Seni düşüncelerimin soyut sonsuzluğunda anlatmak isterdim. Çünkü sen düşünce gücümün algılamaya çalıştığı, soyut bir sonsuzluktan başka bir şey değilsin aslında. Soyut olman, somutlaşmadığın anlamına gelmiyor ancak; tam da somutlaştığın an daha da anlaşılmaz bir hale bürünüyorsun. Tam seni anladığımı hissettiğim an, beynimde soyutlaşıyorsun birden. Kimi canlı bedenlerde somutlaştığına tanık olmak, seni bana daha da yakınlaştırıyor. Fakat, somutlaştığın varlıkları sonsuza kadar alıp götürüyor benden. Seni kavrayabilmenin tek yolunun, bende somutlaşmanla mümkün olabileceğini düşünsem de zaman zaman, bunun tatlı bir yanılsama olduğunu çok geçmeden anlıyorum. Çünkü, “senin bende somutlaştığını bilmemin, bildiğim son şey olacağı”nı biliyorum. Bu bildiğim şey ise, artık “hiçbir şey bilemeyeceğim” gerçeğine götürüyor beni. Seni nasıl bilebileceğimi bilmiyorum. Senin hangi yüzün gerçek, onu da bilmiyorum. Soyut halini mi hakikatle özdeşleştirmek doğru olur yoksa somut halini mi? Kafamda kavram kargaşası yaratıyorsun ve ben, bilmeye duyduğum özlemin çaresizliği içinde bir bunalıma sürükleniyorum.
Seninle karşı karşıya, hatta burun buruna geldiğimiz anları anımsıyorum. Ya sen benden teğet geçtin, ya da ben sana çelme taktım. Gücünün karşısında gücümün çok yetersiz, hatta “hiç”e yakın olduğunu, gözardı etmemin benim için bir avuntudan başka bir şey olmadığını kabul ediyorum çoğu kez. Sen, ya çok şakacısın, ya da çok acımasız. Gücünün karşısında vurdumduymazlığa bel bağlayanın, yalnızca ben olmadığımı biliyorum.
Birgün bana geleceksin biliyorum. Biliyorum ki; er ya da geç bende de somutlaşacaksın. Belki bir gece vakti, belki şafak sökerken henüz, belki bir gün batımında, ya da yakıcı bir öğle vakti çalacaksın kapımı. Bulutlu bir gün de geleceksin belki de geleceğini önceden haber vererek. Ya da güneşli güzel bir günde apansız bastıran yağmurlar gibi, geldiğini bile hissettirmeden zorlayacaksın kapımı. Karlı bir günde de gösterebilirsin belki karbeyaz yüzünü. İlkyaza merhaba bile diyemeden, doyamadan ilkyazın güzelliklerine alıp götüreceksin beni. Doğanın üzerindeki beyaza aşık olan bana, bedenime giydireceğin son beyazla veda edeceğim sensizliğe. O an geldiğinde, bu bana göstereceğin “son beyaz” olacak
İlkyazın ilk çiçeklerinin pembe beyaz harmonisini artık göremeyecek ve kelebeğin kanat çırpmasına tanık olamayacak olmanın hüznü çoğalıyor içimde. Gürül gürül akıp giden zamanın getireceklerinden etkilenemeyecek olmanın, okunacak onca kitaplardaki bilgiyi bilme gücüne veda etmenin acısı kaplıyor yüreğimi. Sevdiğin herkese ve her şeye farkında olmadan veda edecek olmayı yaşamak ve bunların sadece 'seni bilmek' yanılsamasıyla gerçekleşmesi ne kadar da trajik aslında.
“Senden korkmuyorum” dememin, kendimi kandırmanın ötesinde bir anlamı var mı bilmiyorum. Belki senden korkuyor da olabilirim ama korkumun nedeni seninle yüz yüze gelip yüzleşmemiz değil. Sana karşı verilemeyecek hesabım yok. Hem sana karşı hesabım açık verecek dahi olsa, bunu anlayabileceğini ümit ediyorum. Senden önceki zamanda, sensizlikte hesabı hep açık veren, daha doğrusu senden önceliliğe, hep borç takan ve bu şekilde yaşamaya alışmak zorunda kalan birinin, vurdumduymaz gibi görünen trajikomik tavrını, o kişinin kaşarlanmış bir yüzsüz olmasıyla bağdaştırmak adil olmaz. Aksine, verdiklerinin karşılığını alamayan ve bunlara geçici yenilgiler avuntusuyla göğüs gererek varoluşunu sürdüren birisinin çaresiz çırpınışlarının götürdüğü, son durağa karşı olan yolculuğunda yaşadığı bir zayıflığı, bir güçsüzlüğü denilebilir.
Senden öncesinin hiç de adil olmadığına kuşkum yok. Buna karşın senin daha adil olduğunu biliyorum. Adalet konusunda felsefe yapıyor olmam senden öncesinin adil olmasını sağlamıyor. Senden korkmayışımın hatta zaman zaman seni seviyor ve özlüyor olmamın bir nedeni; senin, senden öncekine göre daha adil olman, olabilir. Aslında itiraf etmeliyim ki; senin adil olduğun konusunda da kuşkuya düştüm şimdi. Gerçekten adil misin? Yo, sanmıyorum adil olduğunu. Çünkü bazen öylesine beklenirsin, öylesine özlenirsin ama bir türlü gelmezsin ve gelmeyişin olabileceklerin en kötüsü olur. Bazen de, hiç akılda yokken birden bire gelirsin. Aslında, senin gizemin, ne zaman geleceğini kimsenin bilmemesinde saklı galiba. Bu, senin -belki de- en güzel yüzün olsa gerek. Aksi olsaydı, hem “sensizlik” hem “senle olmak” ne kadar korkunç olurdu kimbilir.
Beni ilgilendiren şey, sadece bende somutlaşacak olman değil. Bu bana hiç ürküntü vermiyor. Bana ürküntü veren şey; bildiğim, tanıdığım, sevdiğim insanlarda somutlaştığını görmek. Bunu bana gösterdiğinde yüreğim bir yangın yerine dönüşüyor. Esas o zaman yürekler yanıyor alev alev. “Seninle yüz yüze gelmek bize ürküntü vermiyor….Lakin dostlardan ayrılmanın ıstırabı zor” demişti ya şair. Bana da öyle geliyor. Hem öyle bir dost ki, öyle bir insan ki, öyle bir canan ki, ben onun yüzünü bir kez bile görmeden tüm güzelliklerini görebildim. Ama görebildiğim güzellikleri onun sadece suda kalan yüzü. Oysa onun bir aysberg olduğunu hissedebiliyorum. Ne olursun uzak dur ondan. Lütfen ona yaklaşma. Onda somutlaştığını görmem, senden önceliğin bana tattıracağı en büyük acılardan biri olur benim için. Bunu bana tattırma ne olursun.
Şimdi bir parkın, tahta kuru masalarından birinde, kalemimden bu satırlar ak sayfalara dökülürken, güz yangınını anımsatan, dalından kopmaya başlamış, sararmış her bir yaprağa bakıp bakıp seni düşünüyorum. Şu anda tüm çıplaklığın ile, senin soyutluluğuna darbe indiren öteki yüzünü, somut halini görebiliyorum. Senin bende somutlaşman benim için sonun başlangıcı olacak. Ama her bitişin yeni bir başlangıcı olduğunu henüz unutmadım. Aslında, zaman zaman senden korktuğum olsa da, bu korkumun senden kaynaklanmadığını; senin getireceklerinden ve götüreceklerinden kaynaklandığını biliyorum.
Bütün ilişkimiz bir düzlemde, absis ile ordinatın keşiştiği, yolların birleştiği, orijindeki bir buluşmadan ibaret olacak. Ben var oldukça sen olmayacaksın; sen geldiğinde is, ben olmayacağım. Sadece bir orijinlik buluşmamız olacak seninle. Bu buluşmanın kaçınılmazlığının farkında olan şahsım için, orijinde yaşayacağı anlık dönüşümün bilinmezliği bile çekici olabiliyor.
İlk ve tek kez gerçekleşecek olan bu buluşmamızın senin için, seni zafer kazanmış bir komutan havasına sokmayacak kadar sıradan, basit ve olağan bir buluşma olacağını bilmek beni rahatlatıyor. Karşılaştığımız andan itibaren seni ve senin dışındakileri, ne somut ne de soyut olarak bilmem ve anlatabilmem artık mümkün olmayacak. Seni “bilmek” benim için keyifli bir biliş ve bu biliş “bildiğim son şey” olacak. Bir gün geleceksin. Seni bekliyorum. Seni yaşayarak bilmeyi bekliyorum. Görüşmek üzere benim, somutlaşmaya yüz tutmuş sevgili soyut sonsuzluğum.
NANCY SİNATRA'NIN KADİFE SESİ BANG BANG DEDİKÇE
BANG BANG OLUYORUM..
...............................
I was five and he was six
Ben beş yaşındaydım o da altı
We rode on horses made of sticks
Sopadan yapılmış atlarımız vardı
He wore black and I wore white
O siyah giyerdi ben de beyaz
He would always win the fight
Oyunu hep o kazanırdı
Bang bang
He shot me down, bang bang
O beni vurdu, bang bang
I hit the ground, bang bang
Ben yere düştüm, bang bang
That awful sound, bang bang
O korkunç ses, bang bang
My baby shot me down.
Bebeğim beni vurdu
Seasons came and changed the time
Zaman geçti, mevsimler değişti
When I grew up, I called him mine
Büyüdüğümüzde, bana göre o benimdi
He would always laugh and say
O hep güler ve sorardı
'Remember when we used to play? '
'Oynadığımız günleri hatırladın mı? '
Bang bang
I shot you down, bang bang
Seni vurdum, bang bang
You hit the ground, bang bang
Yere düştün, bang bang
That awful sound, bang bang
O korkunç ses, bang bang
I used to shoot you down.
Eskiden seni vururdum
Music played, and people sang
Müzik çaldı ve inanlar şarkı söyledi
Just for me, the church bells rang.
Sadece benim için, kilisenin çanları inledi
Now hes gone, I dont know why
Şimdi o gitti, bilmiyorum neden
And till this day, sometimes I cry
Ve bugün bile, ağlıyorum bazen
He didnt even say goodbye
Hoşça kal bile demedi
He didnt take the time to lie.
Yalan söylemek için bile beklemedi
Bang bang
He shot me down, bang bang
O beni vurdu, bang bang
I hit the ground, bang bang
Ben yere düştüm, bang bang
That awful sound, bang bang
O korkunç ses, bang bang
My baby shot me down.
Bebeğim beni vurdu
What is it?
içimde ne orkestralar çalıyor ah bir bilseniz.
dinlemek ister miydiniz ezgilerimi duyabilseniz?
Kör kuyularda..................
Seni düşüncelerimin soyut sonsuzluğunda anlatmak isterdim. Çünkü sen düşünce gücümün algılamaya çalıştığı, soyut bir sonsuzluktan başka bir şey değilsin aslında. Soyut olman, somutlaşmadığın anlamına gelmiyor ancak; tam da somutlaştığın an daha da anlaşılmaz bir hale bürünüyorsun. Tam seni anladığımı hissettiğim an, beynimde soyutlaşıyorsun birden. Kimi canlı bedenlerde somutlaştığına tanık olmak, seni bana daha da yakınlaştırıyor. Fakat, somutlaştığın varlıkları sonsuza kadar alıp götürüyor benden. Seni kavrayabilmenin tek yolunun, bende somutlaşmanla mümkün olabileceğini düşünsem de zaman zaman, bunun tatlı bir yanılsama olduğunu çok geçmeden anlıyorum. Çünkü, “senin bende somutlaştığını bilmemin, bildiğim son şey olacağı”nı biliyorum. Bu bildiğim şey ise, artık “hiçbir şey bilemeyeceğim” gerçeğine götürüyor beni. Seni nasıl bilebileceğimi bilmiyorum. Senin hangi yüzün gerçek, onu da bilmiyorum. Soyut halini mi hakikatle özdeşleştirmek doğru olur yoksa somut halini mi? Kafamda kavram kargaşası yaratıyorsun ve ben, bilmeye duyduğum özlemin çaresizliği içinde bir bunalıma sürükleniyorum.
Seninle karşı karşıya, hatta burun buruna geldiğimiz anları anımsıyorum. Ya sen benden teğet geçtin, ya da ben sana çelme taktım. Gücünün karşısında gücümün çok yetersiz, hatta “hiç”e yakın olduğunu, gözardı etmemin benim için bir avuntudan başka bir şey olmadığını kabul ediyorum çoğu kez. Sen, ya çok şakacısın, ya da çok acımasız. Gücünün karşısında vurdumduymazlığa bel bağlayanın, yalnızca ben olmadığımı biliyorum.
Birgün bana geleceksin biliyorum. Biliyorum ki; er ya da geç bende de somutlaşacaksın. Belki bir gece vakti, belki şafak sökerken henüz, belki bir gün batımında, ya da yakıcı bir öğle vakti çalacaksın kapımı. Bulutlu bir gün de geleceksin belki de geleceğini önceden haber vererek. Ya da güneşli güzel bir günde apansız bastıran yağmurlar gibi, geldiğini bile hissettirmeden zorlayacaksın kapımı. Karlı bir günde de gösterebilirsin belki karbeyaz yüzünü. İlkyaza merhaba bile diyemeden, doyamadan ilkyazın güzelliklerine alıp götüreceksin beni. Doğanın üzerindeki beyaza aşık olan bana, bedenime giydireceğin son beyazla veda edeceğim sensizliğe. O an geldiğinde, bu bana göstereceğin “son beyaz” olacak
İlkyazın ilk çiçeklerinin pembe beyaz harmonisini artık göremeyecek ve kelebeğin kanat çırpmasına tanık olamayacak olmanın hüznü çoğalıyor içimde. Gürül gürül akıp giden zamanın getireceklerinden etkilenemeyecek olmanın, okunacak onca kitaplardaki bilgiyi bilme gücüne veda etmenin acısı kaplıyor yüreğimi. Sevdiğin herkese ve her şeye farkında olmadan veda edecek olmayı yaşamak ve bunların sadece 'seni bilmek' yanılsamasıyla gerçekleşmesi ne kadar da trajik aslında.
“Senden korkmuyorum” dememin, kendimi kandırmanın ötesinde bir anlamı var mı bilmiyorum. Belki senden korkuyor da olabilirim ama korkumun nedeni seninle yüz yüze gelip yüzleşmemiz değil. Sana karşı verilemeyecek hesabım yok. Hem sana karşı hesabım açık verecek dahi olsa, bunu anlayabileceğini ümit ediyorum. Senden önceki zamanda, sensizlikte hesabı hep açık veren, daha doğrusu senden önceliliğe, hep borç takan ve bu şekilde yaşamaya alışmak zorunda kalan birinin, vurdumduymaz gibi görünen trajikomik tavrını, o kişinin kaşarlanmış bir yüzsüz olmasıyla bağdaştırmak adil olmaz. Aksine, verdiklerinin karşılığını alamayan ve bunlara geçici yenilgiler avuntusuyla göğüs gererek varoluşunu sürdüren birisinin çaresiz çırpınışlarının götürdüğü, son durağa karşı olan yolculuğunda yaşadığı bir zayıflığı, bir güçsüzlüğü denilebilir.
Senden öncesinin hiç de adil olmadığına kuşkum yok. Buna karşın senin daha adil olduğunu biliyorum. Adalet konusunda felsefe yapıyor olmam senden öncesinin adil olmasını sağlamıyor. Senden korkmayışımın hatta zaman zaman seni seviyor ve özlüyor olmamın bir nedeni; senin, senden öncekine göre daha adil olman, olabilir. Aslında itiraf etmeliyim ki; senin adil olduğun konusunda da kuşkuya düştüm şimdi. Gerçekten adil misin? Yo, sanmıyorum adil olduğunu. Çünkü bazen öylesine beklenirsin, öylesine özlenirsin ama bir türlü gelmezsin ve gelmeyişin olabileceklerin en kötüsü olur. Bazen de, hiç akılda yokken birden bire gelirsin. Aslında, senin gizemin, ne zaman geleceğini kimsenin bilmemesinde saklı galiba. Bu, senin -belki de- en güzel yüzün olsa gerek. Aksi olsaydı, hem “sensizlik” hem “senle olmak” ne kadar korkunç olurdu kimbilir.
Beni ilgilendiren şey, sadece bende somutlaşacak olman değil. Bu bana hiç ürküntü vermiyor. Bana ürküntü veren şey; bildiğim, tanıdığım, sevdiğim insanlarda somutlaştığını görmek. Bunu bana gösterdiğinde yüreğim bir yangın yerine dönüşüyor. Esas o zaman yürekler yanıyor alev alev. “Seninle yüz yüze gelmek bize ürküntü vermiyor….Lakin dostlardan ayrılmanın ıstırabı zor” demişti ya şair. Bana da öyle geliyor. Hem öyle bir dost ki, öyle bir insan ki, öyle bir canan ki, ben onun yüzünü bir kez bile görmeden tüm güzelliklerini görebildim. Ama görebildiğim güzellikleri onun sadece suda kalan yüzü. Oysa onun bir aysberg olduğunu hissedebiliyorum. Ne olursun uzak dur ondan. Lütfen ona yaklaşma. Onda somutlaştığını görmem, senden önceliğin bana tattıracağı en büyük acılardan biri olur benim için. Bunu bana tattırma ne olursun.
Şimdi bir parkın, tahta kuru masalarından birinde, kalemimden bu satırlar ak sayfalara dökülürken, güz yangınını anımsatan, dalından kopmaya başlamış, sararmış her bir yaprağa bakıp bakıp seni düşünüyorum. Şu anda tüm çıplaklığın ile, senin soyutluluğuna darbe indiren öteki yüzünü, somut halini görebiliyorum. Senin bende somutlaşman benim için sonun başlangıcı olacak. Ama her bitişin yeni bir başlangıcı olduğunu henüz unutmadım. Aslında, zaman zaman senden korktuğum olsa da, bu korkumun senden kaynaklanmadığını; senin getireceklerinden ve götüreceklerinden kaynaklandığını biliyorum.
Bütün ilişkimiz bir düzlemde, absis ile ordinatın keşiştiği, yolların birleştiği, orijindeki bir buluşmadan ibaret olacak. Ben var oldukça sen olmayacaksın; sen geldiğinde is, ben olmayacağım. Sadece bir orijinlik buluşmamız olacak seninle. Bu buluşmanın kaçınılmazlığının farkında olan şahsım için, orijinde yaşayacağı anlık dönüşümün bilinmezliği bile çekici olabiliyor.
İlk ve tek kez gerçekleşecek olan bu buluşmamızın senin için, seni zafer kazanmış bir komutan havasına sokmayacak kadar sıradan, basit ve olağan bir buluşma olacağını bilmek beni rahatlatıyor. Karşılaştığımız andan itibaren seni ve senin dışındakileri, ne somut ne de soyut olarak bilmem ve anlatabilmem artık mümkün olmayacak. Seni “bilmek” benim için keyifli bir biliş ve bu biliş “bildiğim son şey” olacak. Bir gün geleceksin. Seni bekliyorum. Seni yaşayarak bilmeyi bekliyorum. Görüşmek üzere benim, somutlaşmaya yüz tutmuş sevgili soyut sonsuzluğum.
Metin Başol
Nisan-Mayıs 2006-Ankara
Tanısam da, ben aşkı kitaplardan çok önce, şimdi yalnız kitaplarda okuyan benim.