gece sevecen bir eleştirmenin uykusu kaçtı günlüğüne genç ozanlar için şunları düştü - bu çocuklar hiç minibüse binmemiş belli ne de çalgılı kahvelerde sabahlamışlar yine de bir ağız var ki şiirlerinde yeniyetme şoförlerden külhani
Şahrud gökyüzü geliniydi. Yüzüne bulut inse dolardı masal gözleri. Bir solukluk rüzgarda bile Usul usul kanardı gelincik bedeni.
Seyduna yeryüzü cehennemi. Ölüm, çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını Yalnız ufuk çizgisinde buluşurlardı, Onu da güneş günde iki kez ateşe verirdi. … Rivayet odur ki, Şahrud vardığı denizlerde hala Seyduna türküleriyle uyanmakta, Seyduna, Şahrud’un gözlerinden kalan Masalla yaşlanmakta…'
Mem nelere gark olmadı Zin'in ateşi için Ferhat dağı delmedimi Şirin'in düşü için Kusur ise her saniye her yerde seni anmak Mecnun azmı yemin etti Leyla'nın başı için
Gözlerinin dokunduğu her mekan memleketim Bakı verde uzamasın gurbetim esaretim Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş Beni böyle eskitense prangalı hasretin
Sana yine sana yandım Nesimi'de dün gece Gözlerinle yüzüleyim bend olayım hallaca Böyle hüküm buyurmuşlar Tanrılar divanında Ha ben sana yollanmışım ha Muhammet miraca
Cümle cihan güzellerin yüzlerine ben örsün Gözlerin balyozu oldu içerimdeki örsün Ruhumdaki fırtınalar merihi usandırdı Nuh'a haber eyleyinde gelsinde tufan görsün
Ruhum... Mısra çekiyorum, haberin olsun. Çarşıların en küçük meyhanesi bu, Saçları yüzümde kardeş, çocuksu. Derimizin altında o ölüm namussuzu... Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor. İlktir dost elinin hançersizliği... Ağlıyor yeşil.
Sevmeyi beklerdim bir zamanlar. Hep filmlerde geçen, hayatım boyunca bir kez karşılaşabileceğim “O” adamın kim olabileceğini merak eder, hayaller çizerdim göz kapaklarımın ardında. Uzun zamanlar kovaladım hayalimi; öyle birinin olduğuna şüphesiz inandım. Bekledim. Yağmurlu ve arnavut kaldırımlı caddede bacaklarıma çamur sıçratmayı umursamadığımda, yağmurlar yalnızca zamansız lavlarımı ıslattığında insanları izledim. Saklı dünyalarını görmeye çalıştım. Yanlarında duranların, yalnız bir süre mi yoksa sonsuza dek mi kalmasını istediklerini hissetmeye çalıştım... Yalnız değildim, kimse “O”sunu bulamıyordu. Fakat hepsi eline bir fırça almış kendi dünyasını birkaç ara renkle boyamaya çalışıyordu. Anlam veremedim. Sol kulak kepçemin radyonun saçtığı notaları düşük frekansta topladığı gecelerde, insanların hikayelerini dinledim. Gerçekten “O”larını bulmuş olabilirler miydi? Şarkılar öyle söylüyordu, ben böyle bekliyordum. Sonra sabrımın vadesini doldurduğuna karar verdim. Ama umut bırakmadı peşimi. Kum tanecikleri birbirini kovalıyordu cam şişenin içinde; düşüncelerim de aynı felsefeyi benimsediler. Literatürümdeki 3. tekil şahsa, 1. tekil şahsın anlamını yüklediğimi fark ettim. Leo Buscaglia’nın dediği çıkmıştı. Aşktan bencilliği çıkarmıştım, geriye bir şey kalmamıştı. Artık kendimin aynası olan sevgili beklemeyecektim. Belirsizlikleri ve beklemeyi bıraktım artık. İleride bir yerde beni ya da bir başkasını bekleyen süpermenler olduğuna inandırmıyorum kendimi. Ama yokluğunu da kabullendiğim anlamına gelmiyor bunlar. Sadece kitabımdaki birkaç sayfanın yırtık olup olmadığından endişe ya da sürpriz bir ayraçla karşılaşırım diye ümit etmiyorum. Her şeye rağmen fırçamı tek renkte bekletmeyi seçiyorum. Ruhani dalgalarımı karşılayacak uçurumu bulmadıkça, zaman doldurmayı kabul etmiyorum.
Hem herşeyi söyleyip hem de hiçbirşeyi söylememek istediğim zamanlarımdan birindeyim yine.Teker teker kelimelerin anlamlarıyla bütünün anlamını birleştiremediğim bir zamandayım.Dünyanın hem içerisinde hem de dışarısında olduğum esrarlı zamanlardan birinde, bir köşebaşındayım, bu yüzden durmadan hem önüme hem de arkama bakıyorum.Havalara bakıyorum.Uçan kuşlara; martılara mesela, ya da kargalara.Martıların taklalar atarak dalışa geçişlerine bakıyorum.yoldaki köpeklerin birbirlerini kovalayışlarına.Hepsi teker teker anlamlı.Ama bir araya geldiklerinde...Bazen tekilin derinliğinde bütünün yansımalarını görüyormuşum gibi geliyor.Ama bir sistematik olarak beynime yerleştiremiyorum bunu.Ve en son olarak ve de en çok insanlara bakıyorum.Yürüyen, koşan, gülen, bekleyen, dinlenen, dinleyen, surat asan, isteyen, veren, oturan, sevişen, kendine güvenen, kendine söven, alan, satan, korkan, deliren ve bağıran insanları seyrediyorum.Bunların hepsini, değişik sebeplerle, değişik bir sırada yapıyorlar.Sebepler ve sıralamalar sonsuz.Ama herkes aynı şeyleri yaşadığı halde kimse birbirini anlamıyor.Ben de anlamıyorum.İnsan kendisine en yakın olanları anlamıyor.Hatta insan bazen kendisini bile anlamıyor.Bu kadar anlamsızlaştık demek ki...Kendi içimizde bile bir bütünlük kuramaz haldeyiz
Aramanın sonucu var gibi gözükür. Ama bazen, yalnızca bulduğunu sanırsın. İçinde bulunduğun duygu ve düşünce tanımaz değişim, “işte doğru bu” diye bulduğun sonuçları bir buldozer gibi ezip geçiyor. Çevrene ayak uydurmaya çalışmak, genelleşip toplum olmaya kadar gider. Oysa yaptığın tek şey zamanına ulaşmak, değişimin hızını yakalamak olur. Toplum içinde sivrilmeden, yani kusursuz bir şekilde “genelleşmiş” kalmak içinse bu hızın her zaman korunması gerekir. Bir adım geride olsan bile yarışın çok uzağındasındır. Ve bundan sonra yapman gereken tek şey senden bir adım önde olan zamanı, onun seni içine alıp toz haline getirmeden önce yakalamaya çalışmaktır. Bu yarışın alt kulvarlarında düşündüğüm tek şey bu oldu. Geleceğimi “kendim” şekillendirme çabalarında, önüme çıkan her engel ömrümden bir parçayı söküp sonsuz boşluğa fırlatıyor. Uğraşma, didinmede koca bir hiçle sonuçlanınca “neden bütün bunlar,neden? ” soruları sorulmaya başlanıyor. Pişmanlık mazeret kabul etmez ama ağırlığı bir tüy kadar az. Yani eğer pişman olsam bile değişecek hiçbir şeyin olmadığını biliyorum. Sadece karanlıkta kalan, birkaç merak unsurları aydınlığa kavuşacak, ya da ben sanki kendimi bilmiyormuşum gibi taklit bir avunmayla tatmin yoluna gideceğim. O yüzden her zaman için birer mazeret bulmak, ya da kafada şekilleyip uydurmak daha cazip ve mantıklı geliyor. En azından sonunda “hiç” den farklı birşeyler elde edeceğimi biliyorum. Bunun iyi olma olasılığı çok düşük olsa bile(çünkü insanlar mazeretlere pek inanmaz) kaybedecek can dahil hiçbir şeyin olmayışı, beni bir çeşit kumar oynamaya özendiriyor. Biliyorum kendimi hiçbir zaman kandıramam,ya da kandıramayacağım. Çünkü mazeretim ne kadar gerçekçi olursa olsun gerçek “gerçek” beynimin bir köşesinde duruyor olacak. Ve her kandırma girişimimde onu görecek, bazende hissedeceğim. Kesin olmayansa bunun ne zaman olacak oluşu. Avunma ve umursamama aslında mazeretinin koca bir parçasıdır. En başta, kaybettiklerinin gerçektende değersiz oldukları düşüncesi sende inanca dönüştüğünde, tıpkı bir din gibi sorgulaması imkansız hale gelir. Ve aslında “kendini kandırdığın” gerçeğinin görülmesini uzun süre geciktirir. Bazen bu süre hayatının hepsini kapsar. Ve sen pişman bile olamadan sana sonsuz gelen bu yaşamdan kopup gidersin. Arkanda ise yapılmamış onca iş, gerçekleştirilmemiş onca düş ağlamaklı gözlerle bir etrafı birde seni gözlerler.
gece sevecen bir eleştirmenin uykusu kaçtı
günlüğüne genç ozanlar için şunları düştü
- bu çocuklar hiç minibüse binmemiş belli
ne de çalgılı kahvelerde sabahlamışlar
yine de bir ağız var ki şiirlerinde
yeniyetme şoförlerden külhani
Şahrud gökyüzü geliniydi.
Yüzüne bulut inse dolardı masal gözleri.
Bir solukluk rüzgarda bile
Usul usul kanardı gelincik bedeni.
Seyduna yeryüzü cehennemi.
Ölüm, çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını
Yalnız ufuk çizgisinde buluşurlardı,
Onu da güneş günde iki kez ateşe verirdi.
…
Rivayet odur ki,
Şahrud vardığı denizlerde hala
Seyduna türküleriyle uyanmakta,
Seyduna, Şahrud’un gözlerinden kalan
Masalla yaşlanmakta…'
Mem nelere gark olmadı Zin'in ateşi için
Ferhat dağı delmedimi Şirin'in düşü için
Kusur ise her saniye her yerde seni anmak
Mecnun azmı yemin etti Leyla'nın başı için
Gözlerinin dokunduğu her mekan memleketim
Bakı verde uzamasın gurbetim esaretim
Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretin
Sana yine sana yandım Nesimi'de dün gece
Gözlerinle yüzüleyim bend olayım hallaca
Böyle hüküm buyurmuşlar Tanrılar divanında
Ha ben sana yollanmışım ha Muhammet miraca
Cümle cihan güzellerin yüzlerine ben örsün
Gözlerin balyozu oldu içerimdeki örsün
Ruhumdaki fırtınalar merihi usandırdı
Nuh'a haber eyleyinde gelsinde tufan görsün
her sevda bir kırılganlık yaşar
kaşığın, çay bardağındaki duruşu gibi.
yudum yudum içersen,
serde,
güzelliği görmek mümkün olur
Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.
hülya avşar: 'hiç aynaya baktın mı? sen de popstar hali var mı? '
ajdar: 'aynaya değil ama size bakınca kendimi bayağı star gibi hissediyorum'
:))
Sevmeyi beklerdim bir zamanlar. Hep filmlerde geçen, hayatım boyunca bir kez karşılaşabileceğim “O” adamın kim olabileceğini merak eder, hayaller çizerdim göz kapaklarımın ardında. Uzun zamanlar kovaladım hayalimi; öyle birinin olduğuna şüphesiz inandım. Bekledim.
Yağmurlu ve arnavut kaldırımlı caddede bacaklarıma çamur sıçratmayı umursamadığımda, yağmurlar yalnızca zamansız lavlarımı ıslattığında insanları izledim. Saklı dünyalarını görmeye çalıştım. Yanlarında duranların, yalnız bir süre mi yoksa sonsuza dek mi kalmasını istediklerini hissetmeye çalıştım... Yalnız değildim, kimse “O”sunu bulamıyordu. Fakat hepsi eline bir fırça almış kendi dünyasını birkaç ara renkle boyamaya çalışıyordu. Anlam veremedim.
Sol kulak kepçemin radyonun saçtığı notaları düşük frekansta topladığı gecelerde, insanların hikayelerini dinledim. Gerçekten “O”larını bulmuş olabilirler miydi? Şarkılar öyle söylüyordu, ben böyle bekliyordum. Sonra sabrımın vadesini doldurduğuna karar verdim. Ama umut bırakmadı peşimi.
Kum tanecikleri birbirini kovalıyordu cam şişenin içinde; düşüncelerim de aynı felsefeyi benimsediler. Literatürümdeki 3. tekil şahsa, 1. tekil şahsın anlamını yüklediğimi fark ettim. Leo Buscaglia’nın dediği çıkmıştı. Aşktan bencilliği çıkarmıştım, geriye bir şey kalmamıştı. Artık kendimin aynası olan sevgili beklemeyecektim.
Belirsizlikleri ve beklemeyi bıraktım artık. İleride bir yerde beni ya da bir başkasını bekleyen süpermenler olduğuna inandırmıyorum kendimi. Ama yokluğunu da kabullendiğim anlamına gelmiyor bunlar. Sadece kitabımdaki birkaç sayfanın yırtık olup olmadığından endişe ya da sürpriz bir ayraçla karşılaşırım diye ümit etmiyorum.
Her şeye rağmen fırçamı tek renkte bekletmeyi seçiyorum. Ruhani dalgalarımı karşılayacak uçurumu bulmadıkça, zaman doldurmayı kabul etmiyorum.
Hem herşeyi söyleyip hem de hiçbirşeyi söylememek istediğim zamanlarımdan birindeyim yine.Teker teker kelimelerin anlamlarıyla bütünün anlamını birleştiremediğim bir zamandayım.Dünyanın hem içerisinde hem de dışarısında olduğum esrarlı zamanlardan birinde, bir köşebaşındayım, bu yüzden durmadan hem önüme hem de arkama bakıyorum.Havalara bakıyorum.Uçan kuşlara; martılara mesela, ya da kargalara.Martıların taklalar atarak dalışa geçişlerine bakıyorum.yoldaki köpeklerin birbirlerini kovalayışlarına.Hepsi teker teker anlamlı.Ama bir araya geldiklerinde...Bazen tekilin derinliğinde bütünün yansımalarını görüyormuşum gibi geliyor.Ama bir sistematik olarak beynime yerleştiremiyorum bunu.Ve en son olarak ve de en çok insanlara bakıyorum.Yürüyen, koşan, gülen, bekleyen, dinlenen, dinleyen, surat asan, isteyen, veren, oturan, sevişen, kendine güvenen, kendine söven, alan, satan, korkan, deliren ve bağıran insanları seyrediyorum.Bunların hepsini, değişik sebeplerle, değişik bir sırada yapıyorlar.Sebepler ve sıralamalar sonsuz.Ama herkes aynı şeyleri yaşadığı halde kimse birbirini anlamıyor.Ben de anlamıyorum.İnsan kendisine en yakın olanları anlamıyor.Hatta insan bazen kendisini bile anlamıyor.Bu kadar anlamsızlaştık demek ki...Kendi içimizde bile bir bütünlük kuramaz haldeyiz
Aramanın sonucu var gibi gözükür. Ama bazen, yalnızca bulduğunu sanırsın. İçinde bulunduğun duygu ve düşünce tanımaz değişim, “işte doğru bu” diye bulduğun sonuçları bir buldozer gibi ezip geçiyor. Çevrene ayak uydurmaya çalışmak, genelleşip toplum olmaya kadar gider. Oysa yaptığın tek şey zamanına ulaşmak, değişimin hızını yakalamak olur. Toplum içinde sivrilmeden, yani kusursuz bir şekilde “genelleşmiş” kalmak içinse bu hızın her zaman korunması gerekir. Bir adım geride olsan bile yarışın çok uzağındasındır. Ve bundan sonra yapman gereken tek şey senden bir adım önde olan zamanı, onun seni içine alıp toz haline getirmeden önce yakalamaya çalışmaktır.
Bu yarışın alt kulvarlarında düşündüğüm tek şey bu oldu. Geleceğimi “kendim” şekillendirme çabalarında, önüme çıkan her engel ömrümden bir parçayı söküp sonsuz boşluğa fırlatıyor. Uğraşma, didinmede koca bir hiçle sonuçlanınca “neden bütün bunlar,neden? ” soruları sorulmaya başlanıyor. Pişmanlık mazeret kabul etmez ama ağırlığı bir tüy kadar az. Yani eğer pişman olsam bile değişecek hiçbir şeyin olmadığını biliyorum. Sadece karanlıkta kalan, birkaç merak unsurları aydınlığa kavuşacak, ya da ben sanki kendimi bilmiyormuşum gibi taklit bir avunmayla tatmin yoluna gideceğim. O yüzden her zaman için birer mazeret bulmak, ya da kafada şekilleyip uydurmak daha cazip ve mantıklı geliyor. En azından sonunda “hiç” den farklı birşeyler elde edeceğimi biliyorum. Bunun iyi olma olasılığı çok düşük olsa bile(çünkü insanlar mazeretlere pek inanmaz) kaybedecek can dahil hiçbir şeyin olmayışı, beni bir çeşit kumar oynamaya özendiriyor. Biliyorum kendimi hiçbir zaman kandıramam,ya da kandıramayacağım. Çünkü mazeretim ne kadar gerçekçi olursa olsun gerçek “gerçek” beynimin bir köşesinde duruyor olacak. Ve her kandırma girişimimde onu görecek, bazende hissedeceğim. Kesin olmayansa bunun ne zaman olacak oluşu.
Avunma ve umursamama aslında mazeretinin koca bir parçasıdır. En başta, kaybettiklerinin gerçektende değersiz oldukları düşüncesi sende inanca dönüştüğünde, tıpkı bir din gibi sorgulaması imkansız hale gelir. Ve aslında “kendini kandırdığın” gerçeğinin görülmesini uzun süre geciktirir. Bazen bu süre hayatının hepsini kapsar. Ve sen pişman bile olamadan sana sonsuz gelen bu yaşamdan kopup gidersin. Arkanda ise yapılmamış onca iş, gerçekleştirilmemiş onca düş ağlamaklı gözlerle bir etrafı birde seni gözlerler.