Büyük bir begeniyle okudugum „Ruhlar Evi“ ve „Paula“ adli kitabin yazari: Isabelle Allende… Latin Amerika edebiyatinin en büyük yazarlarindandir…
„Paula“ adli kisisel kitabi kendisinin sadece muhtesem bir yazar degil ayni zamanda ne kadar muhtesem bir Anne oldugunun bir belgesidir… Bitkisel hayata giren bir genc kiz ve kizin basucunda bekleyen bir Anne: Isabelle Allende…
Ne garip; yeni yeni farkediyorum ki, çocukları anne olunca çocuklaşıyor anneler... Ve insan, zamanın nasıl insafsız bir öğütücü olduğunu bu rol değişiminde anlıyor.
Eminim karnındaki ilk tekmemden, hatta doktorların 'Bundan sonra ağır kaldırmak yok' müjdesinden beridir iki kişilik yaşıyorsun yaşamı... Doğum odasında bir küçük el saçlarına tutununca değişti herşey ve o el, o saçtan hiç eksik olmasın istedin.
Kimbilir kaç geceyi karyola başuçlarında derin iç çekişler dinleyip hüzünlenerek uykusuz geçirdin, kaç emzirme seansında bitkin uyuyakaldın. O gün bugündür hayatı, bir toprakla çiçeği kadar ortak üretiyor, tüketiyoruz. Yol boyu, kusurlarını hiç görmedik birbirimizin, yeteneklerimizi abarttık,
karşılıklı toz kondurmadık üzerimize, kol kanat gerdik...
Ben dünyanın en iyi evladıydım, sense tarihin en iyi annesi...
Her çığlıkta başucumda biteceğini bilmenin güveniyle büyüdüm. Her derdimde benden çok dertleneceğini bilmenin o bencil alışkanlığıyla ayakta kaldım.
Sevginle donandım...
Ama sonra birden o korkunç çark devreye girdi ve yaşamın acımasız kuralı işledi:
Büyüdüm...
Senin kollarında 'sen'den habersiz, bambaşka bir 'ben' çıktı ortaya. Bazen o eski 'ben'e hiç benzemeyen bir 'ben'...
Çünkü farkettim ki anlattığın masalların yaşamda karşılığı yokmuş. Kızlar bir prens umuduyla kurbağaları öpedursun, ben her yalanda burnumu yokladım. Şaşırdım.
Bostandaki danaların, ısırılmış lahanaların ve benzeri pastoral ninnilerin modasının geçtiğini gördüm sokakta... Söyleyemedim sana...
'Yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin artık eskisi kadar geçerli olmadığını' anlatan kitapları salonun ortasında açık bıraktım, açıp okuyasın diye...
Her kuşağın o vazgeçilmez ikilemi depreşti yeniden: 'Devir de amma değişti' diye yakınırken sen, ben ilginle boğulduğumdan dertlendim.
Bir yeri yaralandığında 'Anam görürse ne kadar üzülür' diye gizlemeye çalışmak küçük bir çocuk için nasıl ağır bir yüktür bilir misin?
Oysa ne çok acılar paylaştık seninle.. Ve ne çok sevinçler yaşadık beraber... Nasıl dar günlerde yardıma koşup, kaç şenliğine ortak olduk birbirimizin..?
Lakin artık kafesten uçma vaktiydi. 'Danaların girdiği bostan'da ayakta kalabilmenin yolu, tek başına kanat çırpmayı öğrenmekten geçiyordu.
Yargıladık birbirimizi bir dönem... Sorguladık...
Sen bana eş dost çocuklarını örnek gösterdikçe, ben seni eş dost ebeveynleriyle kıyaslar oldum.
Sen her sohbete 'Bizim çocukluğumuzda...' diye başladıkça ben, değişen takvim yapraklarını koydum önüne...
Nasıl da zalim bir çark bu değil mi?
Doğuyor, doğuruyor ve günün birinde yuvadan uçacağını bile bile koca bir ömrü karşılıksız veriyorsun...
... Ve hayat birden ıssız bir adaya dönüşüveriyor.
Sonrası kah bir kapı zili beklentisi, kah bir mektup, kah bir telefon sesi... Gizliden gizliye özlenen bir torun müjdesi...
Fotoğraflar sarardıkça solan bir yaşam ve uzaklaştıkça yakınlaştığımız bir mazinin geri dönmez anıları...
Yazılarla konuştuk öyle zamanlarda... Bakışlarla anlaştık. Ağlaştık birbirimizden gizleyerek acılarımızı... Bir mimikle özleştik, bir gülüşle kavuştuk.
Ben büyürken... seni de büyüttüm.
Şimdi çok daha iyi anlıyoruz birbirimizi...
Çünkü küçücük bir el saçlarımı kavrıyor geceleri... Karyola başlarında uykusuz geceler geçiriyorum. Pastoral ninnilerle büyütüyorum oğlumu; yalancı çocukların burunları uzuyor masallarda, öpülen kurbağalar prens oluyor.
...Ve yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin geçersizleştiğini anlatan kitapları kaldırıyorum salondan gizli gizli...
O korkunç çark, acımasız bir hızla dönmeye devam ediyor. Zaman, öğütüyor kuşakları...
İnsan ancak mahrum kalınca anlıyor sevginin değerini... Bense sevginden mahrum kalmaya fazla dayanamayacağımı biliyorum.
„Gafil halk tembelliğinden bir laf eder: „Yarın olsada bir iş işlesem.“ Bilmez ki bugün dünki günün yarınıdır, bugün bir şey işlememiştir ki yarın ne işleye...“
Bir cocugun bir eriskine her zaman ögretecegi üc sey vardir: Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman mesgul olabilecek bir sey bulmak ve elde etmek istedigi seyi var gücüyle dayatmak.
Yaşama küsme hakkınız yoktur. Neden böylesine mutsuzsunuz? Nasıl bu denli karamsar olabiliyorsunuz? Belki işinizden memnun değilsiniz, belki çevrenizden... Maaşınızı az buluyor, ya da kendinizi beğenmiyorsunuz...
Oysa... Öylesine değerlisiniz ki. Örneğin gözleriniz... Gözlerinizi kaça satarsınız? 1 trilyon? 2 trilyon? 5 trilyon? Satarsınız... İşte zenginsiniz...
Ama... Bu servetle erişeceğiniz dünyayı görmedikten sonra, paranın bir değeri var mı?
Ya da derdiniz para değil... Başarı ve saygınlık.
Size gözlerinizin karşılığında bulunduğunuz şirketin genel müdürlüğünü verseler kabul eder misiniz? Cevabınız 'Hayır' değil mi?
O halde siz, aslında hem zengin, hem başarılısınız. Yeter ki, size verilmiş bu değerlerin bilincinde olun. Bunları görebileceğiniz bir başarı için hayata geçiriniz. O halde.... Asla umutsuzluk yok!
Zamanla, yasamakla ögrenilir…
Büyük bir begeniyle okudugum „Ruhlar Evi“ ve „Paula“ adli kitabin yazari: Isabelle Allende… Latin Amerika edebiyatinin en büyük yazarlarindandir…
„Paula“ adli kisisel kitabi kendisinin sadece muhtesem bir yazar degil ayni zamanda ne kadar muhtesem bir Anne oldugunun bir belgesidir… Bitkisel hayata giren bir genc kiz ve kizin basucunda bekleyen bir Anne: Isabelle Allende…
Eskidenmis güzelim...
Sevgili anneciğim,
Ne garip; yeni yeni farkediyorum ki, çocukları anne olunca çocuklaşıyor anneler... Ve insan, zamanın nasıl insafsız bir öğütücü olduğunu bu rol değişiminde anlıyor.
Eminim karnındaki ilk tekmemden, hatta doktorların 'Bundan sonra ağır kaldırmak yok' müjdesinden beridir iki kişilik yaşıyorsun yaşamı... Doğum odasında bir küçük el saçlarına tutununca değişti herşey ve o el, o saçtan hiç eksik olmasın istedin.
Kimbilir kaç geceyi karyola başuçlarında derin iç çekişler dinleyip hüzünlenerek uykusuz geçirdin, kaç emzirme seansında bitkin uyuyakaldın. O gün bugündür hayatı, bir toprakla çiçeği kadar ortak üretiyor, tüketiyoruz. Yol boyu, kusurlarını hiç görmedik birbirimizin, yeteneklerimizi abarttık,
karşılıklı toz kondurmadık üzerimize, kol kanat gerdik...
Ben dünyanın en iyi evladıydım, sense tarihin en iyi annesi...
Her çığlıkta başucumda biteceğini bilmenin güveniyle büyüdüm. Her derdimde benden çok dertleneceğini bilmenin o bencil alışkanlığıyla ayakta kaldım.
Sevginle donandım...
Ama sonra birden o korkunç çark devreye girdi ve yaşamın acımasız kuralı işledi:
Büyüdüm...
Senin kollarında 'sen'den habersiz, bambaşka bir 'ben' çıktı ortaya. Bazen o eski 'ben'e hiç benzemeyen bir 'ben'...
Çünkü farkettim ki anlattığın masalların yaşamda karşılığı yokmuş. Kızlar bir prens umuduyla kurbağaları öpedursun, ben her yalanda burnumu yokladım. Şaşırdım.
Bostandaki danaların, ısırılmış lahanaların ve benzeri pastoral ninnilerin modasının geçtiğini gördüm sokakta... Söyleyemedim sana...
'Yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin artık eskisi kadar geçerli olmadığını' anlatan kitapları salonun ortasında açık bıraktım, açıp okuyasın diye...
Her kuşağın o vazgeçilmez ikilemi depreşti yeniden: 'Devir de amma değişti' diye yakınırken sen, ben ilginle boğulduğumdan dertlendim.
Bir yeri yaralandığında 'Anam görürse ne kadar üzülür' diye gizlemeye çalışmak küçük bir çocuk için nasıl ağır bir yüktür bilir misin?
Acından çok, O'nda yaratacağı acı, acıtır canını...
Oysa ne çok acılar paylaştık seninle.. Ve ne çok sevinçler yaşadık beraber... Nasıl dar günlerde yardıma koşup, kaç şenliğine ortak olduk birbirimizin..?
Lakin artık kafesten uçma vaktiydi. 'Danaların girdiği bostan'da ayakta kalabilmenin yolu, tek başına kanat çırpmayı öğrenmekten geçiyordu.
Yargıladık birbirimizi bir dönem... Sorguladık...
Sen bana eş dost çocuklarını örnek gösterdikçe, ben seni eş dost ebeveynleriyle kıyaslar oldum.
Sen her sohbete 'Bizim çocukluğumuzda...' diye başladıkça ben, değişen takvim yapraklarını koydum önüne...
Nasıl da zalim bir çark bu değil mi?
Doğuyor, doğuruyor ve günün birinde yuvadan uçacağını bile bile koca bir ömrü karşılıksız veriyorsun...
... Ve hayat birden ıssız bir adaya dönüşüveriyor.
Sonrası kah bir kapı zili beklentisi, kah bir mektup, kah bir telefon sesi... Gizliden gizliye özlenen bir torun müjdesi...
Fotoğraflar sarardıkça solan bir yaşam ve uzaklaştıkça yakınlaştığımız bir mazinin geri dönmez anıları...
Yazılarla konuştuk öyle zamanlarda... Bakışlarla anlaştık. Ağlaştık birbirimizden gizleyerek acılarımızı... Bir mimikle özleştik, bir gülüşle kavuştuk.
Ben büyürken... seni de büyüttüm.
Şimdi çok daha iyi anlıyoruz birbirimizi...
Çünkü küçücük bir el saçlarımı kavrıyor geceleri... Karyola başlarında uykusuz geceler geçiriyorum. Pastoral ninnilerle büyütüyorum oğlumu; yalancı çocukların burunları uzuyor masallarda, öpülen kurbağalar prens oluyor.
...Ve yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin geçersizleştiğini anlatan kitapları kaldırıyorum salondan gizli gizli...
O korkunç çark, acımasız bir hızla dönmeye devam ediyor. Zaman, öğütüyor kuşakları...
İnsan ancak mahrum kalınca anlıyor sevginin değerini... Bense sevginden mahrum kalmaya fazla dayanamayacağımı biliyorum.
O yüzden sana upuzun bir ömür diliyorum.
Hem biliyor musun?
'Seni çok seviyorum.'
(Can Dündar)
„Gafil halk tembelliğinden bir laf eder: „Yarın olsada bir iş işlesem.“ Bilmez ki bugün dünki günün yarınıdır, bugün bir şey işlememiştir ki yarın ne işleye...“
Gündelik görevlerimi hic aksatmadan, düzenli bir sekilde yerine getirirken, ha bugün ha yarin diyerek erteledigim, en önemli kulluk görevim…
Kış Yolculuğu… “Romantizm döneminin en ünlü bestekarı, Franz Schubert’in bir şarkı dizisi…
Kişiler hakkında karar verirken o kişinin dışardan görünen davranışına göre değil; neden o şekilde davrandığını öğrenip öyle karar vermeliyiz.
Bir cocugun bir eriskine her zaman ögretecegi üc sey vardir:
Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman mesgul olabilecek bir sey bulmak ve elde etmek istedigi seyi var gücüyle dayatmak.
(Besinci Dag, Paulo Coelho)
Yaşama küsme hakkınız yoktur.
Neden böylesine mutsuzsunuz?
Nasıl bu denli karamsar olabiliyorsunuz?
Belki işinizden memnun değilsiniz,
belki çevrenizden...
Maaşınızı az buluyor, ya da kendinizi beğenmiyorsunuz...
Oysa...
Öylesine değerlisiniz ki.
Örneğin gözleriniz...
Gözlerinizi kaça satarsınız?
1 trilyon?
2 trilyon?
5 trilyon?
Satarsınız...
İşte zenginsiniz...
Ama...
Bu servetle erişeceğiniz dünyayı görmedikten sonra,
paranın bir değeri var mı?
Ya da derdiniz para değil...
Başarı ve saygınlık.
Size gözlerinizin karşılığında bulunduğunuz şirketin
genel müdürlüğünü verseler kabul eder misiniz?
Cevabınız 'Hayır' değil mi?
O halde siz, aslında hem zengin, hem başarılısınız.
Yeter ki, size verilmiş bu değerlerin bilincinde olun.
Bunları görebileceğiniz bir başarı için hayata geçiriniz.
O halde....
Asla umutsuzluk yok!
(Leo Buscaglia)