Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...
Dil bir toplumun aynasıdır, yüreğidir, beynidir; bireyin, ailenin, toplumun gücü ve simgesidir dil... Dil bireyler, toplumlar yani insanlar arasında en etkili ve en önemli bir iletişim aracıdır. İletişim ise insanların biribirini anlaması, sevmesi, kalplerin biribine ısınması, yakınlaşması, duygu ve düşüncelerin aktarılması, sezgilerin, duyguların, ilhamların, gönülden gönüle taşınması ile olur. En önemli şartı ise bir ülkede bireylerin kendi ana dillerini iyi ve eşit şartlarda öğrenip kullanmasından geçer...
Özgürlük, kişilerin anadiliyle okuyup yazmak, anadilini geliştirmek, düşünme ve düşündüklerini açıklama; her hangi bir konuda karar alma konusunda dış etkilerden uzak, kendi iradesiyle davranması durumudur. İnsanın tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele varmak için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumunda yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır.
İnsana özgü dil ve bilinci insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır... 18 inci yüzyıl içerisinde ırk, din, dil ayrımı olmamaksızın; insanların daha hoşgörülü olmaları, köleliğin kaldırılması, yeryüzündeki her kişinin diğer her kişiden farkı olmadığını, eşit haklara sahip olduğunu, her insanın özgür, eşit ve kardeşçe yaşamlarını sürdürmeleri için çabalar gösterilmiştir...
Dili elinden alınmış, yasaklanmış ve ana dilini konuşamamanın şidetli sancısını çekenler; dil kompleksine de girerler. Bazen kendi ana dillerini aşağılayıp çevresindeki yaygın dillere özenirler, onları kutsarlar ama ne tam kendisi olabilirler ne de ötekisi. bu komplekslerini gizlemek için de ilginç formüllere başvururlar.
Oysa ki, hiç kimse kendi varlığını, kendi kimliğini, kendi dilini, benliğini inkardan gelip başka bir bedende var olamaz. Ana dilinizin dışında sonradan öğrendiğiniz bir dili ne kadar iyi konuşursanız konuşun, o hâlâ 'yabancı' dildir sizin için. Çünkü konuştukça hep geriye, ilk deneyimlerinizin kavramlarına gidecektir belleğiniz.
Burada Heidegger’in şu sözü ne kadar da önem kazanıyor değil mi? “Dil varlığın evidir”. Bu ev de insanın içinde doğduğu anadildir. Varlıklar aleminde evinizden çıkıp gidemezsiniz, başka hiç bir evde kendi eviniz gibi kendinizi rahat hissedemezsiniz.
Ben çok küçük yaşlarda anadilimden kopup yurt dışına çıktım, yani anadilimden çok erken yaşlarda ayrıldım. Hayatımın dörte üçünden fazlasını yabancı ülkelerde geçirdim. Zaman zaman Kendi anadilimi unutma tehlikesi geçirdiğim ve bunun insanın hayatındaki önemini kavradığım için, pek çok insandan daha duyarlı ve daha iyi anlıyorum anadilin kıymetini ve önemini. Bunun insanın hayatında nelere mal olabileceğini bildiğim için de herkesin anadiline sahip çıkmasından yanayım. Herkesin anadilini öğrenmesini ve hiç bir zaman küçümsememesini isterim.
‘Dil bir araçtır’. Derler. Ama araba gibi uçurumdan bile aşağı sürebileceğiniz araç değil; katır gibi korktuğu yerden bir adım bile götürtemeyeceğiniz bir araç.
Diller kelime sayısıyla karşılaştırılmaz. Bir Afrika kabilesine 300 kelime yetiyordur ve biz ona fakir bir dil mi? diyeceğiz. Bu bir gelişim meselesi ve sürecidir. Kanıt mı? Türkçe’nin gerçek söz varlığı yaklaşık 6 bindir. İnsanlar 300 kelimesini ancak kullanıyor.
Bir dilde kelimeler sayılarıyla (nitelikleriyle) değil anlamları ve amaçlarıyla (nitelikleriyle) değer kazanırlar. Aslolan niteliktir.
Dünyada hiç bir dilin başka bir dilden üstünlüğü savunulamaz, her dilin kendine göre bir özelliği, güzelliği, bir üstünlüğü vardır ve her dil kendine göre güzel ve değerlidir, üstündür. Dünyada her dil ayrı bir kültür, ayrı bir ahenk, renk ve ayrı bir zenginliktir. Aksini düşünenler çağımızın saygısız sırtlanlarıdır ki, zaten bu tür düşünceye sahip insanların başka türlü düşünmesi, davranması da beklenmez..
Kendine saygılı, kendini araştıran, bulan ve aşan bir toplumun bireyleri daha saygın ve insani bir düşünceye yönelir ve kendisine benzemeyen, aynı dili konuşmayan toplumlara karşı hoşgörü mekanizmasını devreye koyar.
Her dine, inanca ve Ülkeye nasıl ki, saygı gösterme gerekliliği duyuluyorsa, her dile de saygı gösterme gerekliliği vardır.
Yaşadığımız yirmibirinci yüzyılda bir dilin kullanımı baskı altında tutulup gelişmesine yeterince olanak tanınmıyorsa, o dilin yara alması, bilahare yürekleri, gönülleri, düşünceleri ve ruhlarının hasta olması kaçınılmazdır. Ana dilini tam kullanamayan, ana diliyle konuşamayan, anlaşamayan, iletişim araçlarından yoksun bırakılan insanların, kendini ifade edememe ve yaşayacakları gerilim stres ve bunalımlar nice anlaşmazlıklara, kavgalara, kanlı sahnelere sebep olabilecegini herkes hesap ve idrak etmelidir...
Büyük düşünür Konfüçyüs’e “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu? ” Sorusuna şöyle cevap verir. “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılmaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur.”
Bunu herkes kendi üzerinde deneyebilir, yabancı ülkelerde yaşayanlar bunu rahatlıkla çok daha iyi anlayabilirler. Sorunlarımızı, isteklerimizi anlatamadığımız zaman çektiğimiz sıkıntıyı, gerilimi bir düşünün...
Bir de bunu bir toplum sathında büyütün. Derdini anlatamayan, değer verilmeyen, sürekli baskı altında tutulan, içindeki duygu ve düşüncelerini ifade edemiyen toplumlar, işi kavgaya götürebileceği kaçınılmazdır.
Her ülkenin tabi ki, kendine göre bir resmi dili vardır ve de olmalıdır, bunda herkes aynı ölçüde yararlanmalıdır ama herkesin ana dil hakkının geliştirilmesine de olanak tanınmalı ve engel olunmamalıdır; ayrıca resmi kurumlarca da desteklenmelidir...
Çağdaş olmanın, demokrat ve insan olmanın bir gereği olarak bırakın herkes kendi anadiline, tarihine sahip çıksın, kültürünü korusun. Bunun kime ne zararı var, anlamaktan güçlük çekiyorum. Diline, kültürüne sahip çıkan insanlara ülkemizde vatan haini, bölücü gibi nitelemelerde bulunup düşmanca davranılmasına da bir anlam veremiyorum. Senin benim olduğu kadar, anadil herkesin hakkıdır. Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...
İşte adına hak ve emek dediğimiz bu kavramın niteliğinden dolayı insan hayvansal sınıftan süratle ayrılmıştır. İnsana özgü dil ve bilinçi, insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır... Aydın ve düşünürler insanların tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele erişmesi için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumların da yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır...
Küreselleşmenin ağırlığını gittikçe hissettiğimiz çağımızda, halkların kültürlerin, toplumların yok olmamak ve kaybolmamak için ana dillerine sahip çıkmaları ve geliştirilmesi için yoğun çaba içine girmeleri elzem ve vicdanidir... Gelecek kuşaklara aktarılmasını hesaplamanın açısından da bu böyle... Açıktır ki her dil bir varlığı aksettirir...
Sunni biri olarak incelediğim ve tanıdığım kadarıyla, Alevilik her şeyden önce insan olma erdemliliği çağrıştırıyor. Hoşgörüyü, sevgiyi, dürüstlüğü, doğruluğu en önemlisi de insana insan gibi ve tüm insanlara aynı gözle bakmayı çağrıştırıyor... Dostlarıma diyorum ki üzülmeyin, insana ancak insan insan gözüyle bakar, hayvan da hayvan gözüyle...
“İnsanların bütün felaketleri, geçimsizlikler, savaşlar, tuzaklar, kan dökmeler, hep altını elde etmek arzusundan doğar.” LUKİANOS.
Bence evet.
Dünyanın en korkunç en acımasız yaratığı şüphesiz ki, insanoğludur. Ekolojik sistem içerisinde türüne işkence eden, katleden tek canlıdır... Geçmişten günümüze değin öldürümler, katliamlar, savaşlar hep insanın gündemini oluşturmuştur. Kimi zaman korunmak, kimi zaman korumak, çoğu zaman da Kutsal saydığı inaklar adına katliamlar yapmıştır 'Tanrı, din, ırk, ideoloji, mezhep, tarikat, vatan, toprak vs' gibi.
İnsanlar, başka ülke yada halkların malına - mülküne tecavüzü ganimet ve kahramanlık sayıyor... Teknoloji geliştikçe toplu insan katletmenin, acımasızlığın yolları da artıyor. Birileri bu vahşiliği bu tekniği insanların üzerinde gücü yettiğince hep denedi ve deniyor. Bu vahşet ve vahşilik insanın ayak bastığı ve yaşadığı her yerde uygulanıyor... Bazen insana yapılan işkence yada öldürüm biçimleri insanın kanını donduracak boyutlara ulaşıyor. Bazen kana, acıya ve gözyaşına boğulmuş insanın gerçeğini kaldıramıyor insan.
İncelerseniz insan oğlunun tarihi yıkımlar, işkenceler, öldürümler üzerine kurulmuş. Her süreçte akınlar neticesinde nice karaparçaları, medeniyetler, coğrafyalar, ülkeler, şehirler özelliklerini yitirmiş; insanları yine insanlar tarafından vahşice katledilmiştir.
Günümüz de hala devam eden bireylerin, ailelerin, toplumların huzurunu alt üst eden düşmanlık ve kin duyguları hangi sebeple olursa olsun çirkin ve zararlıdır. Dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen savaşlar ve bu çirkin savaşların insan için nelere mal olduğu ortada.
Bu barbarlık ve vahşet günümüzde hala insana yaraşır bir barbarlıkla devam ediyor... Hala utanılası yükselen değerler, düşünceler, izmler, uygarlıklar adına devam ediyor... Uzun bir süredir tv deki haberleri izlemiyorum, çünkü izledikçe yüreğim kanıyor. Kahretsin, çocuk olmak ve uzak durmak istiyorum; durdurmak istiyorum bütün savaşları, katliamları. Bir çocuğun gözleriye görmek istiyorum dünyayı, yüreğiyle sevmek istiyorum insanları.
Amacım ne katili aramak ne de katledileni. Çünkü her ikisi de biziz... İnsan olarak geçmişten bu güne alnımıza sürülen kara bir lekedir sanki. Yapacağımız en onurlu en insanca şey, kendi türümüzün her türlü imhasına, haksızlığa uğramasına 'dur' diyebilmek; ama iflas eden beş bin yıllık paradiğmanın kirli araçlarıyla değil... Vicdanımızla, merhatimizle, onurumuzla, ehlileşmiş insan olan yanlarımızla...
Ateşi kullanmak insandan başka hiçbir yarattığa nasip olmamıştır. Bu durum aklın insanda daha yontma taş devrinde iken inkişaf ettiği ve o devirde bile bütün hayvanları geri bıraktığı anlaşılır.
Marki Santuola 1897 senesinde dört yaşındaki kızı ile beraber İspanya’nın kuzeyinde Kantabre dağlarında “Altamira” mağarasına fosil aramak için gitmişti. Marki Santuola’nin kızı elinde mum ışığı ile mağarayı gezerken öyle ıssız bir köşesine girmişti ki, orada bir şey bulunacağı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk mumu kaldırıp bir Bizon resmi ile karşılaşınca fena halde korkmuş babasını çağırmıştı.
İşte tarihden evelki meşhur av hayvanları resimleri böyle bir tesadüf eseri bulunmuştur. Bu buluş üzerine Avrupa´nın bütün mağaralarının gizli ve karanlık yerlerinde araştırmalar yapılmıştır. İspanya, Fransa ve İtalya “Altamira” resimlerine benzer daha bir takım resimler bulunmuş ise de Almanya ve İngiltere de hiç bir resme rastlanmamıştır. Acaba yontma taş çağında yaşayan insanlar bu resimleri mağaraların en gizli yerlerine ne için yapmışlardır. Bu noktaya bilim ve düşün adamları şöyle bir yorum getiriyor.
Yontma taş devrinde ki, insanlar üretimi bilmezlerdi. Çevrelerinde yiyecek bulurlarsa yaşarlar, bulamazlarsa ölürler yada başka bir yere göçerlerdi.
Fakat yontma taş insanları iki zümreye ayrılırlar otluk yerlerde yaşıyan kabileler av hayvanları ile beslenirlerken, ormanlarda yaşıyan kabilelerin ise başlıca gıdaları huda’yı nabit yemişler ile toprak altından çıkan köklerdir. Bununla beraber av hayvanları bazı seneler bol, bazı seneler kıt olurdu. Yontma taş devrinde kabileler arasında tesanüd (dayanışma) yoktu. İnsanlar küçük kümeler halinde yaşarlar ve en çok açlıktan korkarlardı.
Nasıl ormanlarda yaşıyan kabileler yemişlerin bol olması için dağlarda seçtikleri ağaçların önünde senenin muayyen günlerinde toplanarak bir takım ayinler yaparlarsa (*) av hayvanları ile beslenen kabileler de av hayvanlarının çoğalması ve çabuk tutulabilmesi için mağaralarda kadın ve çocukların giremeyeceği gizli yerlerde bu hayvanların resimlerini çizer, önlerinde büyüler yaparlardı. İşte “Altamira” mağaralarında bulunan av hayvan resimleri yontma taş devrinden kalma büyülerdir.
Bu ayinlerden anlıyoruz ki, aç adamın dermansızlığı, tok adamın kuvetli oluşu daha yontma taş devrinde ki, insanların dikkatini çekmiştir. İnsanlar gıda maddelerinin sihirli kudretine daha o devirde inanmışlardı. Nebatat ile hayvanatı mukaddes addeden totemizm bu devrin hatırası olarak kalmıştır.
Bu iki nevi totem, insanların üzerinde başka başka hayati tesirler yaratmıştır. Vejetalistlerin dünyasını nebatat teşkil cihetle hayatlarını tabiatın gidişine intibak ettirmiştir. Ölüm hadisesini tabii bir zaruret sayarak ölülerinin hatırasını unutmamışlar, kadınlara ihtiyarlara hürmet etmişler başka kabile insanlarına saygı göstermişler. Barışı mücadeleye tercih etmişlerdir...
Av hayvanları ile beslenenlere gelince dünya görüşlerini, hayvanların haşin ve sert mücadelerine intibak ettirdiklerinden vejatalistlerin tam aksine kaba kuvet ve kurnazlığa itibar etmişlerdir. İnsan ve diğer yaratıkları gözünü kırpmadan öldürmüş ve işgalci olmuşlardır. Ölülerini, bir daha dönüp geri gelmemeleri için sımsıkı bağlamışlar, aileden ziyade kabileye bağlanıp, aralarından en kuvetli adamı lider olarak seçmiş ve sihire inanmışlardır.
İşte bundan on bin sene önce Fransa ve İspanya mağaralarının duvarlarını Bizon ve diğer hayvan resimleri ile süsleyen ve bu gün dahi sanat bakımından hayranlığımızı çeken kromanyonlar bu ikinci zümreye mensup adamlardı.
Yontma taş devrinde dahi insanların hiç bir davranışı yoktur ki, bir manası olmasın. Ateşin bulunuşundan sonra en mühim hadise imanın zuhurudur. Mağaralardaki resimler keyif için yapılmamıştır, bunlar cemiyeti açlıktan kurtarmak için düşünülmüş büyülerdir.
Portekizli bilim adami Mondos Korea “Medeniyyetin menşei Avrupa’dır; çünkü Akdeniz medeniyeti Kromanyon kültürünün istihalesidir” der ve şimdiye kadar ekseriyetin kabul ettiği ışık doğudan gelmiştir iddiasını çürütür. Biz bu birinci iddayı kabul etmiyoruz.
Çünkü Kromanyolar ne kadar sanatkar olurlarsa olsunlar nihayet av hayvanları ile yaşamışlar, asalaklıktan işgalcilikten, kurtulamamışlardır. Binaenaleyh Akdeniz medeniyetinin menşeini Avrupa da değil Asya ve Afrika da aramak mecburiyetindeyiz. Bu konu uzun olduğu için ancak başka bir yazı da ele almayı düşünüyorum...
Toplum Dil Ve Kimlik
Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...
Dil bir toplumun aynasıdır, yüreğidir, beynidir; bireyin, ailenin, toplumun gücü ve simgesidir dil...
Dil bireyler, toplumlar yani insanlar arasında en etkili ve en önemli bir iletişim aracıdır. İletişim ise insanların biribirini anlaması, sevmesi, kalplerin biribine ısınması, yakınlaşması, duygu ve düşüncelerin aktarılması, sezgilerin, duyguların, ilhamların, gönülden gönüle taşınması ile olur. En önemli şartı ise bir ülkede bireylerin kendi ana dillerini iyi ve eşit şartlarda öğrenip kullanmasından geçer...
Özgürlük, kişilerin anadiliyle okuyup yazmak, anadilini geliştirmek, düşünme ve düşündüklerini açıklama; her hangi bir konuda karar alma konusunda dış etkilerden uzak, kendi iradesiyle davranması durumudur.
İnsanın tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele varmak için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumunda yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır.
İnsana özgü dil ve bilinci insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır...
18 inci yüzyıl içerisinde ırk, din, dil ayrımı olmamaksızın; insanların daha hoşgörülü olmaları, köleliğin kaldırılması, yeryüzündeki her kişinin diğer her kişiden farkı olmadığını, eşit haklara sahip olduğunu, her insanın özgür, eşit ve kardeşçe yaşamlarını sürdürmeleri için çabalar gösterilmiştir...
Dili elinden alınmış, yasaklanmış ve ana dilini konuşamamanın şidetli sancısını çekenler; dil kompleksine de girerler. Bazen kendi ana dillerini aşağılayıp çevresindeki yaygın dillere özenirler, onları kutsarlar ama ne tam kendisi olabilirler ne de ötekisi. bu komplekslerini gizlemek için de ilginç formüllere başvururlar.
Oysa ki, hiç kimse kendi varlığını, kendi kimliğini, kendi dilini, benliğini inkardan gelip başka bir bedende var olamaz.
Ana dilinizin dışında sonradan öğrendiğiniz bir dili ne kadar iyi konuşursanız konuşun, o hâlâ 'yabancı' dildir sizin için. Çünkü konuştukça hep geriye, ilk deneyimlerinizin kavramlarına gidecektir belleğiniz.
Burada Heidegger’in şu sözü ne kadar da önem kazanıyor değil mi? “Dil varlığın evidir”. Bu ev de insanın içinde doğduğu anadildir. Varlıklar aleminde evinizden çıkıp gidemezsiniz, başka hiç bir evde kendi eviniz gibi kendinizi rahat hissedemezsiniz.
Ben çok küçük yaşlarda anadilimden kopup yurt dışına çıktım, yani anadilimden çok erken yaşlarda ayrıldım. Hayatımın dörte üçünden fazlasını yabancı ülkelerde geçirdim. Zaman zaman Kendi anadilimi unutma tehlikesi geçirdiğim ve bunun insanın hayatındaki önemini kavradığım için, pek çok insandan daha duyarlı ve daha iyi anlıyorum anadilin kıymetini ve önemini. Bunun insanın hayatında nelere mal olabileceğini bildiğim için de herkesin anadiline sahip çıkmasından yanayım. Herkesin anadilini öğrenmesini ve hiç bir zaman küçümsememesini isterim.
‘Dil bir araçtır’. Derler. Ama araba gibi uçurumdan bile aşağı sürebileceğiniz araç değil; katır gibi korktuğu yerden bir adım bile götürtemeyeceğiniz bir araç.
Diller kelime sayısıyla karşılaştırılmaz. Bir Afrika kabilesine 300 kelime yetiyordur ve biz ona fakir bir dil mi? diyeceğiz. Bu bir gelişim meselesi ve sürecidir.
Kanıt mı?
Türkçe’nin gerçek söz varlığı yaklaşık 6 bindir. İnsanlar 300 kelimesini ancak kullanıyor.
Bir dilde kelimeler sayılarıyla (nitelikleriyle) değil anlamları ve amaçlarıyla (nitelikleriyle) değer kazanırlar. Aslolan niteliktir.
Dünyada hiç bir dilin başka bir dilden üstünlüğü savunulamaz, her dilin kendine göre bir özelliği, güzelliği, bir üstünlüğü vardır ve her dil kendine göre güzel ve değerlidir, üstündür. Dünyada her dil ayrı bir kültür, ayrı bir ahenk, renk ve ayrı bir zenginliktir. Aksini düşünenler çağımızın saygısız sırtlanlarıdır ki, zaten bu tür düşünceye sahip insanların başka türlü düşünmesi, davranması da beklenmez..
Kendine saygılı, kendini araştıran, bulan ve aşan bir toplumun bireyleri daha saygın ve insani bir düşünceye yönelir ve kendisine benzemeyen, aynı dili konuşmayan toplumlara karşı hoşgörü mekanizmasını devreye koyar.
Her dine, inanca ve Ülkeye nasıl ki, saygı gösterme gerekliliği duyuluyorsa, her dile de saygı gösterme gerekliliği vardır.
Yaşadığımız yirmibirinci yüzyılda bir dilin kullanımı baskı altında tutulup gelişmesine yeterince olanak tanınmıyorsa, o dilin yara alması, bilahare yürekleri, gönülleri, düşünceleri ve ruhlarının hasta olması kaçınılmazdır. Ana dilini tam kullanamayan, ana diliyle konuşamayan, anlaşamayan, iletişim araçlarından yoksun bırakılan insanların, kendini ifade edememe ve yaşayacakları gerilim stres ve bunalımlar nice anlaşmazlıklara, kavgalara, kanlı sahnelere sebep olabilecegini herkes hesap ve idrak etmelidir...
Büyük düşünür Konfüçyüs’e “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu? ” Sorusuna şöyle cevap verir.
“Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılmaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur.”
Bunu herkes kendi üzerinde deneyebilir, yabancı ülkelerde yaşayanlar bunu rahatlıkla çok daha iyi anlayabilirler. Sorunlarımızı, isteklerimizi anlatamadığımız zaman çektiğimiz sıkıntıyı, gerilimi bir düşünün...
Bir de bunu bir toplum sathında büyütün. Derdini anlatamayan, değer verilmeyen, sürekli baskı altında tutulan, içindeki duygu ve düşüncelerini ifade edemiyen toplumlar, işi kavgaya götürebileceği kaçınılmazdır.
Her ülkenin tabi ki, kendine göre bir resmi dili vardır ve de olmalıdır, bunda herkes aynı ölçüde yararlanmalıdır ama herkesin ana dil hakkının geliştirilmesine de olanak tanınmalı ve engel olunmamalıdır; ayrıca resmi kurumlarca da desteklenmelidir...
Çağdaş olmanın, demokrat ve insan olmanın bir gereği olarak bırakın herkes kendi anadiline, tarihine sahip çıksın, kültürünü korusun. Bunun kime ne zararı var, anlamaktan güçlük çekiyorum. Diline, kültürüne sahip çıkan insanlara ülkemizde vatan haini, bölücü gibi nitelemelerde bulunup düşmanca davranılmasına da bir anlam veremiyorum. Senin benim olduğu kadar, anadil herkesin hakkıdır.
Toplumlar ve bireyler özgün, özgür ve yerel olamadan, kendi kimliğini ve dilinin gücünü ortaya koymadan çağı yakalayamazlar...
İşte adına hak ve emek dediğimiz bu kavramın niteliğinden dolayı insan hayvansal sınıftan süratle ayrılmıştır. İnsana özgü dil ve bilinçi, insanı tarihsel, siyasal, bilimsel, sanatsal ve ekonomik gelişmelere yatkın ve yetkin kılmıştır... Aydın ve düşünürler insanların tarihsel süreç içerisinde daha iyiye ve daha güzele erişmesi için yaşam koşullarını bilinçli ve doğasına uygun olarak toplumların da yararlarını düşünerek geleceğin temelini atmaya çalışmışlardır...
Küreselleşmenin ağırlığını gittikçe hissettiğimiz çağımızda, halkların kültürlerin, toplumların yok olmamak ve kaybolmamak için ana dillerine sahip çıkmaları ve geliştirilmesi için yoğun çaba içine girmeleri elzem ve vicdanidir... Gelecek kuşaklara aktarılmasını hesaplamanın açısından da bu böyle... Açıktır ki her dil bir varlığı aksettirir...
Nuri CAN
Protest
Kaan İnce’ye
Madem bu putlar yasa
savaş istiyor tanrılar
nereye baksam ihanet
neye dokunsam kan
sormaz mıyım,
nerdesin ey tanrım
Madem
yetmiyor gücü sevginin
yaşamı onarmaya
herkes herkese düşman
çiçeklerin alnında kan lekeleri
kalbinden güneşi hançerliyor insan
Madem
katliamlarla boğuluyor dünya
acımasızlıklar kin kusuyor
cennet adına cehennemi yaşıyoruz
ve bütün umutlar kördüğüm
Bırakıp burda bu koca yüreği
çekip gidiyorum ben de
Nuri CAN
www.nuricann.com
Sunni biri olarak incelediğim ve tanıdığım kadarıyla, Alevilik her şeyden önce insan olma erdemliliği çağrıştırıyor. Hoşgörüyü, sevgiyi, dürüstlüğü, doğruluğu en önemlisi de insana insan gibi ve tüm insanlara aynı gözle bakmayı çağrıştırıyor... Dostlarıma diyorum ki üzülmeyin, insana ancak insan insan gözüyle bakar, hayvan da hayvan gözüyle...
Dünyanın En Korkunç Yaratığı İnsan mıdır?
“İnsanların bütün felaketleri, geçimsizlikler, savaşlar, tuzaklar, kan dökmeler, hep altını elde etmek arzusundan doğar.” LUKİANOS.
Bence evet.
Dünyanın en korkunç en acımasız yaratığı şüphesiz ki, insanoğludur. Ekolojik sistem içerisinde türüne işkence eden, katleden tek canlıdır... Geçmişten günümüze değin öldürümler, katliamlar, savaşlar hep insanın gündemini oluşturmuştur. Kimi zaman korunmak, kimi zaman korumak, çoğu zaman da Kutsal saydığı inaklar adına katliamlar yapmıştır 'Tanrı, din, ırk, ideoloji, mezhep, tarikat, vatan, toprak vs' gibi.
İnsanlar, başka ülke yada halkların malına - mülküne tecavüzü ganimet ve kahramanlık sayıyor... Teknoloji geliştikçe toplu insan katletmenin, acımasızlığın yolları da artıyor. Birileri bu vahşiliği bu tekniği insanların üzerinde gücü yettiğince hep denedi ve deniyor. Bu vahşet ve vahşilik insanın ayak bastığı ve yaşadığı her yerde uygulanıyor... Bazen insana yapılan işkence yada öldürüm biçimleri insanın kanını donduracak boyutlara ulaşıyor. Bazen kana, acıya ve gözyaşına boğulmuş insanın gerçeğini kaldıramıyor insan.
İncelerseniz insan oğlunun tarihi yıkımlar, işkenceler, öldürümler üzerine kurulmuş. Her süreçte akınlar neticesinde nice karaparçaları, medeniyetler, coğrafyalar, ülkeler, şehirler özelliklerini yitirmiş; insanları yine insanlar tarafından vahşice katledilmiştir.
Günümüz de hala devam eden bireylerin, ailelerin, toplumların huzurunu alt üst eden düşmanlık ve kin duyguları hangi sebeple olursa olsun çirkin ve zararlıdır. Dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen savaşlar ve bu çirkin savaşların insan için nelere mal olduğu ortada.
Bu barbarlık ve vahşet günümüzde hala insana yaraşır bir barbarlıkla devam ediyor... Hala utanılası yükselen değerler, düşünceler, izmler, uygarlıklar adına devam ediyor... Uzun bir süredir tv deki haberleri izlemiyorum, çünkü izledikçe yüreğim kanıyor. Kahretsin, çocuk olmak ve uzak durmak istiyorum; durdurmak istiyorum bütün savaşları, katliamları. Bir çocuğun gözleriye görmek istiyorum dünyayı, yüreğiyle sevmek istiyorum insanları.
Amacım ne katili aramak ne de katledileni. Çünkü her ikisi de biziz... İnsan olarak geçmişten bu güne alnımıza sürülen kara bir lekedir sanki. Yapacağımız en onurlu en insanca şey, kendi türümüzün her türlü imhasına, haksızlığa uğramasına 'dur' diyebilmek; ama iflas eden beş bin yıllık paradiğmanın kirli araçlarıyla değil... Vicdanımızla, merhatimizle, onurumuzla, ehlileşmiş insan olan yanlarımızla...
Nuri CAN
www.nuricann.com
İnsanın Dünü de Vahşi Bu Günü de
Etoburların Vahşiliği
Ateşi kullanmak insandan başka hiçbir yarattığa nasip olmamıştır. Bu durum aklın insanda daha yontma taş devrinde iken inkişaf ettiği ve o devirde bile bütün hayvanları geri bıraktığı anlaşılır.
Marki Santuola 1897 senesinde dört yaşındaki kızı ile beraber İspanya’nın kuzeyinde Kantabre dağlarında “Altamira” mağarasına fosil aramak için gitmişti. Marki Santuola’nin kızı elinde mum ışığı ile mağarayı gezerken öyle ıssız bir köşesine girmişti ki, orada bir şey bulunacağı kimsenin aklına gelmemişti. Çocuk mumu kaldırıp bir Bizon resmi ile karşılaşınca fena halde korkmuş babasını çağırmıştı.
İşte tarihden evelki meşhur av hayvanları resimleri böyle bir tesadüf eseri bulunmuştur. Bu buluş üzerine Avrupa´nın bütün mağaralarının gizli ve karanlık yerlerinde araştırmalar yapılmıştır. İspanya, Fransa ve İtalya “Altamira” resimlerine benzer daha bir takım resimler bulunmuş ise de Almanya ve İngiltere de hiç bir resme rastlanmamıştır. Acaba yontma taş çağında yaşayan insanlar bu resimleri mağaraların en gizli yerlerine ne için yapmışlardır. Bu noktaya bilim ve düşün adamları şöyle bir yorum getiriyor.
Yontma taş devrinde ki, insanlar üretimi bilmezlerdi. Çevrelerinde yiyecek bulurlarsa yaşarlar, bulamazlarsa ölürler yada başka bir yere göçerlerdi.
Fakat yontma taş insanları iki zümreye ayrılırlar otluk yerlerde yaşıyan kabileler av hayvanları ile beslenirlerken, ormanlarda yaşıyan kabilelerin ise başlıca gıdaları huda’yı nabit yemişler ile toprak altından çıkan köklerdir. Bununla beraber av hayvanları bazı seneler bol, bazı seneler kıt olurdu. Yontma taş devrinde kabileler arasında tesanüd (dayanışma) yoktu. İnsanlar küçük kümeler halinde yaşarlar ve en çok açlıktan korkarlardı.
Nasıl ormanlarda yaşıyan kabileler yemişlerin bol olması için dağlarda seçtikleri ağaçların önünde senenin muayyen günlerinde toplanarak bir takım ayinler yaparlarsa (*) av hayvanları ile beslenen kabileler de av hayvanlarının çoğalması ve çabuk tutulabilmesi için mağaralarda kadın ve çocukların giremeyeceği gizli yerlerde bu hayvanların resimlerini çizer, önlerinde büyüler yaparlardı. İşte “Altamira” mağaralarında bulunan av hayvan resimleri yontma taş devrinden kalma büyülerdir.
Bu ayinlerden anlıyoruz ki, aç adamın dermansızlığı, tok adamın kuvetli oluşu daha yontma taş devrinde ki, insanların dikkatini çekmiştir. İnsanlar gıda maddelerinin sihirli kudretine daha o devirde inanmışlardı. Nebatat ile hayvanatı mukaddes addeden totemizm bu devrin hatırası olarak kalmıştır.
Bu iki nevi totem, insanların üzerinde başka başka hayati tesirler yaratmıştır. Vejetalistlerin dünyasını nebatat teşkil cihetle hayatlarını tabiatın gidişine intibak ettirmiştir. Ölüm hadisesini tabii bir zaruret sayarak ölülerinin hatırasını unutmamışlar, kadınlara ihtiyarlara hürmet etmişler başka kabile insanlarına saygı göstermişler. Barışı mücadeleye tercih etmişlerdir...
Av hayvanları ile beslenenlere gelince dünya görüşlerini, hayvanların haşin ve sert mücadelerine intibak ettirdiklerinden vejatalistlerin tam aksine kaba kuvet ve kurnazlığa itibar etmişlerdir. İnsan ve diğer yaratıkları gözünü kırpmadan öldürmüş ve işgalci olmuşlardır. Ölülerini, bir daha dönüp geri gelmemeleri için sımsıkı bağlamışlar, aileden ziyade kabileye bağlanıp, aralarından en kuvetli adamı lider olarak seçmiş ve sihire inanmışlardır.
İşte bundan on bin sene önce Fransa ve İspanya mağaralarının duvarlarını Bizon ve diğer hayvan resimleri ile süsleyen ve bu gün dahi sanat bakımından hayranlığımızı çeken kromanyonlar bu ikinci zümreye mensup adamlardı.
Yontma taş devrinde dahi insanların hiç bir davranışı yoktur ki, bir manası olmasın. Ateşin bulunuşundan sonra en mühim hadise imanın zuhurudur. Mağaralardaki resimler keyif için yapılmamıştır, bunlar cemiyeti açlıktan kurtarmak için düşünülmüş büyülerdir.
Portekizli bilim adami Mondos Korea “Medeniyyetin menşei Avrupa’dır; çünkü Akdeniz medeniyeti Kromanyon kültürünün istihalesidir” der ve şimdiye kadar ekseriyetin kabul ettiği ışık doğudan gelmiştir iddiasını çürütür. Biz bu birinci iddayı kabul etmiyoruz.
Çünkü Kromanyolar ne kadar sanatkar olurlarsa olsunlar nihayet av hayvanları ile yaşamışlar, asalaklıktan işgalcilikten, kurtulamamışlardır.
Binaenaleyh Akdeniz medeniyetinin menşeini Avrupa da değil Asya ve Afrika da aramak mecburiyetindeyiz. Bu konu uzun olduğu için ancak başka bir yazı da ele almayı düşünüyorum...
Nuri CAN
www.nuricann.com