
Devrim Aydın
KIYISINDA DEĞİL,TAM ORTASINDAYIM YALNIZLIĞIMIN,NE TARAFA GİTSEM ACABA? ? ? BAŞLANGICAMI,YOKSA SONAMI! ! !
KIYISINDA DEĞİL,TAM ORTASINDAYIM YALNIZLIĞIMIN,NE TARAFA GİTSEM ACABA? ? ? BAŞLANGICAMI,YOKSA SONAMI! ! !
ÖZGÜRLÜK
Özgürlük, dağların yıkılmazlığı.
Özgürlük, ırmakların sel olup taşması.
Özgürlük, bulutların gürlemesi.
Sonra yağmur olup akması demek özgürlük.
Özgürlük, güneşin, ayın ve yıldızların ışıltısı.
Özgürlük ateş demek.
Özgürlük rüya demek.
Düş demek.
Hayal edilen tatlı duygu demek.
Özgürlük,kuşların ve böceklerin söylediği,
Ruhları dinlendiren, duyguları okşayan, şarkı demek.
Bağlamanın tellerinden doğan türkü demek özgürlük.
Özgürlük, gül kokulu sevgilinin saçları demek.
Özgürlük, mavi demek.
Pembe demek.
Mor demek.
Gökkuşağının renkleri demek özgürlük.
Özgürlük, dostluk, barış, kardeşlik demek.
Özgürlük, şairin söylediği şiir demek.
Özgürlük, yarın demek.
Çocuk demek.
Sen demek özgürlük.
Özgürlük, sevgi demek.
Özlem demek.
En kutsal sözcük 'ÖZGÜRLÜK' demek
Bir kadın güçlüdür aslında.
Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını
sevmez. İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine
yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın
olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir.
Ancak kadını gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak
istediği bir şey varsa mutlaka yapar.
Bir kadın sevgilidir aslında.
İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz.
Sevdiklerini kolay kolay. kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam
anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi
gerekir. Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca
yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk
edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun
nedeni ise engelleyemedikleri 'acımak' duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında.
Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası
vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez.
Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O
sığınağa ne zaman gireceğine,ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir.
Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.
Bir kadın çılgındır aslında.
Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Yaratıcılığının sınırı
yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça
harcamaz yaratıcılığını. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği
olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla
sıradan olmayacaktır.
Bir kadın hayattır aslında.
Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor.
Yemek yemek. su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi
kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını
anlayabiliyor musunuz?
Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz.
Olayıdım olayıdım oyy
Okur yazar olayıdım oyy
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım...”
Şarkışla türküsünü Deniz için yakan yaşı yetmişe ermiş bir Türk anası-
Kimdir Kürt? Kimlerdendir? Dağdan mı gelmiştir, yoksa bağdan mı
kovulmuştur? Kürt kelimesi, bizim toplumsal skalamızda nereye oturuyor?
Bu, kimliği olmayan 'sözde vatandaş' yaşamımızın hangi köşesinde kendinebir yer buluyor? 'Türkiye Türklerindir', 'Türk'ün Türk'ten başka dostu
yoktur' vs. cümlelerinin ülkenin dağını/taşını, köyünü/kentini,
caddesini/mahallesini, gazetesini/televizyonunu kapladığı bu diyarda, Kürt
ne anlam ifade ediyor bizler için, herkes için?
Sahiden 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur' derken, 'Türk'ün Türk'ten
başka dostu vardır; o da Kürt'tür' diyebilecek olgunluğa erişebilecek mi
bu topraklar?
Türkiye'de yaşayanlar, Kürtler üzerine hayata kazınmışları bilirler. İşte
onlardan birkaçı: 'İstanbul'a gelmesinler, Ankara ya da başka büyük
kentlere de gelmesinler, tatil bölgelerine de gitmesinler, Irak'taki
soydaşlarıyla gönül bağı kurmasınlar, kendilerine ait bir dilleri olduğunu
öne sürmesinler, DTP'ye oy vermesinler, Meclis'te temsil edilmesinler,
işportacılık yapmasınlar, tezgâhtarlık da yapmasınlar, bir araya
gelmesinler, sokaklarda çok dolaşmasınlar, aralarında Kürtçe dedikleri
şeyi konuşarak alenen ortaklıkta olmasınlar, yurtdışına filan gitmesinler,
gidenleri de bir araya gelip dernek filan kurmasınlar, maazallah Irak'a da
gitmesinler, oturdukları yerlerdeki ekonomik ve sosyal koşullardan şikâyet
etmesinler, dırdır yapmasınlar, mümkünse tiplerini değiştirsinler; sarışın
ve yakışıklı olsunlar'. Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Kerkük'te ve
dünyanın her yerinde bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardında ne
var sizce?
Farkında mıyız, ötekileştiriyoruz...
'Yahudi Psikanalist' Freud, Slovaj Zizek'in altını çizdiği gibi, Nazi
ideolojisinin tırmanış dönemine denk düşen Monoteizm ve Tek Tanrılı
Dinler'de Yahudi kimliğinin mihenk taşı olan Peygamber Musa'nın kökeninin
gerçekte Mısır olduğunu yazmıştı.
Eğer Musa Mısırlı ise, Yahudi kimliğinin otantikliği yok demektir. Başka
bir deyişle, 'Yahudi yoktur' diyor Freud anti-Semitizm'e cevaben. Musa'nın
kökenine ilişkin tezin doğruluğu-yanlışlığı bir yana, ilginç soru şu:
Niçin bu stratejiyi seçerek en başta Yahudi'yi kimliğinden ediyor Freud?
Bu soruyu ilk aşamada Zizek'in milliyetçiliği tartışmak için kullandığı,
tren seyahatinde karşılaşan bir Polonyalı ile bir Yahudi'ye dair 'Yahudi
fıkrası' ile yanıtlayalım.
Vagonda Yahudi'yle karşılıklı oturan Polonyalı, hazır rastlamışken punduna
getirip, Yahudi'den zengin olmanın sırlarını öğrenmek istemektedir ve
sonunda merakını yenemeyip, muhabbetin bir yerinde sorar: 'Söyler misin,
siz Yahudiler insanların cebini son kuruşuna kadar boşaltıp servet
biriktirmeyi nasıl başarıyorsunuz? '
Yahudi cevap verir: 'Tabii söylerim; ama bedavaya olmaz, önce bana 5 zloty
ver.' Yahudi bu parayı aldıktan sonra anlatmaya başlar: 'Önce ölü bir
balık bul, kafasını kes ve içine içi su dolu bir bardak yerleştir. Sonra
gece yarısı, ay tam tepedeyken, bir bardağı bir kilisenin bahçesine
göm...' Polonyalı açgözlü bir tavırla, 'Ee' diye sözünü keser, 'Bütün
bunları yaparsam, ben de zengin olur muyum? ' 'Öyle hemen olmaz' diye cevap
verir Yahudi, 'Daha başka şeyler de yapman lazım; ama geri kalanını
öğrenmek istiyorsan 5 zloty daha vermelisin! ' Yahudi parayı aldıktan sonra
hikâyesine devam eder: 'Seni aşağılık herif, ne yapmak istediğini
anlamadım mı sandın? Bu işin sırrı mırrı yok, sen sadece cebimi son
kuruşuna kadar boşaltmaya çalışıyorsun! ' Yahudi sakin sakin, uysal bir
tavırla cevap verir: 'İşte şimdi biz Yahudilerin bu işi nasıl yaptığını
anladın...'
Bu fıkrada, Zizek'in önemli bulduğu nokta, Yahudi'nin Polonyalıyı
aldatmamış olması, sözünü tutup ona insanların cebini nasıl
boşaltabileceğini öğretmesi ve Polonyalının farkında olmaksızın gerçeği
söylemesidir; bu gerçek orada 'sır' olmadığı gerçeğidir. Çünkü Yahudi'nin
'sırrı', 'Polonyalının Yahudi hakkındaki fantezisinden -ya da 'bizim',
'onların' davranış kalıplarına, kimliğine özgü beklentilerimizden- başka
bir şey değil aslında.
Aynı nedenle, Polonyalının aldatıldığını söyleyemeyiz; aldatılıyorsa bile,
bunun nedeni Yahudi değil, kendisinin 'ötekine' (Yahudi'ye) ait
fantezileridir.' Bizim de Kürtlere karşı beslediğimiz duyguların
temelinde, onları ötekileştirip fantezi dünyamıza hapsettiğimiz gerçeği
olmasın? Ya da onlara karşı hissettiğimiz şey, tam anlamıyla 'içimizdeki
terör'ün bir yansıması olmasın?
İnsanı gıdıkladığı kadar işaret ettiği tuhaf insanlık hali nedeniyle derin
derin düşündüren bir fıkra da bizden verelim:
Bir Lazla bir Kürt birlikte idam sehpasına çıkarılır. Cellât, iki
kurbanından önce Kürt'e son arzusunu sunar. Kürt, 'Anamı görmek isterim'
der. Cellât, 'Kabul' deyip Laz'a döner; 'Senin son arzun nedir? ' Laz cevaplar; 'Kürt, anasını görmesin.'
Bu iki fıkranın bize gösterdiği şu: Semptom yoksa kimlik de yoktur. Yahudi
figürü olmasaydı Nazi milliyetçiliğinin söyleyebileceği pek bir şey de
olmayacaktı.
Aynı şekilde, Kürtler de olmasaydı, Türklerin söyleyecek hiçbir şeyleri
olmayacaktı. 'Kimliğin ardındaki travmatik boşlukla karşılaşmayı semptom
sayesinde (ve 'öteki' pahasına!) yapay bir şekilde önleyerek illüzyonlarla
yaşayabilir insan; bunu seçmeyenler içinse, semptomu yorumlamak tek çare.'
Ve semptomu yorumlamanın mantıki uzantısı, semptomla özdeşleşmek (ki
Lacancı etik de bu şekilde beliriyor) : 'Biz hepimiz Kürt'üz' diyebilmek.
Ya da: Biz hepimiz zenciyiz, Ermeni'yiz, Alevi'yiz...
Çıkış noktası olarak, toplumu ve toplumsal bağları homojen, antagonizm
içermeyen statik bir 'bütünlük' olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor.
Vazgeçmemiz gereken bu 'makro' bakış, ister istemez, bir semptom olarak
'öteki' figürüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun tersine, sadece Lacan, Zizek
değil, Levinas, Derrida gibi birçok başka filozofun da öne sürdüğü gibi,
toplumsallığı 'ötekine' karşı duyulan bir sorumluluk çerçevesinde yeniden
tariflemek gerekiyor.
Etik/politik tavır da, böylece, 'millet', 'biz' gibi bağların
gerektirdiği/dayattığı normları, kuralları ve inançları izlemekte değil,
bunları öteki ile karşılaşma çerçevesinde yeniden gözden geçirmekte
belirecektir.
'Öteki' sadece yakınımızda oluşandan ötürü bile bizi bu yeniden düşünmeye,
'refleksiyona' zorlayan kişi.
İçimizdeki terörle yüzleşmek...
Etik tavır, 'biz' ya da 'ötekinin' kimliğine ilişkin sorulardan ve hatta
'toplum'dan önce gelen bir tavır. Öteki ile karşılaşma, toplumsal bağın
kendisinin kurulması için yapısal olarak gerekli; zira yabancı figürü
olmadan ne 'biz'den ne de 'onlar'dan söz edebiliriz.
Öteki olmazsa, tam da varlığını öteki ile karşılaşmaya dayandırdığı için,
toplumsal bağ da yok olmaya mahkûm (Bu nedenle Yahudi kıyımı, Nazizm'in de
yıkımı ya da toplumsal akışkanlığın kendini yok etmeye yönelen 'ölüm
çizgileri'ne dönüşmesi anlamına gelmiyor mu?) .
Kürtler şu anda çıplak ve çıplaklık, gerçek bir kimliğin oluşumu
engellendiğinde ortaya çıkar. Bu çıplaklık, toplumsal bağlam tarafından
imkânsız kılındığında dağılan performansa dayalı sahte bir kimliğin
parçasıdır.
Bu noktadan sonra, Kürtleri sevdiğimizi söylememiz de, bu sahte kimliği
yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Peki, bütün bu
belirtilenlerden sonra, içimizdeki terör nereye oturuyor?
Kürtler neden sürekli 'içimizdeki terör'ün ve 'içimizdeki faşizm'in
görünür/gönüllü kurbanları oluyorlar? Neden onlardan nefret ediyoruz?
Sürekli böyle düşünmekle, Kürtleri ağır ağır öldürmekte olduğumuza
inanmıyor muyuz?
En büyük kötülük bu değil mi, insanın ağır ağır ölmekte oluşu? Bu tersine
dönüş, ruhumuzun derinliklerine işlemiş durumda. Bunun çözülmesinin tek
yolu, ardında gizlenen terörle yüzleşip onu güncelleştirmektir. Çünkü her
birimiz, gerçekle karşılaşmaktan duyduğumuz korkunun tutsağıyız.
Bachmann ne demişti: 'İnsanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir,
insanın insana yaptıklarındandır.'
İçimizdeki terörle yaşanılacak yüzleşme, kendiliklerin de daha bir güzel
ortaya dökülmesini, ifade alanları bulabilmesini sağlayacak.
Kendiliğimizin asıl kurbanı 'içimizdeki terör', 'içimizdeki yabancı' ve
'içimizdeki faşizm' çözülecek.
Bu kendilik, tüm sürecin gerçeğini görmeyi neredeyse imkânsız hale getiren
bir itaat tarafından çarpıtılmış bir kendilik olmaktan çıkacak. İşte tam
da burada, biz Kürtleri yeniden göreceğiz.
O zaman içimizdeki yabancı olan Kürtlerle ilişki kuracak ve böylece
kendimizi yeniden tanıyacağız. Çünkü unutmayalım ki, bir yabancıyı nasıl
düşündüğünüz, onunla nasıl ilişkili olduğunuzdan bağımsız değildir;
yabancıyla nasıl ilişkili olduğunuz da kendinizle nasıl ilişkili
olduğunuzdan bağımsız değildir.
Yani, Kürtleri tanımakla aslında kendinizi tanıyacaksınız. Kürtlere bakın,
onlarda kendinizi göreceksiniz...
ALINTIDIR...
Agîr (ateş)
• Amed (diyarbakır)
• Alân (yankı)
• Aram (huzurlu)
• Arî (kül)
• Ardil (yürek ateşi)
• Aştî (barış)
• Azad (özgür)
• Asmîn (dağ çiçeği)
• Bargiran (Dertli)
• Baran (yağmur)
• Berfin (kardelen)
• Berfo (kar)
• Bawer (inanan)
• Berat (serbest)
• Bengî (tutku)
• Berken (güleryüzlü)
• Berzan (rehber,bilen)
• Birîndar (yaralı)
• Berdan (bırakılmak)
• Berîvan (süt sağan kadın)
• Bervan (Berîvan’ın erkeği)
• Beritan (Yaylaya giden kız)
• Cejn (bayram)
• Cîwan (genç,delikanlı)
• Çîya (dağ)
• Derbas (geçen)
• Delal (sevgili,değerli,aziz)
• Dewran (çağ, zaman)
• Dilan (halay)
• Dîcle (dicle)
• Dîldar (aşık, sevdalı)
• Dijvar (zor, çetin)
• Dîyar (belli, belirgin
• Dîlaver (cesur)
• Dîlovan (alçakgönüllü)
• Dilxweş (memnun)
• Dilbirîn (yaralı gönül)
• Êgit (yiğit)
• Êzman (gök yüzü)
• Êvdal (yoksul, gezgin)
• Férat (Fırat)
• Gewrî (kumral)
• Gûlé (Gülüzar)
• Hawar (çığlık)
• Hélîn (kuş yuvası)
• Héjâ (değerli)
• Hébûn (varoluş)
• Heval (arkadaş)
• Hogîr (cana yakın)
• Hûner (sanat)
• Jîyan (yaşam)
• Jîr (akıllı, zeki)
• Kânî (su çeşmesi)
• Kendal(eşik)
• Kévin (Saçaklardan sarkan buz)
• Kulîlq (çiçek)
• Peyman (anlaşma)
• Pélîn (yaprak)
• Lérzan
• Mérxas (yiğit)
• Mîzgîn (müjde)
• Mîran (mir)
• Nalîn (inlemek)
• Newroz (Nevruz)
• Neçirvan (avcı)
• Rezan (öncü)
• Reber (rehber)
• Rében (zavallı)
• Rizgar (kurtuluş)
• Ronî (göz ışığı)
• Robin (güneşi görmek)
• Rojda(güneş doğuşu)
• Rojbîn (gün kokusu)
• Roza (gündoğumu)
• Rozerîn (tanyeri)
• Ronahî (aydın)
• Rûken (sempatik)
• Rûhat (gelen gün)
• Serhad(doğuanadolu)
• Sérger(öncü, rehber)
• Sérdal (dal üstü)
• Sosin(çiçek çeşidi)
• Şérwav (savaşçı)
• Şérin (tatlı)
• Şérmîn (utangaç)
• Şîlan (Tomucuk)
• Şiwan (çoban)
• Şîrwan (sütçü)
• Şîyar (uyanık,hedef)
• Wélat (vatan)
• Xane (hanım)
• Xemgîn (üzgün)
• Xezal (ceylan)
• Yékbûn (tek)
• Zana (bilge)
• Zélal (berrak, duru)
• Zîlan (çığlık)
• Zınar (kaya)
• Zozan (yayla)
Yarı dalgalı deniz olmaz.
Deniz ya durulmalı;
Ya da kudurmalı.
Bıçak ya kınında durmalı;
Ya da kemiğe kadar oturmalı.
Yarım dudak verilmemeli sevgiliye,
Öpülmeyecekse eğer.
Sen ya benim olmalısın.
Ya hiç kimsenin.
Bense ya senin olmalıyım;
Ya da yok olmali
Nazim Hikmet
Ateizm,bazilarimizin sandigi gibi kin ve nefretten olusan bir düsünce akimi degil,mantiksal yaklasimlarla tanrinin varolup olamayacagini sorgulayan ve buna inanan bir düsüncedir.Saygi duymak gerekir,inanip inanmamak kisilerin kendi tercihleridir.bu yüzden kimsenin kimseye hakaret etmeye hakki yoktur.
ÖLÜMDEN NEDEN KORKAYIM Kİ
BEN VARKEN O YOK
O VARKEN
BEN YOKUM
Bence Orhan Veli Kanik cok güzel tarif etmis Istanbul´u
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geciyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.
Orhan Veli Kanik
DOST DEDİĞİN SENİ SEVEN
BİRİ OLMADIĞINDA BİLE
SENİ SEVENDİR
SARILACAK BİRİ OLMADIĞINDA
SANA SARILANDIR
KATLANILMAZ OLDUĞUNDA
SANA KATLANAN
SENİNLE AĞLAYAN SENİNLE GÜLENDIR