluşturabilmişiz. Bunların doğada ayrı yabani formları yok ve hepsi insanın bizzat ürettiği sebzeler. Örneğin brokkoli, marul, kara lahana, lahana gibi... Bunların doğal yollardan oluşması da mümkün, ama doğada bunlar uzun sürede meydana gelebilirler. Oysa, insan evrime müdahale edince, yeni ortaya çıkışlar kısa sürede, ama doğrudan insanın etkisiyle gerçekleşiyor.
    Biz artık yaşamımızı doğanın inisiyatifine ve uzun süren etkileşimine bırakamıyoruz. Bunun nedeni, eğer geçmişte insan soyu diğer canlıların bağlı olduğu kurallara uysaydı, yani 10 çocuk meydana getirip de, biri yaşasaydı, yapay evrime yönlenmemiş olacaktık. Ama doğanın işleyişine karşı çıkan bir sosyal yapıyı gerçekleştirdik.
    Bunun ortaya çıkmasıyla da, ister istemez çevremizi de aynı biçimde yapay olarak yönlendirmeye başladık. Bunun getireceği kazanımların yanında bir dolu sorunlar da olacaktır. Ancak bir kez başlamışız ve bırakabilmemiz mümkün değil. Önümüzdeki yıllarda insan soyunun bugüne kadar tahmin edemeyeceği son derece ilginç bir yol izlenecektir ve biyolojide yeni yeni canlı türleri ve yapay sistemler ortaya çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır ve eğer insanlar gerçekten doğal yaşamak istiyorlarsa, en azından ilaç kullanmamaları gerekiyor. Örneğin hastalıklarda ilaç kullanmak, doğaya doğrudan doğruya bir müdahaledir. Çünkü doğanın kendisinde olmayan bir nesneyi sisteme sokmuş oluyorsunuz. Sonuçta gerçekçi olmak zorundayız ve Darwinizm'i eğer iyi öğretirsek, okullarımızda iyi k*****ırsak, 2000 yılından sonra olabilecekleri de insanlara çok iyi k*****mış olacağız. Yoksa, diğer gelişmiş toplumların zorunlu olarak gerisinde kalacağız. Darwinizm'e karşı olmak, gericilik, tutuculuk, Osmanlı Devleti örneğindeki gibi tarihte elenmiş bir sürü toplumun başına gelen yok oluşun, sizin başınıza da gelmesi anlamındadır. Nitekim ABD'deki Yüksek Mahkeme'nin orta eğitimde mecburen evrim öğretisinin verilmesi kararının arkasında, 1957 yılından itibaren Amerika'nın bilimsel olarak gerilemesinin etkisi çok büyüktür. Anlaşılmıştır ki, Amerika'da Darwinizm okutulmadığı için, bilimsel gelişim kendini sürdüremiyor. Dolayısıyla, Darwinizm'in içeriğinden küçük küçük parçalar alıp da, Darwin'in o çağda henüz bilmediği konulardan ona hücum edip, öğretiyi sözüm ona yıkma gibi bir saflığa düşmemek gerekiyor. Aksine onun mantığını kavrayıp, onu bütün sosyal gelişmelere de uygulamak gerekiyor.'YAŞASIN DARWİNİZİM DARVİNİST OLMAYAN HİÇ BİR İNSAN BİLİM ADAMI OLAMAZ! ! ! ! ! ! !



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]
    [email protected]

  • şeyh bedrettin28.08.2007 - 20:07

    Şeyh Bedrettin Destanı / Nazım Hikmet

    1

    Sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi,
    duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
    gümüş ibriklerde şarap,
    bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
    Öz kardeşi Musa'yı ok kirişiyle boğup
    yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
    Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
    Çelebi hünkar idi amma
    Al Osman ülkesinde esen
    bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.
    Köylünün göz nuru zeamet
    alın teri timar idi.
    Kırık testiler susuz
    su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
    Yolcu yollarda topraksız insanın
    ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
    Ve yolların sonu kale kapısında kılıç şakırdar
    köpüklü atlar kişner iken
    çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
    tarümar idi
    Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi
    ahüzar idi.


    2

    Bu göl İznik gölüdür.
    Durgundur.
    Karanlıktır.
    Derindir.
    Bir kuyu suyu gibi
    içindedir dağların.

    Bizim burada göller
    dumanlıdırlar.
    Balıkların eti yavan olur,
    sazlıklardan ısıtma gelir,
    ve göl insanı
    sakalına ak düşmeden ölür.

    Bu göl İznik gölüdür.
    Yanında İznik kasabası.
    İznik kasabasında
    kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.
    Çocuklar açtır.
    Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
    Ve delikanlılar türkü söylemez.

    Bu kasaba İznik kasabası.
    Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
    Bu evde
    bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
    Boyu küçük
    sakalı büyük
    sakalı ak.
    Çekik çocuk gözleri kurnaz
    ve sarı parmakları saz gibi.

    Bedreddin
    ak bir koyun postu üstüne oturmuş.
    Hatt-ı talik ile yazıyor
    'Teshil'i.
    Karşısında diz çökmüşler
    ve karşıdan
    bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
    Bakıyor:
    Başı traşlı
    kalın kaşlı
    ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
    Bakıyor:
    Kartal gagalı torlak Kemal..
    Bakmaktan bıkıp usanmayıp
    bakmağa doymayarak
    İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..


    3

    Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
    Ve gölde ipi kopmuş
    boş bir balıkçı kayığı
    bir kuş ölüsü gibi
    suyun üstünde yüzüyor.
    Gidiyor suyun götürdüğü yere,
    gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

    İznik gölünde akşam oldu.
    Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
    güneşin boynunu vurup
    kanını göle akıttılar.

    Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
    bir sazan balığı yüzünden
    kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

    İznik gölünde akşam oldu.
    Bedreddin eğildi suya
    avuçlayıp doğruldu.
    Ve sular
    parmaklarından dökülüp
    tekrar göle dönerken
    dedi kendi kendine:
    '- O ateş ki kalbimin içindedir
    tutuşmuştur
    günden güne artıyor.
    Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
    eriyecek yüreğim.
    Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim
    Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
    Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
    biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını
    iptal edeceğiz...

    *

    Ertesi gün
    gölde kayık parçalanır
    kalede bir baş kesilir
    kıyıda bir kadın ağlar
    ve yazarken Simavnalı 'Teshil'ini
    Torlak Kemalle Mustafa
    öptüler
    şeyhlerinin elini.
    Al atların kolanını sıktılar.
    Ve İznik kapısından
    dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
    heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

    Kitaplarının adı:
    'Varidat'dı.


    4

    Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal, Bedreddinin elini öpüp
    atlarına binerek biri Aydın biri Manisa taraflarına gittikten
    sonra ben de rehberimle konya ellerine doğru yola çıktım
    ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
    Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
    Aydın elinde Karaburun'da.
    Bedreddinin kelamını söylemiş
    köylünün huzurunda.

    Duyduk ki; 'cümle derdinden kurtulup
    piri pak olsun diye,
    on beş yaşında bir civan teni gibi toprağın eti,
    ağalar top yekun kılıçtan geçirilip
    verilmiş ortaya hünkar beylerinin timarı zeameti.'

    Duyduk ki...
    Bu işler duyulur da durmak olur mu?
    Bir sabah erken
    Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
    sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
    'Varalım,
    dedik.
    Görelim
    dedik.
    'Yapışıp
    sabanın
    sapına
    şol kardeş toprağını biz de bir yol
    sürelim, dedik.'
    Düştük dağlara dağlara
    aştık dağları dağları...

    Dostlar,
    ben yolculuk etmem bir başıma.
    Bir ikindi vakti can yoldaşıma
    dedim ki: geldik.
    Dedim ki: bak
    başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
    bir adım geride ağlayan toprak.
    Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
    kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
    Saz sepetlerde oynayan balıkları gör:
    ıslak derileri pul pul, ışıl şışldır
    ve körpe kuzu eti gibi aktır
    yumuşaktır etleri.
    Dedim ki bak,
    burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
    bereketli.
    Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..



    5

    Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin timar ve zeametli
    topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi
    ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi
    yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah
    bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu
    vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.

    İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir
    gemiciymiş. O da börklüce müritlerinden.

    Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu, şimdi düşünüyorum da, onu,
    yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen
    Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu, bu Aydınlıymuş.

    İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu:

    - Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman
    iseniz boynunuz kıldan incedir.

    - Dostuz, dedik.

    Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani
    toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler
    Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

    Yine o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyine benzeyeni dedi ki:

    - Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş
    soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır
    ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları sırma cepken giyen
    haramilerin kanıyla suladık da ondandır.

    Müjde büyüktü. Rehberim:

    - Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.

    Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine
    bastığımız kar deş toprağını bırakarak tekrar Al Osman oğullarının
    karanlığına daldık.

    Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava
    ıslak ve kederliydi.

    Bedreddin:

    - Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.

    Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık onlarla
    aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini
    duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor. Bedreddinin atı benim al atımla
    Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz. Ona bir
    kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin
    babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça
    Bedreddine sokuluyorduk.

    6

    Bir gece bir denizde yalniz yildizlar
    ve bir yelkenli vardi.
    Bir gece bir denizde bir yelkenli
    yapyalnizdi yildizlarla.
    Yildizlar sayisizdi.
    Yildizlar sonuktu.
    Su karanlikti
    ve goz alabildigine dumduzdu.

    Sari Anastasla Adali Bekir
    hamladaydilar.
    Koc Salihle ben
    pruvada.
    Ve Bedreddin
    parmaklari sakalina gomulu
    dinliyordu kureklerin sipirtisini.

    Ben:
    - Ya! Bedreddin! dedim,
    uyuklayan yelkenlerin tepesinde
    yildizlardan baska bir sey goremiyoruz.
    Fisiltilar dolasmiyor havalarda.
    Ve denizin icinden
    gurultuler duymuyoruz.
    Sade bir dilsiz, karanlik su,
    sade onun uykusu.
    Ak sakali boyundan buyuk kucuk ihtiyar
    guldu,
    dedi:
    - Sen bakma havanin durgunluguna
    Derya dedigin uyur uyur uyanir.

    Bir gece bir denizde yanliz yildizlar
    ve bir yelkenli vardi.
    Bir gece bir yelkenli gecip Karadenizi
    gidiyordu Deliormana
    Agac denizine...



    7

    Bu orman ki deliormandir gelip durmusuz
    demen Agacdenizinde cadir kurmusuz.
    'Malum nicin geldik,
    malum derdi derunumuz' diye
    her daldan her koye bir sahin ucurmusuz.

    Her sahin pesine yuz aslan takip gelmis.
    Koylu, bey ekinini, cirak carsiyi yakip
    reaya zinciri birakip gelmis.
    Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
    kol kol Agac denizine akip gelmis...

    Bir kizilca kiyamet!
    Karismis birbirine
    at, insan, mizrak, demir, yaprak, deri,
    gurgenlerin dallari, meselerin kokleri.
    Ne boyle bir alem gormuslugu vardir,
    ne boyle bir ugultu duymuslugu var
    Deliormak deli olali beri...


    8

    Anastasi Deliormanda Bedreddinin ordugahina birakip ben ve rehberim
    geliboluya indik. Bizden once buradan denizi yuzerek gecen olmus. Galiba
    bir dildade yuzunden. Biz de denizi yuzerek karsi kiyiya vardik. Lakin
    bizi bir balik gibi cevik yapan sey bir kadin yuzunu ay isiginda seyretmek
    ihtirasi degil, Izmir yoluyla Karaburuna, bu sefer seyhinden Mustafaya
    haber ulastirmak isiydi.

    Izmire yakin bir kervansaraya vardigimizda, padisahin on iki yasindaki
    oglunun elinden tutan Bayezit Pasanin Anadolu askerlerini topladigini
    duyduk.

    Izmirde cok oyalanmadik. Sehirden cikip Aydin yolunu tutmustuk ki bir bag
    icinde bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya serinlesin diye karpuz
    salmis dinlenen ve sohbet eden dort celebiye rastladik. Her birinin ustunde
    baska cesit libas vardi. Ucu kavukluydu, birisi fesli. Selam verdiler.
    Selam aldik. Kavuklulardan birisi Nesri imis. Dedi ki:

    - Halki ibahet mezhebine davet eden Borklucenin uzerine Sultan Mehemmed
    Bayezit Pasayi gonderir.

    Kavuklulardan ikincisi Sekerullah bin Sehabeddin imis. Dedi ki:

    - Bu sofinin basina pek cok kimseler toplandi. Ve bunlarin dahi ser'i
    Muhammediye muhalif nice isleri asikar oldu.

    Kavuklulardan ucuncusu Asikpasazade imis. Dedi ki:

    - Sual: Ahir Borkluce paralanirsa imanla mi gidecek imansiz mi?
    - Cevap: Allah bilir anincunkim biz anin mevti halini bilmezuz..

    Fesli olan celebi Ilahiyat Fakultesi Tarih-i Kelam muderrisiydi. Yuzume
    bakti. Gozlerini kirpistirarak kurnaz kurnaz gulumsedi. Bir sey demedi.

    Biz hemen atlarimizi mahmuzladik. Ve bir bag icinde bir ceviz agaci altinda,
    bir kuyuya saldiklari karpuzlari serinletip sohbet edenleri nallarimizin
    tozlari arkasinda birakarak Aydina, Karaburuna Borklucenin yanina vardik.


    9

    Sicakti.
    Sicak.
    Sapi kanli, demiri kor bir bicakti
    sicak.

    Sicakti.
    Bulutlar doluydular,
    Bulutlar bosanacak
    bosanacakti.
    O, kimildamadan bakti,
    kayalardan
    iki gozu iki kartal gibi indi ovaya.
    Orda en yumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    nerdeyse doguracak
    doguracakti.

    Sicakti.
    Bakti Karaburun daglarindan O
    bakti bu topragin sonundaki ufka
    catarak kaslarini:
    Kirlarda cocuk baslarini
    Kanli gelincikler gibi koparip
    cirilciplak cigliklari surukleyip pesinde
    bes tuglu bir yangin geliyordu karsidan ufku sarip.
    Bu gelen
    Sehzade Muratti.
    Hukmu humayun sadir olmustu ki Sehzade Muradin ismine
    Aydin eline varip
    Bedreddin halifesi mulhid Mustafanin basina ine.

    Sicakti.
    Bedreddin halifesi mulhid mustafa bakti,
    bakti koylu Mustafa.
    Bakti korkmadan
    kizmadan
    gulmeden.
    Bakti dimdik
    dosdogru.
    Bakti O.
    En tumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    neredeyse doguracak
    doguracakti.

    Bakti.
    Bedreddin yigitleri kayalardan ufka baktilar.
    Git gide yaklasiyordu bu topragin sonu
    fermanli bir olum kusunun kanatlariyla.
    Oysaki onlar bu topragi,
    bu kayalardan bakanlar, onu,
    uzumu, inciri, nari,
    tuyleri baldan sari,
    sutleri baldan koyu davarlari,
    ince belli aslan yeleli atlariyla
    duvarsiz ve sinirsiz
    bir kardes sofrasi gibi acmistilar.

    Sicakti.
    Bakti.
    Bedreddin yigitleri baktilar ufka..

    *

    En tumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    neredeyse doguracak
    doguracakti.
    Sicakti,
    Bulutlar doluydular.
    Neredeyse tatli bir soz gibi ilk damla dusecekti yere-
    Birden-
    -bire
    kayalardan dokulur
    gokten yagar
    yerden biter gibi,
    bu topragin verdigi en son eser gibi
    Bedreddin yigitleri sehzade ordusunun karsisina
    ciktilar.
    Dikissiz ak libasli
    bas acik
    yalnayak ve yalin kilictilar.

    Mubalaga cenk olundu.

    Aydinin turk koyluleri,
    Sakizli Rum gemiciler,
    Yahudi esnaflari,
    on bin mulhid yoldasi Borkluce Mustafanin
    dusman ormanina on bin balta gibi daldi.
    Bayraklari al, yesil,
    kalkanlari kakma, tulgasi tunc
    saflar
    pare pare edildi ama,
    bosanan yagmur icinde gun inerken aksama
    on binler iki bin kaldi.

    Hep bir agizdan turku soyleyip
    hep beraber sulardan cekmek agi,
    demiri oya gibi isleyip hep beraber,
    hep beraber surebilmek topragi,
    balli incirleri hep beraber yiyebilmek,
    yarin yanagindan gayri her seyde
    her yerde
    hep beraber!
    diyebilmek
    icin
    on binler verdi sekiz binini..

    Yenildiler.

    Yenenler, yenilenlerin
    dikissiz ak gomlegine sildiler
    kiliclarinin kanini.
    Ve hep beraber soylenen bir turku gibi
    hep beraber kardes elleriyle islenen toprak
    Edirne sarayinda damizlanmis atlarin
    esildi nallariyla.
    Tarihsel, sosyal, ekonomik sartlarin
    zaruri neticesi bu!
    deme, bilirim!
    O dedigin nesnenin onunde kafamla egilirim.
    Ama bu yurek
    o, bu dilden anlamaz pek.
    O, 'hey gidi kambur felek,
    hey gidi kahpe devran hey',
    der.

    Ve teker teker,
    bir an icinde,
    omuzlarinda dilim dilim kirbac izleri,
    yuzleri kan icinde
    gecer ciplak ayaklariyla yuregime basarak
    gecer Aydin ellerinden Karaburun magluplari..


    10

    Karanlikta durdular.
    Sozu O aldi, dedi:
    '- Ayaslug sehrinde pazar kurdular.
    Yine kimin dostlar
    yine kimin boynun vurdular? '

    Yagmur
    yagiyordu boyuna.
    Sozu onlar alip
    dediler ona:
    '- Daha pazar
    kurulmadi
    kurulacak.
    Esen ruzgar
    durulmadi
    durulacak.
    Boynu daha
    vurulmadi
    vurulacak! '
    Karanlik islanirken perde perde
    belirdim onlarin oldugu yerde
    sozu ben aldim, dedim:
    '- Ayaslug sehrinin kapisi nerde?
    Goster geceyim!
    Kalesi var mi?
    Soyle yikayim.
    Bac alirlar mi?
    De ki vermeyim! '

    Sozu O aldi, dedi:
    '- Ayaslug sehrinin kapisi dardir.
    Girip cikilmaz.
    Kalesi vardir,
    kolay yikilmaz.
    Var git al atli yigit
    var git isine! ..'

    Dedim: '- Girip cikarim! '
    Dedim: '- Yakip yikarim! '
    Dedi: '- Yagis kesildi
    gun agariyor.
    Cellat Ali,
    Mustafayi
    cagiriyor!
    Var git al atli yigit
    var git isine! ..'

    Dedim: '- Dostlar
    birakin beni
    birakin beni.
    Dostlar
    goreyim onu
    goreyim onu!
    Sanmayiniz
    dayanamam.
    Sanmayiniz
    yandigimi
    el aleme belli etmeden yanamam!

    Dostlar
    'Olmaz! ' demeyin,
    'Olmaz! ' demeyişn bosuna.
    Sapindan kopacak armut degil bu
    armut degil bu,
    yarali olsa da dusmez dalindan;
    bu yurek
    bu yurek benzemez serce kusuna
    serce kusuna!

    Dostlar
    biliyorum!
    Dostlar
    biliyorum nerde ne haldedir O!
    Biliyorum
    gitti gelmez bir daha!
    Biliyorum
    bir deve horgucunde
    kanayan bir carmiha
    cirilciplak bedeni
    mihlidir kollarindan.
    Dostlar
    birakin beni.
    birakin beni.
    Dostlar
    bir varayim goreyim
    goreyim
    Bedreddin kullarindan
    Borkluce Mustafayi
    Mustafayi.

    *

    Boynu vurulacak iki bin adam,
    Mustafa ve carmihi
    cellat, kutuk ve satir
    har sey hazir
    her sey tamam.

    Kizil sirma islemeli bir hasa
    altin uzengiler
    kir bir at.
    Atin ustunde kalin kasli bir cocuk
    Amasya padisahi sehzade sultan Murat,
    Ve yaninda onun
    bilmem kacinci tuguna ettigim Bayezid pasa!

    Satiri caldi cellat.
    Caiplak boyunlar yarildi nar gibi,
    yesil bir daldan dusen almalar gibi
    birbiri ardinca dustu baslar.
    Ve her bas duserken yere
    carmihindan Mustafa
    bakti son defa.
    Ve her yere dusen basin
    kili depremedi:
    - Iris
    dede sultanim iris!
    dedi bir,

    baska bir soz demedi..

    11

    Bayezid pasa Manisaya gelmis, Torlak Kemali anda bulup ani dahi anda asmis,
    on vilayet reftis edilerek giderilecekler giderilmis ve on vilayet betekrar
    bey kullarina timar verilmisti.

    Rehberimle ben bu on vilayetten gectik. Tepemizde akbabalar dolasiyor ve
    zaman zaman acaip cigliklar atarak karanlik derelerin icine suzuluyorlar,
    henuz kanlari kurumamis korpe kadin ve cocuk olulerinin ustune iniyorlardi.
    Yollarda gunesin altinda, genc, ihtiyar erkek cesetleri serili oldugu
    halde, kuslarin yalniz kadin ve cocuk etini tercih etmeleri karinlarinin
    ne kadar tok oldugunu gosteriyordu.

    Yollarda hunkar beylerinin alaylarina rastliyorduk.

    Hunkar bey kullari; curumus bir bag havasi gibi agir ve buyuk bir guclukle
    kimildanabilen ruzgarlarin icinden ve parcalanmis topragin ustunden
    gecerek, rengarenk tuglari, davullariyla ve cengu cigane ile timarlarina
    donup yerlesirlerken biz on vilayeti biraktik. Gelibolu karsidan gorundu.
    Rehberime:

    - Takatim kalmadi gayri, dedim, denizi yuzerek gecmem mumkun degil.

    Bir kayik bulduk.

    Deniz dalgaliydi. Kayikciya baktim. Bir almanca kitabin ic kapagindan
    koparip kogusta bas ucuma astigim resme benziyor. Kaln biyigi abanoz
    gibi siyah, sakali genis ve bembeyaz. Omrumde boyle acik, boyle
    konusan bir alin gormemisimdir.

    Bogazin orta yerine gelmistik, deniz durmamacasina akiyor, kursun boyali
    havanin icinde sular kopuklenerek kayigimizin altindan kayiyordu ki
    kogustaki resme benzeyen kayikcimiz:

    - Serbest insan ve esir, patrici ve plep, derebeyi ve toprak kolesi,
    usta ve cirak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz
    bir ziddiyetle birbirine karsi gogus gererek bazen al altindan bazen
    aciktan aciga fasilasiz bir mucadeleyi devam ettirdiler; dedi.



    12

    Rumeline ayak bastigimizda Celebi Sultan Mehemmedin Selanik kalesindeki
    muhasarayi kaldirarak Sereze geldigini duyduk. Bir an once Deliormana
    ulasmak icin gece gunduz yol almaya basladik.

    Bir gece yol kenarinda oturmus dinleniyorduk ki, karsidan Deliorman
    taraflarindan gelip Serez sehrine dogru giden uc atli, dolu dizgin
    onumuzden gecti. Atlilardan birinin terkisinde insana benzer bir
    karalti gormustum. Tuylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Bu kopukleri kanli simsiyah atlar
    karanlik yolun ustunden dortnala gecip
    hep boyle terkilerinde bagli esirler goturduler.

    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Onlar
    bir sabah
    cadirlarimiza bir dost turkusu gibi gelmislerdir.
    Bolusmusuzdur ekmegimizi onlarla.
    Hava oyle guzeldir,
    yurek oyle umutlu,
    goz cocuklasmis
    ve hakim dostumuz SUPHE uykuda...
    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Onlar
    bir gece
    cadirlarimizdan dolu dizgin uzaklasirlar.
    Nobetciyi sirtindan bicaklamislardir
    ve terkilerinde
    en degerlimizin
    arkadan baglanmis kollari vardir.

    Ben tanirim bu nal seslerini
    onlari Deliorman da tanir..

    Filhakika bu nal seslerini Deliormanin da tanidigini cok gecmeddn ogrendik.
    Cunku ormanimizin eteklerine ilk adimimizi atmistik ki, Beyezid pasanin
    diger tedbirati saibe ile ormana adamlar biraktigini, bunlarin karargaha
    kadar sokulup Bedreddinin murudligine dahil olduklarini ve bir gece
    seyhimizi cadirinda uykuda bastirip kacirdiklarini duyduk. Yani yol
    kenarinda rastladigimiz uc atli Osmanli tarihindeki provokatorlerin
    agababasi idiler ve terkilerinde goturdukleri esir de Bedreddindi.



    13

    Rumeli, Serez
    ve bir eski terkibi izafi:
    HUZURU HUMAYUN.

    Ortada
    yere sapli bir kilic gibi dimdik
    bizim ihtiyar.
    Karsida hunkar.
    Bakistilar.

    Hunkar istedi ki:
    bu musahhas kufru yere sermeden once,
    son sozu ipe vermeden once,
    biraz da seriat eylesin abrazi huner
    adabu erkaniyle halledilsin is.

    Hazir bilmeclis
    Mevlana Hayder derler
    mulku acemden henuz gelmis
    bir ulu danismend kisi
    kinali sakalini ilhami ilahiye egip,
    'Mali haramdir amma bunun
    kani helaldir' deyip
    halletti isi...

    Donuldu Bedreddine
    Denildi: 'Sen de konus.'
    Denildi: 'Ver hesabini ilhadinin.'

    Bedreddin
    bakti kemerlerden disari.
    Disarda gunes var.
    Yesermis avluda bir agacin dallari,
    ve bir akar suyla oyulmaktadir taslar.
    Bedreddin gulumsedi.
    Aydinlandi ici gozlerinin,
    dedi:
    - Madem ki bu kerre maglubuz
    netsek, neylesek zaid.
    Gayri uzatman sozu.
    Mademki fetva bize aid
    verin ki basak bagrina muhrumuzu..


    14

    Yagmur ciseliyor,
    korkarak
    yavas sesle
    bir ihanet konusmasi gibi.

    Yagmur ciseliyor,
    beyaz ve ciplak murted ayaklarinin
    islak ve karanlik topragin ustunde kosmasi gibi.

    Yagmur ciseliyor.
    Serezin esnaf carsisinda,
    bir bakirci dukkaninin karsisinda
    Bedreddinim bir agaca asili.

    Yagmur ciseliyor.
    Gecenin gec ve yildizsiz bir saatidir.
    Ve yagmurda islanan
    yapraksiz bir dalda sallanan seyhimin
    cirilciplak etidir.

    Yagmur ciseliyor.
    Serez carsisi dilsiz,
    Serez carsisi kor.
    Havada konusmamanin, gormemenin kahrolasi huznu
    Ve Serez carsisi kapatmis elleriyle yuzunu.

    Yagmur ciseliyor.


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

    [email protected]

  • malcolm x27.08.2007 - 20:16

    'Biz Tanrı'nın kullarıyız ama aynı zamanda da onun örneğiyiz! ..'

    Topluluk hep bir ağızdan bağırır:

    'Ne demek istediğinizi açıklayın Hoca Efendi! ..'

    'Demek istiyorum ki. Tanrı da bizim gibi siyahtır! ..'

    'Tanrı büyüktür! ..'

    'Tanrı Dünya’yı yaratırken kendisi de orada bulunuyordu.'

    'Doğru! .. Doğru! ..'

    'Öyleyse biz de Dünya yaratılalı beri yeryüzünde bulunuyoruz.'

    Topluluk sevinç ve coşkunluk içinde bağırarak ayağa kalkar:

    'Doğru... Haklısın! .. Elbette! ..'

    'Mavi gözlü beyaz adam, üstün olduğunu ileri sürüyor. Ona atalarının bizler olduğunu anlatmanın zamanı geldi de geçti bile! ..'

    'Daha açık konuşun Hoca Efendi, bize her şeyi açıklayın.'

    Konuşmacı, Harlem'in bir sokağında toplanmış üç binden fazla dinleyiciye şöyle sesleniyordu:

    'Eğer söylediklerimi can kulağıyla dinlerseniz; siyahların beyazlardan niçin daha üstün olduğunu anlayacaksınız.'

    'Dinliyoruz, anlatın.'

    'Siyah temel renktir. Başka herhangi bir rengi, öteki renkleri birbirine karıştırarak elde edebilirsiniz ama, siyahı bu yoldan elde edemezsiniz. Siyah ancak siyahtan meydana gelir. Siyah da temel ve en güçlü renk olduğuna göre, en iyi renk demektir, öyle değil mi? '

    'Evet, öyle...'

    'Bu durumda iyilik de, Tanrı da siyahtır! .. Bir insan ne kadar siyahsa, o kadar iyidir. Bir insan ne kadar beyazsa o kadar siyahlıktan uzaktır. Yani, iyi olmaktan o kadar uzaktır! .. Haklı mı yoksa haksız miyim? '

    'Haklısınız! ..'

    'Sözün kısası; beyaz adam ahlâk bakımından bütünüyle kokuşmuş bir yaratıktır. Bir yılan, bir şeytan; yeryüzünden yok olması, silinip süpürülmesi gereken bir insandır! ..'

    Dinleyiciler büyük bir coşkunluk içinde kendilerinden geçmiş, konuşmacıyı çılgınca alkışlıyorlardı.

    Bu konuşmacı, Amerika'daki zenci Müslümanların büyük önderlerinden Malcolm X'di...

    Bir zenci papazın oğlu olarak Nebraska eyaletinin Omaba şehrinde dünyaya gelen Malcolm X, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Malik Şahbaz adını almıştır. Çocukluğu açlık ve üzüntü içinde geçmişti. O doğduktan kısa bir süre sonra ailesi Michigan'ın Lansing şehrine göç etmişti. Altı yaşındayken ırkçı Amerikalıların kurduğu Ku Klux Klan'cılar tarafından evleri yakılmıştı. Malcolm X, yıllar sonra yangın olayını şöyle anlatmıştır:

    'İtfaiye geldi, fakat yanan evimizi kurtarmak için hiç bir yardımda bulunmadı. Yangına bir damla su sıkmadı. Baba evimizi yakan ateş, hâlâ aynı şiddetle yüreğimi yakmaktadır.'

    Malcolm'un babası, çoluk çocuğunu geçindirmek için ufak bir dükkân açmıştı. Çok geçmeden cesedi, kafatası tanınmayacak ölçüde ezilmiş durumda, bir tramvayın altında bulundu. Bu iki olay, küçük Malcolm'un hayatında derin izler bırakmış, büyüdüğünde Müslümanlığı kabul etmesinde ve beyazlara karşı savaş açmasında önemli rol oynamıştır.

    Babalarının ölümünden sonra aile, açlık ve sefalet yüzünden dağıldı. Malcolm ve erkek kardeşleri geceleri sokağa çıkarak bulabildikleri öteberiyi çalmakla karınlarını doyurmaya başladılar. Bazen yakalanıyor ve beyazlardan dayak yiyorlardı. Sonunda Malcolm bir ıslahevine verildi. Hayatında ilk olarak burada sevgi ve anlayış gördü, ıslahevinin beyaz bir Amerikalı olan müdiresi onu öbür çocuklara karşı koruyordu. Burada bulunan beyaz çocuklar da, zenciler konusunda tıpkı büyükleri gibi düşünüyorlardı. Bu yüzden de küçük Malcolm, her gün saldırıya uğruyor ve ancak müdirenin yardımıyla onlardan kurtulabiliyordu.

    Daha sonra Malcolm X, müdire tarafından, ıslahevinin yanındaki ortaokula yazdırıldı. Kısa süre içinde zekâ ve çalışkanlığıyla dikkati çeken Malcolm, sınıfının birincisi oldu.

    Fakat, bu durum öbür çocukların, hatta öğretmeninin düşmanlığını kazanmasından başka bir işe yaramadı. Son sınıftayken kendisine ne olmak istediğini sorduklarında, 'hukukçu olacağım,' diyordu. Ama, konuştuğu herkes ona, avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını, kendisine demircilik, marangozluk gibi bir meslek seçmesini öğütlüyorlardı.

    Malcolm, istediği mesleği elde edemeyeceğini anlayınca, öğrenimini yarıda bırakarak New York'a gitti. Burada karanlık işler çeviren adamlarla tanışarak, onlar arasında da işe yarar, becerikli ve güvenilir bir kimse olduğunu gösterdi. Çok dürüst ve sadık olduğundan, yaptığı her işte hile yoluna sapmaz, elde ettiği bütün parayı son kuruşuna kadar teslim ederdi.

    On sekiz yaşına girdiğinde, 'Koca Kızıl' lakabıyla kendine hatırı sayılır bir ün sağlamıştı. Artık o, emrinde beş-altı adam çalıştıran bir çete reisiydi. Afyon ve eroin gibi malları alıp satıyor, ahlâk düşkünü beyazları zencilerin barlarına, gizli fuhuş yuvalarına götürüyordu. Malcolm X, hayatının bu kirli döneminin özelliklerinden söz ederken şöyle diyordu:

    'En iyi müşterilerim papazlar, güvenlik mensupları, toplumsal yardım işlerinde çalışanlar ve başkalarının hayatlarını yönetmekte büyük rolleri olan önemli kişilerdi.'

    Şimdi geliri ayda birkaç bin doları geçmekteydi. Polise bol bol rüşvet vermesine rağmen, sonunda yakalanıp hapse atılmaktan kurtulamadı. Ancak bu hapis hayatı onun yaşantısında köklü bir değişiklik yaratacaktı. 1947 yılında, cezasını çekerken tanıştığı bir Müslüman tutuklunun etkisiyle İslâmiyet’i kabul etti. O günden sonra da yaşadığı kötü hayatı bırakarak, kendisini Müslüman zencilerin davasına adadı.

    Malcolm X ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Malik Şahbaz, 1946-52 yılları arasında hayatını hapishanelerde geçirdi. 1962 yılına kadar da, Amerika'da zenci Müslümanların önderi olan Elijah Muhammet'in en yakın adamı ve eylemin en etkili konuşmacısıydı. Fakat 1962'den sonra İslâmiyeti iyice öğrenmiş, Elijah Muhammet'in peygamberlik iddiasına ve ırkçılığına karşı çıkmıştı.

    1964 yılında hacca gitti. Orada dünyanın her yanından gelen Müslümanlarla görüşüp tanışarak, bütün beyazların Amerika'dakiler gibi olmadığını öğrendi. Tunus, Cezayir gibi birçok Müslüman ülkelerini dolaştı. Amerika'ya döndüğünde şunları söylüyordu: 'Ben ırkçıydım ve İslâmiyeti ancak o şekilde benimsemiştim. Fakat Hz. Muhammet ve Hz. İbrahim'in yaşadıkları kutsal ülkeleri ziyaret ettikten sonra şimdi gerçek bir Müslüman oldum. Artık eski ırkçı değilim.'

    Bu davranışı, beyaz ve zenci Hıristiyanların yanında Elijah Muhammet'in de düşmanlığını kazanmasına yol açtı. Hac dönüşünden kısa bir süre sonra 1965 yılında New York'ta bir salonda dini konuşmalarından birini yaparken, kendisine sekiz adım uzaklıktan ateş edilerek öldürüldü.

    Malcolm X'i, Elijah Muhammet'in öldürttüğü ileri sürülüyordu, ikisi arasında 1964 Martından beri süregelen çatışmaları bilenler, bu suikastın Elijah Muhammet taraftarlarınca düzenlendiği kanısındaydılar. Amerika zenci Müslüman hareketinin 'Peygamberi' bu söylentileri yalanlamak için yaptığı basın toplantısında:

    'O çok konuşuyordu, cezasını buldu! .' demiştir. Bu söz bile, Elijah Muhammet'in suikast olayındaki payını göstermeye yeter bir kanıttır.ABD Lİ KOMÜNİST DEVRİMCİ MALCOMLX KATLEDİLİŞİNİN 2007,DE KATLEDİLİŞNİN 40,NCI YILINDA! ! ! ! ! ! (KARAPANTERLER)


    [email protected]
    [email protected]
    [email protected]