Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Elif Sirac
Elif Sirac

EVET, ÜMİTVAR OLUNUZ! ŞU İSTİKBAL İNKILABI İÇİNDE EN YÜKSEK GÜR SADA, İSLAM'IN SADASI OLACAKTIR...(SÜNUHAT)

  • hz. fatıma05.09.2007 - 08:11

    Hz. Fatıma validemiz, Müslümanlara örnek
    olacak bir hayat tarzı yaşadı.Kendisi peygamber
    kızı olmasına rağmen oda aynen diğer Müslümanlar
    gibi, yarı aç, yarı tok yaşıyordu ve halinden hiç şikayet
    etmiyordu.. zira eğer kendisi istese idi, lüks bir hayat
    Yaşayabilirdi; fakat o lüksün yerine çileyi seçti.
    (kendisine Annesi Hz. Hatice’den miras kalmasına rağmen hepsini
    İslam yolunda, Allah için efendimize vermiş ve diğer
    Müslümanların çektiği Sıkıntıları kendiside aynen çekmiştir.)
    Hz. fatıma validemiz,
    bütün ev işlerini kendisi yapar idi; yardımcısı yoktu. tabi
    eskiden ev işleri şimdiki gibi kolay değil idi. evin bütün su ihtiyacını
    gidermek için kuyulardan su taşırlardı.. yedikleri ekmeğin
    unu’nu el değirmeniyle değirirlerdi, Peygamberin kızı olan
    Hz. Fatıma validemizin un değirmekten elleri nasır
    tutmuştu; fakat o bütün sıkıntılara rağmen şikâyet etmiyordu…
    düşünebiliyor musunuz acaba bunu şimdi hangimiz
    yapabiliriz merak ediyorum? Hiçbirimiz yapamayız. Öyle
    değil mi? Evet, Hz. fatıma validemiz, giyim kuşamıyla da
    bizlere tam bir örnekti; onun kısa yaşantısında gösterişe,
    giyim kuşama, eşyaya ayıracak zamanı
    olmadı. Onun gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü
    sağlayacak bir örtüden ibaretti. işte çilelerle dolu bir hayat; fakat onlar
    için öyle değil… zira onlar hallerinden hiç şikayet etmiyorlardı…
    şimdi en ufak bir sıkıntıda pes eden, biz gençler için onları örnek
    almak, onlar gibi olmaya çalışmak; olamasak ta en azından çaba
    göstermek çok mühimdir...

  • hz.ali04.09.2007 - 11:30

    Hz. Ali, Fatıma’yı istemek üzere Peygamberimiz
    (s.a.s) ’in huzuruna gitti. Ancak,
    söyleyeceklerini sanki unutmuştu, neredeyse dili tutulmuştu.
    Hz Peygamber (s.a.s.) “ Her halde Fatıma’yı istemeye geldin”
    diyerek ona yardımcı oldu. Hz. Ali sevinç içinde “ evet “ dedi.
    Ancak, verecek mehri yoktu.
    Bu konuda da Peygamberimiz (s.a.s.)
    yardımcı oldu. Zırhın mehir olarak değerlendirebileceğini hatırlattı.
    Fakat bir de düğün yemeği vermek lazımdı. Ashabtan bir zat,
    Hz. Ali’ye bir borç verdi. Ensar da aralarında mısır topladılar,
    düğün yemeği hazırlandı. Peygamberimiz (s.a.s.)
    Hz. Ali ve Fatıma’ya
    “ Allah’ım, ikisini mesut et, onlar hakkında evliliklerini hayırlı kıl”
    diye dua etti. Hz. Ali’nin evinde eşya olarak bir hasır, yastık,
    içi lif dolu bir yatak, çömlek ve testi gibi şeyler vardı.
    Bunları da zırhını satarak elde ettiği para ile almıştı.
    O paranın bir kısmı ile de Hz. Fatima için ziynet almıştı.
    Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Fatima’ya çeyiz olarak
    “Bir kumaş yaygı, bir kırba (su testisi) ,
    yastık, içi ot dolu bir yatak” hazırlamıştı.

  • bekir berk24.08.2007 - 08:04

    Lügatinde yılmak ve durmak yoktu

    ..... Avukat Bekir Berk, korkuyu korkutmuştu... Hayatı boyunca başta Bediüzzaman Said Nursi olmak üzere bütün 163. madde maznunlarını savundu. Her türlü imkânsızlığı, yokluğu, engeli aşıp mahkemeden mahkemeye koştu. Mazlumların avukatı Bekir Berk'i işte bu koşuşturmaları sırasında tanıdım...

    ..............

    Tanıdığım an, engin ufkuna ve istikbale yönelik ümidine hayran oldum.

    Onun şahsında yalnız hizmeti değil, insanları sevdim. 'Davada fani olma'nın anlamını çözdüm. Her biri 'Yürek insan' olan hizmet insanlarıyla buluştum. Ve bir gün kader beni köyevinden alıp o insanlara mesai arkadaşı yaptı.

    Yıllarca rahmetli Bekir Berk'le aynı gazetede yazdık. Aynı sevinçleri ve üzüntüleri paylaştık.

    İnsanın başını döndüren, insanı koşturup coşturan bir enerjisi vardı. İmkânsızlıkları bahane ettiğine, imkânsızlıklara teslim olduğuna hiç şahit olmadım.

    ………………..

    Çemberlitaş'taki yazıhanesinde herkese göre iş vardı. Kim uğrarsa ona bir işverir, koştururdu. Kimseyi boş oturtmazdı. Onun yanında gereksiz şeyler konuşamazdınız. İnsanları çekiştiremezdiniz. Geçmişe dönük hasret solukları alamazdınız. Hep geleceğe bakar, gelecek hakkındaki düşüncelerinden, projelerinden söz ederdi. Etkilenir, bitmez tükenmez enerjisine hayran kalırdınız.

    ***
    ....................
    Durup düşünmek lazım, çünkü Bekir Berk bir boşanma, ya da miras avukatı değildi. Yok, belki de miras avukatıydı; ecdadın aziz mirası olan 'İ'layı Kelimetullah'ı ve şimdilerde çürük elmaya dönüştürülen 'kızılelma'yı savunuyordu. Hem de bütün imkânsızlıklara rağmen, canı pahasına...

    Zaman oldu bir duruşmaya yetiştirmek için katırla Zigana Dağları'nı aştı, zaman oldu yolu kesen sel sularına atladı. İspanya fethi sırasında karşısına okyanus çıkınca atını denize sürerek 'Beni durduramazsın' diye bağıran Tarık bin Ziyad'a benziyordu.

    Trabzon'da bir duruşma sırasında neden cübbesinin eski olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım. Sonra yağmurlu bir günde arkasında yürürken ayakkabılarının birinin delik olduğunu farkettim. Oysa tanıdığım herkesten fazla çalışıyordu. Aynı enerjiyi dünyaya hasretse kuşkusuz Türkiye'nin en zengin avukatı olabilirdi. Fakat o dünya malını seçmedi.

    İngiltere'ye kanser tedavisine gittiğinde ben Almanya'da idim. Türkiye'ye dönüşünde, yıllar sonra ilk defa görüştük. Tanıdığım Bekir Berk'ten geriye ateşli bakışları ve secde izi bulunan geniş alnı kalmıştı. Ama bir süre sonra toparlanacak, iki seneyi aşkın bir zaman daha hizmete koşacaktı. Gırtlak kanseriydi. Biraz uzun konuşsa ağzından kan geliyordu. Buna rağmen defalarca Anadolu'yu dolaştı, sayısız konferans verdi, seminerlere katıldı.

    Bir gün hayatını belgesel film yapmaya karar verdik. Kendisine açtığımızda şöyle dedi: 'Eğer hizmete vesile olacaksa ben davamın figüranlığına bile razıyım kardeşim.'

    Film çekildi. Bir gün sonra da hastahaneye kaldırıldı. Son ziyaretlerimin birinde can çekişiyordu. Çok halsizdi Elimi tuttu. 'Allahüekber hücum' diye fısıldadı Önüme bir defter uzattılar. İntibalarımı yazmamı istediler. Şöyle yazdığımı hatırlıyorum:

    'Sevgili Ağabey. Bana yaşarken hizmeti sevdirdin, ölürken de ölümü sevdiriyorsun.' Bundan sonrasını yazmak benim açımdan çok zor: Dimağ yorgun, şuur yorgun, gönül yorgun... Söz yorgun, göz yorgun, beden yorgun...

    Bir 'ebedi abide' daha göçtü gözlerimin önünde. 'Ah sen-i takvim' sırrına mazhar bir 'eşref-i mahlük' daha gitti.

    Bu hicran demi karşısında varla yok arası yaşayan eski köy çocuğu nasıl kendini tutsun? Bir 'aziz davanın' hukuk cephesini tek başına omuzlayan fedakârlığın toprağa düşmesine nasıl ağlamasın?

    ....................

    Ona mı, kendine mi? Köy çocuğu, Bekir Berk'ten alması gereken ihlas dersini, sadakat dersini, sebat dersini, fedakarlık dersini yeterince alamadığı için, belki kendine ağlıyor.

    ***
    Aksiyon/ Yavuz Bahadıroğlu

  • muhammed20.08.2007 - 08:36

    'Muhammed' ismi ne güzel bir isimdir; efendimiz (s.a.v) ’in ismidir.
    peygamber efendimize (s.a.v) ,
    Muhammed ismi ile beraber; Ahmed, Mahmud ve
    Mustafa da deniliyor; hepsi de güzel isimlerdir..
    Zaten bu isimleri de efendimiz (s.a.v) güzelleştiriyor..
    Muhammed isminin anlamı ise 'tekrar tekrar övülmüş'
    anlamına gelmektedir..

    'Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
    Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl? '

  • namaz19.07.2007 - 13:45

    Namaz denilince daima aklıma; temizlik, saflık duruluk gelir..
    Namaz İnsanları kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoyar,
    Ve bir kalkan gibi korur. Şu hadisi şerifte de buyrulduğu gibi:
    'Müslüman -veya mü'min- bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa,
    gözleri ile bakarak işlediği her günah abdest suyu
    -veya suyun son damlası-ile yüzünden çıkar. İki elini yıkadığında,
    elleriyle tutarak işlediği her
    günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ellerinden çıkar.
    Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah
    abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ayaklarından çıkar. Neticede
    o mü'min kul günahlardan temizlenmiş olur.' Müslim, Tahâret 32.

  • bediüzzaman said nursi27.05.2007 - 13:01

    Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şöyle denmektedir:

    'Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irticai propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı bir mürteci olup ifsad edecek saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır...'

    Aynı gazetenin farklı tarihlerdeki haberlerinde ise, 'Dini istismar eden Said Nursi hakkında takibat başladı', 'Said-i Nursi mühimsenecek bir kimse değildir. Maddi ve manevi menfaatler sağlamak amacında olan bir kimsedir' diye tamamen iftiraya dayalı haberler yayınlanmıştır.

    Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan, hiçbir malı mülkü bulunmayan, kendi deyimiyle 'kendisini beğenmemeyi kendisine meslek edinen' ve son derece mütevazi bir hayat yaşayan Bediüzzaman'a talebelerinden para elde etmeye çalışmak, liderlik hırsını tatmin etmek gibi asılsız, mantıksız, manasız iftiralar atılmış olmasının tek amacı, bu iftiralarla Bediüzzaman'ı etkisiz ve sözü dinlenmez hale getirmektir.

    DELİLİK İFTİRASI Geçmişte yaşamış olan müminlere en çok atılan iftiralardan biri deliliktir. Bediüzzaman Said Nursi de aynı iftira ile karşılaşmıştır.

    1908 yılında, yine suni olarak oluşturulan sebeplerle, mahkemeye sevk edilmiş ve mahkemenin görevlendirdiği doktor heyeti kendisine 'akli dengesi bozuk' raporu vermiştir. Daha sonra sevk edildiği akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konuşması sonucunda 'bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.

    Bediüzzaman bundan sonra da söz konusu çevrelere ait basında sık sık delilik suçlamasıyla karşılaşmıştır. Din ahlakına düşman bazı çevrelere ait yayınlarda 'Said Nursi tımarhaneye de girip çıkmıştır' gibi aldatıcı yorumlarla, bu büyük İslam alimi halkın gözünde küçültülmeye çalışılmıştır.

    Çevresindekileri Kandırarak Saptırdığı İddiası
    Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de 'İnanç Sömürücüleri' başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında da Kuran'daki inkarcıların 'büyülenmişler' iftirası tekrarlanmış ve 'bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştu' diye yazılmıştır. Görüldüğü gibi bunların tamamı geçmişte yaşayan müminlere yöneltilen iftiraların tamamen aynısıdır. Kuran'da geçmişte yaşamış ve Allah'ın gönderdiği elçilere tabi olmuş müminlerin de 'düşük akıllılık', 'sığ görüşlülük' gibi sözlerle itham edildikleri haber verilmiştir:

    Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim? ' derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)

    Bu iftiralarla, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları havası oluşturulmaya çalışılmıştır. Yani Bediüzzaman -tıpkı geçmişteki Müslümanların karşılaştıkları gibi- bir nevi 'büyücülük'le itham edilmiştir.

    Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav) 'in sünnetinin rehberliği ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ve bu iftiraları atanlar da aslında bunun böyle olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu iftiraların hiçbiri Bediüzzaman'a ve yanındaki Müslümanlara bir zarar verememiş; aksine baştan beri üzerinde durduğumuz gibi bu olaylar karşısında gösterdikleri sabır ve tevekkül onların manevi olgunluğunun, ahiretteki derecelerinin artmasına vesile olmuştur.

    Dini Sapkınlık İftirası

    Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de sözde bu sapkın dini telkin ettiği yönündedir. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav) 'in sünnete uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki provokasyonların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.

    Ancak inkarcı kesimin bu iftirası da bir işe yaramamıştır. Çünkü Bediüzzaman'a karşı ortaya atılan bu 'sapkınlık' iddiasının, Hz. Nuh'a '... gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz' (Araf Suresi, 60) diyen inkarcıların iftiralarının bir benzeri olduğunu akıl ve vicdan sahibi Müslümanlar açıkça görmüşlerdir.

    Bediüzzaman'ın, Kendisine Atılan İftiralar Karşısındaki Tavrı
    Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini şöyle anlatmıştır:

    Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: 'Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. (Lemalar, s. 244)

    Alıntı

  • mesnevi16.05.2007 - 11:06

    Mesnevi bilindiği gibi Divan Edebiyatı nazım türlerinden biridir. Beyitler halinde yazılır. Her beyit kendi içinde kafiyelidir. Farklı vezinler kullanılmıştır. Konu olarak, destanlar, zaferler, büyük tarihi olaylar, efsaneler gibi halk arasında merakla dinlenecek hikayeler işlenmiştir. Mesnevi bir anlamda hikayedir. Hikayenin şiirleştirilerek anlatılışıdır. Yüzyıllar boyu klasik edebiyatın en büyük eserleri “Mesnevi” tarzında kaleme alınmıştır.

    “Hüsn-ü Aşk”, “Vesiletü’n-necat” “Mantıku’t-tayr” gibi eserler, ölümsüz nitelemesini hak edecek kadar yaygınlaşmış, etkisini bugüne kadar devam ettirmiş mesnevilerdir.

    Mesnevilerde anlatılan hikayelerin tasavvuf, Hazreti Peygamber sevgisi gibi dini konularda olanları zaman içinde öylesine yaygınlaşır ki dini hayatın önemli bir parçası haline gelir. Mesnevilerin dersleri yapılır. Özel tarzda okunmaya başlanır. Mesnevi okuyucusu anlamında “Mesnevihan” denilen uzmanlık alanları oluşur. Yüzyıllar boyu süren bugün de dini hayatın önemli bir parçası olan “mevlid” aslında Hazreti Peygamberin hayatının hikaye yoluyla anlatıldığı bir mesnevidir.

    Mesnevi konusunda iki önemli noktaya işaret etmek gerekir.

    Birincisi şiir diliyle anlatılan basit hikayelerin, hatta hayvanların konuşturulduğu hayvan hikayelerinin tasavvufi simgeler ihtiva ediyor olmasıdır. Anlatılan hikaye ilk bakışta son derece basittir. Kolay anlaşılır. Varılan sonuçta okuyucu-dinleyici kendine göre çıkaracağı dersler bulacaktır. Alınan ibret hikayenin hoşluğu, beklenmeyen sonucu içinde duyulur. Hikayenin içinde veya sonucunda geçen öğütler doğrudan yapılmaktadır. Ancak birbirinden bağımsız olan beyitlerde hatta bazen her bir mısrada geçen bir kelime bir kavram açıklanmaya muhtaç durumdadır. Bir ayet veya hadis veya tarihi bir olay veya bir menkıbe bir kelimenin içine sıkışmış durumdadır. {Aşk Tur’un ruhu gibiydi. Tur dağı aşıkane mest oldu Ve hazreti Musa bayılarak düştü.} beyti Kuran-ı Kerim’de Araf suresinin yüz kırk ikinci ayetine işaret etmektedir. Bu ayet-i kerimede Hazreti Musa’nın Tur dağında vahy aldığı an beyan buyrulmaktadır. Bu işaret edilen noktaların açıklanma gerekliliğinden başka, yine beyit veya mısralarda geçen bir çok varlık adı aslında kendinden başka bir soyut kavramı simgelemektedir. Somuttan soyuta yükseltilmesi istenen insan zihni için her simge bir basamak hükmündedir. Bütün bunlar beyit veya mısraların anlaşılabilmesi adına açıklamalar yapılması zorunluluğunu getirmektedir. Açıklamaların büyük bir kısmına ise yorum karışmak zorunda olduğundan bu işlemin adı “şerh” terimi ile ifade edilmiştir. Mesnevi ve şerh terimlerinin sürekli beraber anılışının sebebi budur.

    İkinci önemli nokta; mesnevi sözcüğünün özel bir isim hâline gelerek, Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin eserini ifade etmesidir. Günümüzden yaklaşık yedi yüz yıl önce kaleme alınmış bu eser, yirmi altı bin beyitten meydana gelir. Altı cilttir. Birbirinin içinde geçen hikayeler anlatılır. Bu hikayelerin görünen anlamlarının ötesinde tasavvufî hikmetler, öğütler, evren, insan, dünya, ahiret, inanç, ahlak tasavvurları simgelerle anlatılır.

    Hazreti Mevlana’nın Mesnevîsi‘nin etkisini yüzyıllar boyu sürdürüp günümüze kadar gelmiş olması, kendine özgü bir kainat tasavvurunun bütün insanları kucaklayabilmiş olması, dünyanın dört bucağından hayranlar, bendeler kazanmış ve elan kazanıyor olması bir makalenin boyutlarını aşacak konulardır.