Bilimsel yöntem, dünyanın hassas (yani, güvenilir, uyumlu ve keyfi olmayan) betimlenmesi için bilim adamlarının birlikte ve sürekli çalıştıkları süreçtir.
Bir kuramı geliştirirken kişisel ve kültürel inançlarımızın doğal fenomeni hem anlamada, hem de yorumlamada etkilediğini itiraf ederek, bu etkileri en aza indirmek için standart usülleri ve kriterleri hedefleriz. Ünlü bir bilginin bir zamanlar söylediği gibi, “Akıllı insanlar (akıllı avukatlar gibi) yanlış görüşler için çok iyi açıklamalarla ortaya çıkabilirler.” Özet olarak, bilimsel yöntem, bir önerme veya kuramı test ederken deneycideki önyargı ve eğilimleri en aza indirmeye gayret eder. I - Bilimsel yöntemin dört adımı vardır
1 – Bir fenomen veya bir grup fenomenin gözlem ve tanımı 2 – Fenomenleri açıklayan önermenin formülasyonu. Önerme, fizikte çoğunlukla nedensel bir düzenek veya matematiksel bağıntı şeklini alır. 3 – Önermenin, başka fenomenlerin varlığını öngörmek veya yeni gözlemlerin sonuçlarını nicelikli olarak öngörmek için kullanılması. 4 – Öngörülerin birkaç bağımsız deneyci tarafından deney testlerinin yapılması ve gereği gibi yapılmış deneyler.
Eğer deneyler önermeyi desteklerse, önerme artık bir kuram veya doğa yasası olarak kabul edilme durumuna gelebilir (model, kuram, önerme ve yasa için fazlası aşağıda) . Eğer deneyler önermeyi desteklemiyorsa, önerme reddedilmeli veya değiştirilmelidir. Bilimsel yöntemin şimdi verilen tanımlamasındaki anahtar, önerme veya kuramın öngörü gücüdür (kuramdan, verdiğinizden fazlasını alma yeteneği; Barrow, 1991) . Çoğunlukla bilimde kuramların kanıtlanamadığı ama sadece çürütüldüğü söylenir. Yeni bir gözlemin veya yeni bir deneyin uzun dayanımlı bir kuramla çelişmesi olasılığı daima vardır.
II – Önermelerin test edilmesi
Az önce belirtildiği gibi, deneysel testler önermenin ya doğrulanmasına ya da yadsınmasına yol açar. Eğer önermenin öngörüleri deneysel testlerle açık ve tekrar tekrar bağdaşmıyorsa, bilimsel yöntem önermenin yadsınmasını veya değiştirilmesini gerektirir. Ayrıca, bir kuram ne kadar güzel de olsa, eğer onun doğanın geçerli bir tanımı olduğuna inanacaksak, öngörülerinin deney sonuçları ile uyuşması gereklidir. Her deneysel bilimde olduğu gibi fizikte de “deney üstündür” ve farazi öngörülerin deneysel doğrulanması mutlak bir gerekliliktir. Deneyler kuramı doğrudan (örneğin bir partikülün gözlemlenmesi gibi) test edebilir veya matematik ve mantık kullanılarak kuramdan türetilen sonuçlar test edilebilir (yeni partikülün varlığını gerektirecek bir radyoaktif bozunma sürecinin hızı gibi) . Bir deneyin gerekliliğinin aynı zamanda bir kuramın test edilebilirliğini ima ettiğine dikkat edin. Test edilemeyen kuramlar, örneğin gözlemlenebilir sonuçları olmayan (özellikleri kendisini gözlemlenemez yapan partiküller gibi) kuramların bilimsel niteliği yoktur.
Uzun süreli dayanıklı bir kuramın öngörüleri yeni deney sonuçları ile uyuşmuyorsa, kuram bir gerçeklik tanımı olmaktan çıkarılabilir, ama sınırlı ölçülebilir parametreler içinde uygulanabilir olmayı sürdürebilir. Örneğin, klasik mekanik yasaları (Newton yasaları) sadece ilgili hızlar ışık hızından çok daha küçük olunca geçerlidirler (cebirsel olarak v/c [[ 1 olunca) . Bu, insan deneyiminin büyük bir kısmının etki alanı olduğundan, klasik mekanik yasalar, teknolojik ve bilimsel problemlerin büyük bir kısmında yaygın, yararlı ve doğrulukla uygulanıyor. Bununla birlikte, v/c oranının küçük olmadığı bir alan gözlemliyoruz. Bu alandaki cisimlerin devinimleri ve “klasik” alandaki devinimler, Einstein’in görecelik kuramı denklemleriyle kesinlikle tanımlanabilir. Deneysel testlerden dolayı, evrenimizi yöneten ilkelerin tanımını görecelik kuramının, önceki “klasik” kurama göre daha genel ve dolayısıyla daha kesin bir şekilde sağladığına inanıyoruz. Ayrıca görecelik denklemlerinin, v/c [[1]] 10-8m) . Bütün uzunluk ölçeklerinde geçerli bir tanımlama kuantum mekaniği denklemleriyle verilir.
Deneysel kanıtlar karşısında terk edilmesi gerekmiş kuramlara alışığız. Astronomide gezegen yörüngelerinin dünya merkezli tanımı, bir sıra hem merkezli dairesel gezegen yörüngeleriyle güneşin merkezde olduğu Kopernik Sistemi tarafından yıkılmıştır. Daha sonra, gezegen devinimlerinin ölçümlenmesi, dairesel değil eliptik yörüngelere uygun bulunduğundan bu kuram değiştirilmiş ve gezegen devinimleri hala Newton’un yasalarından türetilebilir bulunmuştu.
Deneylerde hata, birkaç kaynaktan gelir. İlk olarak ölçme araçlarının iç hatası vardır. Bu cins hatanın “gerçek” değerden sayısal olarak daha yüksek veya daha düşük bir ölçüm üretme olasılığı olduğundan buna rastgele hata denir. İkinci olarak sonucu bir yönde saptıran rastgele olmayan sistematik bir hata vardır. Hiçbir ölçüm, dolayısıyla hiç bir deney tam anlamıyla kesin olamaz. Aynı zamanda, bilimde hataları tahmin etmenin ve bazen de azaltmanın standart yollarına sahibiz. Böylece belli bir ölçümün hassasiyet derecesine karar vermek ve nicel sonuçları açıklarken ölçüm hatasını bildirmek önemlidir. Hata bildirimsiz bir ölçüm anlamsızdır. Deney ve kuram arasında yapılacak kıyaslama, deneysel hatalar bağlamında yapılır. Bilim adamları, kuramsal öngörüden sonuçların ne kadar standart sapma gösterdiğini sorarlar. Bütün sistemli ve rastgele hata kaynakları gereği gibi tahmin edimiş midir?
III – Bilimsel yöntemin uygulanmasında yaygın hatalar
Daha önce belirtildiği gibi, bilimsel yöntem, bilim adamının deney sonucundaki yanlılık etkisini en aza indirmeye çabalar. Yani, bir önerme veya kuramı test ederken, bilim adamı bir bir sonucu veya başkasını yeğleyebilir, ve bu yeğlemenin sonucu veya yorumu yanlı kılmaması önemlidir. En birinci hata, deneysel testler yapmaksızın bir önermeyi bir fenomenin açıklaması olarak yanlış anlamaktır. Bazen “sağ duyu” veya “mantık” bizi teste ihtiyaç olmadığına ayartır. Bunun Yunan filozoflardan bugüne sayısız örneği vardır.
Başka bir yaygın hata, önermeyi desteklemeyen verileri ihmal etmek veya atmaktır. İdeal olarak deneyci, önermenin doğru veya yanlış olması olasılığına açıktır. Bazen, her nasılsa bir bilim adamı, önermenin doğru (veya yanlış) olduğu hakkında güçlü bir kanıya kapılır veya belirli bir sonuç almaya içten veya dıştan baskı hisseder. Bu durumda, bilim adamının beklentileriyle uyuşan veriler dikkatli kontrol edilmezken, uyuşmayan veriler için de sistemli etkiler gibi “yanlış birşeyi” arama psikolojik eğilimi olabilir. Buradan alınacak ders, bütün verilerin aynı işleme uygulanmasıdır. Başka bir yaygın hata, sistemli hataların (ve tüm hataların) nicel tahminindeki başarısızlıktan oluşur. Deney yapanların yeni bir fenomeni içeren veriyi, sistemli bir geri planı olduğu gerekçesiyle başka anlam verip kaçırdıkları pek çok buluş örneği vardır. Tersine, bulucularının nedenini açıklayamadıkları, sonradan sistemli hata oldukları kanıtlanan pek çok sözde “yeni buluş” örneği de vardır.
Etkin deneylerin ve bilimsel topluluk üyeleri arasında açık iletişimin olduğu bir dalda bireysel veya grupsal eğilimler birbirlerini götürürler. Çünkü deneysel testler, eğilimi başka yönde olabilen bilim adamları tarafından tekrarlanmaktadır. Buna ek olarak, farklı deney düzeneklerinin farklı sistemli hata kaynakları vardır. Çeşitli deneysel testleri kapsayan bir dönem (en azından birkaç sene) sonunda hangi deneysel sonuçların süre sınamasına dayandığı üzerinde toplulukta bir uzlaşma oluşur.
IV – Önermeler, Modeller, Kuramlar ve Yasalar
Fizikte veya diğer bilim düzencelerinde “önerme”, “model”, “kuram” ve “yasa” kelimeleri, bir grup fenomen hakkındaki bilgi veya onay derecesine göre farklı anlamlara sahiptir.
Bir önerme, belirli durumlardaki neden ve etkiyle ilgili sınırlı bir açıklamadır; aynı zamanda deneysel çalışma öncesi, belki hatta yeni fenomenlerin öngörülmesi öncesi bilgimizin durumunu verir. Günlük yaşamdan bir örnek alırsak, farz edelim ki arabanız çalışmadı. “Arabam çalışmadı, çünkü aküsü zayıfladı” diyebilirsiniz. Bu sizin ilk önermenizdir. Daha sonra farların açık mı kaldığını, veya kontağı açtığınızda motordan başka bir ses mi geliyor diye kontrol edersiniz. Bilfiil akü kutup başları arasındaki gerilimi kontrol edebilirsiniz. Akünün zayıflamadığını fark ederseniz, başka bir önerme deneyebilirsiniz. (“Şarj dinamosu bozuk”; “Bu benim arabam değil.”)
Model kelimesi, önermenin en azından sınırlı geçerliği bilindiği durumlar için ayrılmıştır.Bunun çok anlatılan bir örneği, atomun Bohr modelidir. Burada güneş sistemine benzetme yapılarak elektronların çekirdek etrafındaki yuvarlak yörüngelerde devinimde olduğu tanımlanır. Bu bir atomun nasıl göründüğünün hassas bir betimlemesi değildir; ama model, elektronun en basit örneğinde, hidrjen atomunda, kuantum düzeylerinin enerjilerini (ancak doğru açısal momentumlarını değil) matematiksel olarak gösterilmesini başarır. Başka bir örnek Hook yasasıdır (Hook’un prensibi veya Hook’un modeli olarak adlandırılmalı) , Şöyle açıklanabilir: bir yaya asılı bir kütle tarafından uygulanan kuvvet, yayın gerildiği miktarla orantılıdır. Bu prensibin sadece küçük miktardaki gerilişler için geçerli olduğunu biliyoruz. “Yasa”, yay esneme sınırının ötesinde gerildiğinde (kopabilir) geçersizdir. Bununla beraber bu prensip, basit harmonik devinimin öngörülmesine yol açar ve bir yayın davranışının modeli olarak son derecede geniş uygulama alanıyla da çok yönlü olmuştur.
Bir bilimsel kuram veya yasa, tekrarlanmış deneysel testler sonucu onaylanmış bir önermeyi veya bir grup ilgili önermeleri açıklar. Fizikte kuramlar, evrensel uygulanabilirliği yansıtan “doğal yasa”yla özdeşleştirilen birkaç kavram ve denklemle formüle edilirler. Kabul görmüş bilimsel kuram ve yasalar, evreni anlayışımızın bir kısmını ve bilginin daha az anlaşılmış alanlarını araştırmada temel oluştururlar. Kuramlar kolayca terk edilmez; yeni buluşların, önce mevcut kuramsal çatıya uyduğu farz edilir. Ancak pek çok deneysel testler sonrasında yeni fenomen uzlaştırılamayınca, bilim adamları kuramı ciddi olarak sorgulamaya ve değiştirmeye girişirler. Bilimsel kuramlara fiziksel dünyanın gerçeklerini temsil etmek olarak eklediğimiz geçerliliğin, “sadece bir kuram” terimiyle kastedilen uyduruk geçersiz kılma ile karşıtlığı gösterilmelidir. Örneğin, “yerçekiminin sadece bir kuram” olmasından dolayı, birinin yüksek bir binadan düşmeyeceği faraziyesiyle atlaması olası değildir.
Bilimsel düşünce ve kuramlarda değişiklikler elbette, bazen de dünya görüşümüzde kökten değişiklik yaparak meydana gelmektedir (Kuhn, 1962) . Yine de değişiklik için anahtar güç, bilimsel yöntem ve deneydeki vurgusudur.
V – Bilimsel Yöntemin uygulanabilir olmadığı koşullar var mıdır?
Bilimsel yöntem, bilimsel bilgiyi geliştirmekte gerekli olduğu gibi, günlük problem-çözümünde de yararlıdır. Telefonunuz çalışmadığında ne yaparsınız? Problem alette midir, ev içindeki kablolamada mı, dışardaki kutuda veya telefon şirketinin işlemlerinde mi? Bu problemi çözmek için içinden geçeceğiniz süreç, bilimsel düşünce içerebilir ve sonuçlar ilk beklentilerinizle çelişebilir.
Herhangi iyi bir bilim adamı gibi bilimsel yöntemin uygulanabildiği durumları (bilim dışında) sorgulayabilirsiniz. Yukarda söylenenlerden belirlediğimiz; dış faktörleri hesaba katarak veya eleyerek ve incelenen sistemde sınırlı kontrollu değişikliklerden sonra tekrar tekrar test ederek ilgili fenomenin soyutlanabilindiği durumlarda bilimsel yöntemin en iyi çalışan olduğudur.
Elbette fenomenin soyutlanamadığı veya ölçümlerin tekrarlanamadığı koşullar vardır. Bu durumlarda, sonuçlar kısmen durumun geçmişine bağlı olabilir. Bu, çoğunlukla insanlar arasındaki toplumsal etkileşimlerde ortaya çıkar. Örneğin bir avukat, bir mahkemede jüri önünde üstüste duruşmayı tekrarlayarak başka yaklaşımlar deneyemez.. Yeni bir duruşmada jüri kompozisyonu farklı olacaktır. Yeni bir dizi tartışmayı dinleyen aynı jürinin, dahi daha önce işittiklerini unutmaları beklenemez.
VI – Sonuç
Bilimsel yöntem; bilimle, pek çok düzeyde modern devrin içine işleyen insanın bilgi edinmesi süreciyle, girift bir şekilde ilişkilidir. Yöntem, tanımlama olarak basit ve mantıklı görünürken, belki de, şeyleri nasıl olup da bilir duruma geldiğimizi bilmekten daha karmaşık bir soru yoktur. Bu girişte, bilimsel yöntemin, sistemli deney yapma gerekliliği yüzünden, bilimi diğer açıklama şekillerinden farklı kılmasını vurguladık. Ayrıca bilimsel bulgulardaki bireysel ve toplumsal eğilimlerin etkisini azaltmak için bilim adamlarınca geliştirilmiş bazı uygulama ve kriterleri de aktardık.
VII - Referanslar
1. Wilson, E. Bright. An Introduction to Scientific Research (McGraw-Hill, 1952) . 2. Kuhn, Thomas. The Structure of Scientific Revolutions (Univ. of Chicago Press, 1962) . 3. Barrow, John. Theories of Everything (Oxford Univ. Press, 1991) .
[Bu yazı Rochester Üniversitesinden fizik profesörü Frank Wolfs'un http://teacher.nsrl.rochester.edu/phy_labs/AppendixE/AppendixE.htm adresindeki 'Introduction to the Scientific Method' başlıklı yazısının çevirisidir.]
Bu kısa cevaptı. Uzun cevap şudur; mutasyonlar nötr (ne zararlı ne de yararlı) olabilirler, çok zararlı ya da çok yararlı olabilirler ve en önemlisi mutasyonların zararlı ya da yararlı olmaları çevreye bağlıdır. Çoğu mutasyon ya nötrdür ya da etkileri çevreye bağlıdır. Gelin bir mutasyonun şartlara bağlı olarak nasıl yararlı ya da zararlı olabileceğini açıklayan bir örneği inceleyelim.
İngiliz biberli kelebekleri* iki farklı türdür, açık ve koyu. Sanayi devriminden önce, koyu renkli kelebeklere nadir rastlanıyordu. Sanayi devriminin en kötü yıllarında hava çok isliyken koyu renkli kelebekler daha sık görülmeye başlandı. Geçtiğimiz yıllarda, havanın temizlenmesi için büyük çabalar gösterildiğinden beri, açık renkli kelebekler, koyu renklilerin yerini almaktadır. Bu fenomen ile ilgili olarak H B. D. Kettlewell ünlü makalesinde aşağıdaki açıklamayı önermiştir: Kuşlar en iyi görebildikleri tür kelebekleri yer.
Sanayi devriminden önce İngiltere'de, ağaçlar açık renkli likenlerle kaplıydı. Bu durum açık renkli kelebeklerin yararına olmuştu, çünkü ağaçların kabuklarında görülmeleri çok zordu, koyu renkli kelebekler ise kolay görülebiliyordu, kuşlar koyu renklileri yiyorlardı. Sanayi devriminin en yoğun olduğu yıllarda, hava isliydi, bu sebeple ağaç kabukları da is yüzünden koyu idi. Bu sefer koyu kelebekleri görmek zorlaşmıştı, açık renkli kelebekler kolay görünür olmuştu ve kuşlar açık renkli kelebekleri yediler. Netice olarak koyu renkli kelebekler artarken açık renkli kelebekler azalmıştı.
Yaratılışçıların eleştirilerine rağmen bu açıklama zamanın sınamasına ayak diredi. Sanayi devriminden önce, açık renkli kelebekleri koyu renkli kelebeklere çeviren mutasyon elverişsiz (zararlı) iken, daha sonraki yıllarda elverişli bir mutasyon haline gelmiştir.
Mutasyonların neden yararlı ya da zararlı olmadıklarını anlamak için, mutasyonların ne olduğunu biraz bilmek yararlı olur. Mutasyon, kalıtımı kontrol eden genetik maddedeki bir değişikliktir. Genetik madde kromozomlarda bulunur. Bitkiler ve hayvanlarda her kromozomdan bir çift mevcutken, bakterilerde sadece tek kromozom vardır. Bütün kromozomlardan bir çift ihtiva eden organizmalara diploid, tek kromozom ihtiva edenlere ise haploid denir.
Kromozomlar genlere ayrılır, gen bir sıra DNA uzantısıdır, diğer bir deyişle nükleotidler (kısaca A,G,C,T) dizisidir. Genin bulunduğu yere lokus denir (Gen içindeki nükleotidin pozisyonu ile karıştırmayın) . Bir yaratıktan diğerine belirli bir lokusta bulunan DNA diziliminin küçük bir biçimde farklı bulabilirsiniz. Bunlar, bazen karıştırılarak farklı genler olarak nitelense de, çoğunlukla farklı aleller olarak bilinir. Gelin karıştırmamak için farklı aleller diyelim, zaten bu standart terimdir.
Eğer hayvan ve bitki popülasyonlarına bakarsak, genlerin %10 ile %20'si arasında birden fazla alel buluruz. Diğer bir deyişle bir popülasyonun tüm üyelerine baktığımızda, belirli bir lokusta %10 ile %20 arası, birden fazla çeşit DNA dizisi görürüz. Bir popülasyonda belirli bir gen için ikiden fazla alel olabilir.
Biberli kelebeklerimizin, kelebeğin açık ya da koyu renkli olduğunu belirleyen bir geni vardır. Kelebekler diploid olduklarından tüm genlerden iki tane vardır. Eğer belirli bir genin alelleri aynıysa, kelebek bu gen için homozigot’dur, eğer aleleler farklı ise kelebek bu gen için heterozigot'dur. Eğer her iki alel de aynı ise, hangi alelin olduğuna bağlı olarak kelebek açık veya koyu renkli olacaktır. Bazen 'hangi gen' deniyor ama bu, gen ve alel karıştırıldığı için şaşırtıcı olur. Eğer bir kelebek iki farklı alele sahipse, diğer bir deyişle heterozigot ise, kelebeğin rengi hangi alelin baskın olduğuna bağlıdır. Biberli kelebeklerde koyu renk baskındır, yani heterozigot açıktan ziyade koyu olacaktır.
Şimdi bir genin nasıl değişebileceğini, yani bir alelin nasıl başka bir alele dönüştüğünü tartışalım. Bu dönüşüme yol açabilecek birkaç yol vardır. Bir nükleotidin yerini başka bir nükleotidin alması halinde nokta mutasyonu elde ederiz. Bir bölüm uç uca takas edilebilir. Bir bölüm kesilip atılabilir. Bir bölüm eklenebilir. Veya tüm gen kopyalanmış olabilir. (Daha fazla bilgi için 'Mutasyonun farklı türleri ve etkileri' bölümüne bakınız.)
Bunlardan biri olunca sonuç nedir? Çoğunlukla bu değişimin ya herhangi görünür bir etkisi olmaz ya da ölümcül olur. Protein kodlayan genler uzerinde protein dizisi genetik kod halinde yazilidir. Genetik kod gerekenden fazladır (teknik olarak dejenere denir) yani farklı nükleotid üçlüleri aynı aminoasiti kodlarlar. Bu gerekenden fazlalık dolayısıyla nokta mutasyonunun kodlanan protein üstünde hiç etkisi olmayabilir; bu mutasyonlar sessiz mutasyon olarak bilinir. Eğer dizin atılma veya takas sebebi ile değiştirilmişse kodlama dizini (üçlü okuntu) bozulduğundan sonuç olasılıkla ölümcüldür. Bununla beraber bu her zaman geçerli değildir. Çünkü bir şekilde DNA bölümlerini genlerden atan veya genlere ekleyen ve kodlamayı bozmayan süreçler vardır.
Diyelim ki bu ne sessiz ne ölümcül olmayan mutasyonlardan biri söz konusu. Sonuç olarak biraz değişik bir protein elde ederiz. Genelde bu yeni proteinin çalışma şekli eskisine çok yakın olur ve tepkimeleri katalize eder. Bazen bu değişimin işlevsel yeteneği değişir ve farklı bir tepkimeyi katalize eder. Bu olduğunda, özgün görevi yerine getiren başka bir protein de olabilir ve bu durumda yeni bir yetenek katmış oluruz. Eğer başka protein olmasaydı, özgün yeteneği kaybetmiş ve yenisi ile yer değiştirmiş olurduk. Enzimlerdeki değişiklikler (tepkimeleri katalize eden proteinler) nadiren ya-hep-ya-hiç önermelerdir.
Gen ikileşmesi yeni genler elde etmenin bir yolu olduğu için önemlidir. Gen ikileştiğinde kopyalardan biri değişirken diğeri aynı kalır.
Genler, organizmaya zarar vermeden ne kadar değiştirilebileceklerine göre çok fazla değişirler. Temel metabolizmaları ve ikileşme (replikasyon) , yazılma (transkripsiyon) , ve (çeviri) translasyon mekanizmaları gibi bileşenleri kodlayan bazı genleri zarar görmeksizin değiştirmek zordur. Bir organizmadan diğerine bunlarda çok az değişiklik görürüz. Bu çeşit genlere korunmuş genler denir.
Net sonuç nedir diye sorabilirsiniz. Bazı mutasyonlar ölümcül ya da çok zararlıdır. Bu mutasyonlar anında elenir. Bazıları sessiz ve önemsizdirler. Bazen bir mutasyon kesinlikle avantajlıdır, bu nadirdir ama olabilir. Sessiz olmayan ve elenmemiş mutasyonların hemen hepsi, ne tamamen avantajlı ne de yıkıcıdır. Mutasyon biraz farklı bir protein üretir, ve hücre ve canlı organizma biraz farklı çalışır. Bir mutasyonun zararlı veya faydalı olması çevreye bağlıdır, ikisi de olabilir.
Eğer bunun hakkında düşünürseniz, hayatın şu şekilde işlemesi gereklidir, mutasyonlar (genetik maddedeki değişimler) her zaman oluyor. Ortalama bir insanın 50 ila 100 arası mutasyonu vardır ama yaklaşık 3 tanesi kayda değerdir, fiilen bir proteini değiştirirler. Eğer bu mutasyonlar zararlı olsalardı, yaşam kısa sürede sona ererdi.
Çoğu mutasyon düzenli olarak ne zararlı ne de yararlı olmasına rağmen, belirli bir çevre içinde zararlı ya da yararlı olabilir. Çevreler sürekli değişim halindedir ve bir popülasyonun her üyesi, diğerlerinden biraz daha farklı bir çevrede yaşar. Bazı organizmalar yaşar, bazıları yaşamaz. Bazıları ürer, bazıları üremez. Hem yaşayıp, hem üremeyi başaran canlıların genleri aktarılır. Organizmada çevreye göre elverişli olan her farklılık gelişir.
Mutasyonların çevreye bir tepki olarak ortaya çıkmadığını anlamak önemlidir, sadece meydana gelirler. Gayet sıklıkla bir mutasyon bir popülasyonda meydana geldikten sonra kaybolur, çünkü organizmanın dölü yoktur veya mutasyonu dölüne aktarması vuku bulmamıştır; mutasyonun yararlı olsa bile bu olabilir. Bazen bir mutasyon popülasyon içinde, herhangi bir avantaj sağlamadığı halde şans eseri yerleşebilir; bu genetik sürüklenme olarak bilinir.
Mutasyonların bir kerelik ortaya çıkmadığının bilinmesi de önemlidir. Nadiren oluşurlar ama bir tür içinde tekrar tekrar olmayı sürdürürler. Mutasyon etki olarak elmadan bir lokma almaktan daha fazlasını ifade eder; eğer ilk görüldüğü zaman ortaya çıkmasa bile başka bir şansı olur.
----- *Biberli kelebek: Biston betularia, çeşitli gri tonlarda bulunur. 150 Yıl önce hemen tamamıyla açık gri pullar serpiştirilmiş siyah benekler görünümünde olduğu için biber ekilmiş anlamında biberli kelebek olarak adlandırıldı.
Örgütün eski logosuHalkın Fedaileri (Persçe: س ا ز م ا ن چ ر ي ک ه ا ی ف د ا ي ي خ ل ق ا ي ر ا ن ;) Pehlevi rejimine karşı 1971 yılında İran'da kurulmuş Marksist - Leninist örgüt. Grup Şah Muhammed Rıza Pehlevi hükümetini devirmek amacıyla kuruldu ve 1979 devriminden sonra İran İslam Cumhuriyeti'ni devirmek için mücadelesine devam etti.
Örgüt, daha küçük olan iki grubun, Cezani-Zarifi grubuyla, Ahmadzadeh-Puyan-Meftahi grubunun birleşmesi sonucu ortaya çıktı. Jazani-Zarifi grubunun üyeleri eski Tudeh Partisi gençlik örgütü üyelerinden oluşuyordu. Ahmadzadeh-Puyan-Meftahi grubunun üyeleri ise ağırlıklı olarak Ulusal Cephe ve bağlı örgütlerden geliyorlardı. Kısa süre sonra Jazani grubu Gilan bölgesi ormanlarında gerilla savaşımı başlattı. Gerilla grubunun yakalanması ve üyelerinin öldürülmesinin ardından iki grup resmen birleşti ve İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü ortaya çıktı.
Örgütün ilk toplantısı Bijan Cezani ve izleyicileri tarafından 1963 yılında gerçekleştirildi. İran'daki güçlü amerikan etkisinin ve ilerici muhaliflere karşı yürütülen baskının barışçıl eylem yöntemlerini tamamen işlevsiz kıldığı sonucuna ulaştılar.
Silahlı mücadele bu nedenle kurtuluş için tek yol olarak görülüyordu. 1971-1979 arasındaki dönemde, Fedaian hareketi Şah rejiminin muazzam bir baskısıyla karşılaştı. Yaklaşık 300 Fedaian üyesi rejim tarafından öldürüldü. Bu dönemde örgütün liderlerinin büyük bölümü yakalandı ve öldürüldü.
İHFGÖ (İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü) birçok iç bölünme yaşadı. 1979'da Eşref Dehgani İHFGÖ'yi gerilla savaşı çizgisinden sapmakla şuçlayarak terketti ve İran Halkın Fedaileri Gerillaları'nı kurdu. Aynı yıl eski İHFGÖ kadroları İran Devrimci İşçiler Örgütü'nü kurdular.
İHFÖG, 1980 yılında İHFGÖ (Çoğunluk) ve İHFGÖ (Azınlık) olarak ikiye bölündü. Asıl örgütten ayrılan İHFGÖ (Azınlık) daha radikal bir çizgi izledi. 1981 1 Mayıs'ında binlerce İHFGÖ (Çoğunluk) destekçisi Tahran'da toplandı. Örgüt gerilla savaşı yürütmeyi durdurduğunu açıkladı ve İran Halkın Fedaileri Örgütü (Çoğunluk) ismini aldı.
1980'lerin başlarında Çoğunluk grubu yarı-açık politik etkinlik sürdürdü. Kar adlı yayın organı 100 000 dolayında tiraja sahipti. Grup yeni hükümetin bazı konumlarını destekledi, anti-emperyalist söylem ve Irak'a karşı savaş çabaları gibi. Bununla birlikte, aynı dönemde Çoğunluk kadrolarının önemli bir bölümü İran hapishanelerinde tutuluyordu.
1983 yılında Çoğunluk grubu İslami hükümet tarafından tasfiye edildi. Binlerce kadrosu hapse atıldı, birçoğu yargılanmadan infaz edildiler.
1988-1990 arasında İHFÖ (Çoğunluk) bir iç değerlendirme ve önceki konumlarının özeleştirisi dönemi geçirdi.
Günümüzde bu örgüt cumhuriyetçi ve laik partiler arasında bir birlik kurmaya çalışmaktadır.
Avrupa Parlamento'sunda 23 Ekim 2007'de Avrupalı temsilcilerin de katıldığı bir toplantı gerçekleştirmiştir.
(Euskadi Ta Askatasuna; Türkçe: Bask Vatanı ve Özgürlük) , İspanya ve Fransa sınırları içinde yaşayan Bask kökenli topluluğa ait bağımsız bir devlet kurma amacı güden örgütün adıdır.
1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı kurulan örgüt, zaman içinde kültürel hakların savunuculuğu düzleminden, silahlı eylem biçimine yönelmiştir.1979'da hükümet tarafından Bask Bölgesinde yaşayan yaklaşık iki milyon kişiye önemli ölçüde özerklik tanınmasına rağmen tam bağımsızlık için silahlı mücadeleye devam etmişlerdir. Batasuna ismiyle bilinen ve şu an yasaklanmış durumda olan parti de örgütün siyasi kanadını oluşturmaktaydı. Bu parti Bask Bölgesi'nde oyların genelde %10 ile %20 sini toplamaktaydı.Ayrıca 1968’den bu yana düzenlediği kanlı eylemlerle 850 kişinin ölümüne neden olan ETA, İspanya’nın yanı sıra Avrupa Birliği ve ABD tarafından da terör örgütleri listesine alındı.
ETA'nın Tarihçesi 1959 - ETA kuruldu. 1968 - ETA ilk ölümcül eylemini gerçekleştirdi. 1973 - Franco rejiminin güçlü simalarından Amiral Carrero Blanco öldürüldü. 1974 - ETA biri silahlı mücadele, diğeri siyasi-askeri kanat olmak üzere ikiye bölündü. 1978 - ETA'nın siyasi kanadı Herri Batasuna kuruldu. 1979 - İspanya, Bask Bölgesi'nin özerk statüsünü onayladı. 1987 - Barselona'da ETA saldırısında 21 kişi öldü. 1997 - Belediye meclisi üyesi Miguel Angel Blanco Garrido kaçırılıp öldürüldü. 1998 - ETA tek taraflı ateşkes ilan etti. 1999 - ETA hükümetle görüşmelerin kesilmesinin ardından ateşkesi bozduklarını açıkladı. 24 Mart 2006 - ETA süresiz ve kalıcı ateşkes ilan etti. 30 Aralık 2006 - Madrid’deki Barajas Havaalanı'nındaki saldırıda 2 kişi öldü. ETA böylece ateşkesi bozmuş oldu. 24 Ağustos 2007 - Durango şehrindeki patlamda 2 kişi yaralandı.
İngiltere'de son dönemde gerçekleştirilen 'islamcı terör' eylemlerinin yaratmış olduğu 'tedirginlik' ortamında, IRA'nın 'her tür şiddet eylemine son verdiğini' açıklaması, Tony Blair tarafından yapılan 'benzersiz öneme sahip bir adım olduğu'değerlendirmesiyle birlikte 'medya'da yer aldı. Tony Blair'in 'benzersiz önem' atfetmesine ve 'islamcı terör'ün yarattığı tedirginliğe rağmen, IRA açıklaması İngiliz kamuoyunda olduğu kadar, dünya kamuoyunda da fazlaca önemsenmedi. Buna rağmen IRA'nın 'silah bırakma' açıklaması, Amerikan emperyalizminin ve onun yardakçısı İngiliz emperyalizminin saldırganlığına karşı 'birşeyler' yapılması gerektiğini ve bunun ancak silahlı mücadeleyle olabileceğini düşünen kesimlerde 'burukluk' yarattı. Diğer yandan PKK'nin yeniden silahlı eylemlere ağırlık vermesiyle ortaya çıkan 'gerginlik' ortamında, bu gelişmeden 'rahatsız' olan çevreler açısından IRA açıklaması bir 'fırsat' olarak kabul edildi. 'Globalizm' sevdalısı kesimler için ise, 'silahla bir yere varılamayacağı' demagojisini desteklemek için bulunmaz bir fırsat olarak görüldü. İngiliz Guardian gazetesinin '35 yıl süren bombalar ve kanın ardından, kısık bir ses IRA'nın savaşını sona erdirdi' başlığıyla duyurduğu IRA açıklamasını, Tony Blair ile Türkiye dışında kimsenin fazlaca önemsememesi de kimsenin dikkatini çekmedi. Tony Blair'in Irak işgalinden itibaren sürekli 'değer yitirmesi' göz önüne alındığında, onun IRA açıklamasına biçtiği değer, şüphesiz anlaşılabilirdi. Ama Türkiye'de gösterilen 'ilgi' bunun tam tersiydi. Bunun nedeni, IRA'nın, İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden silahlı bir örgüt olduğu için 'sol'da kabul edilmesi, dolayısıyla silahlı mücadeleyi sona erdirdiğini açıklamasıyla 'sol çizgiyi' terk ettiği düşüncesidir. IRA açıklamasının yaratmış olduğu 'düş kırıklığı', ülkemizde yürütülen her türlü silahlı mücadelenin kendi meşruiyetini dünya çapındaki silahlı mücadelelerin varlığına ve doğruluğunu bu mücadelelerin eylemlerine dayandırmasının bir ürünü olmuştur. Bu nedenle, Latin-Amerika'daki gerilla savaşlarından ETA'ya ve IRA'ya kadar tüm silahlı örgütlenmelerin, kendiliğinden 'sol', dolayısıyla 'devrimci' örgütler olarak görülmesi ne denli yanlış bir kavrayış idiyse, bu silahlı örgütlerin, silahlı mücadeleyi terk edişlerinin yaratmış olduğu 'olumsuzluklar' da, aynı biçimde yapay ve propagandif olmaktan ve 'psikolojik savaş'tan öte bir öneme sahip değildir. Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde ifade ettiği gibi, 'Gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir.' Dolayısıyla bir örgütün silahlı mücadele ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşı (şehir ya da kır gerilla savaşı) yürütüyor olması, o örgütün niteliğini belirlemez. Diğer bir ifadeyle, örgütün niteliğini belirleyen, onun eyleminin içeriğidir. Bu da, mücadelenin sınıf karakteriyle ve sınıfsal hedefleriyle belirlenir. Marks-Engels'in 1848 Devrimleri üzerine yaptıkları değerlendirmede, 'demokratik küçük-burjuvazi, toplumsal koşulların mevcut toplumu kendisi için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirecek bir değişiklik için çabalar' saptamaları, aynı zamanda sınıf niteliğinin mücadelenin ulaşabileceği hedefler üzerindeki etkisini de açıkça gösterir. Bu nedenle, bir hareketin ve o hareketi temsil eden örgütün sınıfsal niteliği bir yana bırakılarak, sadece mücadelenin biçimine ve ilan edilen hedeflerine bakılarak yargıya varmak olanaksızdır. İkinci olarak, dünyanın pek çok yerinde kendisini 'marksist' ya da 'komünist' olarak tanımlayan pek çok örgüt de silahlı mücadele yürüttüğü gibi, silahlı mücadeleyi kendileri için en elverişli koşulların oluştuğunu düşündükleri anda terk de etmişlerdir. Örneğin Kolombiya'da M-19 adlı gerilla örgütü 1991'de silahlı mücadeleyi sona erdirerek, hükümetle 'barış anlaşması' imzalamıştır.[1*] Aynı şekilde revizyonist Komünist Partisi'nin, El Salvador'daki silahlı mücadelenin yönetimini ele geçirmesiyle birlikte 'barış anlaşması' yapılmıştır. Yine 1960'ların başında silahlı mücadele kararı alan Venezüella Komünist Partisi, 1964 yılında 'demokratik barış' kararı alarak silahlı mücadeleyi terk etmiştir. Bu durumu Fidel Castro şöyle değerlendirmiştir:
'... Venezüella'da gerillalar, sık sık ateş-kes emri aldılar. Bu da zırdelilikti! Savaş sırasında ateş-kes anlaşmasına boyun eğen bir gerilla, bozguna mahkum olmuş demektir... Venezüella Komünist Partisi'nin liderleri bir 'demokratik barış'tan söz etmeye başladılar. Pek çok kişi soruyor: 'Acaba bu demokratik barış da ne ola ki? ' Biz, Küba Devriminin liderleri de sorduk kendi kendimize: 'Nedir bu demokratik barış? ' Doğrusunu isterseniz pek bir şey anlayamadık. Gelgelelim anlamak da istiyorduk. Sonunda dayanamadık, bazı Venezüellalı liderlere sorduk: 'Nedir bu demokratik barış? ' Öğrendik ki, o çok bilinen bir taktik ve manevra teorisiymiş: 'Asla savaşı bırakmak değil. Yalnızca bir manevra. Hayır! Bu demokratik barış, yalnızca temelleri genişletmek, rejimi zayıflatıp, çökertip yerle bir etmek için bir manevradan başka bir şey değildir'. ... Barıştan söz etmek, ancak savaş kazanmış bir devrimci hareketin hakkıdır. Neden derseniz, kamuoyu ve onların barış isteklerinin olanaklı olabilmesi için, ilk önce istibdat ve sömürünün bozguna uğratılması gereklidir. Ama savaşın yenilgiye yüz tuttuğu anda barıştan söz etmek, barış adına bozguna boyun eğmek demektir.'[2*]
Gerek Marks-Engels'in saptamaları, gerek Fidel Castro'nun değerlendirmesi, proletaryanın devrimci örgütünün ilkelerini ortaya koyar ve stratejik mücadelesini yönetir. Bunun dışındaki her türlü silahlı mücadele, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin temsil ettiği sınıfın sınıfsal özelliklerine göre şekillenir, buna göre yönetilir ve buna bağlı olarak evrilir. Marksist-Leninist bir örgüt, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu somut tarihsel koşulların somut tahlilini yaparak devrimin yolunu, stratejisini ve bu strateji çerçevesinde yürütülecek mücadelenin temel ilkelerini ve biçimlerini saptar. Doğru devrimci çizgi bir kez saptandı mıydı, artık tüm görev, bu çizginin doğru biçimde pratiğe uygulanması ve kararlı biçimde yürütülmesidir. Bu stratejik mücadelenin taktikleri ise, somut koşullara göre belirlenir. Lenin'in deyişiyle, somut koşullar 24 saatte değiştiğinde, taktikler de 24 saatte değişmelidir. Proletaryanın öncü örgütü stratejik düzeyde kararlı, taktik düzeyde esnek bir yapıya sahiptir. Ancak belli bir toplumun belli tarihsel koşullarında ortaya çıkan sınıf ve sınıflar arasındaki güçler dengesinin objektif durumuna uygun olarak saptanan strateji ile 'belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu'na, yani 'politik konjonktür'e ya da 'aktüel uğrak'a göre saptanan taktikler birbirine karıştırıldığında, artık taktik strateji haline dönüşür. Dolayısıyla bir stratejik mücadelede ne kadar taktik ortaya çıkarsa, o kadar stratejiden söz edilmeye başlanılır. Böylece 'stratejik' bir mücadele yürüttüğünü iddia eden örgüt, 'tarihin belli bir anında' ortaya çıkan sınıflar ve güçler arasındaki 'kuvvet dengesi'ndeki değişikliklere göre strateji değiştirir. Daha tam ifadeyle, taktikler stratejinin yerine ikame edilmiştir. Strateji ile taktik, somut tarihsel koşullar ile somut güncel koşullar birbirine karıştırıldığı, devrimin stratejik amaçları ile taktik amaçlarının birbirinin yerine ikame edildiği her durumda yenilgi kaçınılmazdır. Savaşları ve savaş tarihini inceleyen herkesin kolayca görebileceği gibi, stratejik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesi, taktik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesinden çok daha farklı koşullara ve zamana gereksinme gösterir. Stratejik güçler, stratejik hedefe, belirlenmiş rotaya uygun olarak, belirli mücadeleler verildiği ölçüde ve belirli bir zamanda harekete geçmek üzere düzenlenir ve buna uygun olarak mücadelede yer alırlar. Bu stratejik güçleri, stratejide ortaya konulmuş mücadeleler verilmeksizin 'hazır' bir güç olarak kabul edilerek taktik bir mücadelenin içine sokmak, bu güçleri üstesinden gelemeyecekleri görevlerle donatmak demektir. Yenilgiyi kaçınılmaz kılan, bu stratejik güçlerin mücadele kararlılığının yetersizliği değil, onların taktik amaçlar için kullanılmasıdır.[3*] Yine savaşların ve devrimlerin tarihinin gösterdiği diğer bir gerçek, 'savaş harekâtını durdurabilecek tek neden vardır ve bu neden taraflardan sadece biri için geçerlidir.' Clausewitz'in ifadesiyle, 'İki taraf muharebe için silahlanmış ise, aralarında bir düşmanlık var demektir. Silahlarını elden bırakmadıkça, yani aralarında bir barış akdetmedikçe, bu düşmanlık ister istemez sürecektir. Taraflardan biri ancak bir tek nedenle bu düşmanlığın etkisinden sıyrılabilir: o da harekete geçmek için daha uygun anı kollamaktır. Oysa, bu nedenin taraflardan sadece biri için geçerli olabileceği açıktır, çünkü diğeri için zorunlu olarak ters yönde bir etki yaratacaktır. Taraflardan birinin harekete geçmekte çıkarı varsa, diğerinin çıkarı beklemekte olacaktır.'[4*] Hangi sınıf tarafından ve hangi sınıfsal çıkarlara uygun olarak yürütülüyor olursa olsun, yakın tarihin tüm gerilla savaşlarında ortaya çıkan en temel sorun 'harekâtın durdurulması'na ilişkin olmuştur. İster hareketin temsil ettiği sınıfın çıkarlarının 'azami ölçüde' gerçekleştiği düşünülerek, ister daha 'avantajlı' bir durum yaratmak amacıyla olsun, her durumda gerilla savaşına ara verilmesi (ateş-kes gibi) iç ayrışmaları ve çatışmaları beraberinde getirmiştir. Bu da, güçlerinin bölünmesine yol açarak, savaşın kaybedilmesine neden olur. Ancak IRA olayı tüm bu stratejik ve taktik konuların dışındadır. IRA'nın 'silahlı mücadeleyi terk etmesi' olayının doğru olarak anlaşılabilmesi için, öncelikle IRA'nın proletaryanın sınıf örgütlenmesi olmadığı, dolayısıyla da proletaryanın sınıf mücadelesini yürütmediği gerçeği gözönünde bulundurulmalıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, bir örgütün silahlı mücadele yürütmesine bakarak o örgütü 'devrimci' bir örgüt, yani proletarya devriminin bir örgütü olarak algılamak tümüyle yanlıştır. IRA, İrlanda'nın bağımsızlığı için savaşan bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra 'Serbest İrlanda' olarak özel statü verilen ve bugün İrlanda Cumhuriyeti olarak tanınan devletin ortaya çıkmasıyla birlikte IRA'nın bağımsızlık mücadelesi belli bir aşamaya gelmiştir. İrlanda adasının büyük bir bölümünün İrlanda Cumhuriyeti sınırları içinde olmasına karşın, Kuzey İrlanda İngiliz egemenliği altında kalmıştır. Bu aşamadan sonra IRA'nın mücadelesi, Kuzey İrlanda'nın İngiliz egemenliğinden kurtarılması ve İrlanda Cumhuriyeti'nin bir parçası haline gelmesini hedeflemiştir. Artık IRA, 'İrlanda sorunu'nun değil, 'Kuzey İrlanda sorunu'nun örgütü haline dönüşmüştür. Böylece IRA'nın mücadelesi 'ulusal sorun'dan 'ulusal azınlık sorunu'na evrilmiştir. IRA, ister ulusal, ister ulusal azınlık hareketi olsun, her durumda 'ulus' çerçevesinde yer alan tüm sınıfların ortak istemlerinin ifadesi olmuştur. Bu nedenle, IRA içinde 'ulus' bünyesinde yer alan her sınıftan insanlar yer almaktadır. İçlerinde Marksist-Leninistler olduğu gibi, en gerici ve en bağnaz katolik rahipleri, ABD'deki İrlandalı kapitalistler de yer almaktadır. IRA, onların ortak istemlerini ifade ettiği sürece, onların tek örgütü olarak ortaya çıkmıştır. Zaman zaman Kuzey İrlanda proletaryasının ayrı örgütlenmesine gidilmişse de, bu örgütlenmeler uzun soluklu olamamıştır. IRA, 1996 yılında İngiliz işgalcileriyle 'ateş-kes' görüşmelerine başlaması ve ardından kısa süren bir ateş-kesin ilan edilmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Bu yeni evrede, yeni çatışmalar ve yeni ateş-kesler yaşanmış, ancak her durumda 'Kuzey İrlanda sorunu'nun İngiliz işgalcileriyle 'görüşmeler yoluyla' çözümlenmesi yoluna gidilmiştir. 1999 yılında ilan edilen yeni ateş-kesle birlikte IRA'nın 'siyasal kanadı Sinn Fein' aracılığıyla sürdürülen görüşmelerde varılan anlaşmalara uygun olarak seçimler yapılmış ve Kuzey İrlanda'da ortak parlamento oluşturulmuştur. Kurulan yeni Kuzey İrlanda hükümetinin temel görevi IRA'nın 'silahsızlandırılması' olduğu için, tüm görüşmelerin temel konusu da bu olmuştur. Görüşmelerin 'tıkandığı' nokta, IRA'nın 'silahsızlanmayı' kabul etmemesinden değil, diğer politik taleplerin yerine getirilmesine paralel olarak 'silahsızlanmaya' gideceğini ilan etmesidir. Yılların mücadelesinden edindikleri derslerle çok iyi bildikleri gibi, kendisini ve kitlesini bir kez silahsızlandırdı mıydı, istekleri yerine getirilmediğinde yeniden silahlandırmak o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle IRA, önce politik taleplerin yerine getirilmesini, sonra 'silahsızlandırma'nın gerçekleştirilmesini savunmuştur. Bu tutumu bir süre kendi kitlesi tarafından da desteklenmiştir. Ancak uzayan görüşmelerin yarattığı zaman içinde kitlelerin tutumu değişmeye başlamış, iç ve dış baskılar yoğunlaşmıştır. 2005 yılına girildiğinde IRA bir yol ayrımına gelmiştir. Ya eski tutumunu devam ettirecektir, ya da 'silahsızlanmayı' kabul edecektir. IRA'nın 'siyasal kanadı Sinn Fein'in sözcüsü Gerry Adams'ın Nisan 2005' de IRA'nın 'silahsızlanmayı' kabul etmesi yönünde çağrı yapmasıyla birlikte 'karar anı' gelmiştir. Eski tutumunu sürdürmeye devam ettiği sürece, ortak istemlerini ifade ettiği ulusal ve sınıfsal kesimlerin 'desteğini' kaybedeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD'deki 'İrlanda lobisi', IRA'nın 'silahsızlandırılmayı' kabul etmemesi halinde tüm politik ve mali desteğini sona erdireceğini bizzat Ted Kennedy'nin ağzından ilan etmiştir.[5*] Bu koşullarda, IRA birkaç ay süren 'iç hesaplaşması' sonrasında, 'her tür şiddet eylemine son verme' kararı almış ve böylece 'silahsızlandırılmayı' kabul ettiğini ilan etmiştir. IRA, İrlanda'nın kurtuluş mücadelesinin en kararlı ve en uzlaşmaz silahlı örgütü olarak, uzun ve onurlu bir tarihe sahiptir. Bu tarihe bakarak, bugün silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamasını yargılamak şüphesiz olanaklıdır. Ancak IRA'nın ulusal ve sınıfsal yapısı, içerdiği sınıf ittifakları bir yana bırakılarak, sadece onun kararlı ve uzlaşmaz mücadelesinin bir 'uzlaşmayla', dahası 'uzlaşmaya boyun eğme'siyle sonuçlandığına bakarak bir yargıya varmak yanlış olacaktır. 'Kuzey İrlanda sorunu' IRA'nın 'uzlaşmaya' boyun eğdirilmesiyle ve IRA'nın silahsızlandırılmasıyla ortadan kaldırılabilir bir sorun değildir. Sorunun özünde yatan İngiliz sömürgeciliği ve İngiliz aristokrat ırkçılığı ortadan kaldırılamadığı sürece, yapılacak her türlü biçimsel değişiklikler sorunun çözümünün bir başka döneme ertelenmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Ve o gün geldiğinde, yeni koşulların ve yeni sınıf ilişkilerinin üzerinde yükselen yeni bir IRA'nın ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Munzur, Tunceli ili sınırları içersinde bir dağdır. Ayni isimde bir de akarsu bulunur (Munzur suyu) . Adini dersimde gecen bir efsanenin kahramani olan Munzur'dan almıştır. Munzur vadesi bitki örtüsünde 1518 değişik bitki tespit edilmiştir.Yaklaşık olarak 9222 çiçekli bitki türünün ve 277 endemik bitkinin 43 tanesi sadece Munzur Dağları ve çevresine özgüdür.
Tunceli içerisinde yapılmakta olan 8 adet baraj projeleri uygulaması nedeniyle Munzur ve çevresi yok olmayla karşı karşıyadır. 43 endemik bitki türünün yok olması demek ülkemizin florostik zenginliğinin yok olması demektir.Barajlar 30-40 yılın içinde ömürlerini doldurduğunda Munzur büyük bir bataklığa dönüşecektir.
RAF'ın logosuKızıl Ordu Fraksiyonu (Almanca: Rote Armee Fraktion - RAF) , Baader-Meinhof Grubu ya da Alman basınında Çetesi olarak da bilinen radikal sol görüşlü bir örgüttür.
II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya'nın en etkin ve bilinen örgütüydü ve kendini şehir gerillası olarak tanımlıyordu. RAF 1970'lerden 1998'e kadar faaliyetteydi ve özellikle 1977 yılında Alman Sonbaharı olarak bilinen ulusal krize yol açan eylem dahil pek çok kanunen ağır suç sayılan eylem yaptı. Buna karşılık Batı Alman hükümeti, RAF'ı bir terörist örgüt olarak tanımlamıştı. 30 yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin ölümüne, bir çok kişinin de yaralanmasına yol açtı. J2M ve SHK gibi diğer Alman militan gruplarıyla bağlantı içindeydi ve seksenli yıllarda İtalyan solcu grubu Kızıl Tugaylar, Belçikalı solcu grup Savaşan Komünist Hücreler, Filistinli solcu grup Filistin Kurtuluş Örgütü, Fransız solcu grup Action Directe ve İrlandalı örgütler PİRA ile de bağlantılar kurdular.
Grubun kökeni 1960'ların sonlarında Batı Almanya'daki öğrenci protestolarına dayanır. 2 Haziran 1967'de İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin Batı Almanya'yı ziyareti sırasında, yumuşak başlı protestolar ayaklanmaya dönüştü. Sürgündeki İranlıların şiddetli protestolarının ardından Alman öğrencilerden geniş destek gören bir grup Şah'ın ziyaret ettiği Berlin Operası'nın etrafına toplandı. Gösteriler sırasında, ilk kez bir gösteriye katılan Benno Ohnesorg adlı öğrenci Batı Almanya polisinin açtığı ateşle ölümcül bir yara aldı.
Devlet ve polis şiddeti gören ve Vietnam Savaşı'na öfkeli kalabalık, Ohnesborg'un ölümüyle iyice hareketlendi ve o gün Alman solu için tarihi bir dönüm noktası oldu. İsmini Ohnesborg'un öldüğü günden alan ve militan anarşist bir grup olan 2 Haziran Hareketi doğdu. Bu olay ayrıca, Thorwald Proll, Horst Söhnlein, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader'i Alman alışveriş merkezlerini yakmayı planlayan gevşek bir yapıda bir araya getirdi. Grup elemanları, 2 Nisan 1968 tarihinde Frankfurt'ta tutuklandı ve dört sanık yargılanırken Ulrike Meinhof adlı gazeteci Konkret adlı politik dergide onlar hakkında pek çok sempatizan yazı yazdı.
11 Nisan 1968'de öğrenci hareketlerinin öncüsü ve sözcüsü Rudi Dutschke başından vuruldu. Ağır yaralı olmasına rağmen 1979 yılında, yaralanmasının geç bir sonucu olarak son nefesini verinceye kadar siyasi eylemciliğe devam etti. Saldırgan Josef Bachmann adında muhafazakâr bir işçiydi.
Yeni Sol öğrenci hareketi, Bild-Zeitung gazetesinin Dutschke'yi artık durdurun! gibi manşetlerini dikkate alıyordu. Gazeteye göre başından vurulan Dutschke bu cinayetin azmettiricisiydi. Bu nedenle Bild Zeitung'un yayımcısı Axel Springer'in şirketi de, tüm muhafazakâr basın da solcu protestocuların yeni hedefi haline geldi. Meinhof, 'eğer biri bir araba yakarsa bu suçtur, eğer biri yüzlerce araba yakarsa, bu politik bir eylemdir' diye yorum yaptı. ......................................................................................................... Hapishane ve Stammheim davası
RAF üyeleri teker teker tecrit hücrelerine kapatıldı ve yalnızca akrabalarının iki haftada bir ziyaret etmesine izin verildi. Ensslin her üyeye verilen takma adla işleyen bir 'bilgi sistemi' geliştirince, dört mahkûm tekrar iletişime geçti ve savunma avukatları sayesinde mektuplaştı.
Tecrit edilmeye karşı pek çok açlık grevi başlattılar ama yemek yemeye zorlandılar. Holger Meins 9 Kasım 1974'te öldü. Protestolar nedeniyle mahkûmların durumları biraz iyileştirildi.
İkinci kuşak RAF'çılar bu sırada ortaya çıktı, bunlar hapishanedekilerden bağımsız sempatizanlardı. Bu durum 27 Şubat 1975'te, Hıristiyan Demokratik Birliği'nin Berlin başkan adayı Peter Lorenz 2 Haziran Hareketi tarafından kaçırıldığında iyice belirginleşti. Lorenz'i kaçıranlar tutuklu arkadaşlarının bırakılmasını istediler. Hiçbiri cinayetle yargılanmadığı için serbest bırakıldılar, dolayısıyla Lorenz de serbest kaldı. Bu olay RAF'ın ikinci kuşağına cesaret verdi ve 24 Nisan 1975'te Stokholm'deki Alman büyükelçiliği RAF üyelerince basıldı; Başbakan Helmut Schmidt'in ileri sürülen istekleri yerine getirmemesi nedeniyle iki rehine öldürüldü. Rehin alanlardan ikisi militanlar tarafından yerleştirilen bombaların patlamasıyla ertesi gece öldü.
21 Mayıs 1975'te Baader, Ensslin, Meinhof ve Raspe'nin yargılanmasına başlandı. Bu, belki de o güne kadar yapılmış en gergin ve çekişmeli Alman ağır ceza davası oldu. Bundestag (Alman Parlamentosu) önceden ceza muhakemesi kanununu değiştirmişti, öyle ki tutuklu RAF'çılar ile ikinci kuşak arasında bağlantı kurmakla suçlanan savunma avukatlarının çoğu dava sürecinin dışında bırakılmıştı.
9 Mayıs 1976'da Ulrike Meinhof hücresinde hapishane havlularından yapılmış bir halatla asılmış halde ölü bulundu. Yapılan soruşturmada, başka iddiaların aksine kendini astığı sonucuna varıldı. Diğer teoriler ise gruptan dışlandığı için intihar ettiği yönündeydi. Bir diğer teori de Alman devleti tarafından öldürüldüğüdür.
RAF'ın eylemleri dava sırasında da devam etti; 7 Nisan 1977'de Federal Savcı Siegried Buback, şoförü ve koruması kırmızı ışıkta beklerken iki RAF üyesi tarafından öldürüldü.
28 Nisan 1977'de davanın 192. gününde, kalan üç sanık, birçok cinayet, cinayete teşebbüs ve terörist örgüt oluşturmak suçundan ömür boyu hapse mahkûm edildi.
30 Haziran 1977'de, Dresdner Bank müdürü Jürgen Ponto, başarısız kaçırma girişiminin ardından, Oberurse'deki evinin önünde vurularak öldürüldü. Kaçırma olayına karışan RAF'çılar Brigitte Mohnhaupt, Christian Klar ve Ponto'nun vaftiz kızı Susanne Albrecht'ti.
Mahkûmiyet kararını izleyen günlerde eski SS subayı ve Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin eski üyesi olan ve Alman İşçileri Cemiyeti'nin başkanı ve Batı Almanya'nın en güçlü sanayicilerinden olan Hanns Martin Schleyer kaçırıldı. 5 Eylül 1977'de şoförü sokağın ortasında karşısına çıkan bebek arabası yüzünden durmak zorunda kaldı. Arkalarındaki polis eskortu, zamanında duramadığı için Schleyer'in arabasına arkadan çarptı. Maskeli beş saldırgan, üç polisi ve şoförü öldürdü ve Schleyer'i rehin aldı.
Daha sonra federal hükümete, Staamheim'dakiler dahil on bir militanın salıverilmesini talep eden bir mektup gönderildi. Bonn şehrinde, Helmut Schmidt'in başkanlığında bir kriz komitesi oluşturuldu. Komite anlaşma yapmak yerine Schleyer'in yerini tespit etmesi için polise zaman kazandırmak amacıyla oyalama taktiğine başvurdu. Aynı zamanda, hapishanedekilere iletişim yasağı konularak yalnızca hükümet memurlarının ve hapishane papazlarının ziyaretine izin verildi.
Almanya Federal Polis Bürosu zamanının en büyük insan avını başlattı ve devlet krizi bir aydan fazla sürdü. Kriz 13 Ekim 1977'de Palma de Mallorca'dan Frankfurt'a giden Lufthansa uçağı kaçırılınca doruğa ulaştı. Dört Arap'tan oluşan grup uçağın kontrolünü ele geçirdi. Sonradan Züheyir Yusuf Akaçe olduğu anlaşılan önderleri kendisini uçaktakilere Kaptan Mahmut olarak tanıttı. Uçak yakıt almak için Roma'ya indiğinde Akaçe Schleyer'i kaçıranlar gibi kimi taleplerde bulundu: Türkiye'de tutulan Filistinlilerin serbest bırakılması ve kendilerine 15 milyon dolar ödenmesi.
Bonn kriz bürosu taleplere karşılık vermemeye karar verdi. Uçak Larnaka üzerinden önce Dubai'ye ardından Aden'e uçtu. 16 Ekim'de kaptan pilot Jürgen Schumann, işbirliğine yanaşmadığı gerekçesiyle bir devrim mahkemesinde yargılanarak öldürüldü. Uçak 2. kaptan pilot Jürgen Vietor tarafından tekrar havalandı ve Somali - Mogadişu'ya uçtu.
Federal yüksek mahkemesinin başında olan ve Bonn'dan gizlice ayrılan Hans-Jürgen Wischnewski tarafından yürütülen riskli bir operasyon hazırlandı. 18 Ekim'de Avrupa saatiyle gece yarısını beş geçe uçak Alman federal polisinin elit timi olan GSG 9 güçlerinin sekiz dakikalık baskınına uğradı. Dört uçak korsanı vuruldu, üçü olay yerinde öldü. Yolculardan ciddi şekilde yaralanan olmadı ve Wischnewski Schmidt'e ve Bonn'daki kriz ekibine telefonla operasyonun başarıyla tamamlandığını bildirdi.
Yarım saat sonra, Alman radyosu Stammheim'daki tutukluların da dinlediği kurtarma operasyonu haberlerini verdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Baader başının arkasından vurulmuş, Ensslin de asılmış olarak hücrelerinde bulundu; Raspe ertesi gün öldü. Yaralanan Irmgard Möller hayatta kaldı ve 1994 yılında salıverildi.
Resmi soruşturmalar bunun planlanmış bir intihar dizisi olduğunu açıkladı ama iddiayı kabul etmeyen teoriler de öne sürüldü. Örneğin Baader'in özellikle birinci kuşak RAF üyeleri için yapılmış yüksek güvenlikli bir hapishaneye silah sokmayı nasıl başardığı tartışıldı. Solak olan Baader kayıtlara göre kendini sağ eliyle vurmuştu ancak ense kökünden giren kurşun alnını delerek dışarı çıkmıştı ki silahı böyle tutarak kendini vurmanın görece zor bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Üstelik bazı kaynaklara göre Baader'in hücresinde ikinci bir kurşun deliği daha bulunması olayı şüpheli hale getiren etkenlerden biridir.[1] Ayrıca kalbinin üzerinde dört bıçak yarasıyla bulunan Möller'in kendine bunu yapması imkânsız değilse bile çok zordu. Stammheim'dan sağ olarak kurtulan tek mahkum olan Möller, hapisanede gerçekleşenlerin bir intihar değil, süikast olduğunu iddia etti.
Resmi olmayan bazı araştırmalar, toplu intiharı açıklamasını reddeder, mahkumların öldürüldüğünü savunur. Stammheim Modeli yüksek güvenlikli hapishanelerde ziyaret alanına girmeden evvel tüm avukatların ceplerini boşaltmaları ve ceketlerini doğrulama için görevliye vermeleri gerekmekteydi. Elle ve metal dedektörüyle aranıyorlardı. Mahkumlar ziyaretten önce ve sonra çırılçıplak soyuluyor kontrolden sonra da kendilerine yeni bir kıyafet veriliyordu.[2] Dahası, hücresinde asılı bulunan Ulrike Meinhof'un cesedi üzerinde İngiliz doktorların yaptığı inceleme, onun öldürüldükten sonra asıldığını söylüyordu.[3] Yapılan otopside Meinhof'un cinsel organında sperm bulunduğu rapor edilmişti.[4]
Buna karşılık diğer bağımsız araştırmalar tutuklu avukatlarının yüksek güvenliğe rağmen içeriye silah ve ekipman sokabildiklerini, bunların hücrelerde kolayca saklanabildiğini ve mahkumların toplu halde intiharının en olası açıklama olduğunu belirtmiştir.
2002 yılında cesedi ailesine teslim edilirken, Meinhof'un kafatasından beyninin alındığı ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının ardından beyin ailesine geri verildi.
Hücresinde ölü bulunanlardan biri olan Gudrun Ensslin avukatına şöyle yazmıştı:
'Eğer benden geriye hiç mektup kalmadıysa ve ölü bulunduysam; süikaste uğramışımdır 19 Ekim 1977'de Schleyer'i kaçıranlar, rehinenin idam edildiğini açıkladılar. 1977 sonbaharındaki olaylar II. Dünya Savaşından bu yana Almanya'nın yaşadığı en büyük illegal, politik vakalardı ve bu nedenle Alman Sonbaharı (Der Deutsche Herbst) olarak adlandırıldı. Heinrich Breloer'in 1997 yılında yayımlanan Ölüm Oyunu adlı iki bölümlük belgeseli Alman Sonbaharını anlatır.
......................................................................................................... 1980'ler ve 1990'larda RAF
Sovyetler Birliği'nin çöküşü sol kanada büyük darbe vurdu ama 1990'larda yapılan saldırıları hâlâ 'RAF' üstleniyordu. Bu saldırılar arasında Ernst Zimmermann adlı bir sanayici; üç kişinin öldüğü Kaiserslautern civarındaki Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'nin Ramstein Hava Üssü'ne yapılan bombalı saldırı; Siemens şirketinin idarecisi Karl-Heinz Beckurts'ün otomobilinin bombalanması ve Almanya dışişleri bakanlığında önemli bir memur olan Gerald von Braunmühl'ün vurulması vardı.
Hükümetin RAF'ı suçladığı pek çok saldırı oldu ama RAF'ın bu saldırılardaki sorumluluğu kanıtlanamadı. 30 Kasım 1989'da Deutsche Bank'ın müdürü Alfred Herrhausen karmaşık bir bombayla öldürüldü. 1 Nisan 1991'de, Doğu Alman devlet ekonomisinin özelleştirilmesinden sorumlu Treuhand hükümetinin başkanı Detlev Karsten Rohwedder vurularak öldürüldü.
1990 yılında Almanya'nın birleşmesinin ardından RAF'ın, Doğu Almanya'nın güvenlik ve istihbarat örgütü Stasi'den mali ve lojistik destek aldığı ortaya çıkarıldı. Bu destekler arasında pek çok RAF üyesine sahte kimlik verilmesi de vardı.
RAF'a karşı son büyük eylem 27 Haziran 1993'te gerçekleşti. Klaus Steinmetz adlı gizli servis ajanı RAF'ın içine sızdı. Sonuç olarak Bad Kleinen'de Birgit Hogefeld ve Wolfgang Grams adlı iki RAF üyesi tutuklandı. Grams ve bir polis, operasyon sırasında öldü. Resmî soruşturma Grams'ın intihar ettiğini söylerken, diğerleri Grams'ın ölümünün polisin ölümünün intikamı olduğunu söyledi.
1992 yılında Alman hükümeti RAF'ın asıl faaliyet alanının artık eski RAF üyelerinin yakalanması olduğunu ortaya çıkardı. Örgütü zayıflatmak için, eğer RAF saldırılarını durdurursa kimi tutukluların serbest bırakılacağını söyledi. RAF 'ilerlemeyi durdurma' kararı aldığını ve hedeflere yapılan saldırılara son vereceğini duyurdu. Son saldırı, görevdeki polislerin etkisiz hale getirilip bombaların yerleştirilmesiyle Weiterstadt'ta yeni yapılan bir hapishaneye gerçekleştirildi. Kimse yaralanmadı ama yaklaşık 50 milyon avronun üzerinde hasar gerçekleşti.
20 Nisan 1998'de Reuters haber ajansına Almanca yazılmış sekiz sayfalık bir mektup gönderildi. RAF'ın logosuyla imzalanmıştı ve grubun dağıldığını ilan ediyordu:
'Vor fast 28 Jahren, am 14. Mai 1970, entstand in einer Befreiungsaktion die RAF. Heute beenden wir dieses Projekt. Die Stadtguerilla in Form der RAF ist nun Geschichte.' ('Yaklaşık 28 yıl önce 14 Mayıs 1970'te RAF bir kurtuluş hareketi başlatmıştı. Bugün bu tasarıyı sona erdiriyoruz. RAF'ın şehir gerillası hareketi artık tarih oldu.')
Avusturalyalı/İngiliz oyun yazarı Van Badham'ın oyunu Kara Eller / Ölü Bölge (Black Hands / Dead Section) kilit önemdeki RAF üyelerinin eylemlerini ve yaşamlarını anlatan bir kurgudur. Qeensland premier'nin 2005 edebiyat ödülünü kazanmıştır. 1997 Nobel ödülü sahibi İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun Yarın Olacak ve Ben Ulrike, Bağırıyorum adlı tek kişilik kısa oyunları da sırasıyla RAF üyeleri Möller ve Meinhof'un Stammheim'daki hücrelerinde öldürüldüklerini anlatır:
'Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, avukatlarımı engellemenizi görür gibiyim... Hayır, Ulrike Meinhof'u göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse izleyemez. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararını verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda asılma izi yok... Boynunda hiçbir morarma lekesi yok... Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... Öteye gidin, dönün, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınıza, her katile özgü bu klasik aptallığınıza gülmemizi asla yasaklayamazsınız.' (Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)
RAF'ın ismi Japon paramiliter grup Japon Kızıl Ordusu'undan esinlenilmişti. Genellikle İngilizceye Kızıl Ordu Grubu ya da Partizanı olarak çevrilmekle birlikte aslında grubun kurucuları, komünist işçi hareketinin içinde yer alan, onun bir parçası olan bir militan grup olarak görmekteydiler. Yani örgüt üyeleri, fraksiyon terimini bir politik oluşum içindeki hizipleşme anlamında değil, bir bütünün parçası olmak anlamında kullanmışlardı. 'Fraktion' terimi geniş, uluslararası Marksist mücadele yürüten solcu örgütleri tanımlamak için de kullanılmaktadır.
Tarih Yer Eylem Ayrıntılar 11 Mayıs 1972 Frankfurt am Main Birleşik Devletler kışlalarının bombalanması 1 ölü, 13 yaralı 12 Mayıs 1972 Augsburg ve Münih Augsburg'daki polis karakolunun ve Münih'teki Bavarian Devlet Suç İstihbarat Ajansı'nın bombalanması 5 polis memuru yaralandı. İddiaya göre sanık Tommy Weissbecker'di. 16 Mayıs 1972 Karlsruhe Federal yargıç Buddenberg'in arabasının bombalanması. Otomobili kullanan karısı yaralandı. İddiaya göre sanık Manfred Grashof idi. 19 Mayıs 1972 Hamburg Axel Springer Verlag'ın bombalanması 17 yaralı. Ilse Stachowiak bombalama olayına karışanlardan biriydi. 24 Mayıs 1972 Heidelberg Askeri İstihbarat G2 karargâhının dışına, Avrupa'daki Birleşik Devletler ordusunun karargâhına bomba konulması 3 ölü (Ronald Woodward, Charles Peck ve Albay Clyde Bonner) , 5 yaralı. İddiaya göre 15 Haziran komandosunca, Irmgard Moeller tarafından öldürülen Petra Schelm'in anısına gerçekleştirilmişti. 24 Nisan 1975 Stokholm 1975 Batı Almanya büyükelçiliğine baskın, Andreas von Mirbach ve Dr. Heinz Hillegaart'ın öldürülmesi 4 ölü, bunların ikisi RAF üyesiydi 7 Nisan 1977 Karlsruhe Federal savcı-generali Siegfried Buback'in öldürülmesi Şoför ve bir yolcu öldürüldü. İddiaya göre sanık Ulrike Meinhof'tu. 30 Temmuz 1977 Oberursel (Taunus) Dresdner Bank'ın müdürü Jürgen Ponto başarısız kaçırma girişimi sırasında evinde vurularak öldürüldü. 1977 Palma de Mallorca resp. Mogadishu, Somalia Uçak kaçırma, Lufthansa uçağı Alman Sonbaharı'nın parçası olan olaylardan biri olarak 1977 sonbaharında kaçırıldı. 3 hava korsanı öldürüldü, olay Alman GSG 9 komandoları tarafından Operation Feuerzauber operasyonu ile sona erdirildi. 5 Eylül 1977 18 Ekim 1977 Köln resp. Mulhouse Alman İşçileri Örgütü başkanı Hanns-Martin Schleyer kaçırıldı ve vurularak öldürüldü 3 polis memuru ve şoför öldürüldü 25 Haziran 1979 Mons, Belçika NATO Müttefik Komutanı Alexander Haig bir suikast girişiminden kurtuldu 9 Temmuz 1986 Straßlach (Münih yakınlarında) Siemens müdürü Karl Heinz Beckurts ve şoförü Eckhard Groppler vuruldu. 30 Kasım 1989 Bad Homburg v. d. Höhe Bankacı Alfred Herrhausen'e bombalı saldırı Dava çözülemedi. 1 Nisan 1991 Düsseldorf Doğu Almanya hükümeti başbakanı Detlev Karsten Rohwedder'in evinde vurulması Dava çözülemedi. 27 Mart 1993 Weiterstadt Yapılmakta olan bir hapishanenin inşaat alanına bombalı saldırı. Dava çözülemedi. Ölü ya da yaralı yok. 123 milyon Marklık (50 milyon avronun üzerinde) hasar.
1960-1980 yılları arasında yüzden fazla Alman, anti-kapitalist mücadele için örgütlere girdi. Bu örgütlerin yüzlerce destekçisi ve sempatizanı vardı. J2M ve SPK gibi örgütler RAF ile yakından ilişkiliydi hatta kimi zaman bu örgütler beraber eylemler düzenledi. (Örn. 1975'te Batı Almanya büyükelçiliğine baskın) . RAF'ın etkisi gittikçe büyüdü ve örgütün ikinci ve üçüncü 'kuşak' denilebilecek üyeleri oldu.
Önde gelen RAF üyeleri:
Andreas Baader Gudrun Ensslin Ulrike Meinhof Holger Meins Jan Carl Raspe Horst Mahler Irmgard Moeller Brigitte Mohnhaupt Christian Klar
Evrim teorisi'ni daha iyi anlayabilmek için öncelikle bazı temel kavramları ve özellikle bilim, teori, hipotez gibi sözcüklerin anlamlarını bilmek faydalı olacaktır.
Bilim, gözlenebilir olguları betimleme, olgular ve olgular arasındaki ilişkileri açıklayarak genel ilkelere varma ve bu genel ilkeleri ve genellemeleri tekrar olgulara dönerek test etme, yani dogrulama ve yanlışlama sürecidir. O halde bilimin gerçek amacı, duyumlar ve algılar yolu ile düşünceye ulaşmadır. Daha sonra da duyumlar ve algılar yolu ile elde edilen düşünceler sayesinde nesnel şeylerin ve olguların iç çelişmelerini, çeşitli süreçlerin iç ve dış ilişki ve baglantıları anlayacak, yavaş yavaş ve derece derece bütünsel bilgiye varacaktır.
Bilimler alanları, yöntemleri ve sonuçları açısından öncelikle iki grupta toplanırlar:
A. Formel Bilimler (Aksiyomatik bilimler - Normatif bilimler - İdeal bilimler – Disiplinler / Matematik, Geometri, Mantık)
Konuları; insan zihninin doğadan soyutlayarak oluşturduğu ideal, soyut kavramlardır. (Sayılar, geometrik şekiller, akıl ilkeleri vb) Bu nedenle deney yöntemini kullanmazlar. Belli bir kabul edişten (aksiyom) yola çıkarak; bu genel doğrudan özel sonuçlar çıkaran bilimlerdir. Tümevarım (dedüksiyon) olarak adlandırılan bu akıl yürütme; doğru kabul edişe göre kesinlik kazanır. Ancak aksiyomlar, yani kabul edişler, farklı olursa bu kez varılan sonuçlar da farklı olacaktır. Örneğin Okildes’ten bu yana kabul edilen ve düzlem koşullarında geçerli olan geometri doğruları; bir başka sistem olan uzay geometri için geçerli değildir. Kısaca Formel bilimlerin doğrusu kabul ediş sınırları içinde kesinlik taşırlar. Başka bir kabul ediş sistemi ise yine kendi içinde kesinlik taşımaktadır.
Bu açıdan bakıldığında; formel bilimler kendi sistemleri içinde doğruluk ve kesinlik taşımaktadır. Ama bu onların önemini azaltmaz. Çünkü ancak formel bilimlerin ölçüler ve tutarlık konusunda vardığı noktadan sonra diğer bilimler mümkün olabilmiştir. Bir başka deyişle formel bilimler diğer bilimlerin olması için gerekli ve zorunludurlar.
Formel bilimler pozitif bilimlerin dilidir. Pozitif bilimlerin özünü oluşturan ölçü ancak matematik bilimleri ile mümkündür. Yine bilgilerin kendi içinde tutarlılığı ve sonuçların dile getirilişleri ile doğruluğunun denetlenmesi ancak mantıkla mümkündür.
B. Pozitif (Olgusal) Bilimler
Konuları sınırları önceden belirlenmiş olan somut varlık alanlarıdır. Evrenin belli özellikleri olan bir bölümünü ele alan bu gruptaki bilimler, soyut kavramlar üzerine araştırma yapmazlar. Deneylenemeyen konuları ele almazlar. Konuları içine giren somut varlık alanlarını incelerken genellikle tümevarım (endüksiyon) yöntemini kullanırlar. Tekil doğrulardan yola çıkarak, genel doğrulara ulaşmaya çalışırlar. Ancak pozitif bilimler bazen (özellikle de insan söz konusu olunca) bilinenden bir tek gerçeklikten yola çıkarak ona benzer olan durum için yargıya varırlar. Yani benzerliklerden hareketle akıl yürütürler. Bu yöntem benzeşim (analoji/andırım) olarak adlandırılır.
Tümevarım ve andırım yöntemi ile elde edilen doğru bilgilerden sonradır ki pozitif bilimler, alanları içinde bir genellemeye varırlarsa; bundan sonra tek olaylar için dedüksiyon yöntemini uygularlar. Tüm pozitif bilimlerde konularının gerektirdiği farklı özellikleri dikkate almazsak aynı yöntem kullanılır. Bu yöntem deneysel yöntemdir ve dört ana aşamadan oluşur.
1. Varsayım (Hipotez) : Ele alınan konuya ilişkin geçici açıklamalardır. Bu aşamada ileri sürülen sav henüz kanıtlanması gereken bir tezdir.
2. Betimleme: Konunun özelliklerine uygun olarak doğal koşulları içinde izlenmesi, araştırılması, ölçümlenmesi ve nedenlerinin araştırılarak betimlenmesi aşamasıdır.
3. Deneyleme: İncelenen olayın, doğal durumundan soyutlanarak; laboratuarda, yapay koşullarda ve bilimcinin denetiminde yinelenerek, etkenlerin ve bunların neden olduğu değişmelerin saptanması aşamasıdır.
4. Sonuç: Yapılan çalışmalardan sonra o konuya ilişkin doğru bilgilerin derlenmesi ve açıklanmasıdır. Bu aşamada iki farklı sonuç çıkabilir.
a. Kuram (teori) : Henüz tüm deney ve araştırmaların yapılamadığı veya yapılamayacağı durumlarda, ancak hiçbir yanlış örneğin de bulunmadığı sonuçlardır. İzafiyet, kuantum teorilerinde olduğu gibi
b. Yasa (kanun) : İncelen konuya ilişkin tüm deneylerin yapıldığı ve çalışmalar sonunda kesin sonuçların alındığı varılan bilgilerdir. Yerçekimi yasası gibi.
Pozitif bilimler ele alıp inceledikleri varlık alanının özelliklerine göre bu temel yöntemi kendi özellerine göre kullanırlar. Bazı bilimlerde laboratuar olanakları sınırlı hatta olanaksız olunca, betimleme çalışmalarına daha da fazla özen gösterilir. Yine bazı bilimlerde bir insan ömrü deneyleri tamamlamaya yetmemektedir. İşte bu gibi durumlarda; her bilim kendi koşullarına göre ana çizgiden sapmadan yeni teknikler geliştirerek deneysel yöntemi kullanırlar.
Konuların özellikleri yalnızca yöntemi etkilemekle kalmamakta, giderek tüm bir bilime farklı özellikler kazandırmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında pozitif bilimler de kendi içlerinde sınıflara ayrılmaktadır.
i) Doğa Bilimleri: Konusu cansız ve canlı doğa (everen) olan bilimlerdir. Cansız doğa bilimleri konuları gereği daha kesin ve değişmeyen bilgilere daha da kolay olarak ulaşabilirler. Çünkü cansız doğa hemen hemen hiç değişmemektedir. Böyle olunca hem incelemek kolay olmakta hemen de varılan sonuçlar çok daha uzun zaman doğru kalabilmektedir. Örneğin Arşimet’in bundan iki bin beş yüz yıl önce bulduğu sıvıların kaldırma gücü yasası bu gün hala geçerliliğini korumaktadır. Astronomi, fizik, jeoloji ve kimya bu bilimlerin başında yer almaktadırlar.
Ancak aynı kesinlikte ve uzun süreler doğru kalan bilgilere canlı doğa bilimlerinde rastlamak olanaklı değildir. Çünkü canlı doğa sürekli bir değişim içindedir. Ve dahası canlılar basamağının üst sıralarına çıkıldığında her canlı türünün zaman içindeki değişiminin yanı sıra bireyler arasında farklılıklar da gündeme gelmektedir. Tüm bunlar canlı doğa bilimlerinin hem araştırmalarını zorlaştırmakta hem de sonuçlarını tartışılabilir kılmaktadır. Ayrıca doğru bilgilerde zaman içinde doğruluklarını yitirmektedir. Bu durumda canlı doğa bilimlerinin temel görevi konuları içindeki değişimleri saptamak ve evrim sürecini açıklamak olmaktadır.
ii) İnsan Bilimleri: Konusu insan olan bilimler canlı doğa bilimlerinin tüm zorluklarını taşımaktan öte; ayrıca insanın özelliği gereği iki temel zorlukla karşı karşıyadırlar. İnsan her canlı gibi değişir. Ama onun kişilik özellikleri öylesine gelişmiş ve bireyselleşmiştir ki insan bilimleri bu nedenle neredeyse genelleme yapamaz duruma düşmektedirler.
Yine insanın yaşadığı bir başka değişim süreci de diğer hiçbir varlıkta görülmeyen toplumsal olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Hatta bu alanda değişim iki boyutludur. Toplumsal yanıyla insan yalnızca zaman içinde değişmemekte aynı zamanda farklı toplumlarda farklı özellikler de taşımaktadır. İşte bu üç boyutlu değişim süreçleri insan bilimlerini daha dikkatli ve özenli olmaya zorlanmaktadır. Tüm bunlara bir de laboratuar olanaksızlıklarını eklersek; insan bilimlerinin niçin 19. yy.la kadar beklemek zorunda kaldıklarını daha kolay anlarız.
Sosyal Darvinizm, Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında sosyal evrime neden olduğu kuramıdır.
Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı ve evrimin temel taşı olarak yorumlanan ilk kitabından uzunca bir süre sonra “İnsanın Türeyişi” adlı eserinde insan ve diğer memeliler arasında fiziksel ve fizyolojik açılardan temelde farklılıklar olmadığını savunmakla beraber, benzerliklerin insanın kültürel ve ahlaki yaşamı için de geçerli olduğunu da belirtmişti. Yani ahlak, zeka, yardımseverlik, yurtseverlik vs yi de biyolojik yapı gibi kalıtımın parçası olarak görmüştü. İşte bu husus sonradan Darwin’in haksız olarak suçlanmasına, fikirlerinin yozlaştırılmasında önemli nokta oluşturulmasına yol açmıştır. Çünkü Darwin’in ve bazı Darwin’cilerin toplumsal olay ve olguları “en güçlünün yaşaması” ilkesi içinde yorumlama girişimi insanlığa karşı suçlardan birisi için bilimsel kılıf oluşturmuştur. “Sosyal Darvincilik” adı verilen bu akım “madem ki en güçlülerin yaşaması doğa yasasıdır, o halde zayıflar ortadan kaldırılmalıdır” görüşüyle tarihteki en utanç verici sayfalardan birini oluşturmuştur. Ancak elbette Darwin ırkçılık, kölecilik, soykırımdan yana değildir. Onun Beagle Gezisi notları baştan sona insan topluluklarına değer veren, hoşgörülü bakışlarıyla doludur. Esasen bazı tarihçiler Darwin’in “İnsan’ın Türeyişi” ve daha sonra da “Cinsiyete göre Seçilim” adlı eserlerinde kendisini yukarda belirtilen anlamda Sosyal Darvinizm’den uzak tuttuğunu kaydederler. Ancak Darwin’i karalamaktan ısrar edenler bu görüşü de ona mal etmekte direnirler.
Sosyal Darvinizm Darwin’in adını taşımasına rağmen esas olarak kuramı ilk geliştirenler Herbert Spencer, Thomas Malthus, Francis Galton gibi başkaları olmuştur. Sosyal Darvinizm terimi ilk defa 1879’da Oscar Scmidth tarafından “Popüler Bilim” dergisindeki bir makalede kullanılmakla beraber 2. Dünya Savaşı sırasında (1944) Amerikalı tarihçi Richard Hofstadter’in “Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darvinizm” adlı kitabından sonra gündemden düşmemiştir. Sosyal Darvinizm’in diğer sosyal değişiklik kuramlarından farkı, değişikliğin biyolojik alandan sosyal alana aktarılmasında yatar. Bununla beraber konunun ilginçliği pek çok felsefi tartışmaya ve araştırmaya neden olmuştur.
Etik bir kuram olarak Sosyal Darvinizm’in babası sayılabilecek Herbert Spencer, Darwin ile çağdaştı ve Darwin kuramını yayınlamadan önce de “güç doğruyu yapar” cinsi makaleler yayımlıyordu. (Hatta “Gelişme: Yasası ve Nedenleri” adlı kitabı, Darvin’in “Türlerin Kökeni’nden 2 yıl önce basılmıştı) . Spencer, Darvinci fikirleri kendi etik kuramına hemen uyarlamıştır. Darwin'in uyarlanma (adaptation) kavramını, zengin ve güçlülerin zamanın sosyal ve ekonomik ortamına en iyi uyarlandığı savı için, ve doğal seçilim kavramını ise güçlülerin, zayıfların harcanması uğruna idamesini uygun, normal ve doğal bulduğu tartışması için kullanmıştı. Bununla da kalmamış, “en uyumlu olanın idamesi”nin doğal olması yanında, ahlaki olduğunu da savlamıştı. Hatta bazı aşırı Sosyal Darvinciler, insanın kendinden daha zayıf birisine yardım etmesinin ahlaken yanlış olacağını, çünkü temelde uyumsuz olan birinin idamesini ve olası üremesini teşvik etme anlamına geldiğini savlamışlardır.
Tabii, işin felsefi yanında çok değişik yorumlar vardır. Örneğin H.Spencer toplumun, bireylerin artan özgürlüğü yönünde evrildiğine inanıyor, dolayısıyla devletin sosyal ve politik alana müdahalesinin en aza indirilmesini istiyordu. Buna karşılık, sosyal reformcular da çeşitli sosyal kuralların konulması ve devletin daha güçlü rolünü savunmak için Darvinizm’i kullandılar. Bu hareket “Reform Darvinizm” olarak adlandırılmıştır. Onlar da insanların değişen şartlara uyarlanmaları için yeni fikir ve kurumlara ihtiyacı olduğunu öngörüyorlardı.
Bazı reformcular da evrim ilkelerini cinsel ve ırkçı fikirleri haklı çıkarmak üzere kullanmışlardır. Bunların en aşırıları da “öjenik”ler olmuştur. (Sir Francis Galton tarafından 1881’de Yunanca eugenav – iyi-doğmuş anlamında – kelimesinden türetilen (eugenics) bir terim) . Bunlar belli ırk veya sosyal grupların (genellikle zengin Anglo-Sakson’ların) “doğal olarak” başka gruplardan üstün olduklarını savlamış, suçlu ve akıl hastaları gibi uyumsuzların üremelerinin sınırlandırılması, ırklar arasında evliliğin yasaklanması yoluyla insan kalıtımının kontrol altına alınmasını önermişlerdi. Francis Galton zamanında genetik bilimi henüz bilinmiyordu. Bununla beraber Darvin kuramı türlerin doğal seçilimle değiştiğini göstermişti. Dahası, suni olarak da bazı özellikleri güçlü olan hayvan ve bitki yetiştirilmesi de yapılıyordu. Galton, “aynı şekilde insan ırkı da geliştirilmez miydi” diye merak etmişti.
Sosyal Darvinizm, bu gün ahlaki değerini şüpheli olarak nitelediğimiz çok sayıda eylemi mazur göstermekte kullanıldı. Sömürgecilik doğal ve kaçınılmaz görülüyordu. Yerliler zayıf ve idame edemeyecek kadar uyumsuz bulunuyor ve Sosyal Darvinci etik tarafından mazur gösterilerek topraklarına, kaynaklarına el konulması normal algılanıyordu. Askerlik alanında ise en güçlü ordunun kazanacağı ve dolayısıyla en uyumlu olacağı, kaybedenin ise doğal olarak uyumsuz olduğu kabul ediliyordu. Sonunda bu etik olarak insanlıktan uzak sömürgeci hükümetlerin tebasına karşı baskıcı taktikler uygulamasına onay vermeye kadar gitti.
Sosyal bağlamda ise Sosyal Darvinizm, kapitalizmin işçilere uzun saatlerde ezici iş karşılığında kuruşla ödeme yapılan daha yoz şekillerini ve büyük iş çevrelerinin işçi sendikaları gibi kurumları tanımamasını mazur göstermekte kullanıldı. Zenginlerin fakirlere veya daha az talihlilere bağışta bulunmasına gerek olmadığını, çünkü bunların nasıl olsa daha az uyumlu olduğunu ima ediyordu. Onların beslenmesi ve barındırılması, sadece onların idame etmesine ve uyumsuzluklarının çocuklarına aktarılmasına yarıyordu. Bu, nesilden nesile aktarıldıkça toplum uyumsuzlardan kurtulamıyordu.
Diğer taraftan 20. yüzyılın başından itibaren yaklaşık 30 sene süresince öjenik en parlak devrini yaşamıştır. Sosyal önyargı insan genetiği üzerinde yayılmış ve genellikle ırk ve sınıf üzerindeki sosyal farklılıkları genetiğe atfetmiştir. Bu sırada ABD’de 24 eyalette kısırlaşma yasaları yürürlüğe konmuş, kongre bazı ülkelerden göçü yasaklamıştır. Daha sonra Sosyal Darvinizm Naziler tarafından da kendi öjenik programları için kullanılmıştır.
2. Dünya savaşı sonrasında biyologlar insan genetiğini bu cins sapmalardan kurtararak insan kalıtımının karmaşıklığını açıklayan güvenilir bir bilim dalı yapmak için epey uğraştılar. Son 50 yılda molekül genetiği ile hastalık ve diğer şartlarda bulaşmış binlerce insan geni belirlenmiş, inceleyip çözümlenmiştir. Bu çalışmalar 1980’lerden itibaren İnsan Genom Projesi ile hızlanmış ve 2001’de insan genomundaki ilk tam DNA dizisinin taslağı ile sonuçlanmıştır. Uzun vadede insan genetik bilgisinin pek çok hastalık için tedavi ve terapiye yol açacağı şüphesizdir. Ancak gen terapisi, embriyo seçilimi ve sperm mühendisliği gibi tekniklerin insan geninin manipüle edilmesinin araçları olup insani ve eşitlikçi değer yargılarını hedef almasından endişe edilmektedir.
Sosyal Darvinizm’in felsefi problemi, bir temel kuram olarak gayet göz korkutucu ve kendini yıkıcı olmasındadır. Bunlar öncelikle doğal olanın ahlaken de doğru olacağı önermesini yapması, sonra da mevcut durumu bir mecburiyet durumuna çevirmek gibi bir doğallık yanlışlığına düşmesidir.
Görüldüğü gibi gerçekte Sosyal Darvinizm ile Darvinizm’in adı ve Sosyal Darvinciler tarafından yanlış uygulaması yapılan birkaç kavram dışında bir ortak noktası yoktur. Ancak Bilimsel bir kuram olan Darvinizm, etik bir kuram olan Sosyal Darvinizm ile karıştırılması yüzünden olumsuz tepki almaya devam ediyor. Bu karıştırmayı özellikle yaratılış taraftarları evrim ve Charles Darwin’i kamu karşısında gözden düşürmek üzere ırkçı, emperyalist ve öjenik göstermeye çalışarak kullanıyorlar.
Kaynakça:
What Darwin Really Said – Benjamin Farrington http://en.wikipedia.org/wiki/Social_Darwinism http://library.thinkquest.org/C004367/eh4.shtml http://encarta.msn.com/encyclopedia_761579584/Social_Darwinism.html http://www.fordham.edu/halsall/mod/spencer-darwin.html http://www.pbs.org/wgbh/evolution/darwin/nameof/index.
Pir Sultan Kalender Şah'ın Huzurunda Özünü Dâra Çekiyor
Pir Sultan Abdal'ın, 1514 Çaldıran felaketi öncesi tek güvendiği ve peşinden koştuğu Şah, Şah İsmail Hatayi idi. Kendilerini ancak, 13-14 yıl önce Anadolu Alevi Türkmen boylarının yardımıyla Safevi Devletini kuran Şah İsmail kurtarabilirdi. “Urum'da (Anadolu'da) ağlayan sefilleri, o şad eder (sevindirir) ” ve güldürebilirdi.
Hak'tan inayet olursa
Şah Urum'a gele birgün
Gazada bu Zülfikar'ı
Kâfirlere çala birgün
Hep devşire gele iller Şah'a köle ola kullar Rum'da ağlayan sefiller Şad ola da güle bir gün Çeke sancağı götüre Şah İstanbul'da otura
Firenk'ten yesir getire
Horasan'a sala bir gün
Gülü Şah'ın doğdu deyü Bol ırahmet yağdı deyü Kutlu günler doğdu deyü Şu alem şad ola birgün Mehdi Dede'm gelse gerek Ali divan kursa gerek
Haksızları kırsa gerek
İntikamın alsa gerek
Pir Sultan’ın işi ahtır İntizarım güzel Şah'tır Mülk iyesi padişahtır Mülke sahip ola bir gün Bizzat nasip aldığı Piri Balım Sultan'ın o dönemdeki anlaşmacı gördüğü tavrından olacak, “Hacı Bektaş evladını günahkar görüp” Şah İsmail'e sıkıca bağlı görünüyor. Fakat, Çaldıran yenilgisi ve büyük Kızılbaş kırımının ardından Pir Sultan Abdal'ın bütün gücüyle Hacı Bektaş Dergâh'ına sarıldığını anlıyoruz. Pir Sultan'ın Çaldıran öncesi ve sonrası yapılan kırımdan kurtulması, Divriği-Arapkir-Kemaliye ilçelerinin ortak otlağı olan Sarı Çiçek Yaylası'nda Koca Haydar adıyla bir zaman gizlenmiş olmasına bağlanabilir. (Bkz. Cahit Öztelli: Pir Sultan Abdal, s. 30-31)
Yine Sarı Çiçek Yaylası'na çok yakın, Arapkir ilçesinin sınırları içerisinde bulunan Onar köyündeki Şeyh Hasan Oner türbesi ve zaviyesini ziyaret ettiği ve orada konukladığını belirleyen bir nefesi günümüze gelmiştir. Bu nefeste Şeyh Hasan'a yalvarmakta, “zulümat (karanlık) içinde ve darda bulunduklarını” açıklayarak, evliyadan “imdat! ” istemektedir. Aşağıya aldığımız uzun şiirinde, Pirini arayan Kul Himmet'in de yardım dilediği; 1204-5’de Bağdad halifesi Nasir tarafından Anadolu’da üst düzey Ahiliği kurmak, yani Selçuklu Sultanına Fütüvvet kuşağı bağlamak ve şalvarı giydirmek için gönderilen büyük Şeyhler arasında bulunan ve 1220’lerde ise bu bölgeye yerleşen Şeyh Hasan Onar, Bayad Türkmenlerindendir. Ve adı geçen köyde bir zaviye kurarak bölgeyi yurt tutan bir Şeyh-Beg olduğu bilinmektedir. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz: Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner. İstanbul 1983; İsmail Onarlı: Şeyh Hasan Aşireti-Anayurttan Anadolu’ya. İstanbul 2001 ve İsmail Kaygusuz’un aynı kitaba yazdığı “Şeyh Hasan, Bölgesinin Ulu Evliyasıdır” başlıklı tanıtım yazısı) Köyün yaşlıları ve Dede’lerinden derlediğimiz nefes şöyledir:
Bir gececik mihman oldum Onar'a
Aman Onar Dede sen imdat eyle
Özümü bağladım ol nazlı Pir'e
Aman Onar Dede sen imdat eyle
Adın Şeyh Hasan'dır hem derik Oner Elbet er olanda bulunur hüner Adını işiden secdeye iner Aman Onar Dede sen imdat eyle Kimimiz dardadır kimimiz yolda Kimi zulümatta kandadır kanda
Tut elimiz' koyma bizi dar günde
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
Dört duvar üstüne binasın' kuran Mahrum kalmaz eşiğine yüz süren Horasan elinden azmedip gelen Yetiş Onar Dede sen imdat eyle Kalkıp Horasan'dan sökün edensin Urum diyarını mekân tutansın
Çağıranın imdadına yetensin
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
Pir Sultan'ım düşmüş dürür cüdaya (cüda: ayrı, ayrılmış) Halim' arzedeyim Bar-i Hüda'ya (Bari: yaratıcı) Canım kurban olsun Onar Dede'ye Yetiş Onar Dede sen imdat eyle 1516 ya da 1518 yılında Balım Sultan'ın ölümüyle Mürşid postuna oturmuş olan Kalender Şah'ın kişiliğinde Alevi-Bektaşi halk yığınları liderini bulmuştur. Kalender Şah'ın yukarıda aktardığımız şiirinde görüldüğü gibi, Şah İsmail Hatayi'nin de bir bakıma buna onayı vardır. Pir Sultan, aşağıdaki nefeste Kalender Şah'a seslenmektedir. “Aman mürvet” diyerek onun kapısına gelmiş, Pir'inin huzurunda özünü dâr'a çekmiş, hatalarını bir bir saymaktadır. Kendini düşkün görüp, Pir'ine yalvarmaktadır. Hatta vaktiyle “Hacı Bektaş oğlunu (Balım Sultan kastediliyor olmalı) günahkar” görüp (Dergâh'tan) uzaklaşmasından dolayı kendi kendine “yüzü kara” (iftiracı) nitelemesini yakıştırmaktan bile çekinmiyor. Pir Sultan Abdal, Pir Meydanı'nda özü dârda, müthiş bir özeleştiri vermektedir:
Zahir batın On'ki İmam aşkına
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Pirim nazar eyle şu ben düşküne
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Bakmaz mısın cesedimin nârına Elim ermez oldu cihan kârına Yüzüm yerde geldim durdum dârına Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim Hacı Bektaş oğlun günahkar gördüm Aradım isyanımı özümde buldum
Yüzümün karasın elime aldım
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Erenler yolundan bir taş kaldırdım Gönül bahçesinde gülün soldurdum Bugün eksikliğim nefsi öldürdüm Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim Pir Sultan’ım eydür karşımda durma
Gidip münkirlerle yol erkân kurma
Alnımın karasın yüzüme vurma
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan Abdal kendini Şah'ına, yani Piri Kalender Sultan'a bağışlattırdıktan sonra, nefeslerini, düvazlarını en etkin propaganda silahı olarak kullanmaya başlamıştır. Sazı elinde sözü dilinde dağlar aşmakta, ülkeyi köy köy, oba oba dolaşmaktadır. Artık Kalender; Şah'tır, Sultan'dır, Hacı Bektaş ve dört gözle beklediği Ali'dir O. Onun kişiliğinde Hacı Bektaş Veli'yi gördüğünü Pir Sultan Abdal şöyle dile getirir:
Kuş olup güvercin donunu geyen
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
Mucizatın cümle aleme bildiren
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
(...)
Pir Sultan Abdal’ın cisminde cansın
Gönlümün evinde kurulu hansın
Urum'un içinde sen bir Sultan’sın
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
Kalender Şah’ın kurtarıcı lider olarak gelmekte olduğunu bildirirken, çekimser duranlara ve korkanlara güven veriyor. Onları bıkmadan-usanmadan, toparlanıp ayaklanmaya çağırıyor:
Şah'ının ve evlatlarının, yani Alevi-Bektaşi halk yığınlarının maddi-manevi gücünü açıklama gereği duyup, çatlak sesleri susturma yollarına da başvuruyor:
Arkası yok deme Şah'ım (ın) oğlunun
Zahirde batında yüzbin er vardır
Ondört masum ile Oniki İmam
Yanınca Muhammed'le Ali vardır
Önümüzce Rabbim sözüm pişirir Yaramaz sofular Şah'ı şaşırır Dervişler ar'oldu çiçek devşirir Arının gömecinde balı vardır Oddan kılıçtan keskindir gülbengi Kırmızıdır donu hem aldır rengi
Renginde dürüm dürüm alı vardır
(...)
Pir Sultan'ım der ki vaktın beklesin
İkrarını mümin olan haklasın
Arif olan kalb evine saklasın
Erenlerin çok gizli yolu vardır
Pir Sultan Abdal “el-gün arasına düşmüş”, toplu halde “köpüklenmiş sel gibi aşıp giderlerken” biraz kuşkulu, ama büyük umutlar içinde Şah'ın yollarındadır.
“Engürü dağından” çok ötelerde değildir, Dergâh ve başındaki Pir Kalender Şah. Dolayısıyla toprağını, yurdunu en güzel, en içten duygularla tanımlamış olduğu aşağıdaki şiirine “birçok kimse ile birlikte Pir Sultan'ın İran'a, Şah'a giderken söylediği” yorumunu yapmak gerekmiyor. Engürü dağından (Ankara yöresinden) İran Şahı'nın yolu mu sorulur? (Bkz. C. Öztelli, agy, s. 67, dipnot 2) Ayrıca, şiirin içine, İran tahtında birincisi 1587 yılından sonra görünen “Ala dağ ardındaki Şah Abbas” ifadesi çok sonradan girmiştir. Aşağıda görüleceği gibi söz konusu dörtlük, Pir Sultan Abdal'ın nefesinin genel havasına da kesinlikle uymamaktadır.
Engürü dağından bir yol azıttım
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Sarardı gül benzim döndü aynaya
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Nice pınarım var dolar eksilir Ardıç dallarına gök tekeler asılır Gırcılı boran tutmuş beller kesilir Acap Şah'a giden yollar bu m'ola Merdindendir deli gönlüm merdinden Ala Dağ ardından Şah Abbas yurdundan
Kanlı yaş akıttım Şah'ın derdinden
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Nice pınarım var üstü bovalı (bentli) Taşı kimyalı da toprağı dualı Kayalarımız var şahin yuvalı Acap Şah'a giden yollar bu m'ola Pir Sultan Abdal'ım coşup giderim El-gün arasına düşüp giderim
Köpüklenmiş selim taşıp giderim
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Pir Sultan Abdal'ın “Şah'a gider ben bir bezirgân gördüm” diye başlayan nefesinde “bezirgân” ve “katar” birer simgedir bizce. Üstü örtülü olarak, bezirgân, Kalender Şah'ın yükselttiği isyan katarına çağrıdır. Kendisi de artık o katarın ayrılmaz eridir. Çünkü bu katar “hemen hakikatın yolunu tutmuştur. ” “Ona hizmet eden ancak Dergâh'a yeter”. Ayrıca “Bezirgân yükünü Yemen'den tutmuş” betimlemesi, Kanuni döneminde Osmanlı'ya Yemen'in iç kısımlarını kaybettiren Zeydi ayaklanmalarını anımsatmakta ve çok gezmiş olan Pir Sultan'ın oralara kadar uzanmış olduğunu düşündürmektedir. Katar çok güçlüdür; ona kâretmez Osmanlı haramisi. Şu dünyada çekilen vefasızlıktan kurtulmak için tek fırsat, bezirgânın katarına girmektir.
Şah'a gider ben bir bezirgân gördüm
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Hemen tutmuş hakikatin yolunu
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Bezirgân yükünü Yemenden tutmuş Ona hizmet eden Dergâh'a yetmiş (...) Bezirgânın yükü lal ile gevher
Ona kâr mı kılar harami safder
(...)
Şu yalan dünyada ne bulduk vefa
Fırsat elde iken giregör safa
(...)
Pir Sultan Abdal'ım âşıkı çoklar
Hiç kardaş bulmamış kend'özün saklar
Korktuğumuz yerden yaradan saklar
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Artık zamanı gelmiştir. Kalender Şah Ali'liğini göstermelidir ki “Ali kim olduğu bilinsin”.
O Şah'ına, yukarıdaki nefeslerinde görüldüğü gibi hem “Ali” hem “Hacı Bektaş” diyordu. Erenler evliyalar serçeşmesi Hacı Bektaş Veli ise, torunlarından Kalender Şah da serçeşmedir. Şu halde “kendini teslim et bu ser çeşmeye” diyor Pir Sultan.
Ama onun asıl istediği, tüm Anadolu Alevileri ve de ezilen halklar adına dileği “Hazreti Ali'nin devrinin yürümesi ve yeryüzünü kızıl taçların bürüyerek İstanbul şehrinin alınmasıdır”.
Hazreti Ali'nin devri yürüye
Ali kim olduğu bilinmelidir
Alay alay gelen gaziler ile
İmamların öcü alınmalıdır
Kendini teslim et bu Serçeşme'ye Er odur ki birisinden şaşmaya Bin gaziye bir münafık düşmeye Din aşkına kılıç çalınmalıdır Çağırırlar filan oğlu filana Kılıcı arştadır doğru gelene
Ne itibar yezit kavli yalana
Ya ser verip ya ser alınmalıdır
Yeryüzünde kızıl taçlar bürüye Münafık olanın bağrı eriye Sahib-i zamanın emri yürüye Mehdi kim olduğu bilinmelidir Pir Sultan Abdal’ım ey Dede Dehman Kendini çevir de andan gel heman
İstanbul şehrinde ol sahib-zaman
Tac ü Devlet ile salınmalıdır
Pir Sultan Abdal'ın 'Dede Dehman, Dehmen'ı (doğrusu Dih-man-İ. K.) hakkında C. Öztelli'nin P. N. Boratav'dan kaynaklanarak yazdığı “Dede Dehmen, Şah Tahmasb'ın adıdır” (C. Öztelli, agy, s. 139) yorumu bizce burada uygun değildir. Bu, Pir Sultan'ı İran Şahı'na bağlamak için zorlama bir yorum olurdu. Pir Sultan Abdal'ın “mihman canlar bize safa geldiniz” şiirindeki bir dörtlüğü biz, bizzat Dede olan babamızdan aşağıdaki biçimde dinledik:
Misafir kapının iç kilididir
Ev sahibi ise anın dilidir
Mehman Muhammed'dir dehman Ali'dir
Mihman canlar bize safa geldiniz
Ayrıca Kul Hüseyin:
Hak ileridedir geride sanma
Münezzeh şehrinde mihman bizimdir
Mümin kullar mabuduna tapmıştır
Ali Keramullah dehman bizimdir
Mihman Haktır dehman Ali demişler Didar arzulayan veli demişler İşte budur Allah kulu demişler Nur alem nuruyla devran bizimdir Hemen anlaşılacağı üzere bu ifadeler, “konuk Hak'tır, Muhammed'dir, yani onların makamındadır; karşılayan, yani evsahibi de Ali'dir” anlamını taşımaktadır. Birincisinde, dolaylı olarak Muhammed'in Kırklar'a konukluğu ve Ali'nin onu karşılaması anımsatılmaktadır. Yani, yukarıdaki nefesinde Pir Sultan Abdal, Ali olarak gördüğü ve nitelediği Kalender Şah'a, “Dede Dehman” diye hitap etmesi oldukça doğaldır
Ayakta Kalmak için Savaşım' ve 'En İyi Uyum Yapan Ayakta Kalır' sözcükleri Darwin-Wallace Kuramının anahtarıdır. Fakat besin, yer, su, güneş vs. için bireyler arasındaki savaşımın, zannedildiği gibi büyük bir evrimsel güç olmadığı, buna karşın döller boyunca sürekli olan populasyonların evrimsel değişime için önemli olduğu daha sonra anlaşıldı. Bu durumda evrimsel değişikliklerin birimi bireyler değil, populasyonlardır. Bir populasyonun yapısını döller boyunca süren bir etkiyle değiştiren evrimsel güçleri, önem sırasına göre inceleyelim. Özünde Hardy-Weinberg* eşitliğini bozan her etki evrimsel değişikliği sağlayan güç olarak kabul edilir...(*bakınız. populasyon genetiği kuralları) Doğal Seçilim
Bir populasyon, kalıtsal yapısı farklı olan birçok bireyden oluşur. Ayrıca, meydana gelen mutasyonlarla, populasyondaki gen havuzuna (türün üreme yeteneğine sahip tüm bireylerinin oluşturduğu genler) yeni özellikler verebilecek genler eklenir. Bunun yanısıra Mayoz sırasında oluşan Krossing-Over'lar (Mayoz bölünmede gen parça değişimi) ve rekombinasyonlar, yeni özellikler taşıyan bireylerin ortaya çıkmasını sağlar. İşte bu bireylerin taşıdıkları yeni özellikler (yani genler) nedeniyle, çevre koşullarına daha iyi uyum yapabilme yeteneği kazanmaları, onların, doğal seçilimden kurtulma oranlarını verir. Yalnız çevre koşulları her yerde ve her zaman (özellikle jeolojik devirleri düşünürsek) aynı değildir. Bunun anlamı ise şudur: Belirli özellikleri taşıyan bireyler, belirli çevre koşullarına sahip herhangi bir ortamda, en başarılı tipleri oluşturmalarına karşın, birinci ortamdakinden farklı çevre koşulları gösteren başka bir ortamda, ya da zamanla çevre koşullarının değiştiği bulundukları ortamda, uyum yeteneklerini ya tamamen ya da kısmen yitirirler. Bu ise onların yaşamsal işlevlerinde güçlüklere (döllenmelerinde, embriyonik gelişmelerinde, erginliğe kadar ulaşmalarında, üremelerinde, besin bulmalarında, korunmalarında vs.) neden olur. Böylece erginliğe ulaşanlarının, ulaşsalar dahi fazla miktarda yavru verenlerinin, verseler dahi bu yavruların ayakta kalanlarının sayısında büyük düşmeler görülür. Bu çevre koşulları belirli bir süre (genellikle uzun bir süre) etkilerini sürdürürse, belirli özelliklere (gen yapısına) ahip bireyler devamlı ayıklanacak ve taşıdıkları genlerin gen havuzundan eksilmesiyle, gen frekanslarında (bir özelliğin, bireylerde ortaya çıkış sıklığı) değişmeler ortaya çıkacaktır. Bu seçilim, çoğunluk döller boyunca sürer. Bir zaman sonra da bu gen bileşimindeki bireyler topluluğu tamamen ortadan kalkmış olur. (jeolojik devirlerdeki birçok canlının çevre koşulları nedeniyle soyunun tükenmesi) Buna karşın, başlangıçtaki populasyonlarda bu çevre koşullarına uyum yapabilecek özelliklere (gen bileşimlerine) sahip bireyler korunduğu için sayıları ve dolayısıyla taşıdıkları genlerin frekansı gen havuzunda sürekli artar. Böylece, bir zaman sonra, yeni mutasyonların ve rekombinasyonların meydana gelip, uygun olanlarının ayıklanmasıyla da, başlangıçtaki populasyona benzemeyen, tamamen ya da kısmen değişmiş populasyonlar ortaya çıkar.
Burada dikkat edilecek husus, bireylerin ayakta kalmalarının yalnız başına evrimsel olarak birşey ifade etmemesidir. Eğer taşıdıkları genler, gelecek döllere başarılı bir şekilde aktarılamıyorsa, diğer tüm özellikleri bakımından başarılı olsalarda, evrimsel olarak bu niteliklere sahip bireyler başarısız sayılırlar. Örneğin, kusursuz fiziksel bir yapıya sahip herhangi bir erkek, kısırsa ya da çiftleşme için yeterli değilse, ölümüyle birlikte taşıdığı genler de ortadan kalkar ve evrimsel gelişmeye herhangi bir katkısı olmaz. Ya da güçlü ve sağlıklı bir dişi, yavrularına bakma içgüdüsünden yoksunsa, ya da yumurta meydana getirme gücü az ise, populasyonda önemli bir gen frekansı değişikliğine neden olamayacağı için, evrimsel olarak başarılı nitelendirilemez. Demek ki doğal seçilimde başarılı olabilmek için, çevre koşullarına diğerlerinden daha iyi uyum yapmanın yanısra, daha fazla sayıda yumurta ya da yavru meydana getirmek gerekir. Doğal Seçilim çevre koşullarına bağımlı olarak farklı şekillerde meydana gelir;
Doğal seçilimin en iyi bilinen ve en yaygın şeklidir. Özel koşulları olan bir çevreye uzun bir süre içerisinde uyum yapan canlılarda görülür. Genellikle çevre koşullarının büyük ölçüde değişmesiyle ya da koşulları farklı olan bir çevreye göçle ortaya çıkar. Populasyondaki özellikler bireylerin o çevrenin koşullarına uyum yapabileceği şekilde seçilir. Örneğin nemli bir çevre gittikçe kuraklaşıyorsa, doğal seçilim, en az su kullanarak yaşamını sürdüren canlıların yararına olacaktır. Populasyondaki bireylerin bir kısmı daha önce mutasyonlarla bu özelliği kazanmışlarsa, bu bireylerin daha fazla yaşamaları, daha çok döl vermeleri, yani genlerini daha büyük ölçüde populasyonun gen havuzuna sokmaları sağlanır. Bu arada ilgili özelliği saptayan genlerde meydana gelebilecek mutasyonlardan, yeni koşullara daha iyi uyum sağlayabilecekler seçileceğinden, canlının belirli bir özelliğe doğru yönlendirildiği görülür. Bu, doğal seçilimin en önemli özelliğinden biridir. Her çeşit özelliği meydana getirebilecek birçok mutasyon oluşmasına karşın, çevre koşullarının etkisi ile, doğal seçilim, başarılı mutasyonları yaşattığı için, sanki mutasyonların belirli bir amaca ve yöne doğru meydana geldiği izlenimi yaratılır. Yukarıda verdiğimiz örnekte, uyum, suyu artırımlı kullanan boşaltım organlarından, suyu en idareli kullanan böbrek şekline doğru gelişmeyi sağlayacak genler yararına bir seçilim olacaktır. Su buharlaşmasını önleyen deri ve post yapısı, kumda kolaylıkla yürümeyi sağlayan genişlemiş ayak tabanı vs. doğal seçilimle bu değişime eşlik eden diğer özelliklerdir. Önemli olan, evrimde bir özelliğin ilkel de olsa başlangıçta bir defa ortaya çıkmasıdır; geliştirilmesi, mutasyon-doğal seçilim düzeneği ile zamanla sağlanır.
Bu konudaki en ilginç örnek, bir zamanlar ingiltere'de fabrika dumanlarının yoğun olarak bulunduğu bir bölgede yaşayan kelebeklerde (Biston betularia) meydana gelmesi evrimsel değişmedir. Sanayi devriminden önce hemen hemen beyaz renkli olan bu kelebekler (o devirden kalma kolleksiyonlardan anlaşıldığı kadarıyla) , ağaçların gövdelerine yapışmış beyaz likenler üzerinde yaşıyorlardı. Böylece avcıları tarafından görülmekten kurtulmuş oluyorlardı. Sanayi devrimiyle birlikte, fabrika bacalarından çıkan siyah renkli kurum vs. bu likenleri koyulaştırınca, açık renkli kelebekler çok belirgin olarak görülür duruma geçmiştir. Bunların üzerinde beslenen avcılar, özellikle kuşlar, bunları kolayca avlamaya başlamıştır. Buna karşın sanayi devriminden önce de bu türün populasyonunda çok az sayıda bulunan koyu renkli bireyler bu renk uyumundan büyük yarar sağlamıştır. Bir zaman sonra populasyonun büyük bir kısmı koyu renkli kelebeklerden oluşmuştur. 'Sanayi Melanizmi'. Günümüzde alınan önlemler sayesinde, çevre temizlenince, beyaz renkli olanların sayısı tekrar artmaya başlamıştır.
Yönlendirilmiş doğal seçilime, diğer bir ismiyle 'Orthogenezis' e en iyi örneklerden biri de atın evrimidir. birçok yan dal (cins ve tür düzeyinde) ortama daha az uyum yaptığı için ortadan kalkmış, bugünkü Equus'u yapacak kol başarılı uyumu ile günümüze kadar gelmiştir.
Birçok durumda, bazı yapıların gelişmesindeki yönlendirme, yararlı noktadan öteye geçebilir. Örneğin İrlanda geyiğinin boynuzları, kama dişli kaplanın üst kesici dişleri o kadar fazla büyümüştür ki, bir zaman sonra bu türlerin ortadan kalkmalarına neden olmuştur. işte, çok defa bir canlının organları arasında belirli bir oranın bulunması, bu seçilimle düzenlenir ve buna 'Allometrik İlişki' denir. Yani organlar arasındaki oran her türde kendine özgü ölçüler içinde bulunur. Bu özellikler, daha doğrusu oranlar, sistematikte(Canlıların Sınıflandırılması) ölçü olarak alınır.
Yapay Seçme ile çok kuvvetli bir yönlendirme sağlanabilir. islah edilmiş birçok hayvan ırkında bunu açıkça görmek mümkündür. İnsanların gereksinmeleri için yararlı özellikleri bakımından sürekli olarak seçilen bu hayvanlar, bir zaman sonra doğada serbest yaşayamayacak duruma gelmiştir. Nitekim sütü ve eti için ıslah edilen birçok inek ve koyun türü, yumurtası için ıslah edilen birçok tavuk türü, süs hayvanı olarak ıslah edilen birçok kuş, köpek, kedi vs. türü, artık bugün doğada serbest olarak yaşayamayacak kadar değişikliğe uğramıştır.
Son zamanlarda tıp bilimindeki gelişmeler ile, normal olarak doğada yaşayamayacak eksiklikler ile doğan birçok birey, yaşatılabilmekte ve üremesi sağlanmaktadır. Böylece taşıdıkları kalıtsal yapı, insan gen havuzuna eklenmektedir. Dolayısıyla bozuk özellikler meydana getirecek genlerin frekansı gittikçe artmaktadır. Örneğin, eskiden, kalp kapakçıkları bozuk, gözleri aşırı miyop ya da hipermetrop olan, gece körlüğü olan, D vitaminini sentezlemede ya da hücre içine alma yeteneğini yitirmiş olan, kan şekerini düzenleyemeyen (şeker hastası) , mikroplara direnci olmayan, kanama hastalığı olan; yarık damaklı, kapalı anüslü, delik kalpli ve diğer bazı kusurlarla doğan bireylerin yaşama şansı hemen hemen yoktu. Modern tıp bunların yaşamasını ve üremesini sağlamıştır. Dolayısıyla insan gen havuzu doğal seçilimin etkisinden büyük ölçüde kurtulmayı başarmıştır. Bu da gen havuzunun, dolayısıyla bu gen havuzuna ait bireylerin bir zaman sonra doğada serbest yaşayamayacak kadar değişmesi demektir. Nitekim 10-15bin yıldan beri uygulanan koruma önlemleri, bizi, zaten doğanın seçici etkisinden kısmen kurtarmıştır. Son zamanlardaki tıbbi önlemler ise bu etkiyi çok daha büyük ölçüde azaltmaktadır. Böylece doğal seçilimin en önemli görevlerinden bir olan 'Gen havuzunun yeni mutasyonların etkisinden büyük ölçüde korunmasının sağlanması ve mutasyonların gen havuzunda yayılmalarının önlenmesi, dolayısıyla gen havuzunun dengelenmesi ve kararlı hale geçmesi, insan gen havuzu için yitirilmeye başlanmıştır.'
Dengelenmiş Seçilim
Eğer bir populasyon çevre koşulları bakımından uzun süre dengeli olan bir ortamda bulunuyorsa, çok etkili, kararlı ve dengeli bir gen havuzu oluşur. Böylece, dengeli seçilim, var olan gen havuzunun yapısını devam ettirir ve meydana gelebilecek sapmalardan korur. Örneğin, keseliayılar (Opossum) 60 milyon, akrepler (Scorpion) 350 milyon yıldan beri gen havuzlarını hemen hemen sabit tutmuşlardır. Çünkü bulundukları çevrelere her zaman başarılı uyum yapmışlardır.
Dengeli seçilimde, üstteki ve alttaki değerleri (aşırı özellikleri) taşıyan bireyler sürekli elendiği için, populasyon dengedeymiş gibi gözükür, Örneğin, bebeklerde kafatasının, dolayısıyla beynin ve keza vücudun büyüklüğü dengeli seçilimin etkisi altındadır. Belirli bir kafatası ve vücut büyüklüğünün üstünde olanlar, doğum sırasında ananın çatı kemiğinden geçemedikleri için elenirler; çok küçük olanları da uyum yeteneklerini yitirdikleri için elenirler. Böylece, örneğin bebeklerde beyin ve vücut büyüklüğü belirli sınırların içinde kalır. Keza serçelerde de kanat uzunluğu/ vücut ağırlığı oranı, belirli bir sayının altında ve üstünde olanlar yönünde seçilime uğradığı saptanmıştır. Bu nedenle serçelerin belirli bir büyüklükte kalmaları sağlanır. Birçok hayvan grubu için (özellikle vücutlarının ve organlarının büyüklükleri için) bu işleyiş geçerlidir. Bu nedenle bazı hayvan gruplarının kalıtsal olarak neden büyük, bazılarının neden küçük olduğu kısmen açıklanabilir.
[image]http://www.charm.netteyim.net/07.JPG[/image] Doğal seçilim, etkisini üç farklı şekilde gösterir: Koşullara uyum gösteren fenotipler kararlı kalır (dengelenmiş seçilim) , değişik uyuma sahip olanlar arasında sadece başarılı olanlar seçilir (yönlendirilmiş seçilim): değişik uyuma sahip olanlar arasında, iki ya da daha fazla başarılı fenotip seçilir (dallanan seçilim) .
Dallanan Seçilim
Dengeli seçilimin tersi olan bir durumu açıklar. Bir populasyonda farklı özellikli bireylerin ya da grupların her biri, farklı çevre koşulları nedeniyle ayrı ayrı korunabilir. Böylece aynı kökten, bir zaman sonra, iki ya da daha fazla sayıda birbirinden farklılaşmış canlı gurubu oluşur (ırk-alttür-tür-vs.) . Özellikle bir populasyon çok geniş bir alana yayılmışsa ve yayıldığı alanda değişik çevre koşullarını içeren bir çok yaşam ortamı (niş) varsa, yaşam ortamlarındaki çevre koşulları, kendi doğal seçilimlerini ayrı ayrı göstereceği için, bir zaman sonra birbirinden belirli ölçülerde farklılaşmış kümeler, daha sonra da türler ortaya çıkacaktır. Bu şekilde bir seçilim 'Uyumsal Açılımı' meydana getirecektir. Dallanan seçilim, keza benzer özellikli bireylerin, çiftleşmek için birbirini tercih etmesiyle de ortaya çıkar. Bunun tipik örneğini insanlarda verebiliriz. Yapısal olarak farklı birçok insan ırkı biraraya getirildiğinde, bireyler genellikle kendi ırkından olanlarla evlenmeyi tercih ederler (hatta dil, din, kültür benzerliği ve parasal bakımdan zenginlik bu seçimi daha da kuvvetlendirir.)
Üreme Yeteneğine Ve Eeşemlerin Özelliğine Göre Seçilim
Populasyonlarda, bireyler arasında şansa dayanmayan çiftleşmelerin ve farklı üreme yeteneklerinin oluşması HARDY - WEINBERG Eşitliğine ters düşen bir durumu ifade eder. Bu özellikleri taşıyan bir populasyonda HARDY - WEINBERG Eşitliği uygula¬namaz. Bireylerin çiftleşmek için birbirlerini rastgele seçmelerinden ziyade, özel nite¬liklerine göre seçmeleri, bir zaman sonra, bu özellikler bakımından köken aldıkları ana populasyondan çok daha kuvvetli olan yeni populasyonların ortaya çıkmasına neden olur. Bu özel seçilim, yaşam kavgasında daha yetenekli olan (beslenmede, korunmada, gizlenmede, yavrularına bakmada vs.) populasyonların ortaya çıkmasını sağlayabilir.
Eşemlerin Arasındaki Yapısal Farkların Oluşumu:
Dişiler genellikle yavrula¬rını meydana getirecek, koruyacak ve belirli bir evreye kadar besleyebilecek şekilde özellik kazanmıştır. Özellikle memelilerde tam olarak belirlenemeyen bir nedenle dişiler başlangıçta çiftleşmeden kaçıyormuş gibi davranırlar. Dişilerin kuvvetli olduğu bir toplumda çitfleşme çok zor olacağından, seçilim, memelilerde, kuvvetli erkekler yönünden olmuştur. Bugün birçok canlı grubunda, özellikle yaşamları boyunca bir¬kaç defa çiftleşenlerde (insan da dahil) , erkekler, dişileri çiftleşmeye zorlar; çok defa da bunun için kuvvet kullanır. Bu nedenle erkekler dişilerinden daha büyük vücut yapısına sahip olur. Buna karşın, yaşamları boyunca bir defa çiftleşenlerde ya da çift¬leştikten sonra erkeği besin maddesi olarak dişileri tarafından yenen gruplarda (pey¬gamberdevelerinde ve örümceklerde olduğu gibi) , erkek, çok daha küçüktür. Çünkü seçilim vücut yapısı büyük dişiler, vücut yapısı küçük erkekler yönünde olur.
İkincil eşeysel özellikler, çoğunluk eşey hormonları tarafından meydana getirilir (bu nedenle ikincil eşeysel özellikler, bireylerde eşey hormonlarının üretilmeye başla¬masından sonra belirgin olarak ortaya çıkar) . Eşeysel gücün bir çeşit simgesi olan bu özellikler, eşemler tarafından sürekli olarak seçilince, özellikler gittikçe kuvvetlenir. Bu nedenle özellikle erkeklerde, yaşam savaşında zararlı olabilecek kadar büyük boy¬nuz (birçok geyikte, keçide vs.'de) , büyük kuyruk (tavuskuşunda ve cennetkuşların¬da vs.) , hemen göze çarpacak parlak renklenmeler (birçok kuşta, memelide): dişiler¬de, süt meydana getirmek için çok büyük olmasına gerek olmadığı halde dişiliğin simgesi olan büyük meme bu şekilde gelişmiştir. Birçok canlı grubunda bu arzu farklı şekilde geliştiği için, farklı yapılar ortaya çıkmıştır. Örneğin birbirine çok yakın adalar¬da yaşayan Japon ırkı ile Ainu ırkı arasında vücut kılı yönünden büyük farklar vardır. Ainu kadınları çiftleşmek için kıllı erkekleri, buna karşın Japon kadınları kılsız erkek¬leri tercih ettikleri için, Ainu ırkı dünyanın en kıllı, Japon ırkı ise en kılsız erkeklerine sahip olmuştur. Çünkü eşeysel seçim zıt özelliklerin tercihi şeklinde olmuştur. Keza siyah ırklar kalın dudağı, beyaz ırklar ince dudağı daha çekici bulduğu için, seçilim bugünkü siyah ırkıarın kalın dudaklı, beyaz ırkıarın ise ince dudaklı olmasını sağlaya¬cak şekilde olmuştur.
Bu arada eşemlerin birbirlerini karşılıklı uyarabileceği birtakım davranış şekilleri (kur, dans, gösteri vs.) gelişmiştir. Özellikle bu davranışları en iyi şekilde yapan erkekler, dişileri tarafından tercih edilir. Davranışların değişmesini sağlayacak etkili bir mutasyon, çok defa, meydana geldiği bireyin eş bulamamasına neden olacağı için, populasyondan elenir. Bu davranış şekillerine, yine genellikle ve çoğunluk erkeklerde eşeysel çiftleşmeden belirli bir süre önce, vücuttaki renklerin değişmesi, özellikle parlaklaşması (kuşları ve memelileri anımsayınız!) , değişik kokuların ve fero¬menlerin salgılanması (tekelerin zaman zaman çok keskin olarak koktuğunu anımsa¬yınız!) eşlik eder. Parlak renkler ve keskin kokular dişiyi daha etkili bir şekilde uyara¬cağı için seçim bu özelliklerin kuvvetlendirilmesi yönünde olmuştur. Işte, DARWIN, dişinin erkeği, erkeğin dişiyi uyarabildiği bu özelliklerin seçimine Eşeysel Seçilim = Seksüel Seleksiyon ismini verdi.
Erkeklerin, erkekliklerini simgeleyen özelliklerine göre seçilimleri, onların, bu özellikleri bakımından, yaşam savaşında etkinlik kazandırmasa dahi kuvvetlenme¬sine neden olmuştur. Nitekim erkeklerin çok daha renkli olması bu nedene dayanır. Ayrıca kuşlarda kuluçkaya yatan dişiler üstten belirgin olarak görünmesin diye, çoğunluk yaşadığı ortamın rengine uyum yapmıştır. Yalnız erkekleri kuluçkaya yatan bir kuş türünde, bu durum tersinedir; bunlarda dişiler parlak renkli, erkekler toprak rengindedir.
En güçlü erkeğin, dişileri dölleyebilmesini sağlamak için, evrimsel olarak bir yarışma oluşmuştur 'Erkek Kavgaları', Bu nedenle geyiklerde, dağ keçilerinde vs.'de kuvvetli boynuz oluşumları meydana gelmiştir. Seçilim her zaman saldırgan ve kuvvetli erkekler yönünde olur. Dişiler, kavgaya katılmadığı için, boynuzları küçük kalmıştır. Çünkü büyük boynuz yönünden herhangi bir seçilim baskısı yoktur. Daha önce öğrendiğimiz gibi bir özelliğin gelişebilmesi için seçilim baskısının sürekli etki etmesi gerekir. Bu arada, güçlerine göre, erkeklerin belirli alanları etkinlikleri altına alma eğilimleri; bir territoryum davranış zincirinin oluşmasına neden olmuştur. Tüm bu eşeysel seçilim etkileri, dişiler ve erkekler arasında belirgin bir yapı ve davranış farklılaşmasına neden olmuştur. Bu farklılaşmaya 'Eşeysel Farklılaşma = Seksüel Dimorfizm' denir.
Üreme Yeteneğinin Evrimsel Değişimdeki Etkisi:
Daha önce de değindiği¬miz gibi bir bireyin yaşamını başarılı olarak sürdürmesi evrimsel olarak fazla birşey ifade etmez. Önemli olan bu süre içerisinde fazla döl meydana getirmek suretiyle, gen bavuzuna, gen sokabilmesidir. Bir birey ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, döl Meydana getirmemişse, evrimsel açıdan hiçbir öneme sahip değildir. Bu nedenle bu bireylerin ölümü 'Genetik Ölüm' olarak adlandırlır.
Canlıların çok büyük bir kısmında, canlılığın mayasını oluşturan eşeysel hücre¬lerdeki DNA'nın taşınması, bireylere verilmiş bir görevdir. Tek bir üreme dönemi olan canlılarda, döllenmeden hemen sonra erkekler (birgünsineklerini hatırlayınız!) , yumurta bıraktıktan ya da yavru doğurduktan sonra da dişiler ölür. Birçok üreme dönemi olan canlılarda, her iki eşemin de ömrü uzamıştır. Bu sonucu grupta, erkek¬ler, çoğunlukla döllenme sonrası yavru bakımında belirli görevler yüklenmiştir (hatta denizatlarında döllenmiş yumurtayı ortamdan özel keselerine alan erkekler hamile olur) . Hemen hemen tüm canlı gruplarında ve ilkel insan topluluklarında, bireyin ya¬şı, eşeysel etkinliğinin süresine denktir. Yalnız gelişmiş insan toplumlarında, kazanıl¬mış deneyimlerin genç kuşaklara aktarılması için, yaşlılar özenle korunur; bu nedenle ömür uzunluğu, eşeysel aktiflik dönemini oldukça aşmıştır.
Evrimsel gelişmede en önemli değişim, gen havuzundaki gen frekansının değişimidir. Gen frekansı ise birey sayısıyla saptanır. Bu durumda bir populasyonda, üreyebilecek evreye kadar başarıyla gelişebilen yavruları en çok sayıda meydana getiren bireylerin gen bileşimi bir zaman sonra gen havuzuna egemen olur. Buna 'Farklı Üreme Yeteneği' denir.
Farklı üreme yeteneği, meydana getirilen gamet (genellikle yumurta) sayısı de¬ğildir; üreyebilecek olgunluğa ulaşan yayruların sayısıdır. Değişik gametlerin birleş¬mesiyle, gen bileşimi bakımından, daha iyi embriyolojik gelişim (embriyo, larva, pup vs.) yapabilen, daha başarılı uyum sağlayabilen yavruların seçimi yapılır. Bu nedenle fazla sayıda yumurta meydana getiren canlılarda, bu seçilim, çok sayıdaki zigot ara¬sından yapılacağı için, başlangıçta başarılı bir seçim olacaktır ve ayrıca fazla sayıda embriyo ya da yavru ile yaşam kavgasına gireceği için, sonuçta büyük sayılardaki yu¬murtadan, belirli bir sayıda erginleşmiş yavru ortaya çıkabilecektir. Örneğin alabalık¬larda meydana getirilen 1.000.000 yumurtadan, en fazla 20'sinin üreyebilecek yaşa ulaştığı bilinmektedir. Çok yumurta oluşturan canlılarda, yumurtanın korunmuş yer¬lere bırakılması ve embriyoya ya da yavrulara bakım gelişmemiştir (birçok balıkta, parazitte, amfibide, sürüngende vs. 'de) . Bu nedenle büyük kayıplar verirler. Halbuki yumurtaya, embriyoya ve yavruya bakımın gelişmesi oranında, yumurta sayısında azalma görülür. Bu sayı, gelişmiş memelilerde bire düşmüştür. Çünkü özenli bir ba¬kımla yavruların olgunluğa ulaşma olasılığı çok yükseltilmiştir. Memelilerde ve kuş¬larda, yavru ve yumurta sayısı optimal sayıda tutulur. Fazla yumurtanın kuluçkada embriyonik olarak gelişmesi ve gelişse de yavruların ana tarafından beslenmesi zor olur. Bu nedenle yumurta sayısı sabit sınırlar içerisinde kalacak şekilde evrimsel seçi¬lim olmuştur. Bunun yanısıra bir canlının diğer yırtıcı hayvanlar tarafından sürekli yenmesi (bunlarda fazla yumurta meydana getirilir) ya da düşmanlarının az olması (bunlarda az yumurta meydana getirilir) yumurta sayısını saptayan faktörlerden biri¬dir.
Yalıtımın (=İzolosayonun) Evrimsel Gelişimdeki Etkisi
Türlerin oluşumunda, yalıtım, kural olarak, zorunludur. Çünkü gen akımı devam eden populasyonlarda, tür düzeyinde farklılaşma oluşamaz. Bir populasyon, belirli bir süre, birbirlerinden coğrafik olarak yalıtılmış alt populasyonlara bölünürse, bir zaman sonra kendi aralarında çiftleşme yeteneklerini yitirerek, yeni tür özelliği ka¬zanmaya başlarlar. Bu süre içerisinde oluşacak çiftleşme davranışlarındaki farklılaş¬malar, yalıtımı çok daha etkili duruma getirecektir. Kalıtsal yapı açısından birleşme ve döl meydana getirme yeteneklerini koruyan birçok populasyon, sadece çiftleşme davranışlarında meydana gelen farklılaşmadan dolayı, yeni tür özelliği kazanmıştır. Üreme yalıtımının kökeninde, çok defa, en azından başlangıç evrelerinde, coğrafik bir yalıtım vardır. Fakat konunun daha iyi anlaşılabilmesi için üreme yalıtımını ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. Populasyonlar arasında çiftleşmeyi ve verimli döller meydana getirmeyi önleyen her etkileşme 'Yalıtım = izolasyon Mekanizması' denir.
Coğrafik YaIıtım (= Allopatrik YaIıtım)
Eğer bir populasyon coğrafik olarak iki ya da daha fazla bölgeye yayılırsa, ev¬rimsel güçler (her bölgede farklı olacağı için) yavaş yavaş etki ederek, populasyonlar arasındaki farkın gittikçe artmasına (Coğrafik Irklar) neden olacaktır. Bu kalıtsal farklılaşma, populasyonlar arasında gen akışını önleyecek düzeye geldiği zaman, bir zamanların ata türü iki ya da daha fazla türe ayrılmış olur
Allopatrik yalıtım ile tür oluşumu. Eğer bir populasyonun bir parçası coğrafik olarak yalıtılırsa, değişik evrimsel güçler yavaş yavaş bu yalıtılmış populasyonu (keza ana populasyonu) değiştirmeye başlar ve bir zaman sonra her iki populasyon aralarında verimli,döl meydana getiremeyecek kadar farklılaşırlar.
Karalar, özellikle çöller, tuz bileşimi ve derişimi farklı sular, buz setleri su hay¬vanları için; denizler, nehirler, yüksek dağlar, büyük sıcaklık farkları, buzlar, kara hayvanları için yalıtım nedenleridir. En iyi coğrafik yalıtım adalarda görülür.
Çok yakın bölgelerde yaşayan bazı akraba hayvan gruplarında da bu yalıtım görülebilir. Örneğin suda yaşayan bazı türlerin çok yakın akrabaları, su kenarlarındaki yaprakların altlarında bulunan nemli yerlerde; keza iki yakın akraba populasyondan biri toprak diğeri ağaçlar üzerinde yaşayabilir (Ekolojik Yalıtım) . Bu populasyonların birbirleriyle teması çok az olacağından ve her birine farklı evrimsel güçler etki edece¬ğinden, bir zaman sonra aralarında daha büyük farklılaşmalar meydana gelir.
Anadolu'daki Pamphaginae'lerin Evrimsel Durumu:
Coğrafik yalıtıma en iyi örneklerden biri Anadolu'nun yüksek dağlarında yaşayan, kanatsız, hantal yapılı, kışı çoğunluk 3. ve 4. nimf evrelerinde geçiren bir çekirge grubudur. Özünde, bu hay¬vanlar, soğuk iklimlerde yaşayan bir kökenden gelmedir. Buzul devrinde, kuzeydeki buzullardan kaçarak Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya girmişlerdir. Bu sı¬rada Anadolu'nun iç kısmında Batı Anadoluyla Doğu Anadolu'yu birbirinden ayıran büyük bir tatlısu gölü bulunuyordu. Her iki bölge arasındaki karasal, bağlantı, yalnız, bugünkü Sinop ve Toros kara köprüleriyle sağlanıyordu. Dolayısıyla Kafkaslar'dan gelenler ancak Doğu Anadolu'ya, Balkanlar'dan gelenler ise ancak Batı Anadolu'ya yayıımıştı. Çünkü Anadolu o devirde kısmen soğumuş ve bu hayvanların yaşayabil¬mesi için uygun bir ortam oluşturmuştu. Bir zaman sonra dünya buzul arası devreye girince, buzullar kuzeye doğru çekilmeye ve dolayısıyla Anadolu da ısınmaya başla¬mıştı. Bu arada Anadolu kara parçası, erezyon sonucu yırtılmaya, dağlar yükselmeye ve bu arada soğuğa alışık bu çekirge grubu, daha soğuk olan yüksek dağların başına doğru çekilmeye başlamıştı. Uzun yıllardır bu dağların başında (genellikle 1500 - 2000 metrenin üzerinde) yaşamlarını sürdürmektedirler. Kanatları olmadığı için uçamazlar; dolayısıyla aktif yayılımları yoktur. Hantal ve iri vücutlu olduklarından rüzgar vs. ile pasif olarak da yayılamamaktadırlar. Belirli bir sıcaklığın üstündeki böl¬gelerde (zonlarda) yaşayamadıklarından, yüksek yerlerden vadilere inerek, diğer dağsilsilelerine de geçemezler. Yüksek dağlarda yaşadıklarından, aşağıya göre daha yoğun morötesi ve diğer kısa dalgalı ışınların etkisi altında kalmışlardır; bu nedenle mutasyon oranı (özellikle kromozom değişmeleri) yükselmiştir. Dolayısıyla evrimsel bir gelişim ve doğal seçilim için bol miktarda ham madde oluşmuştur. Çok yakın mesafelerde dahi meydana gelen bu mutlak ya da kısmi yalıtım, bir zamanlar Ana¬dolu'ya bir ya da birkaç türü olarak giren bu hayvanların 50'de fazla türe, bir o kadar alttüre ayrılmasına neden olmuştur. Bir dağdaki populasyon dahi, kendi aralarında oldukça belirgin olarak birbirlerinden ayrılabilen demelere bölünür. Çünkü yukarıda anlattığımız yalıtım koşulları, bir dağ üzerinde dahi farklı olarak etki etmektedir.
Coğrafik uzaklık ile farklılaşmanın derecesi arasında doğru orantı vardır. Birbir¬lerinden uzak olan populasyonlar daha fazla farklılaşmalar gösterir. Bu çekirge gru¬bunun Hakkari'den Edirne'ye kadar adım adım değiştiğini izlemek mümkündür. Batı Anadolu'da yaşayanlar çok gelişmiş timpanik zara (işitme zarına) ve sırt kısmında tarağa sahiptir; doğudakilerde bu zar ve tarak görülmez. Toros ve Sinop bölgelerinde bu özellikleri karışık olarak taşıyan bireyler bulunur.
Coğrafik yalıtım populasyonlar arasındaki kalıtsal yalıtımı ve üreme davranışla¬rındaki yalıtımı tam sağlayamamışsa (populasyonlar arasında kısırlık tam oluşmamış¬sa) , bir zaman sonra biraraya gelen bu populasyonlarda, aralarındaki gen akımından dolayı, tekrar bir karışma ve bir çeşit homojenleşme oluşabilir. insan ırkıarı sürekli; ama belirli ölçülerde birbirleriyle temasta bulunduğu için, aralarındaki gen akımı tü¬müyle kesilmemiş, dolayısıyla melezlenme kısırlığı oluşmamış ve böylece ayrı tür özellikleri kazanamamıştır. Bununla beraber gen akımının sınırlı olması ırk özellikleri¬nin kısmen korunmasını sağlamıştır.
Her türlü yalıtım mekanizmasında, ilk olarak demelerin, daha sonra alttürlerin, sonunda da türlerin meydana geldiğini unutmamak gerekir. Aynı kökten gelen; fakat farklı yaşam bölgelerine yayılan tüm hayvan gruplarında bu kademeleşme görülür. Ayrıca tüm coğrafik yalıtımları kalıtsal bir yalıtımın izlediği akıldan çıkarılmamalıdır...
Üreme işlevlerinde Yalıtım (= Simpatrik Yalıtım)
Yalıtımın en önemli faktörlerinden biri de, genellikle belirli bir süre coğrafik yalı¬tımın etkisi altında kalan populasyonlardaki bireylerin üreme davranışlarında ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu farklılaşmaların oluşumunda da mutasyonlar ve doğal seçi¬lim etkilidir. Yalnız, üreme işlevlerindeki yalıtımın, coğrafik yalıtımdan farkı, ilke ola¬rak, farklılaşmanın sadece üreme işlevlerinde olması, kalıtsal yapıyı tümüyle kapsa¬mamasıdır. Deneysel olarak döllendirildiklerinde yavru meydana getirebilirler. Çünkü kalıtsal yapı tümüyle farklılaşmamıştır. Coğrafik yalıtım ise hem kalıtsal yapının hem davranışların farklılaşmasını hem de üreme işlevlerinin yalıtımını kapsar.
Eşeysel çekim azalınca ya da yok olunca, gen akışı da duracağı için, iki populas¬yon birbirinden farklılaşmaya başlar. Böylece ilk olarak hemen hemen birbirine ben¬zeyen; fakat üreme davranışlarıyla birbirinden ayrılan 'İkiz Türler' meydana gelir. Bir zaman sonra mutasyon - seçilim etkileşimiyle, yapısal değişimi de kapsayan kalıtsal farklılıklar ortaya çıkar. Üreme yalıtımı gelişimin çeşitli kademelerinde olabilir. Bun¬lar;
Üreme Davranışlarının Farklılaşması: Birbirlerine çok yakın bölgelerde yaşayan populasyonlarda, mutasyonlarla ortaya çıkan davranış farklılaşmalarıdır. Koku ve ses çıkarmada, keza üreme hareketlerinde meydana gelecek çok küçük farklılaşmalar, bireylerin birbirlerini çekmelerini, dolayısıyla döllemeyi önler. Daha sonra, bu popu¬lasyonlar bir araya gelseler de, davranış farklarından dolayı çiftleşemezler.
Üreme Dönemlerinin Farklılaşması: iki populasyon arasında üreme dönemlerinin farklılaşması da kesin bir yalıtıma götürür. Örneğin bir populasyon ilkbaharda öbürüsü yazın eşeysel gamet meydana getiriyorsa, bunların birbirlerini döllemeleri olanaksızlaşır.
Üreme Organlarının Farklılaşması: Özellikle böceklerde ve ilkel bazı çok hücreIilerde, erkek ve dişi çiftleşme organları, kilit anahtar gibi birbirine uyar. Meydana gelecek küçük bir değişiklik döllenmeyi önler.
Gamet Yalıtımı: Bazı türlerin yumurtaları, kendi türünün bazen de yakın akraba türlerin spermalarını çeken, fertilizin denen bir madde salgılar. Bu fertilizinin farkIılaşması gamet yalıtımına götürür.
Melez Yalıtım: Eğer tüm bu kademeye kadar farklılaşma olmamışsa, yumurt ve sperma, zigotu meydana getirir. Fakat bu sefer bazı genlerin uyuşmazlığı, embriyonun herhangi bir kademesinde anormalliklere, ya da uygun olmayan organların ortaya çıkmasına neden olur (örneğin küçük kalp gibi) .
Embriyo gelişip ergin meydana gelirse, bu sefer, kalıtsal yapılarındaki farklılanmalar nedeniyle erginin eşeysel hücrelerinde, yaşayabilir gametler oluşamayabilir (katırı anımsayınız!) . Genlerin kromozomlar üzerindeki dizilişleri farklı olduğu için, sinaps (gen alışveriş yapıları) yapamazlar ya da kromozom sayıları farklı olduğu için dengeli bir kromozom dağılımını sağlayamazlar..
Kalıtsal Sürüklenme
Küçük populasyonlarda eşlerin seçimi ve çiftleşme, büyük ölçüde şansa daya¬nır. Böylece gen havuzlarındaki denge, doğal seçilimden ziyade, şansla meydana ge¬len olaylarla değişir. İşte küçük populasyonlarda, şansa bağlı olarak meydana gelen üreme olaylarının evrimsel gelişmelerdeki etkisi, SEWALL WRIGHT tarafmdan 'Genetik Drift = Kahtsal Sürüklenme' olarak adlandırılmıştır. Küçük populasyonlarda, ben¬zer bireyler kendi aralarında çiftleştikleri için, allel genlerden birçoğunun, doğal seçi¬limden ziyade, şansla, heterozigot(karma) halden homozigot(saf) hale geçme eğilimleri vardır. Bu arılaşma, belirli zararlı ya da yararlı özelliklerin fenotipte kendilerini göstermeleri¬ne ve bir zaman sonra da doğal seçilimle o populasyondan elenmelerine ya da korun¬malarına neden olabilir. Bu homozigotlaşma, birçok türde, uyumsal değer gösterme¬mesine karşın, birçok anormal ve anlaşılmaz yapıların nasıl kazanıldığını açıklayabilir.
Genetik sürüklenme, HARDY -WEINBERG eşitliğine aykırı bir durumu (HARDY ¬WEINBERG eşitliğinde homozigotların oranı sabitti) yani, homozigot birey sayısının de¬ğişimini ifade eder. Evrimleşmede ne ölçüde önemli rol oynadığı, birçok bilim adamı arasında hala tartışmalıdır. Bununla beraber birçok bitki ve hayvan grubunun, doğa¬da, kalıtsal sürüklenme ile, yani şansa bağlı olaylarla çeşitlendiği ve geliştiği bilin¬mektedir. Öyleki, evrimsel çizgi boyunca, özel koşullara uyum yapmak için izlenen birçok yol, şansa bağlı olarak seçilmiştir. Her kademesinde çatallaşan bir yol gibi. In¬san oluşuncaya kadar, sayısız çatallanmış yoldan şansa bağlı olarak geçilmiş ve bu¬güne gelinmiştir. Koşullar tamamen aynı olsa da, başlangıçtan, hatta bir primat evre¬sinden, tekrar bugünkü insana benzer bir canlının gelişmesi, kural olarak olanaksız¬dır. Çünkü her çatallanmış kavşakta, insana götüren yolun, doğrulukla tekrar seçilmesi çok az bir olasılıkla olabilir. Bunun için çok tipik birkaç örnek verelim:
a) Birçok bitki, geçmişte, gerekli olmadığı için petallerini yitirmiştir (örneğin böcekler yerine rüzgarla tozlaşmaya başladıkları için) . Bir zaman sonra tekrar bö¬ceklerle tozlaşma zorunluluğunu duyunca, petallerini aynı şekilde oluşturamamış, bunun yerine, üreme zamanlarında çiçeklerine yakın yapraklarını renklendirecek özellikleri kazanmıştır (Atatürk Çiçeğinin kırmızı yapraklarımanımsayınız!) .
b) Birincil su hayvanları (balık gibi) oldukça etkin bir solunumu yürütebilecek solungaç sistemlerini, karmaşık bir yol izleyerek geliştirmiştir. Kara yaşamına uyum yaptıktan sonra, bir kısım canlı, tekrar suya dönmüştür (balinalar, yunuslar vs.): fa¬kat hiçbiri, embriyonik gelişimlerinde kalıntı halinde solungaç yapısını gösterdikleri halde, tekrar solungaç yapısını geliştirememiştir. Hemen hepsi yine akciğeriyle so¬lunuma devam eder. Fakat bunun yanısıra oksijeni uzun süre tutabilecek ya da depo¬layabilecek yapıları geliştirmişlerdir. Keza hiçbiri balıklardaki gibi yanlardan basılmış kuyruk yüzgecini geliştirememiş; bunun yerine üstten basık kuyruk yüzgeçlerini ge¬liştirebilmişlerdir.
Evrimde bir yapının tekrar ortaya çıkma olasılığı yok denecek kadar azdır. Örneğin balıkların kuyruk yüzgeci yanlardan basılmıştır. Kara yaşamından tekrar su yaşamına dönmüş hayvanlar (şekilde yunus) ancak üstten basık kuyruk yüzgecini geliştirebilmişlerdir (Kosswig'den)
Ön bacakları kürek şekline dönüşmüştür; fakat hiçbir zaman balık yüzgeçlerine benzemez. Çünkü evrimsel olarak bir kere yitirilen bir yapı¬mn tekrar kazanılması hemen hemen olanaksızdır. ya da çok küçük olasılıklarla tekrar¬lanabilir. Burada yönlendirici unsur çevre koşullarının farklılığı değil, şansa bağlı seçi¬limlerin etkisidir.
Mutasyonların bir kısmı dönüşlüdür. (Geri Mutasyonlar): bununla beraber ev¬rimsel gelişmeler geriye dönük değildir (Dollo Yasası) . Örneğin bir kuşun, tekrar sü¬rüngene; bir balinanın karada yaşayan atasına dönüşmesi; parazitlerin serbest yaşa¬ması; atın tekrar beş parmaklı olması olanaksızdır. Çünkü gerekli tüm geri mutasyon¬ların şansa bağlı olarak elde edilmesi, olasılık açısından hemen hemen sıfırdır. Keza aynı nedenle, körelmiş organların ve yapıların da tekrar işlev görebilecek eski halleri¬ne dönmesi olanaksızdır.
Kalıtsal Sürüklenmenin işleyişi
Eğer bir populasyon HARDY - WEİNBERG eşitliğini gösteremeyecek kadar küçük¬se, ya da köken aldığı populasyondan küçük gruplar halinde ayrılmışsa, şansa bağlı döllenmeler sonucu bir zaman sonra köken aldığı populasyonun yapısından belirgin olarak farklılaşır. Kalıtsal sürüklenmeyi sağlayan olayları kısaca görelim.
Göç ya da Sürüklenme:
Oldukça büyük olan bir populasyondan, küçük bir grup koparak ayrılırsa, bu küçük grubun ileride meydana getireceği yeni populasyo¬nun gen havuzu köken aldığı populasyonunkinden farklı olur. Çünkü bu küçük grup ayrılırken bu grubun gen havuzu, ana populasyonun gen havuzundan belirli bir fark¬lılık gösterir. Örneğin Anadolu'da yaşayan insanlarda mavi göz geni frekansının orta¬lama % 10 olduğunu varsayalım. Mavi göz geni frekansı % 30 olan bir ailenin ya da aşiretin Anadolu'dan Mısır'a göç ettiğini ve orada yıllarca kendi içerisinde çoğaldığını düşünelim. Bir zaman sonra oluşacak bu yeni populasyonda mavi göz geninin fre¬kansı % 30 olmakla ana populasyondan farklılık gösterecektir. Çünkü başlangıç gen frekansı farklıdır. Özellikle insan populasyonlarında bu sürüklenmeler çok görülür. Çünkü göç eden toplumlar uzun yıllar kendi içlerinde evlendikleri için, başlangıçta taşıdıkları gen bileşimlerini koruma ve yaygınlaştırma eğilimi gösterirler. Bir zaman sonra içine göç ettikleri toplumlarla karışmaya, başlangıçta taşıdıkları gen bileşimIe¬rini yitirmeye ve belirli bir derecede göç ettikleri toplumun gen bileşimini değiştirme¬ye başlarlar. Anadolu'ya büyük ve küçük birçok göçün olduğu ve bunların uzun yıllar kendi içlerinde evlendikieri bilinmektedir. Bu nedenle insan toplumuna ilişkin kalıtsal sürüklenmenin en iyi örneklerini Anadolu'da görmek mümkündür. Keza adalara göç etmiş insanlarda da bu kalıtsal sürüklenmeler çok belirgin olarak görülür. Kan grup¬ları üzerinde doğal seçilimin çok büyük etkisi olmadığından, göç eden toplulukların kan grupları incelenmekle koptukları populasyonlar tahmin edilebilir. Eğer bir populasyon sürekli olarak genişliyorsa, bir zaman sonra populasyonun kenarındaki gen bileşimleri, merkezdekilerden daha farklı olmaya başlar ve bu fark gittikçe artabilir.
Birçok canlı grubu, küçük populasyonlar halinde yeni ortamları işgal ederek, ana populasyona bağımlı olmadan çoğalabilir ve yeni özellikli populasyonlar oluştu¬rabilir. Küçük populasyonların kendi içinde çiftleşmesiyle meydana gelen evrimsel değişiklikler, doğal seçilimden ziyade şansa dayanır.Bir populasyondan bir parça koptuğunda, o parça, populasyonun gen ortala¬masına etki edecek bir miktar geni de beraberinde götürmüşse, ana populasyonun gen bileşimi bir miktar bozulabilir (ana populasyon çok büyük olmamak koşuluyla) . Örneğin demin verdiğimiz misalde, % 30'luk mavi gen göçü, ana populasyonun ortalamasının (% 10) bir miktardüşmesine neden olabilir. Bu nedenle, bir populas¬yondan dışa göç de HARDY - WEiNBERG eşitliğini bozabilir.
Afetlerin ve Sığınmaların Etkinliği:
Herhangi bir zamanda meydana gelecek bir afet, populasyonun büyük bir kısmını ortadan kaldırabilir ve arta kalan pek az bir kısmından sonunda yeniden bir toplum oluşabilir. Fakat arta kalan küçük parça, eğer önceki toplumun tam özelliğini taşımayan bir gen havuzuna sahipse, yeni meydana gelen toplumun yapısı öncekinden çok farklı olur. Özellikle yangın, fırtına, su bas¬kını, deprem, hatta savaş, bu yeni özellikleri ortaya çıkarabilir.
Sığınma:
Çoğunlukla kışı saklanarak geçiren canlılarda, bir sonraki yazda yine küçük populasyonların etkisi görülür. Örneğin soğuk bir kış, saklanan bireylerin büyük bir kısmını yok ederken, iyi saklanmış küçük bir grup, bu yıkımdan kurtulur ve ger havuzunu, yazın oluşacak tüm populasyona verir. Bazı böceklerde, bazı özelliklerin en azından bazı yıllarda neden yaygın olduğu bu yolla açıklanabilir.
Diğer Sürüklenme Şekilleri Doğal seçilimde ve uyumda başarılı olmasa dahi bazı özelliklerin dölden döle aktarılma olasılığı vardır. Bunu sağlayan kalıtsal mekanizmalar şunlardır.
Pleiotropik Sürüklenme (= Özellik Sürüklenmesi) :
Doğal seçilim, genelolarak tek bir genin fenotipi üzerinde değil, tüm genomun fenotipi üzerinde etkisini gösterir.(yani tek bir geni seçmekten çok o geni bulunduran DNA'yı -yani bireyi- seçer) Bu nedenle bazı özellikler uyumsal değer göstermemesine ve yarar sağla¬mamasına karşın yine de varlığını devam ettirir. Çünkü bu özellikler, bireye çok yarar sağlayan özelliklerle birlikte aynı bireyde bulunur. Yararlı özellikler seçilirken, zararı olanlar da beraberce kalıtılır.
Bu tip özelliklerin sürüklenmesinde pleiotropi çok önemlidir. Bilindiği gibi bir gen birden fazla özelliği denetliyorsa, pleiotropik etki gösteriyor demektir. Özelliğin biri canlıya yarar sağlıyorsa ve canlının uyum yeteneğini artırıyorsa, sürekli seçilir, buna bağlı olarak yararsız ve uyum yeteneği olmayan özellik de kalıtılır.
Örneğin kır¬mızı renkli soğan insanlar tarafından tercih edilmez ve dikilirken ayıklanır. Fakat kırmızı rengi meydana getiren gen, aynı zamanda mantarlara karşı fungusit bir madde de salgıladığı için, bulunduğu bireylere yaşamsal uyum yeteneği verir; bu nedenle, kırmızı renkli soğanlar, beyaz renkli soğanların arasında varlığını sürekli koruyabilir.
Gen Sürüklenmesi (= Kalıp İlkesi) :
Birçok gen yakınlıklarından dolayı bera¬berce kalıtılma eğilimi gösterir. iki gen birbirine çok yakın ise, parça değişimiyle bir¬birlerinden çok zor ayrılırlar. Işte bu genlerden biri yararlı, diğeri zararlı özellik sağlar¬sa ve yararlı genin özelliği, zararlı genin özelliğinden çok daha fazla öneme sahipse, zararlı özellik meydana getiren gen de yararlı özellik meydana getiren genle birlikte sürekli kalıtılır ve korunur. Buna 'Kalıp İlkesi' denir.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır
......................................................................................................... (2) YAŞAMIN TEMEL KURALLARI
(Darwin - Wallace Tarafından Temeli Kurulan Doğal Seçilim Kuramının Ana Hatları)
Bu kuram ana hatlarıyla iki gerçeği, üç varsayımı ortaya çıkarmıştır.
Gerçekler:
1. Tüm Canlılar, ortamdaki sayılarını koruyacak matematiksel oranların üzerinde çoğalma eğilimindedir. Elemine edilen bireylerle bu fazlalık azaltılır ve populasyonların dengede kalması sağlanır. Doğal koşullar sabit kaldıkça bu denge korunur.
2. Bir türe ait populasyonlardaki bireylerin kalıtsal özelliği birbirinden farklıdır. Yani canlı populasyonlarının hepsi varyasyon (=Çeşitlilik) gösterir. Darwin ve Wallace, bunun nedenini tam anlayamadılar ve varyasyonların canlıların iç özelliği olduğunu varsaydılar. Bugün bu varyasyonların mutasyonlar ile oluştuğu bilinmektedir. Varsayımlar:
1. Ayakta kalan bireylerin sayısı, başlangıçta meydana gelenlerden çok daha az olduğuna göre, ayakta kalabilmek için canlılar arasında karşılıklı, besin, yer vs. için, savaşım, ayrıca sıcaklık, soğukluk, nem vs. gibi doğal koşullara karşı bir mücadele vardır. Bu savaşım ve mücadele bir ölüm kalım kavgasıdır. Gerek besin ve yer gereksinmesi aynı olan canlı türleri arasında ve gerekse normalden daha fazla sayıda bireyle temsil edilen populasyonlardaki aynı türe bağlı bireyler arasında, yani doymuş populasyonlarda bir yaşam kavgası vardır. Bu görüş ilk defa Malthus tarafından ortaya atılmıştır 'Yaşamak için Savaş'
2. İyi uyum yapacak özellikleri (=Varyasyonları) taşıyan bireyler, yaşam kavgasında, bu özellikleri taşımayan bireylere karşı daha etkili bir savaşım gücü göstereceğinden, ayakta kalır, gösteremeyenler ise yok olur. Böylece bulunduğu bireye o koşullara en iyi uyum yapabilecek yeteneği veren özellikler, gelecek döllere kalıtılmış olur. Bu varsayımın anahtar cümleciği 'Biyolojik Olarak En İyi Uyum Yapan Ayakta Kalır' dır.
3. Bir bölgedeki koşullar diğerlerinden farklı olduğundan, özelliklerin seçimi de her bölgede, koşullara göre farklı olur. Çevrede meydana gelecek yeni değişiklikler, tekrar yeni uyumların meydana gelmesini sağlar. Birçok döl boyunca meydana gelecek bu tip uyumlar, daha doğrusu doğal seçilim, bir zaman sonra, atasından tamamen değişik yeni bireyler topluluğunun ortaya çıkmasını sağlar 'Uyumsal Açılım' Farklılaşmanın derecesi, eskiyle yeni populasyonlardaki bireyler biraraya getirildiğinde çiftleşemeyecek, çiftleşse dahi verimli döller meydana getiremeyecek (Üreyemiyen, Kısır) düzeye ulaşmışsa, artık bu iki populasyon iki farklı tür olarak değerlendirilir. Bir ata populasyondaki bir kısım bireyler, taşıdıkları varyasyon yetenekleriyle herhangi yeni bir ortama uyum yaparken, diğer bir kısmı da taşıdığı farklı varyasyonlar nedeniyle daha değişik bir ortama uyum yapabilir. Böylece uyumsal açılım ortaya çıkar. Bununla beraber, bitkiler ve hayvanlar, yaşam kavgasında, bulunduğu koşullarda, yararı ya da zararı olmayan diğer birçok varyasyonu da meydana getirebilir ve onları daha sonraki döllere aktarabilir. (bugün bilinen nötral mutasyonlar)
Darwin'in kuramı o kadar akla yatkın ve okadar kuvvetli kanıtlarla desteklendi ki, birçok biyolog onu hemen kabul etti. Daha önceki varsayımlar, yararsız organların ve yapıların neden meydana geldiğini bir türlü açıklığa kavuşturamamıştı. Bugün, türler arasında görülen birçok farkın, yaşam savaşında hiç de önemli olmadığı bilinmektedir. Fakat bu küçük farkları meydana getiren genlerdeki herhangi bir değişiklik, yaşam savaşında büyük değerler taşıyan fizyolojik yapısal değişikliklerin meydana gelmesine neden olabilir. Uyumsal etkinliği olmayan birçok özelliği meydana getiren genler, kromozomlar içinde yaşamsal öneme sahip özellikleri meydana getiren genlerle bağlantı halinde olabilir. Bu durumda bu varyasyonlar elenmeden gelecek döllere aktarılabilir. Bu uyumsal etkinliği olmayan genler, bir populasyonun içerisinde gelecekteki değişikliklerde kullanılmak üzere, ya da genetiksel sürüklenmelerde kullanılmak üzere fikse edilmiş olarak bulunur.
Evrim Kuramına Bilimsel İtirazlar
Belki insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri uygulanmakta olan öğretim ve eğitim yöntemleri, belki dini inançların etkisi, belki de insanın doğal yapısı, insanın, yeniliklere karşı itirazcı olmasına neden olmuştur. Bu direniş, en fazla da, tam olmayan kanıtlarla desteklenmekte olan Evrim Kuramı'na yapılmıştır ve yapılmaktadır. Özellikle dogmatik düşünceye yatkın olanlar, bu karşı koymada en önemli tarafı oluşturur. Bununla beraber son zamanlarda, birçok aydın din bilimcisi de dahil olmak üzere, iyi eğitim görmüş toplumların büyük bir kısmı, Evrim Kuramı'na sahip çıkmaktadır.
Evrim Kuramı'na Darwin'den beri bilimsel karşı koymalar da olmuştur. Özellikle varyasyonların zamanla populasyonlardan kaybolacağı inancı yaygındı. Çünkü bir varyasyona sahip bir birey, aynı özellikli bireyle çiftleşmediği takdirde, bu varyasyonun o populasyondan yitirileceği düşünülmüştü. Populasyon genetiğinde, çekinik özelliklerin, yitirilmeden kalıtıldığı bulununca, itirazların geçerliliğide tümüyle kaybolmuş oldu. Darwin, Pangeneze, yani anadan ve babadan gelen özelliklerin, bir çeşit karışmak suretiyle yavrulara geçtiğine inanarak, hataya düşmüştü. Eğer kalıtsal işleyiş böyle olsaydı, iyi özelliklerin yoğunluğu gittikçe azalacaktı ve zamanla kaybolucaktı. Halbuki, bugün, özelliklerin, sıvı gibi değil, gen denen kalıtsal birimlerle kalıtıldığı bilinmektedir.
ikinci önemli karşı koyma, bu kadar karmaşık yapıya sahip canlıların, doğal seçilimle oluşamayacağıydı. Çünkü canlının, hatta bir organın oluşması, çok küçük olasılıkların biraraya gelmesiyle mümkündü. Fakat canlıların oluşmasından bugüne kadar geçen uzun süre ve her bireyde muhtemelen ortaya çıkan küçük değişikliklerin, yani nokta mutasyonlarının, zamanla gen havuzunda birikmesi, sonuçta büyük değişikliklere neden olabileceği hesaplanınca, bu karşı koymalar da kısmen zayıflamıştır
Üçüncü bir karşı koymaya ise yanıt vermek oldukça zordur. Karmaşık bir organ yarar sağlasa da, birden bire nasıl oluşabilir? Örneğin omurgalılarda, gözün birçok kısımdan meydana geldiği bilinmektedir. Yalnız başına bir kısmın, herhangi bir işlevi olamaz. Tümü biraraya geldiği zaman görme olayı sağlanabilir. O zaman değişik kısımların ya aynı zamanda, birden meydana geldiğini varsaymak gerekiyor - bu populasyon genetiği açısından olanaksızdır - ya da yavaş yavaş geliştiğini herhangi bir şekilde açıklamak gerekiyor. Bir parçanın gelişmesinden sonra diğerinin gelişebileceğini savunmak anlamsızdır; çünkü hepsi birlikte gelişmezse, ilk gelişen kısım işlevsiz olacağı için körelir ya da artık organ olarak ortadan zamanla kalkar. Bununla beraber, bu tip organların da nokta mutasyonların birikmesiyle, ilkelden gelişmişe doğru evrimleştiğine ilişkin kanıtlar vardır.(bakınız. Sphenodon'da pariyetal göz, Amphitretus'da teleskopik göz)
Sphenodon'da pariyetal göz. 1. Mercek, 2. Retina, 3. Sinir ve 4. Arter (Kosswig'den)
Mercekli gözün gelişimi; omurgalılarda (üstte) ve kafadanbacaklılarda (altta) . 1. Ara beyin, 2. Mercek taslağı, 3. Göz çukuru, 4. Epidermis, 5. Mercek baloncuğu, 6. Pigment epiteli, 7. Retina, 8. Göz sapı, 9. Göz balonu, 10. Iris, 11. Kirpik, 12. Kirpikli cisim, 13. Sinir hücresi, 14. Kornea, 15 ve 16. Kutikular merceğin her iki kısmı (Kühn'den)
Evrim Kuramı'nda dördüncü karanlık nokta, fosillerdeki bazı eksikliklerdir. Örneğin, balıklardan amfibilere, amfibilerden sürüngenlere, sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren bazı fosiller bulunmakla beraber (bazıları canlı olarak günümüzde hala yaşamaktadır) , tüm ayrıntıyı verebilecek ya da akrabalık ilişkilerini kuşkusuz şekilde aydınlatabilecek, seri halindeki fosil dizileri ne yazık ki bazı guruplarda bulunamamıştır... bununla beraber, zamanla bulunan yeni fosiller, Evrim kuramın'daki açıklıkları kapatmaktadır.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır.
Kara ve su ortamlarında, koşulları birbirinden farklı düşünülebilecek her yer, büyüklüğü, şekli, organizasyon derecesi, gelişmesi, davranışı, üremesi, besini, besin alma şekli, parazitleri, avları, avcıları...vs.'si değşik birçok canlı tarafından işgal edilmiştir. Bu canlıların nasıl meydana geldiklerini, yaşadıkları ortama yapısal olarak nasıl uyum yapabildiklerini, aralarındaki benzerliklerin ve farklılıkların derecesine göre akrabalıklarını, bununla ilişkin olarak, tür, cins, familya, takım, sınıf, şube gibi sistematik sıralanmasının nasıl yapılabileceği açıklamak biyolojinin temel sorunlarından biridir. Canlıların bugünkü ve geçmişteki yapılarını karşılaştırmalı olarak inceleyerek, onların fiziki, fizyolojik ve biyokimyasal benzerliklerini ve farklarını ortaya koymak suretiyle, belirli genelleştirmelere gidilmesi organik evrimin çalışma alanını oluşturur. Organik evrimsel olayları, kalıtımın ana ilkeleri çerçevesinde ve zaman süreci (genlellikle jeolojik zaman süreci) içerisinde incelemek zorunludur. Çünkü Organik Evrimdeki ana sorunlardan biri, bir canlı türünün ya da grubunun, yeni koşullara zaman süreci içerisinde nasıl uyum yaptığının açıklanmasıdır. Yapısal benzerliklerin ve farkların değişimi ancak zaman süreci içerisinde incelenmekle değerlendirilebilir.
Organik evrim konusunda ana ilkelerin açığa çıkarılması ve öğretilmesi toplumların düşünce sistemlerinde büyük yansımalara neden olduğu ve olacağı için, sadece doğanın temel yasalarını açıklamaya dönük olan böyle bir bilimsel alan, ne yazık ki, belirli çevrelerde tehlikeli bir gelişim olarak değerlendirilmektedir. Çünkü evrim kavramı, zaman süreci içerisinde bir değişmeyi açıklar; Sonsuzluk ve değişmezlik evrimin ilkelerine aykırıdır. Dolayısıyla evrim kavramı, dogmatik düşünceye, yani herşeyin olduğu gibi benimsenmesine izin vermeyen bir bilim dalıdır. Bu ise, belirli koşullar ve düşüncelere, olduğu gibi, yüzyıllardır, düşünmeden uyumuş toplumları; keza bunun yanısıra toplumların bu uyumundan çıkarları için yeterince yararlanan çevreleri rahatsız etmektedir. Evrim kavramının kendisi de sabit değildir, zaman süreci içerisinde yeni bilimsel çalışmaların ışığı altında değişmek zorundadır. Çünkü kendini zaman süreci içerisinde değiştiremeyen, yeni bilgilerin ve gelişimlerin etkisi altında yenileyemeyen her şey ve her kavram yok olmak zorundadır. Bu yasa tüm canlılar ve kavramlar için geçerli görünmektedir.
Evrim kavramı özünde üç alt kavramı içine alır. 1. Anorganik Evrim: Cansızların değişimini inceler; özellikle evrenin oluşumundan, canlıların temel maddelerini oluşturan cansız maddelerin oluşumuna kadar ortaya çıkan olayları kapsar. 2. Organik Evrim: Canlıların değişimini inceler. 3. Sosyal Evrim: Toplumların değişimini inceler. Biyoloji bilimi, özellikle Organik Evrimi kapsar.
Organik Evrim bugün de devam etmektedir; hatta bugün tarihin birçok evrelerindekinden daha hızlı olmaktadır. Son birkaç yüzbin senede yüzlerce yeni bitki ve hayvan türü meydana gelirken, yüzlercesi de yeni tür oluşumları için ayrılmaya başlamıştır. Fakat bu ayrılma ve türleşme o kadar yavaş yürümektedir ki, gözlemek yalnız tarihsel belgelerin bir araya getirilmeleriyle karşılaştırmalarıyla mümkün olacaktır.
Biyolojik evrimin oluştuğuna ilişkin kanıtlayıcı tipik bir örnek, 15. yüzyılın başlarında Madeira yakınında, Porta Santo denen küçük bir adaya bırakılan tavşanlarda gözlenmiştir. Tavşanlar, Avrupa'dan getirilmişti. Adada diğer bir tavşan türü ve getirilen tavşanların düşmanları olmadığı için getirilen tavşanlar anormal derecede çoğaldılar ve sonuçta, 400 yıl sonra, Avrupa'daki anaçlarından tamamen farklı yapılar kazandılar. Öyleki, büyüklükleri, Avrupa'dakilerinin yarısı kadar oldu; renklenmeleri tamamen değişti ve daha gececi hayvanlar oldular. En önemlisi, atalarıyla bir araya geldiklerinde, artık çiftleşip yeni bir döl meydana getiremiyorlardı. Yani Biyolojik olarak yeni bir Tür özelliği kazanmıştılar.
Canlılar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların nasıl ortaya çıktığı, 'bilimsel olarak', ilk defa, Charles Darwin'in gözlemleri ile gün ışığına çıkmış ve açıklanmaya çalışılmıştır.
Evrim Konusundaki Düşüncelerin Gelişimi
Canlıların birbirlerinden belirli derecelerde farklılıklar gösterdiğine ve aralarında belirli derecelerde akrabalıklar olduğuna ilişkin gözlemler, düşünce tarihi kadar eski olmalıdır. Yavruların atalarından, kardeşlerin birbirlerinden belirli ölçülerde farklı olduğu çok eskiden gözlenmişti. Bitkilerin ve hayvanların benzerlik derecelerine göre, tür den başlayarak belirli gruplar oluşturdukları saptanmıştı. Fakat kalıtım konusunda bilgiler yeterli olmadığı ve özellikle bir türün binlerce yıllık gelişimi düşünürsek bir deney tarafından izlenemediği için, çeşitlenme ve akrabalık bağları tam olarak açıklanamamıştır. Bazı bireylerin yaşam savaşında üstün nitelikler taşıdığı, dolayısıyla 'doğal seçme' eskiden de bilinçsiz olarak gözlenmişti. Faka evrim konusundaki bilimsel düşüncenin tarihi, diğer bilim dallarına göre çok yenidir.
Evrim Konusundaki İlk Düşünceler
Dini Düşünceler:
Düşünebilen insanın, doğadaki çeşitlenmeyi, canlılar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların derecesini gözlediği an evrim konusunda ilk düşünceler başlamış demektir.
ilk yaygın görüşler, Asur ve Babil yazıtlarında; daha sonra bunlardan köken alan Ortadoğu kökenli dinlerde, görülmüştür. Hemen hepsinde insanın özel olarak yaratıldığı ve evrende özel bir yere sahip olduğu vurgulanmış; türlerin değişmezliğine ve sabitliğine inanılmış ve diğer canlılar konusunda herhangi bir yoruma yer verilmemiştir. Bununla beraber Kuran'da yaratılışın kademeli olduğu vurgulanmıştır. Yalnız bir Türk din adamı, astronomu ve filozofu olan Hasankale'li İbrahim Hakkı Hz. (1703-1780) , insanların değişik bitkilerden ve hayvanlardan köken aldığını belirtmiştir.
Onyedinci yüzyıla kadar, pisikopos USSHER ve diğerlerinin savunduğu 'türlerin olduğu gibi yaratıldığı ve değişmeden kalıtıldığı fikri yani 'Genesis' geniş halk kitleleri tarafından benimsendi ve etkisini günümüze kadar sürdürdü. USSHER'e göre dünya M.Ö. 4040 yılında, Ekim ayının 4'ünde sabah saat 9.00'da yaratılmıştı. Bu düşünce USSHER tarafından incile eklenmiştir. Daha önce yine hıristiyan din adamları olan AUGUSTİN (M.S 354-430) ve AQUİNAS (M.S 1225-1274) tarafından canlıların basit olarak tanrı tarafından yaratıldığı ve daha sonra değişerek çeşitlendiği savunulmuştu.
Özellikle bizim toplumumuzda, birçok dini belgeden de anlaşılacağı gibi, Adem'in çamurdan yaratıldığı, Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden oluştuğu ileri sürülerek, yaratılışın ilk olarak inorganik kökenli olduğu ve daha sonra eşeylerin ortaya çıktığı savunulmuş olabilir.
Yunanlılardaki ve Ortaçağdaki Düşünceler:
Yunan filozoflarından EMPEDOCLES, M:Ö. 500 yıllarında bitkilerin tomurcuklanma ile çeşitli hayvan kısımlarını, bu kısımların da birleşmesiyle hayvanların meydana geldiğini savunmuştur. THALES (M.Ö. 654-548) , Ege Denizindeki canlıları çalışmış ve denizlerin canlılığın anası olduğunu ileri sürmüştür. ARİSTO (M.Ö. 384-322) , bitkiler ve hayvanlar konusunda oldukça geniş bilgiye sahipti. Onların doğruya yakın tanımlarını vermiş ve gelişmişliklerine göre sınıflandırmıştır. Canlıların metabiyolojik olarak değişerek birbirlerinden oluştuklarına ve her birinin tanrıların yeryüzündeki ilahi taslakları olduklarına inanmıştır. Daha sonra, canlıların kökenini Der Reum Natura adlı şiirinde veren LUCERİTİUS (M:Ö. 99-55) 'u anmadan ortaçağa geçemeyeceğiz.
Yeni ve Yakın çağdaki Düşünceler:
Rönesans ile canlılar konusundaki bilgiler; en önemlisi evrim konusundaki düşüncelerin sayısı artmıştır. HOOK (1635-1703) , RAY (1627-1705) , BUFFON (1707-1788) ve ERASMUS DARWİN (1731-1802) bu devrin en önemli evrimcileridir.
Rönesanstan önce de, bulunan hayvanların kabuklarının, dişlerinin, kemiklerinin ve diğer parçalarının bugünkü canlılarınkine benzer tarafları ve farkları saptanmıştır. Ayrıca yüksek dağların başında bulunan fosillerin, yaşayanlarla olan akrabalıkları gözlenmiştir. Bu gözlemlerin ışığı altında, her konuda çalışmış, düşünür ve sanatçı olan LEONARDO DA VİNCİ, canlıların tümünün bir defada yaratıldığını ve zamanla bazılarının ortadan kalktığını savunmuştur. Buna karşılık birçok doğa bilimcisi, canlıların zaman zaman oluştuklarını ileri sürmüştür. Bu şekilde farklı devirlerde farklı canlıların yaşaması kolaylıkla açıklanabiliyordu. Her doğal yıkımdan sonra, meydana gelen canlıların, organizasyon bakımından biraz daha gelişmiş olduklarına inanılıyordu. Bu kurama 'Katostrofizim = Tufan Kuramı' denir. Bu yıkımın yedi defa olduğu varsayılmıştır.
CUVİER, 1812 yılında, fosiller üzerinde ünlü kitabını yayınlayarak, fosillerin kesik, kesik değil birbirlerinin devamı olacak şekilde olduklarını bilimsel olarak açıklamıştır.
Onsekizinci yüzyılın sonu ile Ondokuzuncu yüzyılın başlangıcında, 3 ingiliz jeologunun çalışmalarıyla katostrofizim kuramı yerine 'Uniformitarizim' kuramı getirildi. HUTTON 1785'de geçmişte de bugünkü gibi jeolojik kuvvetlerin rol oynadığını, yükselmelerin ve alçalmaların, keza erozyonların belki de daha kuvvetli olarak meydana geldiğini ve yüksek dağlarda bulunan fosilli tabakalar ile sediman (tabaka=katman) tayinlerinin yapılabileceğini buldu. JOHN PLAYFAİR'in 'Illustration of the Huttonian Theory of the Earth' adlı yapıtıyla (1802) , bu konu daha anlaşılır hale geldi. Üçüncü araştırıcı, CHARLES LYELL, yayınladığı 'Principles of Geology' adlı yapıtında, birçok jeolojik soruna çözüm getirmesinin yanısıra, canlıların büyük afetlerle değil, çevre koşullarının uzun sürede etki etmeiyle değiştiğini savundu. Kitabın bir yerinde 'geçmişteki güçler bugunkünden hiç de çok farklı değildi' diye yazmıştır. Bu yaklaşım Nuh Tufanı'nın gerçeküstü olduğunu savunuyordu. LYELL'in fikirleri C.DARWİN'i büyük ölçüde etkilemiştir.
Charles Darwin ve Alfred Wallace 'ın Görüşleri
Charles Darwin (1809-1882) , evrim bilimine iki önemli katkıda bulundu. Birincisi organik evrim düşüncesini destekleyen zengin bir kanıtlar dizisini toplayarak ve derleyerek bilim dünyasına sundu. ikincisi evrim mekanizmasının esasını oluşturan 'Doğal Seçilim' ya da diğer bir deyimle 'Doğal Seçim' kuramının ilkelerini ortaya çıkardı.
Darwin, 1809 yılında ingilterede doğdu. Babası, onu, hekim olsun diye 16 yaşında Edinburg Üniversitesine gönderdi. Darwin, ilk olarak başladığı hekimlik ve daha sonra başladığı hukuk eğitimini sıkıcı bularak her ikisinide bıraktı. Sonunda Cambridge Üniversitesine bağlı Christ Kollejinde teoloji öğrenimi yaptı. Fakat Edinburg'daki arkadaşlarının çoğu Jeoloji ve zooloji ile ilgileniyordu. Cambridge'de kınkanatlıları (Coleoptera) toplayan bir grupla ilişi kurdu. Bu bilim çevresi içerisinde botanikçi John Henslow'u tanıdı ve onun önerileri ile dünya çevresinde ingiliz deniz kuvvetleri için harita yapmaya görevlendirilern Beagle gemisinde, beş sene sürecek bir geziye katılmaya karar verdi. Beagle 1831 yılında Devonport limanından denize açıldı.
Lyell'in kitabını gezisi sırasında okudu ve dünya yüzünün devamlı değiştiğini savunan düşüncesinden çok etkilendi. Gemidekiler harita yaparken, Darwin de sürekli bitki, hayvan, fosil topluyor; jeolojik katmanları inceliyor; sayısız gözlem yapıyor ve dikkatlice notlar alıyordu. Gemi ilk olarak Güney Amerika'nın doğu sahilleri boyunca güneye inip, daha sonra batı kıyılarından kuzeye doğru yol aldı. Bu arada Arjantin'in Pampas'larında soyu tükenmiş birçok hayvanın fosilini buldu ve keza jeolojik katmanlardaki fosillerin değişimine özellikle dikkat etti. Bu gözlemleriyle, her türün özel yaratıldığına ilişkin düşüncelere olan inancını yitirmeye başladı. Keza insan da dahil, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin değişik ortamlara yaptıkları uyumları, bu arada yaşadığı bir deprem olayı ile yeryüzünün nasıl değişebileceğini gözledi.
Beagle, 1835 yılında, Güney Amerika kıtasının batı kıyısına yaklaşık 1000km. kadar uzak olan Galapagos adalarına ulaştı. Bu adalarda yaptığı gözlemlerde, büyük bir olasılıkla aynı kökenden gelmiş birçok canlının coğrafik yalıtım nedeniyle, birbirlerinden nasıl farklılaştıklarını ve her canlının bulunduğu ortamdaki koşullara nasıl uyum yaptığını bizzat gözledi. Örneğin Geospizinae alt familyasından bir çeşit ispinoz kuşlarının, dev kaplumbağaların, Iquana denen dev kertenkelelerin, adalarda ve her adanın değişik koşulları taşıyan bölgelerine göre çeşitlenmelerini, yapısal uyumlarını, varyasyonlarını ve sonuç olarak uyumsal açılımlarını gördü. Buradaki bitkilerin ve hayvanların hemen hepsi, Amerika kıtasının güney sahillerindeki bitki ve hayvan türlerine benzerlik gözteriyor; fakat onlardan özellikle uzaklığın oranında farklılaşmalar gösteriyordu.
Galapagos adalarında aynı kökenden gelen ispinoz kuşlarının yaşadığı ortama göre yapısalolarak farklılaşması (Stebbins'den)
Daha sonra araştırmalarına Pasifik adaları'nda, Yeni Zelanda'da, Avusturalya'da ve Güney Afrika Kıyıları'nda devam etti. Tüm bu araştırma süresi içerisinde evrimsel uyumu destekleyecek kanıtları titizlikle topladı. 1836 yılında ingiltere'ye ulaştı.
Darwin, ileriye süreceği fikrin yankı uyandıracağını, dolayısıyla yeterince kanıt toplaması gerekeceğini biliyordu. Kanıtlar evrimsel dallanmayı göstermekle beraber, bunun nasıl olduğunu açıklamaya yetmiyordu. İngiltere'ye varışından itibaren 20 yıl boyunca biyolojinin çeşitli kollarındaki düşüncesini ana hatlarıyla hazırladı. 1857 yılında düşüncelerini kabataslak arkadaşlarının görüşüne sundu.
Bu sırada, kendisi gibi, Malthus'un bilimsel serisini okuyarak ve keza sekiz yıl Malaya'da ve Doğu Hindistan'da, dört yıl Amazon ormanlarında bitkiler ve hayvanlar üzerinde gözlemler yaparak, bitkilerin ve hayvanların dallanmalarındaki ve yayılışlarındaki özellikleri görmüş ve doğal seçilim ilkesine ulaşmış, bir doğa bilimcisi olan Alfred Russel Wallace'ın hazırlamış olduğu bilimsel kitabın taslağını aldı. Wallace, Darwin'e yazdığı mektupta eğer çalışmasını ilginç bulursa, onu, Linnean Society kurumuna sunmasını diliyordu. Çalışmasının adı 'On the Tendency of Varieties to Depart Indefinitely from the Original Type' (=Orjinal Tipten Belirsiz Olarak Ayrılan Varyetelerin Eğilimi) idi. Darwin'in yıllarını vererek bulduğu sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişmesine ilişkin görüş, Wallace'ın çalışmasında yer almaktaydı. Durum, Darwin için üzücüydü. Fakat arkadaşlarının büyük baskısıyla, kendi çalışmasını, Wallace'ınkiyle birlikte, basılmak üzere 1 Temmuz 1858'de Linnean Society'ye teslim etti. Basılmadan duyulan bu düşünceler 24 Kasım 1859'da 'On the Orgin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life' (=Doğal Seçilim ya da Yaşam Savaşında Başarılı Irkların Korunmasıyla Türlerin Kökeni' kısaltılmış adıyla 'Orgin of Species', yayınlandı. ilk gün kitapların hepsi satıldı. Herkes, organik evrim konusunda yeni düşünceler getiren bu kitabı okumak istiyordu.
Özünde, organik evrimin benimsenmesi için zemin hazırdı. Çünkü Jeolojide, paleontolojide, embriyolojide, karşılaştırmalı anatomide birçok aşama yapılmış ve birden yaratılmanın olanaksızlığı ortaya konmuştu. Darwin uysal bir adam olduğundan, bir tepki yaratmamak için, eserinin son kısmını Tanrısal bir yaratılış fikrini benimsediğini yazarak bitirmişti. Buna rağmen, başta din adamları ve bazı bilim adamları dini inançlara karşı geliniyor diye bu çalışmaya karşı büyük bir tepki başlattılar. Hatta eseriyle Darwin' e çok büyük yardımlarda bulunan Lyell ve gezisi sırasında geminin kaptanlığını yapan Fitzroy, bu karşı akımın öncüleri oldular. Bu arada Huxley, çok etkin bir şekilde Darwin'e destek oldu.
Darwin, çalışmalarına devam etti, birinci eserinde değinmediği insanın evrimiyle ilgili düşüncelerini 'Descent of Man and Selection in Relation to Sex' (=İnsanın Oluşumu ve Eşeye Bağlı Seçilim' adlı eseriyle yayınlandı. Bu eserde, insanın, daha önceki inançlarda benimsenen özel yaratılışı ve yeri reddediliyor, diğer memelilerin yapısal ve fizyolojik özelliklerine sahip olduğu ve yine diğer canlılar gibi aynı evrimsel yasalara bağlı olduğu savunuluyordu. Ayrıca eşeysel seçmenin, türlerin oluşumundaki önemi belirtiliyordu.
Darwin'in 'İnsanın Oluşumu' adlı eseri, başlangıçta birçok tepkiye neden olduysa da, zamanla, biyolojideki yeni gelişmeler ve bulgular, özellikle kalıtım konusundaki bilgilerin birikmesi, Darwin'in görüşünün ana hatlarıyla doğru olduğunu kanıtlamıştır.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır.
Pir Sultan zaten Hacı Bektaş Veli Dergâhı'ndan el almış, Pir Balım Sultan elinden dolu içmiştir. Dergâh eşiğine yüz sürdüğünü belirttiği nefesten anlaşıldığı üzere, Balım Sultan sağdır.
Pir Sultan'ın Piri, C. Öztelli'nin ileri sürdüğü gibi, iki şiirinde adı geçen kesinlikle “Hasan Efendi” olamaz.
Hasan Efendi postunda oturur
Rumun abdalları hizmet yetirir
Zemheride deste gülü getirir
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Bu dörtlüğün geçtiği nefeste Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli ve Balım Sultan'a sevgisini anlatmaktadır. Üstelik şiirin sonunda ``Pir Sultan'ım biat ettik ol erden' demektedir. Bir başka şiirinden, Hasan Efendi'nin Koyun Baba Tekkesi postnişini olduğu da rahatlıkla çıkarılabildiğine göre (bkz. Cahit Öztelli, agy, s. 38-39 ve 190) , onu Hacı Bektaş Dergâhı'na halife yapmak zorlamadan başka birşey değildir. C. Öztelli, Pir Sultan'ın asılma tarihini 1617'lere kadar yaklaştırdığı için bu zorlamayı yapmış olmalıdır.
Hasan Efendi, Dergâh'ta yapılan Cem'lerde 12 hizmet postlarından birinde oturmuş olabilir. Hatta Pir Sultan'ın kendisi bir nefesinde, “Ayn-ı Cem'in bülbülüyüm” dediğine bakılırsa o da, saz çalıp deyiş okuyan “Zakir” postunda oturmuştur.
Arzuladım sana geldim
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Eşiğine yüzler sürdüm
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Pir elinden dolu içtim Erenler demine düştüm Ak cenneti gördüm geçtim Hünkâr Hacı Bektaş Veli Kırk Budak'ta şema yanar Dolusun içenler kanar
Abdalları semah döner
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
(...)
Balım Sultan er köçeği
Keser kılıncı bıçağı
Cümle erenler gerçeği
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Pir Sultan'ım gerçek veli Erenlerden çekmem eli On'ki imamın serveri Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hacı Bektaş Veli, onun dilinde hem Muhammed Mustafa, hem Haydar-ı Kerrar'dır (Ali'dir) . Gerçek Şah odur: Firdevs-i ala'da bir yanal elma
On sekiz bin alem nuru dediler
Muhammed Mustafa Haydar-ı Kerrar
Hünkâr Hacı Bektaş Veli dediler
(...)
Pirim der ki Bektaşiyim Bektaşi
Size nasip veren ol nasıl kişi
Sıkar un ederdi örs gibi taşı
Budur cümlesindenh ulu dediler
(...)
Evvel Ali'ydi sonra sonra Veli oldu
Yol erkân bir zaman batında kaldı
Urum ellerinden nameler geldi
Budur Hakk'ın doğru yolu dediler
Pir Sultan'ım eydür Şah'ım Veli'dir Cihanı bürüyen onun nurudur Şüphesiz ki Hak Muhammed Ali'dir Bilmeyene Mülcem soyu dediler Pir Sultan Abdal Hacı Bektaş kapısından, yani Dergâh'dan medet-mürvet bekliyor. Hacı Bektaş Veli'yi “Pirlerin Piri ve Şahların Şahı” olarak niteliyor: Sensin bizim zahir batın ulumuz
Aman medet mürvet Pir Hacı Bektaş
Her taraftan sana çıkar yolumuz
Ali'sin bir adın var Hacı Bektaş
Seni sevdik senden yana yakıldık Münkirlerin kesretinden sıkıldık (kesret: çokluk) Herbirimiz künc-i gamda takıldık (künc-i gam: gam köşesi) Yetiş bu imdada er Hacı Bektaş Pirlerin pirisin yok sana teki Müminin canısın münkirin şeki
Zahirde batında değilsin iki
Yetmiş üç milletsin bir Hacı Bektaş
Şahların şahısın zat-i Ali'sin Her ilmin kânısın Şah-ı Veli’sin Abdal Musa kendi Kızıl Deli'sin Abdalların başı der Hacı Bektaş Pir Sultan Abdal’ım sana dayandım Uyur idim hizmetimden uyandım
Her isteyenlere verdin inandım
Benim de muradım ver Hacı Bektaş
Görüldüğü gibi, Pir Sultan Abdal Hacı Bektaş Veli'den manevi destek diliyor. Bir başka şiirinde Hacı Bektaş Dergâhı’ndan “nasip alır da var, almaz da” derken, onları Dergâh'a bağlayıp “irfan defterine yazdırmak” amacında olan Pir Sultan, “gelmezleri, görmezleri, bilmezleri” birliğe çağırır:
Evvel bu dergâhtan nasip
Alan da var almaz da
Tarikate kadem basıp (kadem: ayak)
Gelir de var gelmez de
Sazını almış destine Hizmet ederdi dostuna Ahd ile ikrar üstüne Durur da var durmaz da Olayım der isen Hızır İrfan defterine yazıl
Hak her yerde hazır nazır
Görür de var görmez de
İçin bizim dolumuzdan Çıkman sakın yolumuzdan Pir Sultan'ım halımızdan Bilir de var bilmez de Pir Sultan Abdal, Dergâh'ta birliğe çağrı yaparken koşulları, kuralları da tek tek açıklıyor. Yoksa “sürerler dergâhtan haller nic'olur” korkusunu çekiyor, anımsatıyor baştan. Kendisi Şah’ın, yani Hacı Bektaş'ın “aciz kuludur”, öyle görüyor: Pir Sultan'ım kemter kuldur Şah'ına
Hünkâr Hacı Bektaş nazargahına
Deli gönül hak ol düş Dergâh'ına
Er olayım dersen er ile görüş
Aksi takdirde:
Pek imiş kurulmaz feleğin yayı
Ezelden sunulur aşığın payı
İki dinli yüzlü yüze gülücü
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Er değildir er nefesi tutmayan Er pislik temiz etmeyen Özünü rızaya teslim etmeyen Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur Erenler kabul eylemez yalanı İçi sual olup dışı güleni
Evvel ikrar verip sonra güleni
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Pir Sultan’ım ihlas çağır Pir'ine Yerler gökler inler ah ü zarına Mümin olan çıkar Hak divanına Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur Pir Sultan Abdal inanmıştır ki, Pir önünde gerçeklerden söz açılır. Ama “yapı birlik ile yapılır”. Yine gerçeklerden açtık kapuyu
Bir Pir'in önünde kıldık tapuyu
Arı birlik ile yapar yapuyu
Birlik ile bitmeyende bal olmaz
Pir Sultan’ım eydür kalbimin nuru Müminler gözlüyse münafık kördür Erenlerin yolu kadimdir birdir Her tepenin başında da yol olmaz Pir Sultan Abdal, hem şöyle sorar: Muhammed Ali neslinden kim kaldı
Kim var Hacı Bektaş Veli'den gayrı
Onulmaz yaraya merhem kim sardı
Kim var Hacı Bektaş Veli'den gayrı
Hem de soruşturmasına yine kendisi yanıt verir:
Çok şükür olsun Hüda'nın demine
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Mehdi evsafı eyledim temine
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
(...)
Bir güneş doğdu dünyanın yüzüne
Âşıkların nur göründü gözüne
Cümle canlar niyaz etti özüne
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Pir Sultan’ım biat ettik ol erden Muhabbet kokusu geliyor serden Katarından ayırma Şah-ı Merdan Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var Anadolu'nun yetiştirdiği ve Aleviliğin Yedi Ulu'sundan biri olan büyük ozan, artık Hacı Bektaş Dergâhı'nda daha önce oturmuş ve oturmakta olanların ve Bektaşilerin açık yürekli propagandası içindedir. Artık Pir Sultan'a göre “devir Bektaşilerindir”. Öyleyse “sevdalı, bade süzen, dünyayı gezen, sırlarına güç erilen ama arifler arifi ve hak yoluna canlarını kurban etmekten çekinmeyen Bektaşiler” derlenip toparlanmalıdır.
Sevda çekmek şanlarıdır
Gizlice erkânlarıdır
Hak yoluna canlarıdır
Kurbanı Bektaşilerin
Onlar Horasan'ı gezer Demkeş olur bade süzer Seyyah olup daim gezer Sultanı Bektaşiler'in Sırlarına güç erilir Remizleri geç bilinir
Üstad olan Pir seçilir
Hünkârı Bektaşilerin
Arifler arifi gelir Arife tarif vız gelir Uzak yakın hep bir gelir Hassına Bektaşilerin Pir Sultan’ım bu ne demek Yerde insan gökte melek
Hiç cahile çekme emek
Devridir Bektaşilerin
Sanki bu derleniş için “Rum (eli) ’u fetheden Kırklar serdarı Şah Kızıl Deli'yi (Seyyid Ali Sultan'ı) imdada” çağırmaktadır.
Şah-ı Merdan Ali kurdu bu yolu
Hazreti Fatıma cihanın gülü
Evvel Seyyid Ali aldı yürüdü
Kırkların serdarıdır Kızıl Deli
Pir Sultan'ım eydür sancak getiri Zemheride gonca güller bitiri Kalenin altın üstüne getiri Rum'un fethin eden Şah Kızıl Deli *** Hey erenler evliyalar serveri
Himmet eyle bize Şah Seyyit Ali
Tarık-ı Naci'nin sensin rehberi
Himmet eyle bize Şah Seyyit Ali
Pir Sultan'ım eydür yola âşıkız Ta ezelden böyle kalbi sadıkız Severiz ey Şah'ım kalbi sadıkız Rahmet eyle bize Şah Seyyit Ali
BİLİMSEL YÖNTEME GİRİŞ
Bilimsel yöntem, dünyanın hassas (yani, güvenilir, uyumlu ve keyfi olmayan) betimlenmesi için bilim adamlarının birlikte ve sürekli çalıştıkları süreçtir.
Bir kuramı geliştirirken kişisel ve kültürel inançlarımızın doğal fenomeni hem anlamada, hem de yorumlamada etkilediğini itiraf ederek, bu etkileri en aza indirmek için standart usülleri ve kriterleri hedefleriz. Ünlü bir bilginin bir zamanlar söylediği gibi, “Akıllı insanlar (akıllı avukatlar gibi) yanlış görüşler için çok iyi açıklamalarla ortaya çıkabilirler.” Özet olarak, bilimsel yöntem, bir önerme veya kuramı test ederken deneycideki önyargı ve eğilimleri en aza indirmeye gayret eder.
I - Bilimsel yöntemin dört adımı vardır
1 – Bir fenomen veya bir grup fenomenin gözlem ve tanımı
2 – Fenomenleri açıklayan önermenin formülasyonu. Önerme, fizikte çoğunlukla nedensel bir düzenek veya matematiksel bağıntı şeklini alır.
3 – Önermenin, başka fenomenlerin varlığını öngörmek veya yeni gözlemlerin sonuçlarını nicelikli olarak öngörmek için kullanılması.
4 – Öngörülerin birkaç bağımsız deneyci tarafından deney testlerinin yapılması ve gereği gibi yapılmış deneyler.
Eğer deneyler önermeyi desteklerse, önerme artık bir kuram veya doğa yasası olarak kabul edilme durumuna gelebilir (model, kuram, önerme ve yasa için fazlası aşağıda) . Eğer deneyler önermeyi desteklemiyorsa, önerme reddedilmeli veya değiştirilmelidir. Bilimsel yöntemin şimdi verilen tanımlamasındaki anahtar, önerme veya kuramın öngörü gücüdür (kuramdan, verdiğinizden fazlasını alma yeteneği; Barrow, 1991) . Çoğunlukla bilimde kuramların kanıtlanamadığı ama sadece çürütüldüğü söylenir. Yeni bir gözlemin veya yeni bir deneyin uzun dayanımlı bir kuramla çelişmesi olasılığı daima vardır.
II – Önermelerin test edilmesi
Az önce belirtildiği gibi, deneysel testler önermenin ya doğrulanmasına ya da yadsınmasına yol açar. Eğer önermenin öngörüleri deneysel testlerle açık ve tekrar tekrar bağdaşmıyorsa, bilimsel yöntem önermenin yadsınmasını veya değiştirilmesini gerektirir. Ayrıca, bir kuram ne kadar güzel de olsa, eğer onun doğanın geçerli bir tanımı olduğuna inanacaksak, öngörülerinin deney sonuçları ile uyuşması gereklidir. Her deneysel bilimde olduğu gibi fizikte de “deney üstündür” ve farazi öngörülerin deneysel doğrulanması mutlak bir gerekliliktir. Deneyler kuramı doğrudan (örneğin bir partikülün gözlemlenmesi gibi) test edebilir veya matematik ve mantık kullanılarak kuramdan türetilen sonuçlar test edilebilir (yeni partikülün varlığını gerektirecek bir radyoaktif bozunma sürecinin hızı gibi) . Bir deneyin gerekliliğinin aynı zamanda bir kuramın test edilebilirliğini ima ettiğine dikkat edin. Test edilemeyen kuramlar, örneğin gözlemlenebilir sonuçları olmayan (özellikleri kendisini gözlemlenemez yapan partiküller gibi) kuramların bilimsel niteliği yoktur.
Uzun süreli dayanıklı bir kuramın öngörüleri yeni deney sonuçları ile uyuşmuyorsa, kuram bir gerçeklik tanımı olmaktan çıkarılabilir, ama sınırlı ölçülebilir parametreler içinde uygulanabilir olmayı sürdürebilir. Örneğin, klasik mekanik yasaları (Newton yasaları) sadece ilgili hızlar ışık hızından çok daha küçük olunca geçerlidirler (cebirsel olarak v/c [[ 1 olunca) . Bu, insan deneyiminin büyük bir kısmının etki alanı olduğundan, klasik mekanik yasalar, teknolojik ve bilimsel problemlerin büyük bir kısmında yaygın, yararlı ve doğrulukla uygulanıyor. Bununla birlikte, v/c oranının küçük olmadığı bir alan gözlemliyoruz. Bu alandaki cisimlerin devinimleri ve “klasik” alandaki devinimler, Einstein’in görecelik kuramı denklemleriyle kesinlikle tanımlanabilir. Deneysel testlerden dolayı, evrenimizi yöneten ilkelerin tanımını görecelik kuramının, önceki “klasik” kurama göre daha genel ve dolayısıyla daha kesin bir şekilde sağladığına inanıyoruz. Ayrıca görecelik denklemlerinin, v/c [[1]] 10-8m) . Bütün uzunluk ölçeklerinde geçerli bir tanımlama kuantum mekaniği denklemleriyle verilir.
Deneysel kanıtlar karşısında terk edilmesi gerekmiş kuramlara alışığız. Astronomide gezegen yörüngelerinin dünya merkezli tanımı, bir sıra hem merkezli dairesel gezegen yörüngeleriyle güneşin merkezde olduğu Kopernik Sistemi tarafından yıkılmıştır. Daha sonra, gezegen devinimlerinin ölçümlenmesi, dairesel değil eliptik yörüngelere uygun bulunduğundan bu kuram değiştirilmiş ve gezegen devinimleri hala Newton’un yasalarından türetilebilir bulunmuştu.
Deneylerde hata, birkaç kaynaktan gelir. İlk olarak ölçme araçlarının iç hatası vardır. Bu cins hatanın “gerçek” değerden sayısal olarak daha yüksek veya daha düşük bir ölçüm üretme olasılığı olduğundan buna rastgele hata denir. İkinci olarak sonucu bir yönde saptıran rastgele olmayan sistematik bir hata vardır. Hiçbir ölçüm, dolayısıyla hiç bir deney tam anlamıyla kesin olamaz. Aynı zamanda, bilimde hataları tahmin etmenin ve bazen de azaltmanın standart yollarına sahibiz. Böylece belli bir ölçümün hassasiyet derecesine karar vermek ve nicel sonuçları açıklarken ölçüm hatasını bildirmek önemlidir. Hata bildirimsiz bir ölçüm anlamsızdır. Deney ve kuram arasında yapılacak kıyaslama, deneysel hatalar bağlamında yapılır. Bilim adamları, kuramsal öngörüden sonuçların ne kadar standart sapma gösterdiğini sorarlar. Bütün sistemli ve rastgele hata kaynakları gereği gibi tahmin edimiş midir?
III – Bilimsel yöntemin uygulanmasında yaygın hatalar
Daha önce belirtildiği gibi, bilimsel yöntem, bilim adamının deney sonucundaki yanlılık etkisini en aza indirmeye çabalar. Yani, bir önerme veya kuramı test ederken, bilim adamı bir bir sonucu veya başkasını yeğleyebilir, ve bu yeğlemenin sonucu veya yorumu yanlı kılmaması önemlidir. En birinci hata, deneysel testler yapmaksızın bir önermeyi bir fenomenin açıklaması olarak yanlış anlamaktır. Bazen “sağ duyu” veya “mantık” bizi teste ihtiyaç olmadığına ayartır. Bunun Yunan filozoflardan bugüne sayısız örneği vardır.
Başka bir yaygın hata, önermeyi desteklemeyen verileri ihmal etmek veya atmaktır. İdeal olarak deneyci, önermenin doğru veya yanlış olması olasılığına açıktır. Bazen, her nasılsa bir bilim adamı, önermenin doğru (veya yanlış) olduğu hakkında güçlü bir kanıya kapılır veya belirli bir sonuç almaya içten veya dıştan baskı hisseder. Bu durumda, bilim adamının beklentileriyle uyuşan veriler dikkatli kontrol edilmezken, uyuşmayan veriler için de sistemli etkiler gibi “yanlış birşeyi” arama psikolojik eğilimi olabilir. Buradan alınacak ders, bütün verilerin aynı işleme uygulanmasıdır. Başka bir yaygın hata, sistemli hataların (ve tüm hataların) nicel tahminindeki başarısızlıktan oluşur. Deney yapanların yeni bir fenomeni içeren veriyi, sistemli bir geri planı olduğu gerekçesiyle başka anlam verip kaçırdıkları pek çok buluş örneği vardır. Tersine, bulucularının nedenini açıklayamadıkları, sonradan sistemli hata oldukları kanıtlanan pek çok sözde “yeni buluş” örneği de vardır.
Etkin deneylerin ve bilimsel topluluk üyeleri arasında açık iletişimin olduğu bir dalda bireysel veya grupsal eğilimler birbirlerini götürürler. Çünkü deneysel testler, eğilimi başka yönde olabilen bilim adamları tarafından tekrarlanmaktadır. Buna ek olarak, farklı deney düzeneklerinin farklı sistemli hata kaynakları vardır. Çeşitli deneysel testleri kapsayan bir dönem (en azından birkaç sene) sonunda hangi deneysel sonuçların süre sınamasına dayandığı üzerinde toplulukta bir uzlaşma oluşur.
IV – Önermeler, Modeller, Kuramlar ve Yasalar
Fizikte veya diğer bilim düzencelerinde “önerme”, “model”, “kuram” ve “yasa” kelimeleri, bir grup fenomen hakkındaki bilgi veya onay derecesine göre farklı anlamlara sahiptir.
Bir önerme, belirli durumlardaki neden ve etkiyle ilgili sınırlı bir açıklamadır; aynı zamanda deneysel çalışma öncesi, belki hatta yeni fenomenlerin öngörülmesi öncesi bilgimizin durumunu verir. Günlük yaşamdan bir örnek alırsak, farz edelim ki arabanız çalışmadı. “Arabam çalışmadı, çünkü aküsü zayıfladı” diyebilirsiniz. Bu sizin ilk önermenizdir. Daha sonra farların açık mı kaldığını, veya kontağı açtığınızda motordan başka bir ses mi geliyor diye kontrol edersiniz. Bilfiil akü kutup başları arasındaki gerilimi kontrol edebilirsiniz. Akünün zayıflamadığını fark ederseniz, başka bir önerme deneyebilirsiniz. (“Şarj dinamosu bozuk”; “Bu benim arabam değil.”)
Model kelimesi, önermenin en azından sınırlı geçerliği bilindiği durumlar için ayrılmıştır.Bunun çok anlatılan bir örneği, atomun Bohr modelidir. Burada güneş sistemine benzetme yapılarak elektronların çekirdek etrafındaki yuvarlak yörüngelerde devinimde olduğu tanımlanır. Bu bir atomun nasıl göründüğünün hassas bir betimlemesi değildir; ama model, elektronun en basit örneğinde, hidrjen atomunda, kuantum düzeylerinin enerjilerini (ancak doğru açısal momentumlarını değil) matematiksel olarak gösterilmesini başarır. Başka bir örnek Hook yasasıdır (Hook’un prensibi veya Hook’un modeli olarak adlandırılmalı) , Şöyle açıklanabilir: bir yaya asılı bir kütle tarafından uygulanan kuvvet, yayın gerildiği miktarla orantılıdır. Bu prensibin sadece küçük miktardaki gerilişler için geçerli olduğunu biliyoruz. “Yasa”, yay esneme sınırının ötesinde gerildiğinde (kopabilir) geçersizdir. Bununla beraber bu prensip, basit harmonik devinimin öngörülmesine yol açar ve bir yayın davranışının modeli olarak son derecede geniş uygulama alanıyla da çok yönlü olmuştur.
Bir bilimsel kuram veya yasa, tekrarlanmış deneysel testler sonucu onaylanmış bir önermeyi veya bir grup ilgili önermeleri açıklar. Fizikte kuramlar, evrensel uygulanabilirliği yansıtan “doğal yasa”yla özdeşleştirilen birkaç kavram ve denklemle formüle edilirler. Kabul görmüş bilimsel kuram ve yasalar, evreni anlayışımızın bir kısmını ve bilginin daha az anlaşılmış alanlarını araştırmada temel oluştururlar. Kuramlar kolayca terk edilmez; yeni buluşların, önce mevcut kuramsal çatıya uyduğu farz edilir. Ancak pek çok deneysel testler sonrasında yeni fenomen uzlaştırılamayınca, bilim adamları kuramı ciddi olarak sorgulamaya ve değiştirmeye girişirler. Bilimsel kuramlara fiziksel dünyanın gerçeklerini temsil etmek olarak eklediğimiz geçerliliğin, “sadece bir kuram” terimiyle kastedilen uyduruk geçersiz kılma ile karşıtlığı gösterilmelidir. Örneğin, “yerçekiminin sadece bir kuram” olmasından dolayı, birinin yüksek bir binadan düşmeyeceği faraziyesiyle atlaması
olası değildir.
Bilimsel düşünce ve kuramlarda değişiklikler elbette, bazen de dünya görüşümüzde kökten değişiklik yaparak meydana gelmektedir (Kuhn, 1962) . Yine de değişiklik için anahtar güç, bilimsel yöntem ve deneydeki vurgusudur.
V – Bilimsel Yöntemin uygulanabilir olmadığı koşullar var mıdır?
Bilimsel yöntem, bilimsel bilgiyi geliştirmekte gerekli olduğu gibi, günlük problem-çözümünde de yararlıdır. Telefonunuz çalışmadığında ne yaparsınız? Problem alette midir, ev içindeki kablolamada mı, dışardaki kutuda veya telefon şirketinin işlemlerinde mi? Bu problemi çözmek için içinden geçeceğiniz süreç, bilimsel düşünce içerebilir ve sonuçlar ilk beklentilerinizle çelişebilir.
Herhangi iyi bir bilim adamı gibi bilimsel yöntemin uygulanabildiği durumları (bilim dışında) sorgulayabilirsiniz. Yukarda söylenenlerden belirlediğimiz; dış faktörleri hesaba katarak veya eleyerek ve incelenen sistemde sınırlı kontrollu değişikliklerden sonra tekrar tekrar test ederek ilgili fenomenin soyutlanabilindiği durumlarda bilimsel yöntemin en iyi çalışan olduğudur.
Elbette fenomenin soyutlanamadığı veya ölçümlerin tekrarlanamadığı koşullar vardır. Bu durumlarda, sonuçlar kısmen durumun geçmişine bağlı olabilir. Bu, çoğunlukla insanlar arasındaki toplumsal etkileşimlerde ortaya çıkar. Örneğin bir avukat, bir mahkemede jüri önünde üstüste duruşmayı tekrarlayarak başka yaklaşımlar deneyemez.. Yeni bir duruşmada jüri kompozisyonu farklı olacaktır. Yeni bir dizi tartışmayı dinleyen aynı jürinin, dahi daha önce işittiklerini unutmaları beklenemez.
VI – Sonuç
Bilimsel yöntem; bilimle, pek çok düzeyde modern devrin içine işleyen insanın bilgi edinmesi süreciyle, girift bir şekilde ilişkilidir. Yöntem, tanımlama olarak basit ve mantıklı görünürken, belki de, şeyleri nasıl olup da bilir duruma geldiğimizi bilmekten daha karmaşık bir soru yoktur. Bu girişte, bilimsel yöntemin, sistemli deney yapma gerekliliği yüzünden, bilimi diğer açıklama şekillerinden farklı kılmasını vurguladık. Ayrıca bilimsel bulgulardaki bireysel ve toplumsal eğilimlerin etkisini azaltmak için bilim adamlarınca geliştirilmiş bazı uygulama ve kriterleri de aktardık.
VII - Referanslar
1. Wilson, E. Bright. An Introduction to Scientific Research (McGraw-Hill, 1952) .
2. Kuhn, Thomas. The Structure of Scientific Revolutions (Univ. of Chicago Press, 1962) .
3. Barrow, John. Theories of Everything (Oxford Univ. Press, 1991) .
[Bu yazı Rochester Üniversitesinden fizik profesörü Frank Wolfs'un http://teacher.nsrl.rochester.edu/phy_labs/AppendixE/AppendixE.htm adresindeki 'Introduction to the Scientific Method' başlıklı yazısının çevirisidir.]
.........................................................................................................
MUTASYON ZARARLIMIDIR?
Bu kısa cevaptı. Uzun cevap şudur; mutasyonlar nötr (ne zararlı ne de yararlı) olabilirler, çok zararlı ya da çok yararlı olabilirler ve en önemlisi mutasyonların zararlı ya da yararlı olmaları çevreye bağlıdır. Çoğu mutasyon ya nötrdür ya da etkileri çevreye bağlıdır. Gelin bir mutasyonun şartlara bağlı olarak nasıl yararlı ya da zararlı olabileceğini açıklayan bir örneği inceleyelim.
İngiliz biberli kelebekleri* iki farklı türdür, açık ve koyu. Sanayi devriminden önce, koyu renkli kelebeklere nadir rastlanıyordu. Sanayi devriminin en kötü yıllarında hava çok isliyken koyu renkli kelebekler daha sık görülmeye başlandı. Geçtiğimiz yıllarda, havanın temizlenmesi için büyük çabalar gösterildiğinden beri, açık renkli kelebekler, koyu renklilerin yerini almaktadır. Bu fenomen ile ilgili olarak H B. D. Kettlewell ünlü makalesinde aşağıdaki açıklamayı önermiştir:
Kuşlar en iyi görebildikleri tür kelebekleri yer.
Sanayi devriminden önce İngiltere'de, ağaçlar açık renkli likenlerle kaplıydı. Bu durum açık renkli kelebeklerin yararına olmuştu, çünkü ağaçların kabuklarında görülmeleri çok zordu, koyu renkli kelebekler ise kolay görülebiliyordu, kuşlar koyu renklileri yiyorlardı. Sanayi devriminin en yoğun olduğu yıllarda, hava isliydi, bu sebeple ağaç kabukları da is yüzünden koyu idi. Bu sefer koyu kelebekleri görmek zorlaşmıştı, açık renkli kelebekler kolay görünür olmuştu ve kuşlar açık renkli kelebekleri yediler. Netice olarak koyu renkli kelebekler artarken açık renkli kelebekler azalmıştı.
Yaratılışçıların eleştirilerine rağmen bu açıklama zamanın sınamasına ayak diredi. Sanayi devriminden önce, açık renkli kelebekleri koyu renkli kelebeklere çeviren mutasyon elverişsiz (zararlı) iken, daha sonraki yıllarda elverişli bir mutasyon haline gelmiştir.
Mutasyonların neden yararlı ya da zararlı olmadıklarını anlamak için, mutasyonların ne olduğunu biraz bilmek yararlı olur. Mutasyon, kalıtımı kontrol eden genetik maddedeki bir değişikliktir. Genetik madde kromozomlarda bulunur. Bitkiler ve hayvanlarda her kromozomdan bir çift mevcutken, bakterilerde sadece tek kromozom vardır. Bütün kromozomlardan bir çift ihtiva eden organizmalara diploid, tek kromozom ihtiva edenlere ise haploid denir.
Kromozomlar genlere ayrılır, gen bir sıra DNA uzantısıdır, diğer bir deyişle nükleotidler (kısaca A,G,C,T) dizisidir. Genin bulunduğu yere lokus denir (Gen içindeki nükleotidin pozisyonu ile karıştırmayın) . Bir yaratıktan diğerine belirli bir lokusta bulunan DNA diziliminin küçük bir biçimde farklı bulabilirsiniz. Bunlar, bazen karıştırılarak farklı genler olarak nitelense de, çoğunlukla farklı aleller olarak bilinir. Gelin karıştırmamak için farklı aleller diyelim, zaten bu standart terimdir.
Eğer hayvan ve bitki popülasyonlarına bakarsak, genlerin %10 ile %20'si arasında birden fazla alel buluruz. Diğer bir deyişle bir popülasyonun tüm üyelerine baktığımızda, belirli bir lokusta %10 ile %20 arası, birden fazla çeşit DNA dizisi görürüz. Bir popülasyonda belirli bir gen için ikiden fazla alel olabilir.
Biberli kelebeklerimizin, kelebeğin açık ya da koyu renkli olduğunu belirleyen bir geni vardır. Kelebekler diploid olduklarından tüm genlerden iki tane vardır. Eğer belirli bir genin alelleri aynıysa, kelebek bu gen için homozigot’dur, eğer aleleler farklı ise kelebek bu gen için heterozigot'dur. Eğer her iki alel de aynı ise, hangi alelin olduğuna bağlı olarak kelebek açık veya koyu renkli olacaktır. Bazen 'hangi gen' deniyor ama bu, gen ve alel karıştırıldığı için şaşırtıcı olur. Eğer bir kelebek iki farklı alele sahipse, diğer bir deyişle heterozigot ise, kelebeğin rengi hangi alelin baskın olduğuna bağlıdır. Biberli kelebeklerde koyu renk baskındır, yani heterozigot açıktan ziyade koyu olacaktır.
Şimdi bir genin nasıl değişebileceğini, yani bir alelin nasıl başka bir alele dönüştüğünü tartışalım. Bu dönüşüme yol açabilecek birkaç yol vardır. Bir nükleotidin yerini başka bir nükleotidin alması halinde nokta mutasyonu elde ederiz. Bir bölüm uç uca takas edilebilir. Bir bölüm kesilip atılabilir. Bir bölüm eklenebilir. Veya tüm gen kopyalanmış olabilir. (Daha fazla bilgi için 'Mutasyonun farklı türleri ve etkileri' bölümüne bakınız.)
Bunlardan biri olunca sonuç nedir? Çoğunlukla bu değişimin ya herhangi görünür bir etkisi olmaz ya da ölümcül olur. Protein kodlayan genler uzerinde protein dizisi genetik kod halinde yazilidir. Genetik kod gerekenden fazladır (teknik olarak dejenere denir) yani farklı nükleotid üçlüleri aynı aminoasiti kodlarlar. Bu gerekenden fazlalık dolayısıyla nokta mutasyonunun kodlanan protein üstünde hiç etkisi olmayabilir; bu mutasyonlar sessiz mutasyon olarak bilinir. Eğer dizin atılma veya takas sebebi ile değiştirilmişse kodlama dizini (üçlü okuntu) bozulduğundan sonuç olasılıkla ölümcüldür. Bununla beraber bu her zaman geçerli değildir. Çünkü bir şekilde DNA bölümlerini genlerden atan veya genlere ekleyen ve kodlamayı bozmayan süreçler vardır.
Diyelim ki bu ne sessiz ne ölümcül olmayan mutasyonlardan biri söz konusu. Sonuç olarak biraz değişik bir protein elde ederiz. Genelde bu yeni proteinin çalışma şekli eskisine çok yakın olur ve tepkimeleri katalize eder. Bazen bu değişimin işlevsel yeteneği değişir ve farklı bir tepkimeyi katalize eder. Bu olduğunda, özgün görevi yerine getiren başka bir protein de olabilir ve bu durumda yeni bir yetenek katmış oluruz. Eğer başka protein olmasaydı, özgün yeteneği kaybetmiş ve yenisi ile yer değiştirmiş olurduk. Enzimlerdeki değişiklikler (tepkimeleri katalize eden proteinler) nadiren ya-hep-ya-hiç önermelerdir.
Gen ikileşmesi yeni genler elde etmenin bir yolu olduğu için önemlidir. Gen ikileştiğinde kopyalardan biri değişirken diğeri aynı kalır.
Genler, organizmaya zarar vermeden ne kadar değiştirilebileceklerine göre çok fazla değişirler. Temel metabolizmaları ve ikileşme (replikasyon) , yazılma (transkripsiyon) , ve (çeviri) translasyon mekanizmaları gibi bileşenleri kodlayan bazı genleri zarar görmeksizin değiştirmek zordur. Bir organizmadan diğerine bunlarda çok az değişiklik görürüz. Bu çeşit genlere korunmuş genler denir.
Net sonuç nedir diye sorabilirsiniz. Bazı mutasyonlar ölümcül ya da çok zararlıdır. Bu mutasyonlar anında elenir. Bazıları sessiz ve önemsizdirler. Bazen bir mutasyon kesinlikle avantajlıdır, bu nadirdir ama olabilir. Sessiz olmayan ve elenmemiş mutasyonların hemen hepsi, ne tamamen avantajlı ne de yıkıcıdır. Mutasyon biraz farklı bir protein üretir, ve hücre ve canlı organizma biraz farklı çalışır. Bir mutasyonun zararlı veya faydalı olması çevreye bağlıdır, ikisi de olabilir.
Eğer bunun hakkında düşünürseniz, hayatın şu şekilde işlemesi gereklidir, mutasyonlar (genetik maddedeki değişimler) her zaman oluyor. Ortalama bir insanın 50 ila 100 arası mutasyonu vardır ama yaklaşık 3 tanesi kayda değerdir, fiilen bir proteini değiştirirler. Eğer bu mutasyonlar zararlı olsalardı, yaşam kısa sürede sona ererdi.
Çoğu mutasyon düzenli olarak ne zararlı ne de yararlı olmasına rağmen, belirli bir çevre içinde zararlı ya da yararlı olabilir. Çevreler sürekli değişim halindedir ve bir popülasyonun her üyesi, diğerlerinden biraz daha farklı bir çevrede yaşar. Bazı organizmalar yaşar, bazıları yaşamaz. Bazıları ürer, bazıları üremez. Hem yaşayıp, hem üremeyi başaran canlıların genleri aktarılır. Organizmada çevreye göre elverişli olan her farklılık gelişir.
Mutasyonların çevreye bir tepki olarak ortaya çıkmadığını anlamak önemlidir, sadece meydana gelirler. Gayet sıklıkla bir mutasyon bir popülasyonda meydana geldikten sonra kaybolur, çünkü organizmanın dölü yoktur veya mutasyonu dölüne aktarması vuku bulmamıştır; mutasyonun yararlı olsa bile bu olabilir. Bazen bir mutasyon popülasyon içinde, herhangi bir avantaj sağlamadığı halde şans eseri yerleşebilir; bu genetik sürüklenme olarak bilinir.
Mutasyonların bir kerelik ortaya çıkmadığının bilinmesi de önemlidir. Nadiren oluşurlar ama bir tür içinde tekrar tekrar olmayı sürdürürler. Mutasyon etki olarak elmadan bir lokma almaktan daha fazlasını ifade eder; eğer ilk görüldüğü zaman ortaya çıkmasa bile başka bir şansı olur.
-----
*Biberli kelebek: Biston betularia, çeşitli gri tonlarda bulunur. 150 Yıl önce hemen tamamıyla açık gri pullar serpiştirilmiş siyah benekler görünümünde olduğu için biber ekilmiş anlamında biberli kelebek olarak adlandırıldı.
PATİ[email protected]
İran Halkın Fedaileri Örgütü
Örgütün eski logosuHalkın Fedaileri (Persçe: س ا ز م ا ن چ ر ي ک ه ا ی ف د ا ي ي خ ل ق ا ي ر ا ن ;) Pehlevi rejimine karşı 1971 yılında İran'da kurulmuş Marksist - Leninist örgüt. Grup Şah Muhammed Rıza Pehlevi hükümetini devirmek amacıyla kuruldu ve 1979 devriminden sonra İran İslam Cumhuriyeti'ni devirmek için mücadelesine devam etti.
Örgüt, daha küçük olan iki grubun, Cezani-Zarifi grubuyla, Ahmadzadeh-Puyan-Meftahi grubunun birleşmesi sonucu ortaya çıktı. Jazani-Zarifi grubunun üyeleri eski Tudeh Partisi gençlik örgütü üyelerinden oluşuyordu. Ahmadzadeh-Puyan-Meftahi grubunun üyeleri ise ağırlıklı olarak Ulusal Cephe ve bağlı örgütlerden geliyorlardı. Kısa süre sonra Jazani grubu Gilan bölgesi ormanlarında gerilla savaşımı başlattı. Gerilla grubunun yakalanması ve üyelerinin öldürülmesinin ardından iki grup resmen birleşti ve İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü ortaya çıktı.
Örgütün ilk toplantısı Bijan Cezani ve izleyicileri tarafından 1963 yılında gerçekleştirildi. İran'daki güçlü amerikan etkisinin ve ilerici muhaliflere karşı yürütülen baskının barışçıl eylem yöntemlerini tamamen işlevsiz kıldığı sonucuna ulaştılar.
Silahlı mücadele bu nedenle kurtuluş için tek yol olarak görülüyordu. 1971-1979 arasındaki dönemde, Fedaian hareketi Şah rejiminin muazzam bir baskısıyla karşılaştı. Yaklaşık 300 Fedaian üyesi rejim tarafından öldürüldü. Bu dönemde örgütün liderlerinin büyük bölümü yakalandı ve öldürüldü.
İHFGÖ (İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü) birçok iç bölünme yaşadı. 1979'da Eşref Dehgani İHFGÖ'yi gerilla savaşı çizgisinden sapmakla şuçlayarak terketti ve İran Halkın Fedaileri Gerillaları'nı kurdu. Aynı yıl eski İHFGÖ kadroları İran Devrimci İşçiler Örgütü'nü kurdular.
İHFÖG, 1980 yılında İHFGÖ (Çoğunluk) ve İHFGÖ (Azınlık) olarak ikiye bölündü. Asıl örgütten ayrılan İHFGÖ (Azınlık) daha radikal bir çizgi izledi. 1981 1 Mayıs'ında binlerce İHFGÖ (Çoğunluk) destekçisi Tahran'da toplandı. Örgüt gerilla savaşı yürütmeyi durdurduğunu açıkladı ve İran Halkın Fedaileri Örgütü (Çoğunluk) ismini aldı.
1980'lerin başlarında Çoğunluk grubu yarı-açık politik etkinlik sürdürdü. Kar adlı yayın organı 100 000 dolayında tiraja sahipti. Grup yeni hükümetin bazı konumlarını destekledi, anti-emperyalist söylem ve Irak'a karşı savaş çabaları gibi. Bununla birlikte, aynı dönemde Çoğunluk kadrolarının önemli bir bölümü İran hapishanelerinde tutuluyordu.
1983 yılında Çoğunluk grubu İslami hükümet tarafından tasfiye edildi. Binlerce kadrosu hapse atıldı, birçoğu yargılanmadan infaz edildiler.
1988-1990 arasında İHFÖ (Çoğunluk) bir iç değerlendirme ve önceki konumlarının özeleştirisi dönemi geçirdi.
Günümüzde bu örgüt cumhuriyetçi ve laik partiler arasında bir birlik kurmaya çalışmaktadır.
Avrupa Parlamento'sunda 23 Ekim 2007'de Avrupalı temsilcilerin de katıldığı bir toplantı gerçekleştirmiştir.
ETA
(Euskadi Ta Askatasuna; Türkçe: Bask Vatanı ve Özgürlük) , İspanya ve Fransa sınırları içinde yaşayan Bask kökenli topluluğa ait bağımsız bir devlet kurma amacı güden örgütün adıdır.
1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı kurulan örgüt, zaman içinde kültürel hakların savunuculuğu düzleminden, silahlı eylem biçimine yönelmiştir.1979'da hükümet tarafından Bask Bölgesinde yaşayan yaklaşık iki milyon kişiye önemli ölçüde özerklik tanınmasına rağmen tam bağımsızlık için silahlı mücadeleye devam etmişlerdir. Batasuna ismiyle bilinen ve şu an yasaklanmış durumda olan parti de örgütün siyasi kanadını oluşturmaktaydı. Bu parti Bask Bölgesi'nde oyların genelde %10 ile %20 sini toplamaktaydı.Ayrıca 1968’den bu yana düzenlediği kanlı eylemlerle 850 kişinin ölümüne neden olan ETA, İspanya’nın yanı sıra Avrupa Birliği ve ABD tarafından da terör örgütleri listesine alındı.
ETA'nın Tarihçesi
1959 - ETA kuruldu.
1968 - ETA ilk ölümcül eylemini gerçekleştirdi.
1973 - Franco rejiminin güçlü simalarından Amiral Carrero Blanco öldürüldü.
1974 - ETA biri silahlı mücadele, diğeri siyasi-askeri kanat olmak üzere ikiye bölündü.
1978 - ETA'nın siyasi kanadı Herri Batasuna kuruldu.
1979 - İspanya, Bask Bölgesi'nin özerk statüsünü onayladı.
1987 - Barselona'da ETA saldırısında 21 kişi öldü.
1997 - Belediye meclisi üyesi Miguel Angel Blanco Garrido kaçırılıp öldürüldü.
1998 - ETA tek taraflı ateşkes ilan etti.
1999 - ETA hükümetle görüşmelerin kesilmesinin ardından ateşkesi bozduklarını açıkladı.
24 Mart 2006 - ETA süresiz ve kalıcı ateşkes ilan etti.
30 Aralık 2006 - Madrid’deki Barajas Havaalanı'nındaki saldırıda 2 kişi öldü. ETA böylece ateşkesi bozmuş oldu.
24 Ağustos 2007 - Durango şehrindeki patlamda 2 kişi yaralandı.
İRA
[İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu]
İngiltere'de son dönemde gerçekleştirilen 'islamcı terör' eylemlerinin yaratmış olduğu 'tedirginlik' ortamında, IRA'nın 'her tür şiddet eylemine son verdiğini' açıklaması, Tony Blair tarafından yapılan 'benzersiz öneme sahip bir adım olduğu'değerlendirmesiyle birlikte 'medya'da yer aldı.
Tony Blair'in 'benzersiz önem' atfetmesine ve 'islamcı terör'ün yarattığı tedirginliğe rağmen, IRA açıklaması İngiliz kamuoyunda olduğu kadar, dünya kamuoyunda da fazlaca önemsenmedi.
Buna rağmen IRA'nın 'silah bırakma' açıklaması, Amerikan emperyalizminin ve onun yardakçısı İngiliz emperyalizminin saldırganlığına karşı 'birşeyler' yapılması gerektiğini ve bunun ancak silahlı mücadeleyle olabileceğini düşünen kesimlerde 'burukluk' yarattı. Diğer yandan PKK'nin yeniden silahlı eylemlere ağırlık vermesiyle ortaya çıkan 'gerginlik' ortamında, bu gelişmeden 'rahatsız' olan çevreler açısından IRA açıklaması bir 'fırsat' olarak kabul edildi. 'Globalizm' sevdalısı kesimler için ise, 'silahla bir yere varılamayacağı' demagojisini desteklemek için bulunmaz bir fırsat olarak görüldü.
İngiliz Guardian gazetesinin '35 yıl süren bombalar ve kanın ardından, kısık bir ses IRA'nın savaşını sona erdirdi' başlığıyla duyurduğu IRA açıklamasını, Tony Blair ile Türkiye dışında kimsenin fazlaca önemsememesi de kimsenin dikkatini çekmedi. Tony Blair'in Irak işgalinden itibaren sürekli 'değer yitirmesi' göz önüne alındığında, onun IRA açıklamasına biçtiği değer, şüphesiz anlaşılabilirdi. Ama Türkiye'de gösterilen 'ilgi' bunun tam tersiydi.
Bunun nedeni, IRA'nın, İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden silahlı bir örgüt olduğu için 'sol'da kabul edilmesi, dolayısıyla silahlı mücadeleyi sona erdirdiğini açıklamasıyla 'sol çizgiyi' terk ettiği düşüncesidir. IRA açıklamasının yaratmış olduğu 'düş kırıklığı', ülkemizde yürütülen her türlü silahlı mücadelenin kendi meşruiyetini dünya çapındaki silahlı mücadelelerin varlığına ve doğruluğunu bu mücadelelerin eylemlerine dayandırmasının bir ürünü olmuştur. Bu nedenle, Latin-Amerika'daki gerilla savaşlarından ETA'ya ve IRA'ya kadar tüm silahlı örgütlenmelerin, kendiliğinden 'sol', dolayısıyla 'devrimci' örgütler olarak görülmesi ne denli yanlış bir kavrayış idiyse, bu silahlı örgütlerin, silahlı mücadeleyi terk edişlerinin yaratmış olduğu 'olumsuzluklar' da, aynı biçimde yapay ve propagandif olmaktan ve 'psikolojik savaş'tan öte bir öneme sahip değildir.
Mahir Çayan yoldaşın açık biçimde ifade ettiği gibi, 'Gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir.'
Dolayısıyla bir örgütün silahlı mücadele ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşı (şehir ya da kır gerilla savaşı) yürütüyor olması, o örgütün niteliğini belirlemez. Diğer bir ifadeyle, örgütün niteliğini belirleyen, onun eyleminin içeriğidir. Bu da, mücadelenin sınıf karakteriyle ve sınıfsal hedefleriyle belirlenir.
Marks-Engels'in 1848 Devrimleri üzerine yaptıkları değerlendirmede, 'demokratik küçük-burjuvazi, toplumsal koşulların mevcut toplumu kendisi için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirecek bir değişiklik için çabalar' saptamaları, aynı zamanda sınıf niteliğinin mücadelenin ulaşabileceği hedefler üzerindeki etkisini de açıkça gösterir.
Bu nedenle, bir hareketin ve o hareketi temsil eden örgütün sınıfsal niteliği bir yana bırakılarak, sadece mücadelenin biçimine ve ilan edilen hedeflerine bakılarak yargıya varmak olanaksızdır.
İkinci olarak, dünyanın pek çok yerinde kendisini 'marksist' ya da 'komünist' olarak tanımlayan pek çok örgüt de silahlı mücadele yürüttüğü gibi, silahlı mücadeleyi kendileri için en elverişli koşulların oluştuğunu düşündükleri anda terk de etmişlerdir. Örneğin Kolombiya'da M-19 adlı gerilla örgütü 1991'de silahlı mücadeleyi sona erdirerek, hükümetle 'barış anlaşması' imzalamıştır.[1*] Aynı şekilde revizyonist Komünist Partisi'nin, El Salvador'daki silahlı mücadelenin yönetimini ele geçirmesiyle birlikte 'barış anlaşması' yapılmıştır.
Yine 1960'ların başında silahlı mücadele kararı alan Venezüella Komünist Partisi, 1964 yılında 'demokratik barış' kararı alarak silahlı mücadeleyi terk etmiştir. Bu durumu Fidel Castro şöyle değerlendirmiştir:
'... Venezüella'da gerillalar, sık sık ateş-kes emri aldılar. Bu da zırdelilikti! Savaş sırasında ateş-kes anlaşmasına boyun eğen bir gerilla, bozguna mahkum olmuş demektir...
Venezüella Komünist Partisi'nin liderleri bir 'demokratik barış'tan söz etmeye başladılar.
Pek çok kişi soruyor: 'Acaba bu demokratik barış da ne ola ki? ' Biz, Küba Devriminin liderleri de sorduk kendi kendimize: 'Nedir bu demokratik barış? ' Doğrusunu isterseniz pek bir şey anlayamadık. Gelgelelim anlamak da istiyorduk. Sonunda dayanamadık, bazı Venezüellalı liderlere sorduk: 'Nedir bu demokratik barış? ' Öğrendik ki, o çok bilinen bir taktik ve manevra teorisiymiş: 'Asla savaşı bırakmak değil. Yalnızca bir manevra. Hayır! Bu demokratik barış, yalnızca temelleri genişletmek, rejimi zayıflatıp, çökertip yerle bir etmek için bir manevradan başka bir şey değildir'.
... Barıştan söz etmek, ancak savaş kazanmış bir devrimci hareketin hakkıdır. Neden derseniz, kamuoyu ve onların barış isteklerinin olanaklı olabilmesi için, ilk önce istibdat ve sömürünün bozguna uğratılması gereklidir. Ama savaşın yenilgiye yüz tuttuğu anda barıştan söz etmek, barış adına bozguna boyun eğmek demektir.'[2*]
Gerek Marks-Engels'in saptamaları, gerek Fidel Castro'nun değerlendirmesi, proletaryanın devrimci örgütünün ilkelerini ortaya koyar ve stratejik mücadelesini yönetir. Bunun dışındaki her türlü silahlı mücadele, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin temsil ettiği sınıfın sınıfsal özelliklerine göre şekillenir, buna göre yönetilir ve buna bağlı olarak evrilir.
Marksist-Leninist bir örgüt, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu somut tarihsel koşulların somut tahlilini yaparak devrimin yolunu, stratejisini ve bu strateji çerçevesinde yürütülecek mücadelenin temel ilkelerini ve biçimlerini saptar. Doğru devrimci çizgi bir kez saptandı mıydı, artık tüm görev, bu çizginin doğru biçimde pratiğe uygulanması ve kararlı biçimde yürütülmesidir. Bu stratejik mücadelenin taktikleri ise, somut koşullara göre belirlenir. Lenin'in deyişiyle, somut koşullar 24 saatte değiştiğinde, taktikler de 24 saatte değişmelidir. Proletaryanın öncü örgütü stratejik düzeyde kararlı, taktik düzeyde esnek bir yapıya sahiptir.
Ancak belli bir toplumun belli tarihsel koşullarında ortaya çıkan sınıf ve sınıflar arasındaki güçler dengesinin objektif durumuna uygun olarak saptanan strateji ile 'belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu'na, yani 'politik konjonktür'e ya da 'aktüel uğrak'a göre saptanan taktikler birbirine karıştırıldığında, artık taktik strateji haline dönüşür. Dolayısıyla bir stratejik mücadelede ne kadar taktik ortaya çıkarsa, o kadar stratejiden söz edilmeye başlanılır. Böylece 'stratejik' bir mücadele yürüttüğünü iddia eden örgüt, 'tarihin belli bir anında' ortaya çıkan sınıflar ve güçler arasındaki 'kuvvet dengesi'ndeki değişikliklere göre strateji değiştirir. Daha tam ifadeyle, taktikler stratejinin yerine ikame edilmiştir.
Strateji ile taktik, somut tarihsel koşullar ile somut güncel koşullar birbirine karıştırıldığı, devrimin stratejik amaçları ile taktik amaçlarının birbirinin yerine ikame edildiği her durumda yenilgi kaçınılmazdır.
Savaşları ve savaş tarihini inceleyen herkesin kolayca görebileceği gibi, stratejik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesi, taktik güçlerin hazırlanması ve düzenlenmesinden çok daha farklı koşullara ve zamana gereksinme gösterir. Stratejik güçler, stratejik hedefe, belirlenmiş rotaya uygun olarak, belirli mücadeleler verildiği ölçüde ve belirli bir zamanda harekete geçmek üzere düzenlenir ve buna uygun olarak mücadelede yer alırlar. Bu stratejik güçleri, stratejide ortaya konulmuş mücadeleler verilmeksizin 'hazır' bir güç olarak kabul edilerek taktik bir mücadelenin içine sokmak, bu güçleri üstesinden gelemeyecekleri görevlerle donatmak demektir. Yenilgiyi kaçınılmaz kılan, bu stratejik güçlerin mücadele kararlılığının yetersizliği değil, onların taktik amaçlar için kullanılmasıdır.[3*]
Yine savaşların ve devrimlerin tarihinin gösterdiği diğer bir gerçek, 'savaş harekâtını durdurabilecek tek neden vardır ve bu neden taraflardan sadece biri için geçerlidir.' Clausewitz'in ifadesiyle, 'İki taraf muharebe için silahlanmış ise, aralarında bir düşmanlık var demektir. Silahlarını elden bırakmadıkça, yani aralarında bir barış akdetmedikçe, bu düşmanlık ister istemez sürecektir. Taraflardan biri ancak bir tek nedenle bu düşmanlığın etkisinden sıyrılabilir: o da harekete geçmek için daha uygun anı kollamaktır. Oysa, bu nedenin taraflardan sadece biri için geçerli olabileceği açıktır, çünkü diğeri için zorunlu olarak ters yönde bir etki yaratacaktır. Taraflardan birinin harekete geçmekte çıkarı varsa, diğerinin çıkarı beklemekte olacaktır.'[4*]
Hangi sınıf tarafından ve hangi sınıfsal çıkarlara uygun olarak yürütülüyor olursa olsun, yakın tarihin tüm gerilla savaşlarında ortaya çıkan en temel sorun 'harekâtın durdurulması'na ilişkin olmuştur. İster hareketin temsil ettiği sınıfın çıkarlarının 'azami ölçüde' gerçekleştiği düşünülerek, ister daha 'avantajlı' bir durum yaratmak amacıyla olsun, her durumda gerilla savaşına ara verilmesi (ateş-kes gibi) iç ayrışmaları ve çatışmaları beraberinde getirmiştir. Bu da, güçlerinin bölünmesine yol açarak, savaşın kaybedilmesine neden olur.
Ancak IRA olayı tüm bu stratejik ve taktik konuların dışındadır.
IRA'nın 'silahlı mücadeleyi terk etmesi' olayının doğru olarak anlaşılabilmesi için, öncelikle IRA'nın proletaryanın sınıf örgütlenmesi olmadığı, dolayısıyla da proletaryanın sınıf mücadelesini yürütmediği gerçeği gözönünde bulundurulmalıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, bir örgütün silahlı mücadele yürütmesine bakarak o örgütü 'devrimci' bir örgüt, yani proletarya devriminin bir örgütü olarak algılamak tümüyle yanlıştır.
IRA, İrlanda'nın bağımsızlığı için savaşan bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra 'Serbest İrlanda' olarak özel statü verilen ve bugün İrlanda Cumhuriyeti olarak tanınan devletin ortaya çıkmasıyla birlikte IRA'nın bağımsızlık mücadelesi belli bir aşamaya gelmiştir. İrlanda adasının büyük bir bölümünün İrlanda Cumhuriyeti sınırları içinde olmasına karşın, Kuzey İrlanda İngiliz egemenliği altında kalmıştır. Bu aşamadan sonra IRA'nın mücadelesi, Kuzey İrlanda'nın İngiliz egemenliğinden kurtarılması ve İrlanda Cumhuriyeti'nin bir parçası haline gelmesini hedeflemiştir. Artık IRA, 'İrlanda sorunu'nun değil, 'Kuzey İrlanda sorunu'nun örgütü haline dönüşmüştür. Böylece IRA'nın mücadelesi 'ulusal sorun'dan 'ulusal azınlık sorunu'na evrilmiştir. IRA, ister ulusal, ister ulusal azınlık hareketi olsun, her durumda 'ulus' çerçevesinde yer alan tüm sınıfların ortak istemlerinin ifadesi olmuştur. Bu nedenle, IRA içinde 'ulus' bünyesinde yer alan her sınıftan insanlar yer almaktadır. İçlerinde Marksist-Leninistler olduğu gibi, en gerici ve en bağnaz katolik rahipleri, ABD'deki İrlandalı kapitalistler de yer almaktadır. IRA, onların ortak istemlerini ifade ettiği sürece, onların tek örgütü olarak ortaya çıkmıştır. Zaman zaman Kuzey İrlanda proletaryasının ayrı örgütlenmesine gidilmişse de, bu örgütlenmeler uzun soluklu olamamıştır.
IRA, 1996 yılında İngiliz işgalcileriyle 'ateş-kes' görüşmelerine başlaması ve ardından kısa süren bir ateş-kesin ilan edilmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Bu yeni evrede, yeni çatışmalar ve yeni ateş-kesler yaşanmış, ancak her durumda 'Kuzey İrlanda sorunu'nun İngiliz işgalcileriyle 'görüşmeler yoluyla' çözümlenmesi yoluna gidilmiştir.
1999 yılında ilan edilen yeni ateş-kesle birlikte IRA'nın 'siyasal kanadı Sinn Fein' aracılığıyla sürdürülen görüşmelerde varılan anlaşmalara uygun olarak seçimler yapılmış ve Kuzey İrlanda'da ortak parlamento oluşturulmuştur. Kurulan yeni Kuzey İrlanda hükümetinin temel görevi IRA'nın 'silahsızlandırılması' olduğu için, tüm görüşmelerin temel konusu da bu olmuştur. Görüşmelerin 'tıkandığı' nokta, IRA'nın 'silahsızlanmayı' kabul etmemesinden değil, diğer politik taleplerin yerine getirilmesine paralel olarak 'silahsızlanmaya' gideceğini ilan etmesidir. Yılların mücadelesinden edindikleri derslerle çok iyi bildikleri gibi, kendisini ve kitlesini bir kez silahsızlandırdı mıydı, istekleri yerine getirilmediğinde yeniden silahlandırmak o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle IRA, önce politik taleplerin yerine getirilmesini, sonra 'silahsızlandırma'nın gerçekleştirilmesini savunmuştur. Bu tutumu bir süre kendi kitlesi tarafından da desteklenmiştir. Ancak uzayan görüşmelerin yarattığı zaman içinde kitlelerin tutumu değişmeye başlamış, iç ve dış baskılar yoğunlaşmıştır.
2005 yılına girildiğinde IRA bir yol ayrımına gelmiştir. Ya eski tutumunu devam ettirecektir, ya da 'silahsızlanmayı' kabul edecektir. IRA'nın 'siyasal kanadı Sinn Fein'in sözcüsü Gerry Adams'ın Nisan 2005' de IRA'nın 'silahsızlanmayı' kabul etmesi yönünde çağrı yapmasıyla birlikte 'karar anı' gelmiştir.
Eski tutumunu sürdürmeye devam ettiği sürece, ortak istemlerini ifade ettiği ulusal ve sınıfsal kesimlerin 'desteğini' kaybedeceği açıkça ortaya çıkmıştır. Özellikle ABD'deki 'İrlanda lobisi', IRA'nın 'silahsızlandırılmayı' kabul etmemesi halinde tüm politik ve mali desteğini sona erdireceğini bizzat Ted Kennedy'nin ağzından ilan etmiştir.[5*] Bu koşullarda, IRA birkaç ay süren 'iç hesaplaşması' sonrasında, 'her tür şiddet eylemine son verme' kararı almış ve böylece 'silahsızlandırılmayı' kabul ettiğini ilan etmiştir.
IRA, İrlanda'nın kurtuluş mücadelesinin en kararlı ve en uzlaşmaz silahlı örgütü olarak, uzun ve onurlu bir tarihe sahiptir. Bu tarihe bakarak, bugün silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamasını yargılamak şüphesiz olanaklıdır. Ancak IRA'nın ulusal ve sınıfsal yapısı, içerdiği sınıf ittifakları bir yana bırakılarak, sadece onun kararlı ve uzlaşmaz mücadelesinin bir 'uzlaşmayla', dahası 'uzlaşmaya boyun eğme'siyle sonuçlandığına bakarak bir yargıya varmak yanlış olacaktır. 'Kuzey İrlanda sorunu' IRA'nın 'uzlaşmaya' boyun eğdirilmesiyle ve IRA'nın silahsızlandırılmasıyla ortadan kaldırılabilir bir sorun değildir. Sorunun özünde yatan İngiliz sömürgeciliği ve İngiliz aristokrat ırkçılığı ortadan kaldırılamadığı sürece, yapılacak her türlü biçimsel değişiklikler sorunun çözümünün bir başka döneme ertelenmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Ve o gün geldiğinde, yeni koşulların ve yeni sınıf ilişkilerinin üzerinde yükselen yeni bir IRA'nın ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
MUNZURU KURTARALIM....! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !
Munzur, Tunceli ili sınırları içersinde bir dağdır. Ayni isimde bir de akarsu bulunur (Munzur suyu) . Adini dersimde gecen bir efsanenin kahramani olan Munzur'dan almıştır. Munzur vadesi bitki örtüsünde 1518 değişik bitki tespit edilmiştir.Yaklaşık olarak 9222 çiçekli bitki türünün ve 277 endemik bitkinin 43 tanesi sadece Munzur Dağları ve çevresine özgüdür.
Tunceli içerisinde yapılmakta olan 8 adet baraj projeleri uygulaması nedeniyle Munzur ve çevresi yok olmayla karşı karşıyadır. 43 endemik bitki türünün yok olması demek ülkemizin florostik zenginliğinin yok olması demektir.Barajlar 30-40 yılın içinde ömürlerini doldurduğunda Munzur büyük bir bataklığa dönüşecektir.
PATİ[email protected]
Kızıl Ordu Fraksiyonu
RAF'ın logosuKızıl Ordu Fraksiyonu (Almanca: Rote Armee Fraktion - RAF) , Baader-Meinhof Grubu ya da Alman basınında Çetesi olarak da bilinen radikal sol görüşlü bir örgüttür.
II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya'nın en etkin ve bilinen örgütüydü ve kendini şehir gerillası olarak tanımlıyordu. RAF 1970'lerden 1998'e kadar faaliyetteydi ve özellikle 1977 yılında Alman Sonbaharı olarak bilinen ulusal krize yol açan eylem dahil pek çok kanunen ağır suç sayılan eylem yaptı. Buna karşılık Batı Alman hükümeti, RAF'ı bir terörist örgüt olarak tanımlamıştı. 30 yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin ölümüne, bir çok kişinin de yaralanmasına yol açtı. J2M ve SHK gibi diğer Alman militan gruplarıyla bağlantı içindeydi ve seksenli yıllarda İtalyan solcu grubu Kızıl Tugaylar, Belçikalı solcu grup Savaşan Komünist Hücreler, Filistinli solcu grup Filistin Kurtuluş Örgütü, Fransız solcu grup Action Directe ve İrlandalı örgütler PİRA ile de bağlantılar kurdular.
.........................................................................................................
ARKA PLAN
Grubun kökeni 1960'ların sonlarında Batı Almanya'daki öğrenci protestolarına dayanır. 2 Haziran 1967'de İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin Batı Almanya'yı ziyareti sırasında, yumuşak başlı protestolar ayaklanmaya dönüştü. Sürgündeki İranlıların şiddetli protestolarının ardından Alman öğrencilerden geniş destek gören bir grup Şah'ın ziyaret ettiği Berlin Operası'nın etrafına toplandı. Gösteriler sırasında, ilk kez bir gösteriye katılan Benno Ohnesorg adlı öğrenci Batı Almanya polisinin açtığı ateşle ölümcül bir yara aldı.
Devlet ve polis şiddeti gören ve Vietnam Savaşı'na öfkeli kalabalık, Ohnesborg'un ölümüyle iyice hareketlendi ve o gün Alman solu için tarihi bir dönüm noktası oldu. İsmini Ohnesborg'un öldüğü günden alan ve militan anarşist bir grup olan 2 Haziran Hareketi doğdu. Bu olay ayrıca, Thorwald Proll, Horst Söhnlein, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader'i Alman alışveriş merkezlerini yakmayı planlayan gevşek bir yapıda bir araya getirdi. Grup elemanları, 2 Nisan 1968 tarihinde Frankfurt'ta tutuklandı ve dört sanık yargılanırken Ulrike Meinhof adlı gazeteci Konkret adlı politik dergide onlar hakkında pek çok sempatizan yazı yazdı.
11 Nisan 1968'de öğrenci hareketlerinin öncüsü ve sözcüsü Rudi Dutschke başından vuruldu. Ağır yaralı olmasına rağmen 1979 yılında, yaralanmasının geç bir sonucu olarak son nefesini verinceye kadar siyasi eylemciliğe devam etti. Saldırgan Josef Bachmann adında muhafazakâr bir işçiydi.
Yeni Sol öğrenci hareketi, Bild-Zeitung gazetesinin Dutschke'yi artık durdurun! gibi manşetlerini dikkate alıyordu. Gazeteye göre başından vurulan Dutschke bu cinayetin azmettiricisiydi. Bu nedenle Bild Zeitung'un yayımcısı Axel Springer'in şirketi de, tüm muhafazakâr basın da solcu protestocuların yeni hedefi haline geldi. Meinhof, 'eğer biri bir araba yakarsa bu suçtur, eğer biri yüzlerce araba yakarsa, bu politik bir eylemdir' diye yorum yaptı.
.........................................................................................................
Hapishane ve Stammheim davası
RAF üyeleri teker teker tecrit hücrelerine kapatıldı ve yalnızca akrabalarının iki haftada bir ziyaret etmesine izin verildi. Ensslin her üyeye verilen takma adla işleyen bir 'bilgi sistemi' geliştirince, dört mahkûm tekrar iletişime geçti ve savunma avukatları sayesinde mektuplaştı.
Tecrit edilmeye karşı pek çok açlık grevi başlattılar ama yemek yemeye zorlandılar. Holger Meins 9 Kasım 1974'te öldü. Protestolar nedeniyle mahkûmların durumları biraz iyileştirildi.
İkinci kuşak RAF'çılar bu sırada ortaya çıktı, bunlar hapishanedekilerden bağımsız sempatizanlardı. Bu durum 27 Şubat 1975'te, Hıristiyan Demokratik Birliği'nin Berlin başkan adayı Peter Lorenz 2 Haziran Hareketi tarafından kaçırıldığında iyice belirginleşti. Lorenz'i kaçıranlar tutuklu arkadaşlarının bırakılmasını istediler. Hiçbiri cinayetle yargılanmadığı için serbest bırakıldılar, dolayısıyla Lorenz de serbest kaldı. Bu olay RAF'ın ikinci kuşağına cesaret verdi ve 24 Nisan 1975'te Stokholm'deki Alman büyükelçiliği RAF üyelerince basıldı; Başbakan Helmut Schmidt'in ileri sürülen istekleri yerine getirmemesi nedeniyle iki rehine öldürüldü. Rehin alanlardan ikisi militanlar tarafından yerleştirilen bombaların patlamasıyla ertesi gece öldü.
21 Mayıs 1975'te Baader, Ensslin, Meinhof ve Raspe'nin yargılanmasına başlandı. Bu, belki de o güne kadar yapılmış en gergin ve çekişmeli Alman ağır ceza davası oldu. Bundestag (Alman Parlamentosu) önceden ceza muhakemesi kanununu değiştirmişti, öyle ki tutuklu RAF'çılar ile ikinci kuşak arasında bağlantı kurmakla suçlanan savunma avukatlarının çoğu dava sürecinin dışında bırakılmıştı.
9 Mayıs 1976'da Ulrike Meinhof hücresinde hapishane havlularından yapılmış bir halatla asılmış halde ölü bulundu. Yapılan soruşturmada, başka iddiaların aksine kendini astığı sonucuna varıldı. Diğer teoriler ise gruptan dışlandığı için intihar ettiği yönündeydi. Bir diğer teori de Alman devleti tarafından öldürüldüğüdür.
RAF'ın eylemleri dava sırasında da devam etti; 7 Nisan 1977'de Federal Savcı Siegried Buback, şoförü ve koruması kırmızı ışıkta beklerken iki RAF üyesi tarafından öldürüldü.
28 Nisan 1977'de davanın 192. gününde, kalan üç sanık, birçok cinayet, cinayete teşebbüs ve terörist örgüt oluşturmak suçundan ömür boyu hapse mahkûm edildi.
.........................................................................................................
1977 sonbaharı (Alman Sonbaharı)
30 Haziran 1977'de, Dresdner Bank müdürü Jürgen Ponto, başarısız kaçırma girişiminin ardından, Oberurse'deki evinin önünde vurularak öldürüldü. Kaçırma olayına karışan RAF'çılar Brigitte Mohnhaupt, Christian Klar ve Ponto'nun vaftiz kızı Susanne Albrecht'ti.
Mahkûmiyet kararını izleyen günlerde eski SS subayı ve Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin eski üyesi olan ve Alman İşçileri Cemiyeti'nin başkanı ve Batı Almanya'nın en güçlü sanayicilerinden olan Hanns Martin Schleyer kaçırıldı. 5 Eylül 1977'de şoförü sokağın ortasında karşısına çıkan bebek arabası yüzünden durmak zorunda kaldı. Arkalarındaki polis eskortu, zamanında duramadığı için Schleyer'in arabasına arkadan çarptı. Maskeli beş saldırgan, üç polisi ve şoförü öldürdü ve Schleyer'i rehin aldı.
Daha sonra federal hükümete, Staamheim'dakiler dahil on bir militanın salıverilmesini talep eden bir mektup gönderildi. Bonn şehrinde, Helmut Schmidt'in başkanlığında bir kriz komitesi oluşturuldu. Komite anlaşma yapmak yerine Schleyer'in yerini tespit etmesi için polise zaman kazandırmak amacıyla oyalama taktiğine başvurdu. Aynı zamanda, hapishanedekilere iletişim yasağı konularak yalnızca hükümet memurlarının ve hapishane papazlarının ziyaretine izin verildi.
Almanya Federal Polis Bürosu zamanının en büyük insan avını başlattı ve devlet krizi bir aydan fazla sürdü. Kriz 13 Ekim 1977'de Palma de Mallorca'dan Frankfurt'a giden Lufthansa uçağı kaçırılınca doruğa ulaştı. Dört Arap'tan oluşan grup uçağın kontrolünü ele geçirdi. Sonradan Züheyir Yusuf Akaçe olduğu anlaşılan önderleri kendisini uçaktakilere Kaptan Mahmut olarak tanıttı. Uçak yakıt almak için Roma'ya indiğinde Akaçe Schleyer'i kaçıranlar gibi kimi taleplerde bulundu: Türkiye'de tutulan Filistinlilerin serbest bırakılması ve kendilerine 15 milyon dolar ödenmesi.
Bonn kriz bürosu taleplere karşılık vermemeye karar verdi. Uçak Larnaka üzerinden önce Dubai'ye ardından Aden'e uçtu. 16 Ekim'de kaptan pilot Jürgen Schumann, işbirliğine yanaşmadığı gerekçesiyle bir devrim mahkemesinde yargılanarak öldürüldü. Uçak 2. kaptan pilot Jürgen Vietor tarafından tekrar havalandı ve Somali - Mogadişu'ya uçtu.
Federal yüksek mahkemesinin başında olan ve Bonn'dan gizlice ayrılan Hans-Jürgen Wischnewski tarafından yürütülen riskli bir operasyon hazırlandı. 18 Ekim'de Avrupa saatiyle gece yarısını beş geçe uçak Alman federal polisinin elit timi olan GSG 9 güçlerinin sekiz dakikalık baskınına uğradı. Dört uçak korsanı vuruldu, üçü olay yerinde öldü. Yolculardan ciddi şekilde yaralanan olmadı ve Wischnewski Schmidt'e ve Bonn'daki kriz ekibine telefonla operasyonun başarıyla tamamlandığını bildirdi.
Yarım saat sonra, Alman radyosu Stammheim'daki tutukluların da dinlediği kurtarma operasyonu haberlerini verdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Baader başının arkasından vurulmuş, Ensslin de asılmış olarak hücrelerinde bulundu; Raspe ertesi gün öldü. Yaralanan Irmgard Möller hayatta kaldı ve 1994 yılında salıverildi.
Resmi soruşturmalar bunun planlanmış bir intihar dizisi olduğunu açıkladı ama iddiayı kabul etmeyen teoriler de öne sürüldü. Örneğin Baader'in özellikle birinci kuşak RAF üyeleri için yapılmış yüksek güvenlikli bir hapishaneye silah sokmayı nasıl başardığı tartışıldı. Solak olan Baader kayıtlara göre kendini sağ eliyle vurmuştu ancak ense kökünden giren kurşun alnını delerek dışarı çıkmıştı ki silahı böyle tutarak kendini vurmanın görece zor bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Üstelik bazı kaynaklara göre Baader'in hücresinde ikinci bir kurşun deliği daha bulunması olayı şüpheli hale getiren etkenlerden biridir.[1] Ayrıca kalbinin üzerinde dört bıçak yarasıyla bulunan Möller'in kendine bunu yapması imkânsız değilse bile çok zordu. Stammheim'dan sağ olarak kurtulan tek mahkum olan Möller, hapisanede gerçekleşenlerin bir intihar değil, süikast olduğunu iddia etti.
Resmi olmayan bazı araştırmalar, toplu intiharı açıklamasını reddeder, mahkumların öldürüldüğünü savunur. Stammheim Modeli yüksek güvenlikli hapishanelerde ziyaret alanına girmeden evvel tüm avukatların ceplerini boşaltmaları ve ceketlerini doğrulama için görevliye vermeleri gerekmekteydi. Elle ve metal dedektörüyle aranıyorlardı. Mahkumlar ziyaretten önce ve sonra çırılçıplak soyuluyor kontrolden sonra da kendilerine yeni bir kıyafet veriliyordu.[2] Dahası, hücresinde asılı bulunan Ulrike Meinhof'un cesedi üzerinde İngiliz doktorların yaptığı inceleme, onun öldürüldükten sonra asıldığını söylüyordu.[3] Yapılan otopside Meinhof'un cinsel organında sperm bulunduğu rapor edilmişti.[4]
Buna karşılık diğer bağımsız araştırmalar tutuklu avukatlarının yüksek güvenliğe rağmen içeriye silah ve ekipman sokabildiklerini, bunların hücrelerde kolayca saklanabildiğini ve mahkumların toplu halde intiharının en olası açıklama olduğunu belirtmiştir.
2002 yılında cesedi ailesine teslim edilirken, Meinhof'un kafatasından beyninin alındığı ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının ardından beyin ailesine geri verildi.
Hücresinde ölü bulunanlardan biri olan Gudrun Ensslin avukatına şöyle yazmıştı:
'Eğer benden geriye hiç mektup kalmadıysa ve ölü bulunduysam; süikaste uğramışımdır 19 Ekim 1977'de Schleyer'i kaçıranlar, rehinenin idam edildiğini açıkladılar. 1977 sonbaharındaki olaylar II. Dünya Savaşından bu yana Almanya'nın yaşadığı en büyük illegal, politik vakalardı ve bu nedenle Alman Sonbaharı (Der Deutsche Herbst) olarak adlandırıldı. Heinrich Breloer'in 1997 yılında yayımlanan Ölüm Oyunu adlı iki bölümlük belgeseli Alman Sonbaharını anlatır.
.........................................................................................................
1980'ler ve 1990'larda RAF
Sovyetler Birliği'nin çöküşü sol kanada büyük darbe vurdu ama 1990'larda yapılan saldırıları hâlâ 'RAF' üstleniyordu. Bu saldırılar arasında Ernst Zimmermann adlı bir sanayici; üç kişinin öldüğü Kaiserslautern civarındaki Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'nin Ramstein Hava Üssü'ne yapılan bombalı saldırı; Siemens şirketinin idarecisi Karl-Heinz Beckurts'ün otomobilinin bombalanması ve Almanya dışişleri bakanlığında önemli bir memur olan Gerald von Braunmühl'ün vurulması vardı.
Hükümetin RAF'ı suçladığı pek çok saldırı oldu ama RAF'ın bu saldırılardaki sorumluluğu kanıtlanamadı. 30 Kasım 1989'da Deutsche Bank'ın müdürü Alfred Herrhausen karmaşık bir bombayla öldürüldü. 1 Nisan 1991'de, Doğu Alman devlet ekonomisinin özelleştirilmesinden sorumlu Treuhand hükümetinin başkanı Detlev Karsten Rohwedder vurularak öldürüldü.
1990 yılında Almanya'nın birleşmesinin ardından RAF'ın, Doğu Almanya'nın güvenlik ve istihbarat örgütü Stasi'den mali ve lojistik destek aldığı ortaya çıkarıldı. Bu destekler arasında pek çok RAF üyesine sahte kimlik verilmesi de vardı.
RAF'a karşı son büyük eylem 27 Haziran 1993'te gerçekleşti. Klaus Steinmetz adlı gizli servis ajanı RAF'ın içine sızdı. Sonuç olarak Bad Kleinen'de Birgit Hogefeld ve Wolfgang Grams adlı iki RAF üyesi tutuklandı. Grams ve bir polis, operasyon sırasında öldü. Resmî soruşturma Grams'ın intihar ettiğini söylerken, diğerleri Grams'ın ölümünün polisin ölümünün intikamı olduğunu söyledi.
1992 yılında Alman hükümeti RAF'ın asıl faaliyet alanının artık eski RAF üyelerinin yakalanması olduğunu ortaya çıkardı. Örgütü zayıflatmak için, eğer RAF saldırılarını durdurursa kimi tutukluların serbest bırakılacağını söyledi. RAF 'ilerlemeyi durdurma' kararı aldığını ve hedeflere yapılan saldırılara son vereceğini duyurdu. Son saldırı, görevdeki polislerin etkisiz hale getirilip bombaların yerleştirilmesiyle Weiterstadt'ta yeni yapılan bir hapishaneye gerçekleştirildi. Kimse yaralanmadı ama yaklaşık 50 milyon avronun üzerinde hasar gerçekleşti.
20 Nisan 1998'de Reuters haber ajansına Almanca yazılmış sekiz sayfalık bir mektup gönderildi. RAF'ın logosuyla imzalanmıştı ve grubun dağıldığını ilan ediyordu:
'Vor fast 28 Jahren, am 14. Mai 1970, entstand in einer Befreiungsaktion die RAF. Heute beenden wir dieses Projekt. Die Stadtguerilla in Form der RAF ist nun Geschichte.'
('Yaklaşık 28 yıl önce 14 Mayıs 1970'te RAF bir kurtuluş hareketi başlatmıştı. Bugün bu tasarıyı sona erdiriyoruz. RAF'ın şehir gerillası hareketi artık tarih oldu.')
Avusturalyalı/İngiliz oyun yazarı Van Badham'ın oyunu Kara Eller / Ölü Bölge (Black Hands / Dead Section) kilit önemdeki RAF üyelerinin eylemlerini ve yaşamlarını anlatan bir kurgudur. Qeensland premier'nin 2005 edebiyat ödülünü kazanmıştır. 1997 Nobel ödülü sahibi İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun Yarın Olacak ve Ben Ulrike, Bağırıyorum adlı tek kişilik kısa oyunları da sırasıyla RAF üyeleri Möller ve Meinhof'un Stammheim'daki hücrelerinde öldürüldüklerini anlatır:
'Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, avukatlarımı engellemenizi görür gibiyim... Hayır, Ulrike Meinhof'u göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse izleyemez. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararını verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda asılma izi yok... Boynunda hiçbir morarma lekesi yok... Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... Öteye gidin, dönün, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınıza, her katile özgü bu klasik aptallığınıza gülmemizi asla yasaklayamazsınız.'
(Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)
.........................................................................................................
İSMİN KÖKENİ
RAF'ın ismi Japon paramiliter grup Japon Kızıl Ordusu'undan esinlenilmişti. Genellikle İngilizceye Kızıl Ordu Grubu ya da Partizanı olarak çevrilmekle birlikte aslında grubun kurucuları, komünist işçi hareketinin içinde yer alan, onun bir parçası olan bir militan grup olarak görmekteydiler. Yani örgüt üyeleri, fraksiyon terimini bir politik oluşum içindeki hizipleşme anlamında değil, bir bütünün parçası olmak anlamında kullanmışlardı. 'Fraktion' terimi geniş, uluslararası Marksist mücadele yürüten solcu örgütleri tanımlamak için de kullanılmaktadır.
.........................................................................................................
RAF'A ATFEDİLEN SİLAHLI EYLEMLER
Tarih Yer Eylem Ayrıntılar
11 Mayıs 1972 Frankfurt am Main Birleşik Devletler kışlalarının bombalanması 1 ölü, 13 yaralı
12 Mayıs 1972 Augsburg ve Münih Augsburg'daki polis karakolunun ve Münih'teki Bavarian Devlet Suç İstihbarat Ajansı'nın bombalanması 5 polis memuru yaralandı. İddiaya göre sanık Tommy Weissbecker'di.
16 Mayıs 1972 Karlsruhe Federal yargıç Buddenberg'in arabasının bombalanması. Otomobili kullanan karısı yaralandı. İddiaya göre sanık Manfred Grashof idi.
19 Mayıs 1972 Hamburg Axel Springer Verlag'ın bombalanması 17 yaralı. Ilse Stachowiak bombalama olayına karışanlardan biriydi.
24 Mayıs 1972 Heidelberg Askeri İstihbarat G2 karargâhının dışına, Avrupa'daki Birleşik Devletler ordusunun karargâhına bomba konulması 3 ölü (Ronald Woodward, Charles Peck ve Albay Clyde Bonner) , 5 yaralı. İddiaya göre 15 Haziran komandosunca, Irmgard Moeller tarafından öldürülen Petra Schelm'in anısına gerçekleştirilmişti.
24 Nisan 1975 Stokholm 1975 Batı Almanya büyükelçiliğine baskın, Andreas von Mirbach ve Dr. Heinz Hillegaart'ın öldürülmesi 4 ölü, bunların ikisi RAF üyesiydi
7 Nisan 1977 Karlsruhe Federal savcı-generali Siegfried Buback'in öldürülmesi Şoför ve bir yolcu öldürüldü. İddiaya göre sanık Ulrike Meinhof'tu.
30 Temmuz 1977 Oberursel (Taunus) Dresdner Bank'ın müdürü Jürgen Ponto başarısız kaçırma girişimi sırasında evinde vurularak öldürüldü.
1977 Palma de Mallorca resp. Mogadishu, Somalia Uçak kaçırma, Lufthansa uçağı Alman Sonbaharı'nın parçası olan olaylardan biri olarak 1977 sonbaharında kaçırıldı. 3 hava korsanı öldürüldü, olay Alman GSG 9 komandoları tarafından Operation Feuerzauber operasyonu ile sona erdirildi.
5 Eylül 1977
18 Ekim 1977
Köln resp.
Mulhouse
Alman İşçileri Örgütü başkanı Hanns-Martin Schleyer kaçırıldı ve vurularak öldürüldü 3 polis memuru ve şoför öldürüldü
25 Haziran 1979 Mons, Belçika NATO Müttefik Komutanı Alexander Haig bir suikast girişiminden kurtuldu
9 Temmuz 1986 Straßlach (Münih yakınlarında) Siemens müdürü Karl Heinz Beckurts ve şoförü Eckhard Groppler vuruldu.
30 Kasım 1989 Bad Homburg v. d. Höhe Bankacı Alfred Herrhausen'e bombalı saldırı Dava çözülemedi.
1 Nisan 1991 Düsseldorf Doğu Almanya hükümeti başbakanı Detlev Karsten Rohwedder'in evinde vurulması Dava çözülemedi.
27 Mart 1993 Weiterstadt Yapılmakta olan bir hapishanenin inşaat alanına bombalı saldırı. Dava çözülemedi. Ölü ya da yaralı yok. 123 milyon Marklık (50 milyon avronun üzerinde) hasar.
.........................................................................................................
Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun üyeleri
1960-1980 yılları arasında yüzden fazla Alman, anti-kapitalist mücadele için örgütlere girdi. Bu örgütlerin yüzlerce destekçisi ve sempatizanı vardı. J2M ve SPK gibi örgütler RAF ile yakından ilişkiliydi hatta kimi zaman bu örgütler beraber eylemler düzenledi. (Örn. 1975'te Batı Almanya büyükelçiliğine baskın) . RAF'ın etkisi gittikçe büyüdü ve örgütün ikinci ve üçüncü 'kuşak' denilebilecek üyeleri oldu.
Önde gelen RAF üyeleri:
Andreas Baader
Gudrun Ensslin
Ulrike Meinhof
Holger Meins
Jan Carl Raspe
Horst Mahler
Irmgard Moeller
Brigitte Mohnhaupt
Christian Klar
EVRİM TEORİS
BİLİM NEDİR (1)
Evrim teorisi'ni daha iyi anlayabilmek için öncelikle bazı temel kavramları ve özellikle bilim, teori, hipotez gibi sözcüklerin anlamlarını bilmek faydalı olacaktır.
Bilim, gözlenebilir olguları betimleme, olgular ve olgular arasındaki ilişkileri açıklayarak genel ilkelere varma ve bu genel ilkeleri ve genellemeleri tekrar olgulara dönerek test etme, yani dogrulama ve yanlışlama sürecidir. O halde bilimin gerçek amacı, duyumlar ve algılar yolu ile düşünceye ulaşmadır. Daha sonra da duyumlar ve algılar yolu ile elde edilen düşünceler sayesinde nesnel şeylerin ve olguların iç çelişmelerini, çeşitli süreçlerin iç ve dış ilişki ve baglantıları anlayacak, yavaş yavaş ve derece derece bütünsel bilgiye varacaktır.
Bilimler alanları, yöntemleri ve sonuçları açısından öncelikle iki grupta toplanırlar:
A. Formel Bilimler (Aksiyomatik bilimler - Normatif bilimler - İdeal bilimler – Disiplinler / Matematik, Geometri, Mantık)
Konuları; insan zihninin doğadan soyutlayarak oluşturduğu ideal, soyut kavramlardır. (Sayılar, geometrik şekiller, akıl ilkeleri vb) Bu nedenle deney yöntemini kullanmazlar. Belli bir kabul edişten (aksiyom) yola çıkarak; bu genel doğrudan özel sonuçlar çıkaran bilimlerdir. Tümevarım (dedüksiyon) olarak adlandırılan bu akıl yürütme; doğru kabul edişe göre kesinlik kazanır. Ancak aksiyomlar, yani kabul edişler, farklı olursa bu kez varılan sonuçlar da farklı olacaktır. Örneğin Okildes’ten bu yana kabul edilen ve düzlem koşullarında geçerli olan geometri doğruları; bir başka sistem olan uzay geometri için geçerli değildir. Kısaca Formel bilimlerin doğrusu kabul ediş sınırları içinde kesinlik taşırlar. Başka bir kabul ediş sistemi ise yine kendi içinde kesinlik taşımaktadır.
Bu açıdan bakıldığında; formel bilimler kendi sistemleri içinde doğruluk ve kesinlik taşımaktadır. Ama bu onların önemini azaltmaz. Çünkü ancak formel bilimlerin ölçüler ve tutarlık konusunda vardığı noktadan sonra diğer bilimler mümkün olabilmiştir. Bir başka deyişle formel bilimler diğer bilimlerin olması için gerekli ve zorunludurlar.
Formel bilimler pozitif bilimlerin dilidir. Pozitif bilimlerin özünü oluşturan ölçü ancak matematik bilimleri ile mümkündür. Yine bilgilerin kendi içinde tutarlılığı ve sonuçların dile getirilişleri ile doğruluğunun denetlenmesi ancak mantıkla mümkündür.
B. Pozitif (Olgusal) Bilimler
Konuları sınırları önceden belirlenmiş olan somut varlık alanlarıdır. Evrenin belli özellikleri olan bir bölümünü ele alan bu gruptaki bilimler, soyut kavramlar üzerine araştırma yapmazlar. Deneylenemeyen konuları ele almazlar. Konuları içine giren somut varlık alanlarını incelerken genellikle tümevarım (endüksiyon) yöntemini kullanırlar. Tekil doğrulardan yola çıkarak, genel doğrulara ulaşmaya çalışırlar. Ancak pozitif bilimler bazen (özellikle de insan söz konusu olunca) bilinenden bir tek gerçeklikten yola çıkarak ona benzer olan durum için yargıya varırlar. Yani benzerliklerden hareketle akıl yürütürler. Bu yöntem benzeşim (analoji/andırım) olarak adlandırılır.
Tümevarım ve andırım yöntemi ile elde edilen doğru bilgilerden sonradır ki pozitif bilimler, alanları içinde bir genellemeye varırlarsa; bundan sonra tek olaylar için dedüksiyon yöntemini uygularlar.
Tüm pozitif bilimlerde konularının gerektirdiği farklı özellikleri dikkate almazsak aynı yöntem kullanılır. Bu yöntem deneysel yöntemdir ve dört ana aşamadan oluşur.
1. Varsayım (Hipotez) : Ele alınan konuya ilişkin geçici açıklamalardır. Bu aşamada ileri sürülen sav henüz kanıtlanması gereken bir tezdir.
2. Betimleme: Konunun özelliklerine uygun olarak doğal koşulları içinde izlenmesi, araştırılması, ölçümlenmesi ve nedenlerinin araştırılarak betimlenmesi aşamasıdır.
3. Deneyleme: İncelenen olayın, doğal durumundan soyutlanarak; laboratuarda, yapay koşullarda ve bilimcinin denetiminde yinelenerek, etkenlerin ve bunların neden olduğu değişmelerin saptanması aşamasıdır.
4. Sonuç: Yapılan çalışmalardan sonra o konuya ilişkin doğru bilgilerin derlenmesi ve açıklanmasıdır. Bu aşamada iki farklı sonuç çıkabilir.
a. Kuram (teori) : Henüz tüm deney ve araştırmaların yapılamadığı veya yapılamayacağı durumlarda, ancak hiçbir yanlış örneğin de bulunmadığı sonuçlardır. İzafiyet, kuantum teorilerinde olduğu gibi
b. Yasa (kanun) : İncelen konuya ilişkin tüm deneylerin yapıldığı ve çalışmalar sonunda kesin sonuçların alındığı varılan bilgilerdir. Yerçekimi yasası gibi.
Pozitif bilimler ele alıp inceledikleri varlık alanının özelliklerine göre bu temel yöntemi kendi özellerine göre kullanırlar. Bazı bilimlerde laboratuar olanakları sınırlı hatta olanaksız olunca, betimleme çalışmalarına daha da fazla özen gösterilir. Yine bazı bilimlerde bir insan ömrü deneyleri tamamlamaya yetmemektedir. İşte bu gibi durumlarda; her bilim kendi koşullarına göre ana çizgiden sapmadan yeni teknikler geliştirerek deneysel yöntemi kullanırlar.
Konuların özellikleri yalnızca yöntemi etkilemekle kalmamakta, giderek tüm bir bilime farklı özellikler kazandırmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında pozitif bilimler de kendi içlerinde sınıflara ayrılmaktadır.
i) Doğa Bilimleri: Konusu cansız ve canlı doğa (everen) olan bilimlerdir. Cansız doğa bilimleri konuları gereği daha kesin ve değişmeyen bilgilere daha da kolay olarak ulaşabilirler. Çünkü cansız doğa hemen hemen hiç değişmemektedir. Böyle olunca hem incelemek kolay olmakta hemen de varılan sonuçlar çok daha uzun zaman doğru kalabilmektedir. Örneğin Arşimet’in bundan iki bin beş yüz yıl önce bulduğu sıvıların kaldırma gücü yasası bu gün hala geçerliliğini korumaktadır. Astronomi, fizik, jeoloji ve kimya bu bilimlerin başında yer almaktadırlar.
Ancak aynı kesinlikte ve uzun süreler doğru kalan bilgilere canlı doğa bilimlerinde rastlamak olanaklı değildir. Çünkü canlı doğa sürekli bir değişim içindedir. Ve dahası canlılar basamağının üst sıralarına çıkıldığında her canlı türünün zaman içindeki değişiminin yanı sıra bireyler arasında farklılıklar da gündeme gelmektedir. Tüm bunlar canlı doğa bilimlerinin hem araştırmalarını zorlaştırmakta hem de sonuçlarını tartışılabilir kılmaktadır. Ayrıca doğru bilgilerde zaman içinde doğruluklarını yitirmektedir. Bu durumda canlı doğa bilimlerinin temel görevi konuları içindeki değişimleri saptamak ve evrim sürecini açıklamak olmaktadır.
ii) İnsan Bilimleri: Konusu insan olan bilimler canlı doğa bilimlerinin tüm zorluklarını taşımaktan öte; ayrıca insanın özelliği gereği iki temel zorlukla karşı karşıyadırlar. İnsan her canlı gibi değişir. Ama onun kişilik özellikleri öylesine gelişmiş ve bireyselleşmiştir ki insan bilimleri bu nedenle neredeyse genelleme yapamaz duruma düşmektedirler.
Yine insanın yaşadığı bir başka değişim süreci de diğer hiçbir varlıkta görülmeyen toplumsal olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Hatta bu alanda değişim iki boyutludur. Toplumsal yanıyla insan yalnızca zaman içinde değişmemekte aynı zamanda farklı toplumlarda farklı özellikler de taşımaktadır. İşte bu üç boyutlu değişim süreçleri insan bilimlerini daha dikkatli ve özenli olmaya zorlanmaktadır. Tüm bunlara bir de laboratuar olanaksızlıklarını eklersek; insan bilimlerinin niçin 19. yy.la kadar beklemek zorunda kaldıklarını daha kolay anlarız.
.........................................................................................................
Sosyal Darwinizm
Sosyal Darvinizm, Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında sosyal evrime neden olduğu kuramıdır.
Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı ve evrimin temel taşı olarak yorumlanan ilk kitabından uzunca bir süre sonra “İnsanın Türeyişi” adlı eserinde insan ve diğer memeliler arasında fiziksel ve fizyolojik açılardan temelde farklılıklar olmadığını savunmakla beraber, benzerliklerin insanın kültürel ve ahlaki yaşamı için de geçerli olduğunu da belirtmişti. Yani ahlak, zeka, yardımseverlik, yurtseverlik vs yi de biyolojik yapı gibi kalıtımın parçası olarak görmüştü. İşte bu husus sonradan Darwin’in haksız olarak suçlanmasına, fikirlerinin yozlaştırılmasında önemli nokta oluşturulmasına yol açmıştır. Çünkü Darwin’in ve bazı Darwin’cilerin toplumsal olay ve olguları “en güçlünün yaşaması” ilkesi içinde yorumlama girişimi insanlığa karşı suçlardan birisi için bilimsel kılıf oluşturmuştur. “Sosyal Darvincilik” adı verilen bu akım “madem ki en güçlülerin yaşaması doğa yasasıdır, o halde zayıflar ortadan kaldırılmalıdır” görüşüyle tarihteki en utanç verici sayfalardan birini oluşturmuştur. Ancak elbette Darwin ırkçılık, kölecilik, soykırımdan yana değildir. Onun Beagle Gezisi notları baştan sona insan topluluklarına değer veren, hoşgörülü bakışlarıyla doludur. Esasen bazı tarihçiler Darwin’in “İnsan’ın Türeyişi” ve daha sonra da “Cinsiyete göre Seçilim” adlı eserlerinde kendisini yukarda belirtilen anlamda Sosyal Darvinizm’den uzak tuttuğunu kaydederler. Ancak Darwin’i karalamaktan ısrar edenler bu görüşü de ona mal etmekte direnirler.
Sosyal Darvinizm Darwin’in adını taşımasına rağmen esas olarak kuramı ilk geliştirenler Herbert Spencer, Thomas Malthus, Francis Galton gibi başkaları olmuştur. Sosyal Darvinizm terimi ilk defa 1879’da Oscar Scmidth tarafından “Popüler Bilim” dergisindeki bir makalede kullanılmakla beraber 2. Dünya Savaşı sırasında (1944) Amerikalı tarihçi Richard Hofstadter’in “Amerikan Düşüncesinde Sosyal Darvinizm” adlı kitabından sonra gündemden düşmemiştir. Sosyal Darvinizm’in diğer sosyal değişiklik kuramlarından farkı, değişikliğin biyolojik alandan sosyal alana aktarılmasında yatar. Bununla beraber konunun ilginçliği pek çok felsefi tartışmaya ve araştırmaya neden olmuştur.
Etik bir kuram olarak Sosyal Darvinizm’in babası sayılabilecek Herbert Spencer, Darwin ile çağdaştı ve Darwin kuramını yayınlamadan önce de “güç doğruyu yapar” cinsi makaleler yayımlıyordu. (Hatta “Gelişme: Yasası ve Nedenleri” adlı kitabı, Darvin’in “Türlerin Kökeni’nden 2 yıl önce basılmıştı) . Spencer, Darvinci fikirleri kendi etik kuramına hemen uyarlamıştır. Darwin'in uyarlanma (adaptation) kavramını, zengin ve güçlülerin zamanın sosyal ve ekonomik ortamına en iyi uyarlandığı savı için, ve doğal seçilim kavramını ise güçlülerin, zayıfların harcanması uğruna idamesini uygun, normal ve doğal bulduğu tartışması için kullanmıştı. Bununla da kalmamış, “en uyumlu olanın idamesi”nin doğal olması yanında, ahlaki olduğunu da savlamıştı. Hatta bazı aşırı Sosyal Darvinciler, insanın kendinden daha zayıf birisine yardım etmesinin ahlaken yanlış olacağını, çünkü temelde uyumsuz olan birinin idamesini ve olası üremesini teşvik etme anlamına geldiğini savlamışlardır.
Tabii, işin felsefi yanında çok değişik yorumlar vardır. Örneğin H.Spencer toplumun, bireylerin artan özgürlüğü yönünde evrildiğine inanıyor, dolayısıyla devletin sosyal ve politik alana müdahalesinin en aza indirilmesini istiyordu. Buna karşılık, sosyal reformcular da çeşitli sosyal kuralların konulması ve devletin daha güçlü rolünü savunmak için Darvinizm’i kullandılar. Bu hareket “Reform Darvinizm” olarak adlandırılmıştır. Onlar da insanların değişen şartlara uyarlanmaları için yeni fikir ve kurumlara ihtiyacı olduğunu öngörüyorlardı.
Bazı reformcular da evrim ilkelerini cinsel ve ırkçı fikirleri haklı çıkarmak üzere kullanmışlardır. Bunların en aşırıları da “öjenik”ler olmuştur. (Sir Francis Galton tarafından 1881’de Yunanca eugenav – iyi-doğmuş anlamında – kelimesinden türetilen (eugenics) bir terim) . Bunlar belli ırk veya sosyal grupların (genellikle zengin Anglo-Sakson’ların) “doğal
olarak” başka gruplardan üstün olduklarını savlamış, suçlu ve akıl hastaları gibi uyumsuzların üremelerinin sınırlandırılması, ırklar arasında evliliğin yasaklanması yoluyla insan kalıtımının kontrol altına alınmasını önermişlerdi. Francis Galton zamanında genetik bilimi henüz bilinmiyordu. Bununla beraber Darvin kuramı türlerin doğal seçilimle değiştiğini göstermişti. Dahası, suni olarak da bazı özellikleri güçlü olan hayvan ve bitki yetiştirilmesi de yapılıyordu. Galton, “aynı şekilde insan ırkı da geliştirilmez miydi” diye merak etmişti.
Sosyal Darvinizm, bu gün ahlaki değerini şüpheli olarak nitelediğimiz çok sayıda eylemi mazur göstermekte kullanıldı. Sömürgecilik doğal ve kaçınılmaz görülüyordu. Yerliler zayıf ve idame edemeyecek kadar uyumsuz bulunuyor ve Sosyal Darvinci etik tarafından mazur gösterilerek topraklarına, kaynaklarına el konulması normal algılanıyordu. Askerlik alanında ise en güçlü ordunun kazanacağı ve dolayısıyla en uyumlu olacağı, kaybedenin ise doğal olarak uyumsuz olduğu kabul ediliyordu. Sonunda bu etik olarak insanlıktan uzak sömürgeci hükümetlerin tebasına karşı baskıcı taktikler uygulamasına onay vermeye kadar gitti.
Sosyal bağlamda ise Sosyal Darvinizm, kapitalizmin işçilere uzun saatlerde ezici iş karşılığında kuruşla ödeme yapılan daha yoz şekillerini ve büyük iş çevrelerinin işçi sendikaları gibi kurumları tanımamasını mazur göstermekte kullanıldı. Zenginlerin fakirlere veya daha az talihlilere bağışta bulunmasına gerek olmadığını, çünkü bunların nasıl olsa daha az uyumlu olduğunu ima ediyordu. Onların beslenmesi ve barındırılması, sadece onların idame etmesine ve uyumsuzluklarının çocuklarına aktarılmasına yarıyordu. Bu, nesilden nesile aktarıldıkça toplum uyumsuzlardan kurtulamıyordu.
Diğer taraftan 20. yüzyılın başından itibaren yaklaşık 30 sene süresince öjenik en parlak devrini yaşamıştır. Sosyal önyargı insan genetiği üzerinde yayılmış ve genellikle ırk ve sınıf üzerindeki sosyal farklılıkları genetiğe atfetmiştir. Bu sırada ABD’de 24 eyalette kısırlaşma yasaları yürürlüğe konmuş, kongre bazı ülkelerden göçü yasaklamıştır. Daha sonra Sosyal Darvinizm Naziler tarafından da kendi öjenik programları için kullanılmıştır.
2. Dünya savaşı sonrasında biyologlar insan genetiğini bu cins sapmalardan kurtararak insan kalıtımının karmaşıklığını açıklayan güvenilir bir bilim dalı yapmak için epey uğraştılar. Son 50 yılda molekül genetiği ile hastalık ve diğer şartlarda bulaşmış binlerce insan geni belirlenmiş, inceleyip çözümlenmiştir. Bu çalışmalar 1980’lerden itibaren İnsan Genom Projesi ile hızlanmış ve 2001’de insan genomundaki ilk tam DNA dizisinin taslağı ile sonuçlanmıştır. Uzun vadede insan genetik bilgisinin pek çok hastalık için tedavi ve terapiye yol açacağı şüphesizdir. Ancak gen terapisi, embriyo seçilimi ve sperm mühendisliği gibi tekniklerin insan geninin manipüle edilmesinin araçları olup insani ve eşitlikçi değer yargılarını hedef almasından endişe edilmektedir.
Sosyal Darvinizm’in felsefi problemi, bir temel kuram olarak gayet göz korkutucu ve kendini yıkıcı olmasındadır. Bunlar öncelikle doğal olanın ahlaken de doğru olacağı önermesini yapması, sonra da mevcut durumu bir mecburiyet durumuna çevirmek gibi bir doğallık yanlışlığına düşmesidir.
Görüldüğü gibi gerçekte Sosyal Darvinizm ile Darvinizm’in adı ve Sosyal Darvinciler tarafından yanlış uygulaması yapılan birkaç kavram dışında bir ortak noktası yoktur. Ancak Bilimsel bir kuram olan Darvinizm, etik bir kuram olan Sosyal Darvinizm ile karıştırılması yüzünden olumsuz tepki almaya devam ediyor. Bu karıştırmayı özellikle yaratılış taraftarları evrim ve Charles Darwin’i kamu karşısında gözden düşürmek üzere ırkçı, emperyalist ve öjenik göstermeye çalışarak kullanıyorlar.
Kaynakça:
What Darwin Really Said – Benjamin Farrington
http://en.wikipedia.org/wiki/Social_Darwinism
http://library.thinkquest.org/C004367/eh4.shtml
http://encarta.msn.com/encyclopedia_761579584/Social_Darwinism.html
http://www.fordham.edu/halsall/mod/spencer-darwin.html
http://www.pbs.org/wgbh/evolution/darwin/nameof/index.
WWW.EVRİTEORİSİ.ORG
PATİ[email protected]
--------
Ismail Kaygusuz
Pir Sultan Kalender Şah'ın Huzurunda Özünü Dâra Çekiyor
Pir Sultan Abdal'ın, 1514 Çaldıran felaketi öncesi tek güvendiği ve peşinden koştuğu Şah, Şah İsmail Hatayi idi. Kendilerini ancak, 13-14 yıl önce Anadolu Alevi Türkmen boylarının yardımıyla Safevi Devletini kuran Şah İsmail kurtarabilirdi. “Urum'da (Anadolu'da) ağlayan sefilleri, o şad eder (sevindirir) ” ve güldürebilirdi.
Hak'tan inayet olursa
Şah Urum'a gele birgün
Gazada bu Zülfikar'ı
Kâfirlere çala birgün
Hep devşire gele iller
Şah'a köle ola kullar
Rum'da ağlayan sefiller
Şad ola da güle bir gün
Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul'da otura
Firenk'ten yesir getire
Horasan'a sala bir gün
Gülü Şah'ın doğdu deyü
Bol ırahmet yağdı deyü
Kutlu günler doğdu deyü
Şu alem şad ola birgün
Mehdi Dede'm gelse gerek
Ali divan kursa gerek
Haksızları kırsa gerek
İntikamın alsa gerek
Pir Sultan’ın işi ahtır
İntizarım güzel Şah'tır
Mülk iyesi padişahtır
Mülke sahip ola bir gün
Bizzat nasip aldığı Piri Balım Sultan'ın o dönemdeki anlaşmacı gördüğü tavrından olacak, “Hacı Bektaş evladını günahkar görüp” Şah İsmail'e sıkıca bağlı görünüyor. Fakat, Çaldıran yenilgisi ve büyük Kızılbaş kırımının ardından Pir Sultan Abdal'ın bütün gücüyle Hacı Bektaş Dergâh'ına sarıldığını anlıyoruz.
Pir Sultan'ın Çaldıran öncesi ve sonrası yapılan kırımdan kurtulması, Divriği-Arapkir-Kemaliye ilçelerinin ortak otlağı olan Sarı Çiçek Yaylası'nda Koca Haydar adıyla bir zaman gizlenmiş olmasına bağlanabilir. (Bkz. Cahit Öztelli: Pir Sultan Abdal, s. 30-31)
Yine Sarı Çiçek Yaylası'na çok yakın, Arapkir ilçesinin sınırları içerisinde bulunan Onar köyündeki Şeyh Hasan Oner türbesi ve zaviyesini ziyaret ettiği ve orada konukladığını belirleyen bir nefesi günümüze gelmiştir. Bu nefeste Şeyh Hasan'a yalvarmakta, “zulümat (karanlık) içinde ve darda bulunduklarını” açıklayarak, evliyadan “imdat! ” istemektedir. Aşağıya aldığımız uzun şiirinde, Pirini arayan Kul Himmet'in de yardım dilediği; 1204-5’de Bağdad halifesi Nasir tarafından Anadolu’da üst düzey Ahiliği kurmak, yani Selçuklu Sultanına Fütüvvet kuşağı bağlamak ve şalvarı giydirmek için gönderilen büyük Şeyhler arasında bulunan ve 1220’lerde ise bu bölgeye yerleşen Şeyh Hasan Onar, Bayad Türkmenlerindendir. Ve adı geçen köyde bir zaviye kurarak bölgeyi yurt tutan bir Şeyh-Beg olduğu bilinmektedir. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz: Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner. İstanbul 1983; İsmail Onarlı: Şeyh Hasan Aşireti-Anayurttan Anadolu’ya. İstanbul 2001 ve İsmail Kaygusuz’un aynı kitaba yazdığı “Şeyh Hasan, Bölgesinin Ulu Evliyasıdır” başlıklı tanıtım yazısı) Köyün yaşlıları ve Dede’lerinden derlediğimiz nefes şöyledir:
Bir gececik mihman oldum Onar'a
Aman Onar Dede sen imdat eyle
Özümü bağladım ol nazlı Pir'e
Aman Onar Dede sen imdat eyle
Adın Şeyh Hasan'dır hem derik Oner
Elbet er olanda bulunur hüner
Adını işiden secdeye iner
Aman Onar Dede sen imdat eyle
Kimimiz dardadır kimimiz yolda
Kimi zulümatta kandadır kanda
Tut elimiz' koyma bizi dar günde
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
Dört duvar üstüne binasın' kuran
Mahrum kalmaz eşiğine yüz süren
Horasan elinden azmedip gelen
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
Kalkıp Horasan'dan sökün edensin
Urum diyarını mekân tutansın
Çağıranın imdadına yetensin
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
Pir Sultan'ım düşmüş dürür cüdaya (cüda: ayrı, ayrılmış)
Halim' arzedeyim Bar-i Hüda'ya (Bari: yaratıcı)
Canım kurban olsun Onar Dede'ye
Yetiş Onar Dede sen imdat eyle
1516 ya da 1518 yılında Balım Sultan'ın ölümüyle Mürşid postuna oturmuş olan Kalender Şah'ın kişiliğinde Alevi-Bektaşi halk yığınları liderini bulmuştur. Kalender Şah'ın yukarıda aktardığımız şiirinde görüldüğü gibi, Şah İsmail Hatayi'nin de bir bakıma buna onayı vardır.
Pir Sultan, aşağıdaki nefeste Kalender Şah'a seslenmektedir. “Aman mürvet” diyerek onun kapısına gelmiş, Pir'inin huzurunda özünü dâr'a çekmiş, hatalarını bir bir saymaktadır. Kendini düşkün görüp, Pir'ine yalvarmaktadır. Hatta vaktiyle “Hacı Bektaş oğlunu (Balım Sultan kastediliyor olmalı) günahkar” görüp (Dergâh'tan) uzaklaşmasından dolayı kendi kendine “yüzü kara” (iftiracı) nitelemesini yakıştırmaktan bile çekinmiyor. Pir Sultan Abdal, Pir Meydanı'nda özü dârda, müthiş bir özeleştiri vermektedir:
Zahir batın On'ki İmam aşkına
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Pirim nazar eyle şu ben düşküne
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Bakmaz mısın cesedimin nârına
Elim ermez oldu cihan kârına
Yüzüm yerde geldim durdum dârına
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Hacı Bektaş oğlun günahkar gördüm
Aradım isyanımı özümde buldum
Yüzümün karasın elime aldım
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Erenler yolundan bir taş kaldırdım
Gönül bahçesinde gülün soldurdum
Bugün eksikliğim nefsi öldürdüm
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan’ım eydür karşımda durma
Gidip münkirlerle yol erkân kurma
Alnımın karasın yüzüme vurma
Aman Şah'ım mürüvvet deyü geldim
Pir Sultan Abdal kendini Şah'ına, yani Piri Kalender Sultan'a bağışlattırdıktan sonra, nefeslerini, düvazlarını en etkin propaganda silahı olarak kullanmaya başlamıştır. Sazı elinde sözü dilinde dağlar aşmakta, ülkeyi köy köy, oba oba dolaşmaktadır. Artık Kalender; Şah'tır, Sultan'dır, Hacı Bektaş ve dört gözle beklediği Ali'dir O. Onun kişiliğinde Hacı Bektaş Veli'yi gördüğünü Pir Sultan Abdal şöyle dile getirir:
Kuş olup güvercin donunu geyen
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
Mucizatın cümle aleme bildiren
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
(...)
Pir Sultan Abdal’ın cisminde cansın
Gönlümün evinde kurulu hansın
Urum'un içinde sen bir Sultan’sın
Uyan dağlar uyan Ali'm geliyor
Kalender Şah’ın kurtarıcı lider olarak gelmekte olduğunu bildirirken, çekimser duranlara ve korkanlara güven veriyor. Onları bıkmadan-usanmadan, toparlanıp ayaklanmaya çağırıyor:
Muhammed Mehdi'nin hak sancağını
Çekelim bakalım nic'olursa olsun
Teber çekip münkirlerin kanını
Dökelim bakalım nic'olursa olsun
(...)
Münkirlerin sarayını yıkalım
Yıkalım bakalım nic'olursa olsun
***
Serden başka benim sermayem yoktur
Verelim gaziler İmam aşkına
***
Gelin canlar bir olalım
Münkire kılıç çalalım
Hüseyn'in kanın alalım
Tevekkeltü Taalallah (= Tanrıya dayandım-yaslandım)
Mervan soyunu vuralım
Padişahı öldürelim
Hüseyn'in kanın alalım
Tevekeltü Taalallah
Açalım kızıl sancağı
Geçsin Yezit'lerin çağı
Elimizde aşk bıçağı
Tevekkeltü Taalallah
Şah'ının ve evlatlarının, yani Alevi-Bektaşi halk yığınlarının maddi-manevi gücünü açıklama gereği duyup, çatlak sesleri susturma yollarına da başvuruyor:
Arkası yok deme Şah'ım (ın) oğlunun
Zahirde batında yüzbin er vardır
Ondört masum ile Oniki İmam
Yanınca Muhammed'le Ali vardır
Önümüzce Rabbim sözüm pişirir
Yaramaz sofular Şah'ı şaşırır
Dervişler ar'oldu çiçek devşirir
Arının gömecinde balı vardır
Oddan kılıçtan keskindir gülbengi
Kırmızıdır donu hem aldır rengi
Renginde dürüm dürüm alı vardır
(...)
Pir Sultan'ım der ki vaktın beklesin
İkrarını mümin olan haklasın
Arif olan kalb evine saklasın
Erenlerin çok gizli yolu vardır
Pir Sultan Abdal “el-gün arasına düşmüş”, toplu halde “köpüklenmiş sel gibi aşıp giderlerken” biraz kuşkulu, ama büyük umutlar içinde Şah'ın yollarındadır.
“Engürü dağından” çok ötelerde değildir, Dergâh ve başındaki Pir Kalender Şah. Dolayısıyla toprağını, yurdunu en güzel, en içten duygularla tanımlamış olduğu aşağıdaki şiirine “birçok kimse ile birlikte Pir Sultan'ın İran'a, Şah'a giderken söylediği” yorumunu yapmak gerekmiyor. Engürü dağından (Ankara yöresinden) İran Şahı'nın yolu mu sorulur? (Bkz. C. Öztelli, agy, s. 67, dipnot 2) Ayrıca, şiirin içine, İran tahtında birincisi 1587 yılından sonra görünen “Ala dağ ardındaki Şah Abbas” ifadesi çok sonradan girmiştir. Aşağıda görüleceği gibi söz konusu dörtlük, Pir Sultan Abdal'ın nefesinin genel havasına da kesinlikle uymamaktadır.
Engürü dağından bir yol azıttım
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Sarardı gül benzim döndü aynaya
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Nice pınarım var dolar eksilir
Ardıç dallarına gök tekeler asılır
Gırcılı boran tutmuş beller kesilir
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Merdindendir deli gönlüm merdinden
Ala Dağ ardından Şah Abbas yurdundan
Kanlı yaş akıttım Şah'ın derdinden
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Nice pınarım var üstü bovalı (bentli)
Taşı kimyalı da toprağı dualı
Kayalarımız var şahin yuvalı
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Pir Sultan Abdal'ım coşup giderim
El-gün arasına düşüp giderim
Köpüklenmiş selim taşıp giderim
Acap Şah'a giden yollar bu m'ola
Pir Sultan Abdal'ın “Şah'a gider ben bir bezirgân gördüm” diye başlayan nefesinde “bezirgân” ve “katar” birer simgedir bizce. Üstü örtülü olarak, bezirgân, Kalender Şah'ın yükselttiği isyan katarına çağrıdır. Kendisi de artık o katarın ayrılmaz eridir. Çünkü bu katar “hemen hakikatın yolunu tutmuştur. ” “Ona hizmet eden ancak Dergâh'a yeter”. Ayrıca “Bezirgân yükünü Yemen'den tutmuş” betimlemesi, Kanuni döneminde Osmanlı'ya Yemen'in iç kısımlarını kaybettiren Zeydi ayaklanmalarını anımsatmakta ve çok gezmiş olan Pir Sultan'ın oralara kadar uzanmış olduğunu düşündürmektedir. Katar çok güçlüdür; ona kâretmez Osmanlı haramisi. Şu dünyada çekilen vefasızlıktan kurtulmak için tek fırsat, bezirgânın katarına girmektir.
Şah'a gider ben bir bezirgân gördüm
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Hemen tutmuş hakikatin yolunu
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Bezirgân yükünü Yemenden tutmuş
Ona hizmet eden Dergâh'a yetmiş
(...)
Bezirgânın yükü lal ile gevher
Ona kâr mı kılar harami safder
(...)
Şu yalan dünyada ne bulduk vefa
Fırsat elde iken giregör safa
(...)
Pir Sultan Abdal'ım âşıkı çoklar
Hiç kardaş bulmamış kend'özün saklar
Korktuğumuz yerden yaradan saklar
Ayrılmam katardan ben şimden geri
Artık zamanı gelmiştir. Kalender Şah Ali'liğini göstermelidir ki “Ali kim olduğu bilinsin”.
O Şah'ına, yukarıdaki nefeslerinde görüldüğü gibi hem “Ali” hem “Hacı Bektaş” diyordu. Erenler evliyalar serçeşmesi Hacı Bektaş Veli ise, torunlarından Kalender Şah da serçeşmedir. Şu halde “kendini teslim et bu ser çeşmeye” diyor Pir Sultan.
Ama onun asıl istediği, tüm Anadolu Alevileri ve de ezilen halklar adına dileği “Hazreti Ali'nin devrinin yürümesi ve yeryüzünü kızıl taçların bürüyerek İstanbul şehrinin alınmasıdır”.
Hazreti Ali'nin devri yürüye
Ali kim olduğu bilinmelidir
Alay alay gelen gaziler ile
İmamların öcü alınmalıdır
Kendini teslim et bu Serçeşme'ye
Er odur ki birisinden şaşmaya
Bin gaziye bir münafık düşmeye
Din aşkına kılıç çalınmalıdır
Çağırırlar filan oğlu filana
Kılıcı arştadır doğru gelene
Ne itibar yezit kavli yalana
Ya ser verip ya ser alınmalıdır
Yeryüzünde kızıl taçlar bürüye
Münafık olanın bağrı eriye
Sahib-i zamanın emri yürüye
Mehdi kim olduğu bilinmelidir
Pir Sultan Abdal’ım ey Dede Dehman
Kendini çevir de andan gel heman
İstanbul şehrinde ol sahib-zaman
Tac ü Devlet ile salınmalıdır
Pir Sultan Abdal'ın 'Dede Dehman, Dehmen'ı (doğrusu Dih-man-İ. K.) hakkında C. Öztelli'nin P. N. Boratav'dan kaynaklanarak yazdığı “Dede Dehmen, Şah Tahmasb'ın adıdır” (C. Öztelli, agy, s. 139) yorumu bizce burada uygun değildir. Bu, Pir Sultan'ı İran Şahı'na bağlamak için zorlama bir yorum olurdu. Pir Sultan Abdal'ın “mihman canlar bize safa geldiniz” şiirindeki bir dörtlüğü biz, bizzat Dede olan babamızdan aşağıdaki biçimde dinledik:
Misafir kapının iç kilididir
Ev sahibi ise anın dilidir
Mehman Muhammed'dir dehman Ali'dir
Mihman canlar bize safa geldiniz
Ayrıca Kul Hüseyin:
Hak ileridedir geride sanma
Münezzeh şehrinde mihman bizimdir
Mümin kullar mabuduna tapmıştır
Ali Keramullah dehman bizimdir
Mihman Haktır dehman Ali demişler
Didar arzulayan veli demişler
İşte budur Allah kulu demişler
Nur alem nuruyla devran bizimdir
Hemen anlaşılacağı üzere bu ifadeler, “konuk Hak'tır, Muhammed'dir, yani onların makamındadır; karşılayan, yani evsahibi de Ali'dir” anlamını taşımaktadır. Birincisinde, dolaylı olarak Muhammed'in Kırklar'a konukluğu ve Ali'nin onu karşılaması anımsatılmaktadır. Yani, yukarıdaki nefesinde Pir Sultan Abdal, Ali olarak gördüğü ve nitelediği Kalender Şah'a, “Dede Dehman” diye hitap etmesi oldukça doğaldır
WWW.TURNADERGİSİ.DE inancımızın gölgesinden.....! ! ! ! ! ! ! !
PATİ[email protected]
(1) YAŞAMIN TEMEL KURALLARI
Evrimleşmeyi Sağlayan Düzenekler
Ayakta Kalmak için Savaşım' ve 'En İyi Uyum Yapan Ayakta Kalır' sözcükleri Darwin-Wallace Kuramının anahtarıdır. Fakat besin, yer, su, güneş vs. için bireyler arasındaki savaşımın, zannedildiği gibi büyük bir evrimsel güç olmadığı, buna karşın döller boyunca sürekli olan populasyonların evrimsel değişime için önemli olduğu daha sonra anlaşıldı. Bu durumda evrimsel değişikliklerin birimi bireyler değil, populasyonlardır. Bir populasyonun yapısını döller boyunca süren bir etkiyle değiştiren evrimsel güçleri, önem sırasına göre inceleyelim. Özünde Hardy-Weinberg* eşitliğini bozan her etki evrimsel değişikliği sağlayan güç olarak kabul edilir...(*bakınız. populasyon genetiği kuralları)
Doğal Seçilim
Bir populasyon, kalıtsal yapısı farklı olan birçok bireyden oluşur. Ayrıca, meydana gelen mutasyonlarla, populasyondaki gen havuzuna (türün üreme yeteneğine sahip tüm bireylerinin oluşturduğu genler) yeni özellikler verebilecek genler eklenir. Bunun yanısıra Mayoz sırasında oluşan Krossing-Over'lar (Mayoz bölünmede gen parça değişimi) ve rekombinasyonlar, yeni özellikler taşıyan bireylerin ortaya çıkmasını sağlar. İşte bu bireylerin taşıdıkları yeni özellikler (yani genler) nedeniyle, çevre koşullarına daha iyi uyum yapabilme yeteneği kazanmaları, onların, doğal seçilimden kurtulma oranlarını verir. Yalnız çevre koşulları her yerde ve her zaman (özellikle jeolojik devirleri düşünürsek) aynı değildir. Bunun anlamı ise şudur: Belirli özellikleri taşıyan bireyler, belirli çevre koşullarına sahip herhangi bir ortamda, en başarılı tipleri oluşturmalarına karşın, birinci ortamdakinden farklı çevre koşulları gösteren başka bir ortamda, ya da zamanla çevre koşullarının değiştiği bulundukları ortamda, uyum yeteneklerini ya tamamen ya da kısmen yitirirler. Bu ise onların yaşamsal işlevlerinde güçlüklere (döllenmelerinde, embriyonik gelişmelerinde, erginliğe kadar ulaşmalarında, üremelerinde, besin bulmalarında, korunmalarında vs.) neden olur. Böylece erginliğe ulaşanlarının, ulaşsalar dahi fazla miktarda yavru verenlerinin, verseler dahi bu yavruların ayakta kalanlarının sayısında büyük düşmeler görülür. Bu çevre koşulları belirli bir süre (genellikle uzun bir süre) etkilerini sürdürürse, belirli özelliklere (gen yapısına) ahip bireyler devamlı ayıklanacak ve taşıdıkları genlerin gen havuzundan eksilmesiyle, gen frekanslarında (bir özelliğin, bireylerde ortaya çıkış sıklığı) değişmeler ortaya çıkacaktır. Bu seçilim, çoğunluk döller boyunca sürer. Bir zaman sonra da bu gen bileşimindeki bireyler topluluğu tamamen ortadan kalkmış olur. (jeolojik devirlerdeki birçok canlının çevre koşulları nedeniyle soyunun tükenmesi) Buna karşın, başlangıçtaki populasyonlarda bu çevre koşullarına uyum yapabilecek özelliklere (gen bileşimlerine) sahip bireyler korunduğu için sayıları ve dolayısıyla taşıdıkları genlerin frekansı gen havuzunda sürekli artar. Böylece, bir zaman sonra, yeni mutasyonların ve rekombinasyonların meydana gelip, uygun olanlarının ayıklanmasıyla da, başlangıçtaki populasyona benzemeyen, tamamen ya da kısmen değişmiş populasyonlar ortaya çıkar.
Burada dikkat edilecek husus, bireylerin ayakta kalmalarının yalnız başına evrimsel olarak birşey ifade etmemesidir. Eğer taşıdıkları genler, gelecek döllere başarılı bir şekilde aktarılamıyorsa, diğer tüm özellikleri bakımından başarılı olsalarda, evrimsel olarak bu niteliklere sahip bireyler başarısız sayılırlar. Örneğin, kusursuz fiziksel bir yapıya sahip herhangi bir erkek, kısırsa ya da çiftleşme için yeterli değilse, ölümüyle birlikte taşıdığı genler de ortadan kalkar ve evrimsel gelişmeye herhangi bir katkısı olmaz. Ya da güçlü ve sağlıklı bir dişi, yavrularına bakma içgüdüsünden yoksunsa, ya da yumurta meydana getirme gücü az ise, populasyonda önemli bir gen frekansı değişikliğine neden olamayacağı için, evrimsel olarak başarılı nitelendirilemez. Demek ki doğal seçilimde başarılı olabilmek için, çevre koşullarına diğerlerinden daha iyi uyum yapmanın yanısra, daha fazla sayıda yumurta ya da yavru meydana getirmek gerekir.
Doğal Seçilim çevre koşullarına bağımlı olarak farklı şekillerde meydana gelir;
1.Yönlendirilmiş seçilim
2.Dengelenmiş Seçilim
3.Dallanan Seçilim
Yönlendirilmiş Seçilim
Doğal seçilimin en iyi bilinen ve en yaygın şeklidir. Özel koşulları olan bir çevreye uzun bir süre içerisinde uyum yapan canlılarda görülür. Genellikle çevre koşullarının büyük ölçüde değişmesiyle ya da koşulları farklı olan bir çevreye göçle ortaya çıkar. Populasyondaki özellikler bireylerin o çevrenin koşullarına uyum yapabileceği şekilde seçilir. Örneğin nemli bir çevre gittikçe kuraklaşıyorsa, doğal seçilim, en az su kullanarak yaşamını sürdüren canlıların yararına olacaktır. Populasyondaki bireylerin bir kısmı daha önce mutasyonlarla bu özelliği kazanmışlarsa, bu bireylerin daha fazla yaşamaları, daha çok döl vermeleri, yani genlerini daha büyük ölçüde populasyonun gen havuzuna sokmaları sağlanır. Bu arada ilgili özelliği saptayan genlerde meydana gelebilecek mutasyonlardan, yeni koşullara daha iyi uyum sağlayabilecekler seçileceğinden, canlının belirli bir özelliğe doğru yönlendirildiği görülür. Bu, doğal seçilimin en önemli özelliğinden biridir. Her çeşit özelliği meydana getirebilecek birçok mutasyon oluşmasına karşın, çevre koşullarının etkisi ile, doğal seçilim, başarılı mutasyonları yaşattığı için, sanki mutasyonların belirli bir amaca ve yöne doğru meydana geldiği izlenimi yaratılır. Yukarıda verdiğimiz örnekte, uyum, suyu artırımlı kullanan boşaltım organlarından, suyu en idareli kullanan böbrek şekline doğru gelişmeyi sağlayacak genler yararına bir seçilim olacaktır. Su buharlaşmasını önleyen deri ve post yapısı, kumda kolaylıkla yürümeyi sağlayan genişlemiş ayak tabanı vs. doğal seçilimle bu değişime eşlik eden diğer özelliklerdir. Önemli olan, evrimde bir özelliğin ilkel de olsa başlangıçta bir defa ortaya çıkmasıdır; geliştirilmesi, mutasyon-doğal seçilim düzeneği ile zamanla sağlanır.
Bu konudaki en ilginç örnek, bir zamanlar ingiltere'de fabrika dumanlarının yoğun olarak bulunduğu bir bölgede yaşayan kelebeklerde (Biston betularia) meydana gelmesi evrimsel değişmedir. Sanayi devriminden önce hemen hemen beyaz renkli olan bu kelebekler (o devirden kalma kolleksiyonlardan anlaşıldığı kadarıyla) , ağaçların gövdelerine yapışmış beyaz likenler üzerinde yaşıyorlardı. Böylece avcıları tarafından görülmekten kurtulmuş oluyorlardı. Sanayi devrimiyle birlikte, fabrika bacalarından çıkan siyah renkli kurum vs. bu likenleri koyulaştırınca, açık renkli kelebekler çok belirgin olarak görülür duruma geçmiştir. Bunların üzerinde beslenen avcılar, özellikle kuşlar, bunları kolayca avlamaya başlamıştır. Buna karşın sanayi devriminden önce de bu türün populasyonunda çok az sayıda bulunan koyu renkli bireyler bu renk uyumundan büyük yarar sağlamıştır. Bir zaman sonra populasyonun büyük bir kısmı koyu renkli kelebeklerden oluşmuştur. 'Sanayi Melanizmi'. Günümüzde alınan önlemler sayesinde, çevre temizlenince, beyaz renkli olanların sayısı tekrar artmaya başlamıştır.
Yönlendirilmiş doğal seçilime, diğer bir ismiyle 'Orthogenezis' e en iyi örneklerden biri de atın evrimidir. birçok yan dal (cins ve tür düzeyinde) ortama daha az uyum yaptığı için ortadan kalkmış, bugünkü Equus'u yapacak kol başarılı uyumu ile günümüze kadar gelmiştir.
Birçok durumda, bazı yapıların gelişmesindeki yönlendirme, yararlı noktadan öteye geçebilir. Örneğin İrlanda geyiğinin boynuzları, kama dişli kaplanın üst kesici dişleri o kadar fazla büyümüştür ki, bir zaman sonra bu türlerin ortadan kalkmalarına neden olmuştur. işte, çok defa bir canlının organları arasında belirli bir oranın bulunması, bu seçilimle düzenlenir ve buna 'Allometrik İlişki' denir. Yani organlar arasındaki oran her türde kendine özgü ölçüler içinde bulunur. Bu özellikler, daha doğrusu oranlar, sistematikte(Canlıların Sınıflandırılması) ölçü olarak alınır.
Yapay Seçme ile çok kuvvetli bir yönlendirme sağlanabilir. islah edilmiş birçok hayvan ırkında bunu açıkça görmek mümkündür. İnsanların gereksinmeleri için yararlı özellikleri bakımından sürekli olarak seçilen bu hayvanlar, bir zaman sonra doğada serbest yaşayamayacak duruma gelmiştir. Nitekim sütü ve eti için ıslah edilen birçok inek ve koyun türü, yumurtası için ıslah edilen birçok tavuk türü, süs hayvanı olarak ıslah edilen birçok kuş, köpek, kedi vs. türü, artık bugün doğada serbest olarak yaşayamayacak kadar değişikliğe uğramıştır.
Son zamanlarda tıp bilimindeki gelişmeler ile, normal olarak doğada yaşayamayacak eksiklikler ile doğan birçok birey, yaşatılabilmekte ve üremesi sağlanmaktadır. Böylece taşıdıkları kalıtsal yapı, insan gen havuzuna eklenmektedir. Dolayısıyla bozuk özellikler meydana getirecek genlerin frekansı gittikçe artmaktadır. Örneğin, eskiden, kalp kapakçıkları bozuk, gözleri aşırı miyop ya da hipermetrop olan, gece körlüğü olan, D vitaminini sentezlemede ya da hücre içine alma yeteneğini yitirmiş olan, kan şekerini düzenleyemeyen (şeker hastası) , mikroplara direnci olmayan, kanama hastalığı olan; yarık damaklı, kapalı anüslü, delik kalpli ve diğer bazı kusurlarla doğan bireylerin yaşama şansı hemen hemen yoktu. Modern tıp bunların yaşamasını ve üremesini sağlamıştır. Dolayısıyla insan gen havuzu doğal seçilimin etkisinden büyük ölçüde kurtulmayı başarmıştır. Bu da gen havuzunun, dolayısıyla bu gen havuzuna ait bireylerin bir zaman sonra doğada serbest yaşayamayacak kadar değişmesi demektir. Nitekim 10-15bin yıldan beri uygulanan koruma önlemleri, bizi, zaten doğanın seçici etkisinden kısmen kurtarmıştır. Son zamanlardaki tıbbi önlemler ise bu etkiyi çok daha büyük ölçüde azaltmaktadır. Böylece doğal seçilimin en önemli görevlerinden bir olan 'Gen havuzunun yeni mutasyonların etkisinden büyük ölçüde korunmasının sağlanması ve mutasyonların gen havuzunda yayılmalarının önlenmesi, dolayısıyla gen havuzunun dengelenmesi ve kararlı hale geçmesi, insan gen havuzu için yitirilmeye başlanmıştır.'
Dengelenmiş Seçilim
Eğer bir populasyon çevre koşulları bakımından uzun süre dengeli olan bir ortamda bulunuyorsa, çok etkili, kararlı ve dengeli bir gen havuzu oluşur. Böylece, dengeli seçilim, var olan gen havuzunun yapısını devam ettirir ve meydana gelebilecek sapmalardan korur. Örneğin, keseliayılar (Opossum) 60 milyon, akrepler (Scorpion) 350 milyon yıldan beri gen havuzlarını hemen hemen sabit tutmuşlardır. Çünkü bulundukları çevrelere her zaman başarılı uyum yapmışlardır.
Dengeli seçilimde, üstteki ve alttaki değerleri (aşırı özellikleri) taşıyan bireyler sürekli elendiği için, populasyon dengedeymiş gibi gözükür, Örneğin, bebeklerde kafatasının, dolayısıyla beynin ve keza vücudun büyüklüğü dengeli seçilimin etkisi altındadır. Belirli bir kafatası ve vücut büyüklüğünün üstünde olanlar, doğum sırasında ananın çatı kemiğinden geçemedikleri için elenirler; çok küçük olanları da uyum yeteneklerini yitirdikleri için elenirler. Böylece, örneğin bebeklerde beyin ve vücut büyüklüğü belirli sınırların içinde kalır. Keza serçelerde de kanat uzunluğu/ vücut ağırlığı oranı, belirli bir sayının altında ve üstünde olanlar yönünde seçilime uğradığı saptanmıştır. Bu nedenle serçelerin belirli bir büyüklükte kalmaları sağlanır. Birçok hayvan grubu için (özellikle vücutlarının ve organlarının büyüklükleri için) bu işleyiş geçerlidir. Bu nedenle bazı hayvan gruplarının kalıtsal olarak neden büyük, bazılarının neden küçük olduğu kısmen açıklanabilir.
[image]http://www.charm.netteyim.net/07.JPG[/image]
Doğal seçilim, etkisini üç farklı şekilde gösterir: Koşullara uyum gösteren fenotipler kararlı kalır (dengelenmiş seçilim) , değişik uyuma sahip olanlar arasında sadece başarılı olanlar seçilir (yönlendirilmiş seçilim): değişik uyuma sahip olanlar arasında, iki ya da daha fazla başarılı fenotip seçilir (dallanan seçilim) .
Dallanan Seçilim
Dengeli seçilimin tersi olan bir durumu açıklar. Bir populasyonda farklı özellikli bireylerin ya da grupların her biri, farklı çevre koşulları nedeniyle ayrı ayrı korunabilir. Böylece aynı kökten, bir zaman sonra, iki ya da daha fazla sayıda birbirinden farklılaşmış canlı gurubu oluşur (ırk-alttür-tür-vs.) . Özellikle bir populasyon çok geniş bir alana yayılmışsa ve yayıldığı alanda değişik çevre koşullarını içeren bir çok yaşam ortamı (niş) varsa, yaşam ortamlarındaki çevre koşulları, kendi doğal seçilimlerini ayrı ayrı göstereceği için, bir zaman sonra birbirinden belirli ölçülerde farklılaşmış kümeler, daha sonra da türler ortaya çıkacaktır. Bu şekilde bir seçilim 'Uyumsal Açılımı' meydana getirecektir. Dallanan seçilim, keza benzer özellikli bireylerin, çiftleşmek için birbirini tercih etmesiyle de ortaya çıkar. Bunun tipik örneğini insanlarda verebiliriz. Yapısal olarak farklı birçok insan ırkı biraraya getirildiğinde, bireyler genellikle kendi ırkından olanlarla evlenmeyi tercih ederler (hatta dil, din, kültür benzerliği ve parasal bakımdan zenginlik bu seçimi daha da kuvvetlendirir.)
Üreme Yeteneğine Ve Eeşemlerin Özelliğine Göre Seçilim
Populasyonlarda, bireyler arasında şansa dayanmayan çiftleşmelerin ve farklı üreme yeteneklerinin oluşması HARDY - WEINBERG Eşitliğine ters düşen bir durumu ifade eder. Bu özellikleri taşıyan bir populasyonda HARDY - WEINBERG Eşitliği uygula¬namaz. Bireylerin çiftleşmek için birbirlerini rastgele seçmelerinden ziyade, özel nite¬liklerine göre seçmeleri, bir zaman sonra, bu özellikler bakımından köken aldıkları ana populasyondan çok daha kuvvetli olan yeni populasyonların ortaya çıkmasına neden olur. Bu özel seçilim, yaşam kavgasında daha yetenekli olan (beslenmede, korunmada, gizlenmede, yavrularına bakmada vs.) populasyonların ortaya çıkmasını sağlayabilir.
Eşemlerin Arasındaki Yapısal Farkların Oluşumu:
Dişiler genellikle yavrula¬rını meydana getirecek, koruyacak ve belirli bir evreye kadar besleyebilecek şekilde özellik kazanmıştır. Özellikle memelilerde tam olarak belirlenemeyen bir nedenle dişiler başlangıçta çiftleşmeden kaçıyormuş gibi davranırlar. Dişilerin kuvvetli olduğu bir toplumda çitfleşme çok zor olacağından, seçilim, memelilerde, kuvvetli erkekler yönünden olmuştur. Bugün birçok canlı grubunda, özellikle yaşamları boyunca bir¬kaç defa çiftleşenlerde (insan da dahil) , erkekler, dişileri çiftleşmeye zorlar; çok defa da bunun için kuvvet kullanır. Bu nedenle erkekler dişilerinden daha büyük vücut yapısına sahip olur. Buna karşın, yaşamları boyunca bir defa çiftleşenlerde ya da çift¬leştikten sonra erkeği besin maddesi olarak dişileri tarafından yenen gruplarda (pey¬gamberdevelerinde ve örümceklerde olduğu gibi) , erkek, çok daha küçüktür. Çünkü seçilim vücut yapısı büyük dişiler, vücut yapısı küçük erkekler yönünde olur.
İkincil eşeysel özellikler, çoğunluk eşey hormonları tarafından meydana getirilir (bu nedenle ikincil eşeysel özellikler, bireylerde eşey hormonlarının üretilmeye başla¬masından sonra belirgin olarak ortaya çıkar) . Eşeysel gücün bir çeşit simgesi olan bu özellikler, eşemler tarafından sürekli olarak seçilince, özellikler gittikçe kuvvetlenir. Bu nedenle özellikle erkeklerde, yaşam savaşında zararlı olabilecek kadar büyük boy¬nuz (birçok geyikte, keçide vs.'de) , büyük kuyruk (tavuskuşunda ve cennetkuşların¬da vs.) , hemen göze çarpacak parlak renklenmeler (birçok kuşta, memelide): dişiler¬de, süt meydana getirmek için çok büyük olmasına gerek olmadığı halde dişiliğin simgesi olan büyük meme bu şekilde gelişmiştir. Birçok canlı grubunda bu arzu farklı şekilde geliştiği için, farklı yapılar ortaya çıkmıştır. Örneğin birbirine çok yakın adalar¬da yaşayan Japon ırkı ile Ainu ırkı arasında vücut kılı yönünden büyük farklar vardır. Ainu kadınları çiftleşmek için kıllı erkekleri, buna karşın Japon kadınları kılsız erkek¬leri tercih ettikleri için, Ainu ırkı dünyanın en kıllı, Japon ırkı ise en kılsız erkeklerine sahip olmuştur. Çünkü eşeysel seçim zıt özelliklerin tercihi şeklinde olmuştur. Keza siyah ırklar kalın dudağı, beyaz ırklar ince dudağı daha çekici bulduğu için, seçilim bugünkü siyah ırkıarın kalın dudaklı, beyaz ırkıarın ise ince dudaklı olmasını sağlaya¬cak şekilde olmuştur.
Bu arada eşemlerin birbirlerini karşılıklı uyarabileceği birtakım davranış şekilleri (kur, dans, gösteri vs.) gelişmiştir. Özellikle bu davranışları en iyi şekilde yapan erkekler, dişileri tarafından tercih edilir. Davranışların değişmesini sağlayacak etkili bir mutasyon, çok defa, meydana geldiği bireyin eş bulamamasına neden olacağı için, populasyondan elenir. Bu davranış şekillerine, yine genellikle ve çoğunluk erkeklerde eşeysel çiftleşmeden belirli bir süre önce, vücuttaki renklerin değişmesi, özellikle parlaklaşması (kuşları ve memelileri anımsayınız!) , değişik kokuların ve fero¬menlerin salgılanması (tekelerin zaman zaman çok keskin olarak koktuğunu anımsa¬yınız!) eşlik eder. Parlak renkler ve keskin kokular dişiyi daha etkili bir şekilde uyara¬cağı için seçim bu özelliklerin kuvvetlendirilmesi yönünde olmuştur. Işte, DARWIN, dişinin erkeği, erkeğin dişiyi uyarabildiği bu özelliklerin seçimine Eşeysel Seçilim = Seksüel Seleksiyon ismini verdi.
Erkeklerin, erkekliklerini simgeleyen özelliklerine göre seçilimleri, onların, bu özellikleri bakımından, yaşam savaşında etkinlik kazandırmasa dahi kuvvetlenme¬sine neden olmuştur. Nitekim erkeklerin çok daha renkli olması bu nedene dayanır. Ayrıca kuşlarda kuluçkaya yatan dişiler üstten belirgin olarak görünmesin diye, çoğunluk yaşadığı ortamın rengine uyum yapmıştır. Yalnız erkekleri kuluçkaya yatan bir kuş türünde, bu durum tersinedir; bunlarda dişiler parlak renkli, erkekler toprak rengindedir.
En güçlü erkeğin, dişileri dölleyebilmesini sağlamak için, evrimsel olarak bir yarışma oluşmuştur 'Erkek Kavgaları', Bu nedenle geyiklerde, dağ keçilerinde vs.'de kuvvetli boynuz oluşumları meydana gelmiştir. Seçilim her zaman saldırgan ve kuvvetli erkekler yönünde olur. Dişiler, kavgaya katılmadığı için, boynuzları küçük kalmıştır. Çünkü büyük boynuz yönünden herhangi bir seçilim baskısı yoktur. Daha önce öğrendiğimiz gibi bir özelliğin gelişebilmesi için seçilim baskısının sürekli etki etmesi gerekir. Bu arada, güçlerine göre, erkeklerin belirli alanları etkinlikleri altına alma eğilimleri; bir territoryum davranış zincirinin oluşmasına neden olmuştur. Tüm bu eşeysel seçilim etkileri, dişiler ve erkekler arasında belirgin bir yapı ve davranış farklılaşmasına neden olmuştur. Bu farklılaşmaya 'Eşeysel Farklılaşma = Seksüel Dimorfizm' denir.
Üreme Yeteneğinin Evrimsel Değişimdeki Etkisi:
Daha önce de değindiği¬miz gibi bir bireyin yaşamını başarılı olarak sürdürmesi evrimsel olarak fazla birşey ifade etmez. Önemli olan bu süre içerisinde fazla döl meydana getirmek suretiyle, gen bavuzuna, gen sokabilmesidir. Bir birey ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, döl Meydana getirmemişse, evrimsel açıdan hiçbir öneme sahip değildir. Bu nedenle bu bireylerin ölümü 'Genetik Ölüm' olarak adlandırlır.
Canlıların çok büyük bir kısmında, canlılığın mayasını oluşturan eşeysel hücre¬lerdeki DNA'nın taşınması, bireylere verilmiş bir görevdir. Tek bir üreme dönemi olan canlılarda, döllenmeden hemen sonra erkekler (birgünsineklerini hatırlayınız!) , yumurta bıraktıktan ya da yavru doğurduktan sonra da dişiler ölür. Birçok üreme dönemi olan canlılarda, her iki eşemin de ömrü uzamıştır. Bu sonucu grupta, erkek¬ler, çoğunlukla döllenme sonrası yavru bakımında belirli görevler yüklenmiştir (hatta denizatlarında döllenmiş yumurtayı ortamdan özel keselerine alan erkekler hamile olur) . Hemen hemen tüm canlı gruplarında ve ilkel insan topluluklarında, bireyin ya¬şı, eşeysel etkinliğinin süresine denktir. Yalnız gelişmiş insan toplumlarında, kazanıl¬mış deneyimlerin genç kuşaklara aktarılması için, yaşlılar özenle korunur; bu nedenle ömür uzunluğu, eşeysel aktiflik dönemini oldukça aşmıştır.
Evrimsel gelişmede en önemli değişim, gen havuzundaki gen frekansının değişimidir. Gen frekansı ise birey sayısıyla saptanır. Bu durumda bir populasyonda, üreyebilecek evreye kadar başarıyla gelişebilen yavruları en çok sayıda meydana getiren bireylerin gen bileşimi bir zaman sonra gen havuzuna egemen olur. Buna 'Farklı Üreme Yeteneği' denir.
Farklı üreme yeteneği, meydana getirilen gamet (genellikle yumurta) sayısı de¬ğildir; üreyebilecek olgunluğa ulaşan yayruların sayısıdır. Değişik gametlerin birleş¬mesiyle, gen bileşimi bakımından, daha iyi embriyolojik gelişim (embriyo, larva, pup vs.) yapabilen, daha başarılı uyum sağlayabilen yavruların seçimi yapılır. Bu nedenle fazla sayıda yumurta meydana getiren canlılarda, bu seçilim, çok sayıdaki zigot ara¬sından yapılacağı için, başlangıçta başarılı bir seçim olacaktır ve ayrıca fazla sayıda embriyo ya da yavru ile yaşam kavgasına gireceği için, sonuçta büyük sayılardaki yu¬murtadan, belirli bir sayıda erginleşmiş yavru ortaya çıkabilecektir. Örneğin alabalık¬larda meydana getirilen 1.000.000 yumurtadan, en fazla 20'sinin üreyebilecek yaşa ulaştığı bilinmektedir. Çok yumurta oluşturan canlılarda, yumurtanın korunmuş yer¬lere bırakılması ve embriyoya ya da yavrulara bakım gelişmemiştir (birçok balıkta, parazitte, amfibide, sürüngende vs. 'de) . Bu nedenle büyük kayıplar verirler. Halbuki yumurtaya, embriyoya ve yavruya bakımın gelişmesi oranında, yumurta sayısında azalma görülür. Bu sayı, gelişmiş memelilerde bire düşmüştür. Çünkü özenli bir ba¬kımla yavruların olgunluğa ulaşma olasılığı çok yükseltilmiştir. Memelilerde ve kuş¬larda, yavru ve yumurta sayısı optimal sayıda tutulur. Fazla yumurtanın kuluçkada embriyonik olarak gelişmesi ve gelişse de yavruların ana tarafından beslenmesi zor olur. Bu nedenle yumurta sayısı sabit sınırlar içerisinde kalacak şekilde evrimsel seçi¬lim olmuştur. Bunun yanısıra bir canlının diğer yırtıcı hayvanlar tarafından sürekli yenmesi (bunlarda fazla yumurta meydana getirilir) ya da düşmanlarının az olması (bunlarda az yumurta meydana getirilir) yumurta sayısını saptayan faktörlerden biri¬dir.
Yalıtımın (=İzolosayonun) Evrimsel Gelişimdeki Etkisi
Türlerin oluşumunda, yalıtım, kural olarak, zorunludur. Çünkü gen akımı devam eden populasyonlarda, tür düzeyinde farklılaşma oluşamaz. Bir populasyon, belirli bir süre, birbirlerinden coğrafik olarak yalıtılmış alt populasyonlara bölünürse, bir zaman sonra kendi aralarında çiftleşme yeteneklerini yitirerek, yeni tür özelliği ka¬zanmaya başlarlar. Bu süre içerisinde oluşacak çiftleşme davranışlarındaki farklılaş¬malar, yalıtımı çok daha etkili duruma getirecektir. Kalıtsal yapı açısından birleşme ve döl meydana getirme yeteneklerini koruyan birçok populasyon, sadece çiftleşme davranışlarında meydana gelen farklılaşmadan dolayı, yeni tür özelliği kazanmıştır.
Üreme yalıtımının kökeninde, çok defa, en azından başlangıç evrelerinde, coğrafik bir yalıtım vardır. Fakat konunun daha iyi anlaşılabilmesi için üreme yalıtımını ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. Populasyonlar arasında çiftleşmeyi ve verimli döller meydana getirmeyi önleyen her etkileşme 'Yalıtım = izolasyon Mekanizması' denir.
Coğrafik YaIıtım (= Allopatrik YaIıtım)
Eğer bir populasyon coğrafik olarak iki ya da daha fazla bölgeye yayılırsa, ev¬rimsel güçler (her bölgede farklı olacağı için) yavaş yavaş etki ederek, populasyonlar arasındaki farkın gittikçe artmasına (Coğrafik Irklar) neden olacaktır. Bu kalıtsal farklılaşma, populasyonlar arasında gen akışını önleyecek düzeye geldiği zaman, bir zamanların ata türü iki ya da daha fazla türe ayrılmış olur
Allopatrik yalıtım ile tür oluşumu.
Eğer bir populasyonun bir parçası coğrafik olarak yalıtılırsa, değişik evrimsel güçler yavaş yavaş bu yalıtılmış populasyonu (keza ana populasyonu) değiştirmeye başlar ve bir zaman sonra her iki populasyon aralarında verimli,döl meydana getiremeyecek kadar farklılaşırlar.
Karalar, özellikle çöller, tuz bileşimi ve derişimi farklı sular, buz setleri su hay¬vanları için; denizler, nehirler, yüksek dağlar, büyük sıcaklık farkları, buzlar, kara hayvanları için yalıtım nedenleridir. En iyi coğrafik yalıtım adalarda görülür.
Çok yakın bölgelerde yaşayan bazı akraba hayvan gruplarında da bu yalıtım görülebilir. Örneğin suda yaşayan bazı türlerin çok yakın akrabaları, su kenarlarındaki yaprakların altlarında bulunan nemli yerlerde; keza iki yakın akraba populasyondan biri toprak diğeri ağaçlar üzerinde yaşayabilir (Ekolojik Yalıtım) . Bu populasyonların birbirleriyle teması çok az olacağından ve her birine farklı evrimsel güçler etki edece¬ğinden, bir zaman sonra aralarında daha büyük farklılaşmalar meydana gelir.
Anadolu'daki Pamphaginae'lerin Evrimsel Durumu:
Coğrafik yalıtıma en iyi örneklerden biri Anadolu'nun yüksek dağlarında yaşayan, kanatsız, hantal yapılı, kışı çoğunluk 3. ve 4. nimf evrelerinde geçiren bir çekirge grubudur. Özünde, bu hay¬vanlar, soğuk iklimlerde yaşayan bir kökenden gelmedir. Buzul devrinde, kuzeydeki buzullardan kaçarak Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya girmişlerdir. Bu sı¬rada Anadolu'nun iç kısmında Batı Anadoluyla Doğu Anadolu'yu birbirinden ayıran büyük bir tatlısu gölü bulunuyordu. Her iki bölge arasındaki karasal, bağlantı, yalnız, bugünkü Sinop ve Toros kara köprüleriyle sağlanıyordu. Dolayısıyla Kafkaslar'dan gelenler ancak Doğu Anadolu'ya, Balkanlar'dan gelenler ise ancak Batı Anadolu'ya yayıımıştı. Çünkü Anadolu o devirde kısmen soğumuş ve bu hayvanların yaşayabil¬mesi için uygun bir ortam oluşturmuştu. Bir zaman sonra dünya buzul arası devreye girince, buzullar kuzeye doğru çekilmeye ve dolayısıyla Anadolu da ısınmaya başla¬mıştı. Bu arada Anadolu kara parçası, erezyon sonucu yırtılmaya, dağlar yükselmeye ve bu arada soğuğa alışık bu çekirge grubu, daha soğuk olan yüksek dağların başına doğru çekilmeye başlamıştı. Uzun yıllardır bu dağların başında (genellikle 1500 - 2000 metrenin üzerinde) yaşamlarını sürdürmektedirler. Kanatları olmadığı için uçamazlar; dolayısıyla aktif yayılımları yoktur. Hantal ve iri vücutlu olduklarından rüzgar vs. ile pasif olarak da yayılamamaktadırlar. Belirli bir sıcaklığın üstündeki böl¬gelerde (zonlarda) yaşayamadıklarından, yüksek yerlerden vadilere inerek, diğer dağsilsilelerine de geçemezler. Yüksek dağlarda yaşadıklarından, aşağıya göre daha yoğun morötesi ve diğer kısa dalgalı ışınların etkisi altında kalmışlardır; bu nedenle mutasyon oranı (özellikle kromozom değişmeleri) yükselmiştir. Dolayısıyla evrimsel bir gelişim ve doğal seçilim için bol miktarda ham madde oluşmuştur. Çok yakın mesafelerde dahi meydana gelen bu mutlak ya da kısmi yalıtım, bir zamanlar Ana¬dolu'ya bir ya da birkaç türü olarak giren bu hayvanların 50'de fazla türe, bir o kadar alttüre ayrılmasına neden olmuştur. Bir dağdaki populasyon dahi, kendi aralarında oldukça belirgin olarak birbirlerinden ayrılabilen demelere bölünür. Çünkü yukarıda anlattığımız yalıtım koşulları, bir dağ üzerinde dahi farklı olarak etki etmektedir.
Coğrafik uzaklık ile farklılaşmanın derecesi arasında doğru orantı vardır. Birbir¬lerinden uzak olan populasyonlar daha fazla farklılaşmalar gösterir. Bu çekirge gru¬bunun Hakkari'den Edirne'ye kadar adım adım değiştiğini izlemek mümkündür. Batı Anadolu'da yaşayanlar çok gelişmiş timpanik zara (işitme zarına) ve sırt kısmında tarağa sahiptir; doğudakilerde bu zar ve tarak görülmez. Toros ve Sinop bölgelerinde bu özellikleri karışık olarak taşıyan bireyler bulunur.
Coğrafik yalıtım populasyonlar arasındaki kalıtsal yalıtımı ve üreme davranışla¬rındaki yalıtımı tam sağlayamamışsa (populasyonlar arasında kısırlık tam oluşmamış¬sa) , bir zaman sonra biraraya gelen bu populasyonlarda, aralarındaki gen akımından dolayı, tekrar bir karışma ve bir çeşit homojenleşme oluşabilir. insan ırkıarı sürekli; ama belirli ölçülerde birbirleriyle temasta bulunduğu için, aralarındaki gen akımı tü¬müyle kesilmemiş, dolayısıyla melezlenme kısırlığı oluşmamış ve böylece ayrı tür özellikleri kazanamamıştır. Bununla beraber gen akımının sınırlı olması ırk özellikleri¬nin kısmen korunmasını sağlamıştır.
Her türlü yalıtım mekanizmasında, ilk olarak demelerin, daha sonra alttürlerin, sonunda da türlerin meydana geldiğini unutmamak gerekir. Aynı kökten gelen; fakat farklı yaşam bölgelerine yayılan tüm hayvan gruplarında bu kademeleşme görülür. Ayrıca tüm coğrafik yalıtımları kalıtsal bir yalıtımın izlediği akıldan çıkarılmamalıdır...
Üreme işlevlerinde Yalıtım (= Simpatrik Yalıtım)
Yalıtımın en önemli faktörlerinden biri de, genellikle belirli bir süre coğrafik yalı¬tımın etkisi altında kalan populasyonlardaki bireylerin üreme davranışlarında ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu farklılaşmaların oluşumunda da mutasyonlar ve doğal seçi¬lim etkilidir. Yalnız, üreme işlevlerindeki yalıtımın, coğrafik yalıtımdan farkı, ilke ola¬rak, farklılaşmanın sadece üreme işlevlerinde olması, kalıtsal yapıyı tümüyle kapsa¬mamasıdır. Deneysel olarak döllendirildiklerinde yavru meydana getirebilirler. Çünkü kalıtsal yapı tümüyle farklılaşmamıştır. Coğrafik yalıtım ise hem kalıtsal yapının hem davranışların farklılaşmasını hem de üreme işlevlerinin yalıtımını kapsar.
Eşeysel çekim azalınca ya da yok olunca, gen akışı da duracağı için, iki populas¬yon birbirinden farklılaşmaya başlar. Böylece ilk olarak hemen hemen birbirine ben¬zeyen; fakat üreme davranışlarıyla birbirinden ayrılan 'İkiz Türler' meydana gelir. Bir zaman sonra mutasyon - seçilim etkileşimiyle, yapısal değişimi de kapsayan kalıtsal farklılıklar ortaya çıkar. Üreme yalıtımı gelişimin çeşitli kademelerinde olabilir. Bun¬lar;
Üreme Davranışlarının Farklılaşması:
Birbirlerine çok yakın bölgelerde yaşayan populasyonlarda, mutasyonlarla ortaya çıkan davranış farklılaşmalarıdır. Koku ve ses çıkarmada, keza üreme hareketlerinde meydana gelecek çok küçük farklılaşmalar, bireylerin birbirlerini çekmelerini, dolayısıyla döllemeyi önler. Daha sonra, bu popu¬lasyonlar bir araya gelseler de, davranış farklarından dolayı çiftleşemezler.
Üreme Dönemlerinin Farklılaşması:
iki populasyon arasında üreme dönemlerinin farklılaşması da kesin bir yalıtıma götürür. Örneğin bir populasyon ilkbaharda öbürüsü yazın eşeysel gamet meydana getiriyorsa, bunların birbirlerini döllemeleri olanaksızlaşır.
Üreme Organlarının Farklılaşması:
Özellikle böceklerde ve ilkel bazı çok hücreIilerde, erkek ve dişi çiftleşme organları, kilit anahtar gibi birbirine uyar. Meydana gelecek küçük bir değişiklik döllenmeyi önler.
Gamet Yalıtımı:
Bazı türlerin yumurtaları, kendi türünün bazen de yakın akraba türlerin spermalarını çeken, fertilizin denen bir madde salgılar. Bu fertilizinin farkIılaşması gamet yalıtımına götürür.
Melez Yalıtım:
Eğer tüm bu kademeye kadar farklılaşma olmamışsa, yumurt ve sperma, zigotu meydana getirir. Fakat bu sefer bazı genlerin uyuşmazlığı, embriyonun herhangi bir kademesinde anormalliklere, ya da uygun olmayan organların ortaya çıkmasına neden olur (örneğin küçük kalp gibi) .
Embriyo gelişip ergin meydana gelirse, bu sefer, kalıtsal yapılarındaki farklılanmalar nedeniyle erginin eşeysel hücrelerinde, yaşayabilir gametler oluşamayabilir (katırı anımsayınız!) . Genlerin kromozomlar üzerindeki dizilişleri farklı olduğu için, sinaps (gen alışveriş yapıları) yapamazlar ya da kromozom sayıları farklı olduğu için dengeli bir kromozom dağılımını sağlayamazlar..
Kalıtsal Sürüklenme
Küçük populasyonlarda eşlerin seçimi ve çiftleşme, büyük ölçüde şansa daya¬nır. Böylece gen havuzlarındaki denge, doğal seçilimden ziyade, şansla meydana ge¬len olaylarla değişir. İşte küçük populasyonlarda, şansa bağlı olarak meydana gelen üreme olaylarının evrimsel gelişmelerdeki etkisi, SEWALL WRIGHT tarafmdan 'Genetik Drift = Kahtsal Sürüklenme' olarak adlandırılmıştır. Küçük populasyonlarda, ben¬zer bireyler kendi aralarında çiftleştikleri için, allel genlerden birçoğunun, doğal seçi¬limden ziyade, şansla, heterozigot(karma) halden homozigot(saf) hale geçme eğilimleri vardır. Bu arılaşma, belirli zararlı ya da yararlı özelliklerin fenotipte kendilerini göstermeleri¬ne ve bir zaman sonra da doğal seçilimle o populasyondan elenmelerine ya da korun¬malarına neden olabilir. Bu homozigotlaşma, birçok türde, uyumsal değer gösterme¬mesine karşın, birçok anormal ve anlaşılmaz yapıların nasıl kazanıldığını açıklayabilir.
Genetik sürüklenme, HARDY -WEINBERG eşitliğine aykırı bir durumu (HARDY ¬WEINBERG eşitliğinde homozigotların oranı sabitti) yani, homozigot birey sayısının de¬ğişimini ifade eder. Evrimleşmede ne ölçüde önemli rol oynadığı, birçok bilim adamı arasında hala tartışmalıdır. Bununla beraber birçok bitki ve hayvan grubunun, doğa¬da, kalıtsal sürüklenme ile, yani şansa bağlı olaylarla çeşitlendiği ve geliştiği bilin¬mektedir. Öyleki, evrimsel çizgi boyunca, özel koşullara uyum yapmak için izlenen birçok yol, şansa bağlı olarak seçilmiştir. Her kademesinde çatallaşan bir yol gibi. In¬san oluşuncaya kadar, sayısız çatallanmış yoldan şansa bağlı olarak geçilmiş ve bu¬güne gelinmiştir. Koşullar tamamen aynı olsa da, başlangıçtan, hatta bir primat evre¬sinden, tekrar bugünkü insana benzer bir canlının gelişmesi, kural olarak olanaksız¬dır. Çünkü her çatallanmış kavşakta, insana götüren yolun, doğrulukla tekrar seçilmesi çok az bir olasılıkla olabilir. Bunun için çok tipik birkaç örnek verelim:
a) Birçok bitki, geçmişte, gerekli olmadığı için petallerini yitirmiştir (örneğin böcekler yerine rüzgarla tozlaşmaya başladıkları için) . Bir zaman sonra tekrar bö¬ceklerle tozlaşma zorunluluğunu duyunca, petallerini aynı şekilde oluşturamamış, bunun yerine, üreme zamanlarında çiçeklerine yakın yapraklarını renklendirecek özellikleri kazanmıştır (Atatürk Çiçeğinin kırmızı yapraklarımanımsayınız!) .
b) Birincil su hayvanları (balık gibi) oldukça etkin bir solunumu yürütebilecek solungaç sistemlerini, karmaşık bir yol izleyerek geliştirmiştir. Kara yaşamına uyum yaptıktan sonra, bir kısım canlı, tekrar suya dönmüştür (balinalar, yunuslar vs.): fa¬kat hiçbiri, embriyonik gelişimlerinde kalıntı halinde solungaç yapısını gösterdikleri halde, tekrar solungaç yapısını geliştirememiştir. Hemen hepsi yine akciğeriyle so¬lunuma devam eder. Fakat bunun yanısıra oksijeni uzun süre tutabilecek ya da depo¬layabilecek yapıları geliştirmişlerdir. Keza hiçbiri balıklardaki gibi yanlardan basılmış kuyruk yüzgecini geliştirememiş; bunun yerine üstten basık kuyruk yüzgeçlerini ge¬liştirebilmişlerdir.
Evrimde bir yapının tekrar ortaya çıkma olasılığı yok denecek kadar azdır. Örneğin balıkların
kuyruk yüzgeci yanlardan basılmıştır. Kara yaşamından tekrar su yaşamına dönmüş hayvanlar (şekilde yunus) ancak üstten basık kuyruk yüzgecini geliştirebilmişlerdir (Kosswig'den)
Ön bacakları kürek şekline dönüşmüştür; fakat hiçbir zaman balık yüzgeçlerine benzemez. Çünkü evrimsel olarak bir kere yitirilen bir yapı¬mn tekrar kazanılması hemen hemen olanaksızdır. ya da çok küçük olasılıklarla tekrar¬lanabilir. Burada yönlendirici unsur çevre koşullarının farklılığı değil, şansa bağlı seçi¬limlerin etkisidir.
Mutasyonların bir kısmı dönüşlüdür. (Geri Mutasyonlar): bununla beraber ev¬rimsel gelişmeler geriye dönük değildir (Dollo Yasası) . Örneğin bir kuşun, tekrar sü¬rüngene; bir balinanın karada yaşayan atasına dönüşmesi; parazitlerin serbest yaşa¬ması; atın tekrar beş parmaklı olması olanaksızdır. Çünkü gerekli tüm geri mutasyon¬ların şansa bağlı olarak elde edilmesi, olasılık açısından hemen hemen sıfırdır. Keza aynı nedenle, körelmiş organların ve yapıların da tekrar işlev görebilecek eski halleri¬ne dönmesi olanaksızdır.
Kalıtsal Sürüklenmenin işleyişi
Eğer bir populasyon HARDY - WEİNBERG eşitliğini gösteremeyecek kadar küçük¬se, ya da köken aldığı populasyondan küçük gruplar halinde ayrılmışsa, şansa bağlı döllenmeler sonucu bir zaman sonra köken aldığı populasyonun yapısından belirgin olarak farklılaşır. Kalıtsal sürüklenmeyi sağlayan olayları kısaca görelim.
Göç ya da Sürüklenme:
Oldukça büyük olan bir populasyondan, küçük bir grup koparak ayrılırsa, bu küçük grubun ileride meydana getireceği yeni populasyo¬nun gen havuzu köken aldığı populasyonunkinden farklı olur. Çünkü bu küçük grup ayrılırken bu grubun gen havuzu, ana populasyonun gen havuzundan belirli bir fark¬lılık gösterir. Örneğin Anadolu'da yaşayan insanlarda mavi göz geni frekansının orta¬lama % 10 olduğunu varsayalım. Mavi göz geni frekansı % 30 olan bir ailenin ya da aşiretin Anadolu'dan Mısır'a göç ettiğini ve orada yıllarca kendi içerisinde çoğaldığını düşünelim. Bir zaman sonra oluşacak bu yeni populasyonda mavi göz geninin fre¬kansı % 30 olmakla ana populasyondan farklılık gösterecektir. Çünkü başlangıç gen frekansı farklıdır. Özellikle insan populasyonlarında bu sürüklenmeler çok görülür. Çünkü göç eden toplumlar uzun yıllar kendi içlerinde evlendikleri için, başlangıçta taşıdıkları gen bileşimlerini koruma ve yaygınlaştırma eğilimi gösterirler. Bir zaman sonra içine göç ettikleri toplumlarla karışmaya, başlangıçta taşıdıkları gen bileşimIe¬rini yitirmeye ve belirli bir derecede göç ettikleri toplumun gen bileşimini değiştirme¬ye başlarlar. Anadolu'ya büyük ve küçük birçok göçün olduğu ve bunların uzun yıllar kendi içlerinde evlendikieri bilinmektedir. Bu nedenle insan toplumuna ilişkin kalıtsal sürüklenmenin en iyi örneklerini Anadolu'da görmek mümkündür. Keza adalara göç etmiş insanlarda da bu kalıtsal sürüklenmeler çok belirgin olarak görülür. Kan grup¬ları üzerinde doğal seçilimin çok büyük etkisi olmadığından, göç eden toplulukların kan grupları incelenmekle koptukları populasyonlar tahmin edilebilir.
Eğer bir populasyon sürekli olarak genişliyorsa, bir zaman sonra populasyonun kenarındaki gen bileşimleri, merkezdekilerden daha farklı olmaya başlar ve bu fark gittikçe artabilir.
Birçok canlı grubu, küçük populasyonlar halinde yeni ortamları işgal ederek, ana populasyona bağımlı olmadan çoğalabilir ve yeni özellikli populasyonlar oluştu¬rabilir. Küçük populasyonların kendi içinde çiftleşmesiyle meydana gelen evrimsel değişiklikler, doğal seçilimden ziyade şansa dayanır.Bir populasyondan bir parça koptuğunda, o parça, populasyonun gen ortala¬masına etki edecek bir miktar geni de beraberinde götürmüşse, ana populasyonun gen bileşimi bir miktar bozulabilir (ana populasyon çok büyük olmamak koşuluyla) . Örneğin demin verdiğimiz misalde, % 30'luk mavi gen göçü, ana populasyonun ortalamasının (% 10) bir miktardüşmesine neden olabilir. Bu nedenle, bir populas¬yondan dışa göç de HARDY - WEiNBERG eşitliğini bozabilir.
Afetlerin ve Sığınmaların Etkinliği:
Herhangi bir zamanda meydana gelecek bir afet, populasyonun büyük bir kısmını ortadan kaldırabilir ve arta kalan pek az bir kısmından sonunda yeniden bir toplum oluşabilir. Fakat arta kalan küçük parça, eğer önceki toplumun tam özelliğini taşımayan bir gen havuzuna sahipse, yeni meydana gelen toplumun yapısı öncekinden çok farklı olur. Özellikle yangın, fırtına, su bas¬kını, deprem, hatta savaş, bu yeni özellikleri ortaya çıkarabilir.
Sığınma:
Çoğunlukla kışı saklanarak geçiren canlılarda, bir sonraki yazda yine küçük populasyonların etkisi görülür. Örneğin soğuk bir kış, saklanan bireylerin büyük bir kısmını yok ederken, iyi saklanmış küçük bir grup, bu yıkımdan kurtulur ve ger havuzunu, yazın oluşacak tüm populasyona verir. Bazı böceklerde, bazı özelliklerin en azından bazı yıllarda neden yaygın olduğu bu yolla açıklanabilir.
Diğer Sürüklenme Şekilleri
Doğal seçilimde ve uyumda başarılı olmasa dahi bazı özelliklerin dölden döle aktarılma olasılığı vardır. Bunu sağlayan kalıtsal mekanizmalar şunlardır.
Pleiotropik Sürüklenme (= Özellik Sürüklenmesi) :
Doğal seçilim, genelolarak tek bir genin fenotipi üzerinde değil, tüm genomun fenotipi üzerinde etkisini gösterir.(yani tek bir geni seçmekten çok o geni bulunduran DNA'yı -yani bireyi- seçer) Bu nedenle bazı özellikler uyumsal değer göstermemesine ve yarar sağla¬mamasına karşın yine de varlığını devam ettirir. Çünkü bu özellikler, bireye çok yarar sağlayan özelliklerle birlikte aynı bireyde bulunur. Yararlı özellikler seçilirken, zararı olanlar da beraberce kalıtılır.
Bu tip özelliklerin sürüklenmesinde pleiotropi çok önemlidir. Bilindiği gibi bir gen birden fazla özelliği denetliyorsa, pleiotropik etki gösteriyor demektir. Özelliğin biri canlıya yarar sağlıyorsa ve canlının uyum yeteneğini artırıyorsa, sürekli seçilir, buna bağlı olarak yararsız ve uyum yeteneği olmayan özellik de kalıtılır.
Örneğin kır¬mızı renkli soğan insanlar tarafından tercih edilmez ve dikilirken ayıklanır. Fakat kırmızı rengi meydana getiren gen, aynı zamanda mantarlara karşı fungusit bir madde de salgıladığı için, bulunduğu bireylere yaşamsal uyum yeteneği verir; bu nedenle, kırmızı renkli soğanlar, beyaz renkli soğanların arasında varlığını sürekli koruyabilir.
Gen Sürüklenmesi (= Kalıp İlkesi) :
Birçok gen yakınlıklarından dolayı bera¬berce kalıtılma eğilimi gösterir. iki gen birbirine çok yakın ise, parça değişimiyle bir¬birlerinden çok zor ayrılırlar. Işte bu genlerden biri yararlı, diğeri zararlı özellik sağlar¬sa ve yararlı genin özelliği, zararlı genin özelliğinden çok daha fazla öneme sahipse, zararlı özellik meydana getiren gen de yararlı özellik meydana getiren genle birlikte sürekli kalıtılır ve korunur. Buna 'Kalıp İlkesi' denir.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır
.........................................................................................................
(2) YAŞAMIN TEMEL KURALLARI
(Darwin - Wallace Tarafından Temeli Kurulan Doğal Seçilim Kuramının Ana Hatları)
Bu kuram ana hatlarıyla iki gerçeği, üç varsayımı ortaya çıkarmıştır.
Gerçekler:
1. Tüm Canlılar, ortamdaki sayılarını koruyacak matematiksel oranların üzerinde çoğalma eğilimindedir. Elemine edilen bireylerle bu fazlalık azaltılır ve populasyonların dengede kalması sağlanır. Doğal koşullar sabit kaldıkça bu denge korunur.
2. Bir türe ait populasyonlardaki bireylerin kalıtsal özelliği birbirinden farklıdır. Yani canlı populasyonlarının hepsi varyasyon (=Çeşitlilik) gösterir. Darwin ve Wallace, bunun nedenini tam anlayamadılar ve varyasyonların canlıların iç özelliği olduğunu varsaydılar. Bugün bu varyasyonların mutasyonlar ile oluştuğu bilinmektedir.
Varsayımlar:
1. Ayakta kalan bireylerin sayısı, başlangıçta meydana gelenlerden çok daha az olduğuna göre, ayakta kalabilmek için canlılar arasında karşılıklı, besin, yer vs. için, savaşım, ayrıca sıcaklık, soğukluk, nem vs. gibi doğal koşullara karşı bir mücadele vardır. Bu savaşım ve mücadele bir ölüm kalım kavgasıdır. Gerek besin ve yer gereksinmesi aynı olan canlı türleri arasında ve gerekse normalden daha fazla sayıda bireyle temsil edilen populasyonlardaki aynı türe bağlı bireyler arasında, yani doymuş populasyonlarda bir yaşam kavgası vardır. Bu görüş ilk defa Malthus tarafından ortaya atılmıştır 'Yaşamak için Savaş'
2. İyi uyum yapacak özellikleri (=Varyasyonları) taşıyan bireyler, yaşam kavgasında, bu özellikleri taşımayan bireylere karşı daha etkili bir savaşım gücü göstereceğinden, ayakta kalır, gösteremeyenler ise yok olur. Böylece bulunduğu bireye o koşullara en iyi uyum yapabilecek yeteneği veren özellikler, gelecek döllere kalıtılmış olur. Bu varsayımın anahtar cümleciği 'Biyolojik Olarak En İyi Uyum Yapan Ayakta Kalır' dır.
3. Bir bölgedeki koşullar diğerlerinden farklı olduğundan, özelliklerin seçimi de her bölgede, koşullara göre farklı olur. Çevrede meydana gelecek yeni değişiklikler, tekrar yeni uyumların meydana gelmesini sağlar. Birçok döl boyunca meydana gelecek bu tip uyumlar, daha doğrusu doğal seçilim, bir zaman sonra, atasından tamamen değişik yeni bireyler topluluğunun ortaya çıkmasını sağlar 'Uyumsal Açılım' Farklılaşmanın derecesi, eskiyle yeni populasyonlardaki bireyler biraraya getirildiğinde çiftleşemeyecek, çiftleşse dahi verimli döller meydana getiremeyecek (Üreyemiyen, Kısır) düzeye ulaşmışsa, artık bu iki populasyon iki farklı tür olarak değerlendirilir. Bir ata populasyondaki bir kısım bireyler, taşıdıkları varyasyon yetenekleriyle herhangi yeni bir ortama uyum yaparken, diğer bir kısmı da taşıdığı farklı varyasyonlar nedeniyle daha değişik bir ortama uyum yapabilir. Böylece uyumsal açılım ortaya çıkar. Bununla beraber, bitkiler ve hayvanlar, yaşam kavgasında, bulunduğu koşullarda, yararı ya da zararı olmayan diğer birçok varyasyonu da meydana getirebilir ve onları daha sonraki döllere aktarabilir. (bugün bilinen nötral mutasyonlar)
Darwin'in kuramı o kadar akla yatkın ve okadar kuvvetli kanıtlarla desteklendi ki, birçok biyolog onu hemen kabul etti. Daha önceki varsayımlar, yararsız organların ve yapıların neden meydana geldiğini bir türlü açıklığa kavuşturamamıştı. Bugün, türler arasında görülen birçok farkın, yaşam savaşında hiç de önemli olmadığı bilinmektedir. Fakat bu küçük farkları meydana getiren genlerdeki herhangi bir değişiklik, yaşam savaşında büyük değerler taşıyan fizyolojik yapısal değişikliklerin meydana gelmesine neden olabilir. Uyumsal etkinliği olmayan birçok özelliği meydana getiren genler, kromozomlar içinde yaşamsal öneme sahip özellikleri meydana getiren genlerle bağlantı halinde olabilir. Bu durumda bu varyasyonlar elenmeden gelecek döllere aktarılabilir. Bu uyumsal etkinliği olmayan genler, bir populasyonun içerisinde gelecekteki değişikliklerde kullanılmak üzere, ya da genetiksel sürüklenmelerde kullanılmak üzere fikse edilmiş olarak bulunur.
Evrim Kuramına Bilimsel İtirazlar
Belki insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri uygulanmakta olan öğretim ve eğitim yöntemleri, belki dini inançların etkisi, belki de insanın doğal yapısı, insanın, yeniliklere karşı itirazcı olmasına neden olmuştur. Bu direniş, en fazla da, tam olmayan kanıtlarla desteklenmekte olan Evrim Kuramı'na yapılmıştır ve yapılmaktadır. Özellikle dogmatik düşünceye yatkın olanlar, bu karşı koymada en önemli tarafı oluşturur. Bununla beraber son zamanlarda, birçok aydın din bilimcisi de dahil olmak üzere, iyi eğitim görmüş toplumların büyük bir kısmı, Evrim Kuramı'na sahip çıkmaktadır.
Evrim Kuramı'na Darwin'den beri bilimsel karşı koymalar da olmuştur. Özellikle varyasyonların zamanla populasyonlardan kaybolacağı inancı yaygındı. Çünkü bir varyasyona sahip bir birey, aynı özellikli bireyle çiftleşmediği takdirde, bu varyasyonun o populasyondan yitirileceği düşünülmüştü. Populasyon genetiğinde, çekinik özelliklerin, yitirilmeden kalıtıldığı bulununca, itirazların geçerliliğide tümüyle kaybolmuş oldu. Darwin, Pangeneze, yani anadan ve babadan gelen özelliklerin, bir çeşit karışmak suretiyle yavrulara geçtiğine inanarak, hataya düşmüştü. Eğer kalıtsal işleyiş böyle olsaydı, iyi özelliklerin yoğunluğu gittikçe azalacaktı ve zamanla kaybolucaktı. Halbuki, bugün, özelliklerin, sıvı gibi değil, gen denen kalıtsal birimlerle kalıtıldığı bilinmektedir.
ikinci önemli karşı koyma, bu kadar karmaşık yapıya sahip canlıların, doğal seçilimle oluşamayacağıydı. Çünkü canlının, hatta bir organın oluşması, çok küçük olasılıkların biraraya gelmesiyle mümkündü. Fakat canlıların oluşmasından bugüne kadar geçen uzun süre ve her bireyde muhtemelen ortaya çıkan küçük değişikliklerin, yani nokta mutasyonlarının, zamanla gen havuzunda birikmesi, sonuçta büyük değişikliklere neden olabileceği hesaplanınca, bu karşı koymalar da kısmen zayıflamıştır
Üçüncü bir karşı koymaya ise yanıt vermek oldukça zordur. Karmaşık bir organ yarar sağlasa da, birden bire nasıl oluşabilir? Örneğin omurgalılarda, gözün birçok kısımdan meydana geldiği bilinmektedir. Yalnız başına bir kısmın, herhangi bir işlevi olamaz. Tümü biraraya geldiği zaman görme olayı sağlanabilir. O zaman değişik kısımların ya aynı zamanda, birden meydana geldiğini varsaymak gerekiyor - bu populasyon genetiği açısından olanaksızdır - ya da yavaş yavaş geliştiğini herhangi bir şekilde açıklamak gerekiyor. Bir parçanın gelişmesinden sonra diğerinin gelişebileceğini savunmak anlamsızdır; çünkü hepsi birlikte gelişmezse, ilk gelişen kısım işlevsiz olacağı için körelir ya da artık organ olarak ortadan zamanla kalkar. Bununla beraber, bu tip organların da nokta mutasyonların birikmesiyle, ilkelden gelişmişe doğru evrimleştiğine ilişkin kanıtlar vardır.(bakınız. Sphenodon'da pariyetal göz, Amphitretus'da teleskopik göz)
Sphenodon'da pariyetal göz. 1. Mercek, 2. Retina, 3. Sinir ve 4. Arter (Kosswig'den)
Mercekli gözün gelişimi; omurgalılarda (üstte) ve kafadanbacaklılarda (altta) . 1. Ara beyin, 2. Mercek taslağı, 3. Göz çukuru, 4. Epidermis, 5. Mercek baloncuğu, 6. Pigment epiteli, 7. Retina, 8. Göz sapı, 9. Göz balonu, 10. Iris, 11. Kirpik, 12. Kirpikli cisim, 13. Sinir hücresi, 14. Kornea, 15 ve 16. Kutikular merceğin her iki kısmı (Kühn'den)
Evrim Kuramı'nda dördüncü karanlık nokta, fosillerdeki bazı eksikliklerdir. Örneğin, balıklardan amfibilere, amfibilerden sürüngenlere, sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren bazı fosiller bulunmakla beraber (bazıları canlı olarak günümüzde hala yaşamaktadır) , tüm ayrıntıyı verebilecek ya da akrabalık ilişkilerini kuşkusuz şekilde aydınlatabilecek, seri halindeki fosil dizileri ne yazık ki bazı guruplarda bulunamamıştır... bununla beraber, zamanla bulunan yeni fosiller, Evrim kuramın'daki açıklıkları kapatmaktadır.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır.
.........................................................................................................
(3) YAŞAMIN TEMEL KURALLARI
Evrimin Temelleri
Kara ve su ortamlarında, koşulları birbirinden farklı düşünülebilecek her yer, büyüklüğü, şekli, organizasyon derecesi, gelişmesi, davranışı, üremesi, besini, besin alma şekli, parazitleri, avları, avcıları...vs.'si değşik birçok canlı tarafından işgal edilmiştir. Bu canlıların nasıl meydana geldiklerini, yaşadıkları ortama yapısal olarak nasıl uyum yapabildiklerini, aralarındaki benzerliklerin ve farklılıkların derecesine göre akrabalıklarını, bununla ilişkin olarak, tür, cins, familya, takım, sınıf, şube gibi sistematik sıralanmasının nasıl yapılabileceği açıklamak biyolojinin temel sorunlarından biridir. Canlıların bugünkü ve geçmişteki yapılarını karşılaştırmalı olarak inceleyerek, onların fiziki, fizyolojik ve biyokimyasal benzerliklerini ve farklarını ortaya koymak suretiyle, belirli genelleştirmelere gidilmesi organik evrimin çalışma alanını oluşturur.
Organik evrimsel olayları, kalıtımın ana ilkeleri çerçevesinde ve zaman süreci (genlellikle jeolojik zaman süreci) içerisinde incelemek zorunludur. Çünkü Organik Evrimdeki ana sorunlardan biri, bir canlı türünün ya da grubunun, yeni koşullara zaman süreci içerisinde nasıl uyum yaptığının açıklanmasıdır. Yapısal benzerliklerin ve farkların değişimi ancak zaman süreci içerisinde incelenmekle değerlendirilebilir.
Organik evrim konusunda ana ilkelerin açığa çıkarılması ve öğretilmesi toplumların düşünce sistemlerinde büyük yansımalara neden olduğu ve olacağı için, sadece doğanın temel yasalarını açıklamaya dönük olan böyle bir bilimsel alan, ne yazık ki, belirli çevrelerde tehlikeli bir gelişim olarak değerlendirilmektedir. Çünkü evrim kavramı, zaman süreci içerisinde bir değişmeyi açıklar; Sonsuzluk ve değişmezlik evrimin ilkelerine aykırıdır. Dolayısıyla evrim kavramı, dogmatik düşünceye, yani herşeyin olduğu gibi benimsenmesine izin vermeyen bir bilim dalıdır. Bu ise, belirli koşullar ve düşüncelere, olduğu gibi, yüzyıllardır, düşünmeden uyumuş toplumları; keza bunun yanısıra toplumların bu uyumundan çıkarları için yeterince yararlanan çevreleri rahatsız etmektedir. Evrim kavramının kendisi de sabit değildir, zaman süreci içerisinde yeni bilimsel çalışmaların ışığı altında değişmek zorundadır. Çünkü kendini zaman süreci içerisinde değiştiremeyen, yeni bilgilerin ve gelişimlerin etkisi altında yenileyemeyen her şey ve her kavram yok olmak zorundadır. Bu yasa tüm canlılar ve kavramlar için geçerli görünmektedir.
Evrim kavramı özünde üç alt kavramı içine alır. 1. Anorganik Evrim: Cansızların değişimini inceler; özellikle evrenin oluşumundan, canlıların temel maddelerini oluşturan cansız maddelerin oluşumuna kadar ortaya çıkan olayları kapsar. 2. Organik Evrim: Canlıların değişimini inceler. 3. Sosyal Evrim: Toplumların değişimini inceler. Biyoloji bilimi, özellikle Organik Evrimi kapsar.
Organik Evrim bugün de devam etmektedir; hatta bugün tarihin birçok evrelerindekinden daha hızlı olmaktadır. Son birkaç yüzbin senede yüzlerce yeni bitki ve hayvan türü meydana gelirken, yüzlercesi de yeni tür oluşumları için ayrılmaya başlamıştır. Fakat bu ayrılma ve türleşme o kadar yavaş yürümektedir ki, gözlemek yalnız tarihsel belgelerin bir araya getirilmeleriyle karşılaştırmalarıyla mümkün olacaktır.
Biyolojik evrimin oluştuğuna ilişkin kanıtlayıcı tipik bir örnek, 15. yüzyılın başlarında Madeira yakınında, Porta Santo denen küçük bir adaya bırakılan tavşanlarda gözlenmiştir. Tavşanlar, Avrupa'dan getirilmişti. Adada diğer bir tavşan türü ve getirilen tavşanların düşmanları olmadığı için getirilen tavşanlar anormal derecede çoğaldılar ve sonuçta, 400 yıl sonra, Avrupa'daki anaçlarından tamamen farklı yapılar kazandılar. Öyleki, büyüklükleri, Avrupa'dakilerinin yarısı kadar oldu; renklenmeleri tamamen değişti ve daha gececi hayvanlar oldular. En önemlisi, atalarıyla bir araya geldiklerinde, artık çiftleşip yeni bir döl meydana getiremiyorlardı. Yani Biyolojik olarak yeni bir Tür özelliği kazanmıştılar.
Canlılar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların nasıl ortaya çıktığı, 'bilimsel olarak', ilk defa, Charles Darwin'in gözlemleri ile gün ışığına çıkmış ve açıklanmaya çalışılmıştır.
Evrim Konusundaki Düşüncelerin Gelişimi
Canlıların birbirlerinden belirli derecelerde farklılıklar gösterdiğine ve aralarında belirli derecelerde akrabalıklar olduğuna ilişkin gözlemler, düşünce tarihi kadar eski olmalıdır. Yavruların atalarından, kardeşlerin birbirlerinden belirli ölçülerde farklı olduğu çok eskiden gözlenmişti. Bitkilerin ve hayvanların benzerlik derecelerine göre, tür den başlayarak belirli gruplar oluşturdukları saptanmıştı. Fakat kalıtım konusunda bilgiler yeterli olmadığı ve özellikle bir türün binlerce yıllık gelişimi düşünürsek bir deney tarafından izlenemediği için, çeşitlenme ve akrabalık bağları tam olarak açıklanamamıştır. Bazı bireylerin yaşam savaşında üstün nitelikler taşıdığı, dolayısıyla 'doğal seçme' eskiden de bilinçsiz olarak gözlenmişti. Faka evrim konusundaki bilimsel düşüncenin tarihi, diğer bilim dallarına göre çok yenidir.
Evrim Konusundaki İlk Düşünceler
Dini Düşünceler:
Düşünebilen insanın, doğadaki çeşitlenmeyi, canlılar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların derecesini gözlediği an evrim konusunda ilk düşünceler başlamış demektir.
ilk yaygın görüşler, Asur ve Babil yazıtlarında; daha sonra bunlardan köken alan Ortadoğu kökenli dinlerde, görülmüştür. Hemen hepsinde insanın özel olarak yaratıldığı ve evrende özel bir yere sahip olduğu vurgulanmış; türlerin değişmezliğine ve sabitliğine inanılmış ve diğer canlılar konusunda herhangi bir yoruma yer verilmemiştir. Bununla beraber Kuran'da yaratılışın kademeli olduğu vurgulanmıştır. Yalnız bir Türk din adamı, astronomu ve filozofu olan Hasankale'li İbrahim Hakkı Hz. (1703-1780) , insanların değişik bitkilerden ve hayvanlardan köken aldığını belirtmiştir.
Onyedinci yüzyıla kadar, pisikopos USSHER ve diğerlerinin savunduğu 'türlerin olduğu gibi yaratıldığı ve değişmeden kalıtıldığı fikri yani 'Genesis' geniş halk kitleleri tarafından benimsendi ve etkisini günümüze kadar sürdürdü. USSHER'e göre dünya M.Ö. 4040 yılında, Ekim ayının 4'ünde sabah saat 9.00'da yaratılmıştı. Bu düşünce USSHER tarafından incile eklenmiştir. Daha önce yine hıristiyan din adamları olan AUGUSTİN (M.S 354-430) ve AQUİNAS (M.S 1225-1274) tarafından canlıların basit olarak tanrı tarafından yaratıldığı ve daha sonra değişerek çeşitlendiği savunulmuştu.
Özellikle bizim toplumumuzda, birçok dini belgeden de anlaşılacağı gibi, Adem'in çamurdan yaratıldığı, Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden oluştuğu ileri sürülerek, yaratılışın ilk olarak inorganik kökenli olduğu ve daha sonra eşeylerin ortaya çıktığı savunulmuş olabilir.
Yunanlılardaki ve Ortaçağdaki Düşünceler:
Yunan filozoflarından EMPEDOCLES, M:Ö. 500 yıllarında bitkilerin tomurcuklanma ile çeşitli hayvan kısımlarını, bu kısımların da birleşmesiyle hayvanların meydana geldiğini savunmuştur. THALES (M.Ö. 654-548) , Ege Denizindeki canlıları çalışmış ve denizlerin canlılığın anası olduğunu ileri sürmüştür. ARİSTO (M.Ö. 384-322) , bitkiler ve hayvanlar konusunda oldukça geniş bilgiye sahipti. Onların doğruya yakın tanımlarını vermiş ve gelişmişliklerine göre sınıflandırmıştır. Canlıların metabiyolojik olarak değişerek birbirlerinden oluştuklarına ve her birinin tanrıların yeryüzündeki ilahi taslakları olduklarına inanmıştır. Daha sonra, canlıların kökenini Der Reum Natura adlı şiirinde veren LUCERİTİUS (M:Ö. 99-55) 'u anmadan ortaçağa geçemeyeceğiz.
Yeni ve Yakın çağdaki Düşünceler:
Rönesans ile canlılar konusundaki bilgiler; en önemlisi evrim konusundaki düşüncelerin sayısı artmıştır. HOOK (1635-1703) , RAY (1627-1705) , BUFFON (1707-1788) ve ERASMUS DARWİN (1731-1802) bu devrin en önemli evrimcileridir.
Rönesanstan önce de, bulunan hayvanların kabuklarının, dişlerinin, kemiklerinin ve diğer parçalarının bugünkü canlılarınkine benzer tarafları ve farkları saptanmıştır. Ayrıca yüksek dağların başında bulunan fosillerin, yaşayanlarla olan akrabalıkları gözlenmiştir. Bu gözlemlerin ışığı altında, her konuda çalışmış, düşünür ve sanatçı olan LEONARDO DA VİNCİ, canlıların tümünün bir defada yaratıldığını ve zamanla bazılarının ortadan kalktığını savunmuştur. Buna karşılık birçok doğa bilimcisi, canlıların zaman zaman oluştuklarını ileri sürmüştür. Bu şekilde farklı devirlerde farklı canlıların yaşaması kolaylıkla açıklanabiliyordu. Her doğal yıkımdan sonra, meydana gelen canlıların, organizasyon bakımından biraz daha gelişmiş olduklarına inanılıyordu. Bu kurama 'Katostrofizim = Tufan Kuramı' denir. Bu yıkımın yedi defa olduğu varsayılmıştır.
CUVİER, 1812 yılında, fosiller üzerinde ünlü kitabını yayınlayarak, fosillerin kesik, kesik değil birbirlerinin devamı olacak şekilde olduklarını bilimsel olarak açıklamıştır.
Onsekizinci yüzyılın sonu ile Ondokuzuncu yüzyılın başlangıcında, 3 ingiliz jeologunun çalışmalarıyla katostrofizim kuramı yerine 'Uniformitarizim' kuramı getirildi. HUTTON 1785'de geçmişte de bugünkü gibi jeolojik kuvvetlerin rol oynadığını, yükselmelerin ve alçalmaların, keza erozyonların belki de daha kuvvetli olarak meydana geldiğini ve yüksek dağlarda bulunan fosilli tabakalar ile sediman (tabaka=katman) tayinlerinin yapılabileceğini buldu. JOHN PLAYFAİR'in 'Illustration of the Huttonian Theory of the Earth' adlı yapıtıyla (1802) , bu konu daha anlaşılır hale geldi. Üçüncü araştırıcı, CHARLES LYELL, yayınladığı 'Principles of Geology' adlı yapıtında, birçok jeolojik soruna çözüm getirmesinin yanısıra, canlıların büyük afetlerle değil, çevre koşullarının uzun sürede etki etmeiyle değiştiğini savundu. Kitabın bir yerinde 'geçmişteki güçler bugunkünden hiç de çok farklı değildi' diye yazmıştır. Bu yaklaşım Nuh Tufanı'nın gerçeküstü olduğunu savunuyordu. LYELL'in fikirleri C.DARWİN'i büyük ölçüde etkilemiştir.
Charles Darwin ve Alfred Wallace 'ın Görüşleri
Charles Darwin (1809-1882) , evrim bilimine iki önemli katkıda bulundu. Birincisi organik evrim düşüncesini destekleyen zengin bir kanıtlar dizisini toplayarak ve derleyerek bilim dünyasına sundu. ikincisi evrim mekanizmasının esasını oluşturan 'Doğal Seçilim' ya da diğer bir deyimle 'Doğal Seçim' kuramının ilkelerini ortaya çıkardı.
Darwin, 1809 yılında ingilterede doğdu. Babası, onu, hekim olsun diye 16 yaşında Edinburg Üniversitesine gönderdi. Darwin, ilk olarak başladığı hekimlik ve daha sonra başladığı hukuk eğitimini sıkıcı bularak her ikisinide bıraktı. Sonunda Cambridge Üniversitesine bağlı Christ Kollejinde teoloji öğrenimi yaptı. Fakat Edinburg'daki arkadaşlarının çoğu Jeoloji ve zooloji ile ilgileniyordu. Cambridge'de kınkanatlıları (Coleoptera) toplayan bir grupla ilişi kurdu. Bu bilim çevresi içerisinde botanikçi John Henslow'u tanıdı ve onun önerileri ile dünya çevresinde ingiliz deniz kuvvetleri için harita yapmaya görevlendirilern Beagle gemisinde, beş sene sürecek bir geziye katılmaya karar verdi. Beagle 1831 yılında Devonport limanından denize açıldı.
Lyell'in kitabını gezisi sırasında okudu ve dünya yüzünün devamlı değiştiğini savunan düşüncesinden çok etkilendi. Gemidekiler harita yaparken, Darwin de sürekli bitki, hayvan, fosil topluyor; jeolojik katmanları inceliyor; sayısız gözlem yapıyor ve dikkatlice notlar alıyordu. Gemi ilk olarak Güney Amerika'nın doğu sahilleri boyunca güneye inip, daha sonra batı kıyılarından kuzeye doğru yol aldı. Bu arada Arjantin'in Pampas'larında soyu tükenmiş birçok hayvanın fosilini buldu ve keza jeolojik katmanlardaki fosillerin değişimine özellikle dikkat etti. Bu gözlemleriyle, her türün özel yaratıldığına ilişkin düşüncelere olan inancını yitirmeye başladı. Keza insan da dahil, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin değişik ortamlara yaptıkları uyumları, bu arada yaşadığı bir deprem olayı ile yeryüzünün nasıl değişebileceğini gözledi.
Beagle, 1835 yılında, Güney Amerika kıtasının batı kıyısına yaklaşık 1000km. kadar uzak olan Galapagos adalarına ulaştı. Bu adalarda yaptığı gözlemlerde, büyük bir olasılıkla aynı kökenden gelmiş birçok canlının coğrafik yalıtım nedeniyle, birbirlerinden nasıl farklılaştıklarını ve her canlının bulunduğu ortamdaki koşullara nasıl uyum yaptığını bizzat gözledi. Örneğin Geospizinae alt familyasından bir çeşit ispinoz kuşlarının, dev kaplumbağaların, Iquana denen dev kertenkelelerin, adalarda ve her adanın değişik koşulları taşıyan bölgelerine göre çeşitlenmelerini, yapısal uyumlarını, varyasyonlarını ve sonuç olarak uyumsal açılımlarını gördü. Buradaki bitkilerin ve hayvanların hemen hepsi, Amerika kıtasının güney sahillerindeki bitki ve hayvan türlerine benzerlik gözteriyor; fakat onlardan özellikle uzaklığın oranında farklılaşmalar gösteriyordu.
Galapagos adalarında aynı kökenden gelen ispinoz kuşlarının yaşadığı ortama göre yapısalolarak farklılaşması (Stebbins'den)
Daha sonra araştırmalarına Pasifik adaları'nda, Yeni Zelanda'da, Avusturalya'da ve Güney Afrika Kıyıları'nda devam etti. Tüm bu araştırma süresi içerisinde evrimsel uyumu destekleyecek kanıtları titizlikle topladı. 1836 yılında ingiltere'ye ulaştı.
Darwin, ileriye süreceği fikrin yankı uyandıracağını, dolayısıyla yeterince kanıt toplaması gerekeceğini biliyordu. Kanıtlar evrimsel dallanmayı göstermekle beraber, bunun nasıl olduğunu açıklamaya yetmiyordu. İngiltere'ye varışından itibaren 20 yıl boyunca biyolojinin çeşitli kollarındaki düşüncesini ana hatlarıyla hazırladı. 1857 yılında düşüncelerini kabataslak arkadaşlarının görüşüne sundu.
Bu sırada, kendisi gibi, Malthus'un bilimsel serisini okuyarak ve keza sekiz yıl Malaya'da ve Doğu Hindistan'da, dört yıl Amazon ormanlarında bitkiler ve hayvanlar üzerinde gözlemler yaparak, bitkilerin ve hayvanların dallanmalarındaki ve yayılışlarındaki özellikleri görmüş ve doğal seçilim ilkesine ulaşmış, bir doğa bilimcisi olan Alfred Russel Wallace'ın hazırlamış olduğu bilimsel kitabın taslağını aldı. Wallace, Darwin'e yazdığı mektupta eğer çalışmasını ilginç bulursa, onu, Linnean Society kurumuna sunmasını diliyordu. Çalışmasının adı 'On the Tendency of Varieties to Depart Indefinitely from the Original Type' (=Orjinal Tipten Belirsiz Olarak Ayrılan Varyetelerin Eğilimi) idi. Darwin'in yıllarını vererek bulduğu sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişmesine ilişkin görüş, Wallace'ın çalışmasında yer almaktaydı. Durum, Darwin için üzücüydü. Fakat arkadaşlarının büyük baskısıyla, kendi çalışmasını, Wallace'ınkiyle birlikte, basılmak üzere 1 Temmuz 1858'de Linnean Society'ye teslim etti. Basılmadan duyulan bu düşünceler 24 Kasım 1859'da 'On the Orgin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life' (=Doğal Seçilim ya da Yaşam Savaşında Başarılı Irkların Korunmasıyla Türlerin Kökeni' kısaltılmış adıyla 'Orgin of Species', yayınlandı. ilk gün kitapların hepsi satıldı. Herkes, organik evrim konusunda yeni düşünceler getiren bu kitabı okumak istiyordu.
Özünde, organik evrimin benimsenmesi için zemin hazırdı. Çünkü Jeolojide, paleontolojide, embriyolojide, karşılaştırmalı anatomide birçok aşama yapılmış ve birden yaratılmanın olanaksızlığı ortaya konmuştu. Darwin uysal bir adam olduğundan, bir tepki yaratmamak için, eserinin son kısmını Tanrısal bir yaratılış fikrini benimsediğini yazarak bitirmişti. Buna rağmen, başta din adamları ve bazı bilim adamları dini inançlara karşı geliniyor diye bu çalışmaya karşı büyük bir tepki başlattılar. Hatta eseriyle Darwin' e çok büyük yardımlarda bulunan Lyell ve gezisi sırasında geminin kaptanlığını yapan Fitzroy, bu karşı akımın öncüleri oldular. Bu arada Huxley, çok etkin bir şekilde Darwin'e destek oldu.
Darwin, çalışmalarına devam etti, birinci eserinde değinmediği insanın evrimiyle ilgili düşüncelerini 'Descent of Man and Selection in Relation to Sex' (=İnsanın Oluşumu ve Eşeye Bağlı Seçilim' adlı eseriyle yayınlandı. Bu eserde, insanın, daha önceki inançlarda benimsenen özel yaratılışı ve yeri reddediliyor, diğer memelilerin yapısal ve fizyolojik özelliklerine sahip olduğu ve yine diğer canlılar gibi aynı evrimsel yasalara bağlı olduğu savunuluyordu. Ayrıca eşeysel seçmenin, türlerin oluşumundaki önemi belirtiliyordu.
Darwin'in 'İnsanın Oluşumu' adlı eseri, başlangıçta birçok tepkiye neden olduysa da, zamanla, biyolojideki yeni gelişmeler ve bulgular, özellikle kalıtım konusundaki bilgilerin birikmesi, Darwin'in görüşünün ana hatlarıyla doğru olduğunu kanıtlamıştır.
Bu başlık altindaki yazılar Prof.Dr.Ali Demirsoy'un Yaşamın Temel Kuralları adlı serisinden alınmıştır.
PATİ[email protected]
KARADENİZE@LİVE.COM
Ismail Kaygusuz
Pir Sultan'ın Hacı Bektaş Dergâhı'na Bağlılığı
Pir Sultan zaten Hacı Bektaş Veli Dergâhı'ndan el almış, Pir Balım Sultan elinden dolu içmiştir. Dergâh eşiğine yüz sürdüğünü belirttiği nefesten anlaşıldığı üzere, Balım Sultan sağdır.
Pir Sultan'ın Piri, C. Öztelli'nin ileri sürdüğü gibi, iki şiirinde adı geçen kesinlikle “Hasan Efendi” olamaz.
Hasan Efendi postunda oturur
Rumun abdalları hizmet yetirir
Zemheride deste gülü getirir
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Bu dörtlüğün geçtiği nefeste Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli ve Balım Sultan'a sevgisini anlatmaktadır. Üstelik şiirin sonunda ``Pir Sultan'ım biat ettik ol erden' demektedir. Bir başka şiirinden, Hasan Efendi'nin Koyun Baba Tekkesi postnişini olduğu da rahatlıkla çıkarılabildiğine göre (bkz. Cahit Öztelli, agy, s. 38-39 ve 190) , onu Hacı Bektaş Dergâhı'na halife yapmak zorlamadan başka birşey değildir. C. Öztelli, Pir Sultan'ın asılma tarihini 1617'lere kadar yaklaştırdığı için bu zorlamayı yapmış olmalıdır.
Hasan Efendi, Dergâh'ta yapılan Cem'lerde 12 hizmet postlarından birinde oturmuş olabilir. Hatta Pir Sultan'ın kendisi bir nefesinde, “Ayn-ı Cem'in bülbülüyüm” dediğine bakılırsa o da, saz çalıp deyiş okuyan “Zakir” postunda oturmuştur.
Arzuladım sana geldim
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Eşiğine yüzler sürdüm
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Pir elinden dolu içtim
Erenler demine düştüm
Ak cenneti gördüm geçtim
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Kırk Budak'ta şema yanar
Dolusun içenler kanar
Abdalları semah döner
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
(...)
Balım Sultan er köçeği
Keser kılıncı bıçağı
Cümle erenler gerçeği
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Pir Sultan'ım gerçek veli
Erenlerden çekmem eli
On'ki imamın serveri
Hünkâr Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş Veli, onun dilinde hem Muhammed Mustafa, hem Haydar-ı Kerrar'dır (Ali'dir) . Gerçek Şah odur:
Firdevs-i ala'da bir yanal elma
On sekiz bin alem nuru dediler
Muhammed Mustafa Haydar-ı Kerrar
Hünkâr Hacı Bektaş Veli dediler
(...)
Pirim der ki Bektaşiyim Bektaşi
Size nasip veren ol nasıl kişi
Sıkar un ederdi örs gibi taşı
Budur cümlesindenh ulu dediler
(...)
Evvel Ali'ydi sonra sonra Veli oldu
Yol erkân bir zaman batında kaldı
Urum ellerinden nameler geldi
Budur Hakk'ın doğru yolu dediler
Pir Sultan'ım eydür Şah'ım Veli'dir
Cihanı bürüyen onun nurudur
Şüphesiz ki Hak Muhammed Ali'dir
Bilmeyene Mülcem soyu dediler
Pir Sultan Abdal Hacı Bektaş kapısından, yani Dergâh'dan medet-mürvet bekliyor. Hacı Bektaş Veli'yi “Pirlerin Piri ve Şahların Şahı” olarak niteliyor:
Sensin bizim zahir batın ulumuz
Aman medet mürvet Pir Hacı Bektaş
Her taraftan sana çıkar yolumuz
Ali'sin bir adın var Hacı Bektaş
Seni sevdik senden yana yakıldık
Münkirlerin kesretinden sıkıldık (kesret: çokluk)
Herbirimiz künc-i gamda takıldık (künc-i gam: gam köşesi)
Yetiş bu imdada er Hacı Bektaş
Pirlerin pirisin yok sana teki
Müminin canısın münkirin şeki
Zahirde batında değilsin iki
Yetmiş üç milletsin bir Hacı Bektaş
Şahların şahısın zat-i Ali'sin
Her ilmin kânısın Şah-ı Veli’sin
Abdal Musa kendi Kızıl Deli'sin
Abdalların başı der Hacı Bektaş
Pir Sultan Abdal’ım sana dayandım
Uyur idim hizmetimden uyandım
Her isteyenlere verdin inandım
Benim de muradım ver Hacı Bektaş
Görüldüğü gibi, Pir Sultan Abdal Hacı Bektaş Veli'den manevi destek diliyor. Bir başka şiirinde Hacı Bektaş Dergâhı’ndan “nasip alır da var, almaz da” derken, onları Dergâh'a bağlayıp “irfan defterine yazdırmak” amacında olan Pir Sultan, “gelmezleri, görmezleri, bilmezleri” birliğe çağırır:
Evvel bu dergâhtan nasip
Alan da var almaz da
Tarikate kadem basıp (kadem: ayak)
Gelir de var gelmez de
Sazını almış destine
Hizmet ederdi dostuna
Ahd ile ikrar üstüne
Durur da var durmaz da
Olayım der isen Hızır
İrfan defterine yazıl
Hak her yerde hazır nazır
Görür de var görmez de
İçin bizim dolumuzdan
Çıkman sakın yolumuzdan
Pir Sultan'ım halımızdan
Bilir de var bilmez de
Pir Sultan Abdal, Dergâh'ta birliğe çağrı yaparken koşulları, kuralları da tek tek açıklıyor. Yoksa “sürerler dergâhtan haller nic'olur” korkusunu çekiyor, anımsatıyor baştan. Kendisi Şah’ın, yani Hacı Bektaş'ın “aciz kuludur”, öyle görüyor:
Pir Sultan'ım kemter kuldur Şah'ına
Hünkâr Hacı Bektaş nazargahına
Deli gönül hak ol düş Dergâh'ına
Er olayım dersen er ile görüş
Aksi takdirde:
Pek imiş kurulmaz feleğin yayı
Ezelden sunulur aşığın payı
İki dinli yüzlü yüze gülücü
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Er değildir er nefesi tutmayan
Er pislik temiz etmeyen
Özünü rızaya teslim etmeyen
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Erenler kabul eylemez yalanı
İçi sual olup dışı güleni
Evvel ikrar verip sonra güleni
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Pir Sultan’ım ihlas çağır Pir'ine
Yerler gökler inler ah ü zarına
Mümin olan çıkar Hak divanına
Sürerler Dergâh'tan haller nic'olur
Pir Sultan Abdal inanmıştır ki, Pir önünde gerçeklerden söz açılır. Ama “yapı birlik ile yapılır”.
Yine gerçeklerden açtık kapuyu
Bir Pir'in önünde kıldık tapuyu
Arı birlik ile yapar yapuyu
Birlik ile bitmeyende bal olmaz
Pir Sultan’ım eydür kalbimin nuru
Müminler gözlüyse münafık kördür
Erenlerin yolu kadimdir birdir
Her tepenin başında da yol olmaz
Pir Sultan Abdal, hem şöyle sorar:
Muhammed Ali neslinden kim kaldı
Kim var Hacı Bektaş Veli'den gayrı
Onulmaz yaraya merhem kim sardı
Kim var Hacı Bektaş Veli'den gayrı
Hem de soruşturmasına yine kendisi yanıt verir:
Çok şükür olsun Hüda'nın demine
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Mehdi evsafı eyledim temine
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
(...)
Bir güneş doğdu dünyanın yüzüne
Âşıkların nur göründü gözüne
Cümle canlar niyaz etti özüne
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Pir Sultan’ım biat ettik ol erden
Muhabbet kokusu geliyor serden
Katarından ayırma Şah-ı Merdan
Hacı Bektaş Veli Sultan Balım var
Anadolu'nun yetiştirdiği ve Aleviliğin Yedi Ulu'sundan biri olan büyük ozan, artık Hacı Bektaş Dergâhı'nda daha önce oturmuş ve oturmakta olanların ve Bektaşilerin açık yürekli propagandası içindedir.
Artık Pir Sultan'a göre “devir Bektaşilerindir”. Öyleyse “sevdalı, bade süzen, dünyayı gezen, sırlarına güç erilen ama arifler arifi ve hak yoluna canlarını kurban etmekten çekinmeyen Bektaşiler” derlenip toparlanmalıdır.
Sevda çekmek şanlarıdır
Gizlice erkânlarıdır
Hak yoluna canlarıdır
Kurbanı Bektaşilerin
Onlar Horasan'ı gezer
Demkeş olur bade süzer
Seyyah olup daim gezer
Sultanı Bektaşiler'in
Sırlarına güç erilir
Remizleri geç bilinir
Üstad olan Pir seçilir
Hünkârı Bektaşilerin
Arifler arifi gelir
Arife tarif vız gelir
Uzak yakın hep bir gelir
Hassına Bektaşilerin
Pir Sultan’ım bu ne demek
Yerde insan gökte melek
Hiç cahile çekme emek
Devridir Bektaşilerin
Sanki bu derleniş için “Rum (eli) ’u fetheden Kırklar serdarı Şah Kızıl Deli'yi (Seyyid Ali Sultan'ı) imdada” çağırmaktadır.
Şah-ı Merdan Ali kurdu bu yolu
Hazreti Fatıma cihanın gülü
Evvel Seyyid Ali aldı yürüdü
Kırkların serdarıdır Kızıl Deli
Pir Sultan'ım eydür sancak getiri
Zemheride gonca güller bitiri
Kalenin altın üstüne getiri
Rum'un fethin eden Şah Kızıl Deli
***
Hey erenler evliyalar serveri
Himmet eyle bize Şah Seyyit Ali
Tarık-ı Naci'nin sensin rehberi
Himmet eyle bize Şah Seyyit Ali
Pir Sultan'ım eydür yola âşıkız
Ta ezelden böyle kalbi sadıkız
Severiz ey Şah'ım kalbi sadıkız
Rahmet eyle bize Şah Seyyit Ali
WWW.TURNADERGİSİ.DE inançlarımızın gölgesinden........! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !
[email protected]