Doğu Anadolu, Kuzey Irak, Lübnan, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ın fethiyle Osmanlı Hânedanına Halifelik makâmını ve mübârek emânetleri kazandıran Sultan Selim Han, sekiz buçuk yılda devleti iki kat büyüttü.
SultanSelim Han devrin meşhur âlimlerinden, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ile ilmî sohbet edip, ona hürmet gösterirdi. Sofiyye-i âliyyenin büyük âlimi Muhyiddîn-i Arabî’nin Şam’daki kabr-i şerîfini tespit ettirip yanına câmi, türbe, imâret yaptırdı. Seferlerinde evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin türbesini ziyâret ederdi. Ehl-i sünnete çok hizmet edip, İslâm âlemi için büyük tehlike olan Sâfevîli Şah İsmail’in ideolojisinin yayılmasını önleyerek İran’da mahsur bıraktı. Çok heybetli olup, azâmetinden çevresindekiler titrediği hâlde, âlimlere, halkına karşı tevâzu sâhibiydi. Devamlı; “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.” buyururdu. Çok mütevâzi olup, sâde giyinirdi. Muhteşem Osmanlı Devletinin en son din olan, İslâm âleminin lideri olmasına rağmen Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklandığından debdebe ve şaşaadan uzak hayat sürerdi. Bir defâsında oğlu Şehzâde Süleyman çok süslü bir elbiseyle huzûruna girince; “Süleyman annen ne giysin! ” diyerek sitem etmişti. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilip, edebiyat, târih ve coğrafyaya da meraklıydı. Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Farsça Dîvân’ı Almanya’da yayınlanmıştır.
Dar olan, şekl ve suret kabına ma'na nasıl sığar Dilenci kulubesinde sultanın ne işi var...
Her müslimanın önce i'tikadını düzeltmesi, yani ehl-i sünnet vel-cemaat alimlerinin 'rahmetullahi teala aleyhim ecma'in' bildirdikleri gibi inanması lazımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o alimlere, Allahü teala bol bol mükafat versin! Cehennemin ebedi azabından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir.
HİLYE-İ SAÂDET
Eshâbına nasîhatdan sonra,
Fahr-i âlem dedi, benden sonra,
Hilye-i pâkimi, görse biri,
Olur o, yüzümü görmüş gibi,
Gördükde, hubbu hâsıl olsa,
Yâni hüsnüme âşık olsa,
Beni görmeği etse arzû,
Kalbi, sevgimle olsa dolu,
Cehennem olur, ona harâm,
Rabbim, Cennet'i eder ikrâm.
Dahi, haşretmez çıplak, ânı Hak,
Olur gufrânına, Hakkın mülhak.
Denildi ki, hilye-i Resûli,
Severek yazsa, birinin eli,
Eder Hak, onu korkudan emîn,
Belâ ile dolsa, rûy-i zemîn.
Hastalık görmez, dünyâda teni,
Ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.
Günâh etmiş ise de, bu adam,
Cehennem cismine, olur harâm.
Âhiretde azâbdan kurtulur,
Dünyâda her işi, kolay olur.
Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle,
Dünyâda, Resûlü görenlerle.
Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân,
Başlarız, ona oldukça imkân.
Sığınarak zülcelâle,
Vasfederiz âcizâne.
İttifak etdi, bu sözde ümem,
Kırmızı beyâzdı, Fahr-i âlem.
Mübârek yüzü, hâlis ak idi,
Gül gibi, kırmızımtırak idi.
İnci gibi, yüzündeki teri,
Pek hoş eylerdi, güzel cevheri.
Terleyince, O menba-ı sürûr,
Dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr.
Görünürdü gözü, dâim sürmeli,
Kalbleri çekerdi, güzel gözleri.
Akı, beyaz idi gâyetle,
Medh eyledi Rabbi, âyetle.
Siyâhı ânın, değildi ufak,
Bir idi ona, yakınla uzak.
Geniş, güzel ve latîfdi gözü,
Nûr saçardı hep, mübârek yüzü.
Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî,
Gece, gündüz gibi, olurdu kavî.
Bakmak arzû etseydi, bir yere,
Cism-i pâki de dönerdi bile.
Başa tâbi' ederdi cesedi,
Bunu terk etmemişdi ebedî.
Hem, cism idi, Resûl-i ekrem,
Yaraşır, rûh-i mücessem desem.
Güzel, hem sevimli idi Resûl,
Hakkâ çok, sevgili idi Resûl.
Mâlikle Ebû Hâle, söyledi,
Hilâl gibi, açık kaşlı idi.
İki kaşı arası, her zemân,
Gümüş gibi görünürdü, ayân.
Mübârek yüzü, az yuvarlakdı,
Derisi, berrak, hem de parlakdı.
Siyah kaşları mihrâbı ânın,
Kıblesi idi, bütün cihânın.
Ortası, yüksekce görünürdü,
Yandan bakınca, mübârek burnu.
Çok güzel idi, çekme ve latîf,
Edemez gören, O'nu tam târif.
Seyrek idi, dişlerinin arası,
Parlardı, sanki inci sırası.
Ön dişleri, etdikçe zuhûr,
Her tarafı, kaplardı bir nûr
Gülse idi, iki cihân serveri,
Canlı cansız, her şeyin peygamberi.
Görünürdü ön dişleri, pek afîf,
Dolu dâneleri gibi, çok latîf.
İbni Abbâs der, Habîb-i Hudâ,
Gülmeğe, eyler idi istihyâ
Hem hayâsından O, dînin senedi,
Kahkaha etmedi derler, ebedî.
Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb,
Dâim eyler idi, bakmağa hicâb.
Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,
Zâtı aynaydı, yüce Mevlâya.
Nûrlu idi hep, o vech-i hasen,
Bakılmazdı, tenevvüründen.
Gönüller aldı, o güzel Nebî,
Âşıkı oldu yüzbin sahâbî
Bir kerrecik görenler, rüyâda,
Dediler, böyle zevk yok, dünyâda.
Hem güzel yanakları, bileler,
Fazla etli değildi, diyeler.
Ânın etmişdi, cenâb-ı Hâlık,
Severek, yüzün ak, alnın açık.
Boynunun nûru, ederdi her ân,
Saçları arasında, leme'ân.
Mübârek sakalından, iyi bil,
Ağarmışdı ancak on yedi kıl.
Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,
Her uzvu gibi idi, mevzûn.
Gerdan-i pâk-i Resûl-i âfak,
Gâyet ak idi ve gâyet berrâk.
Eshâb içinden, çok ehl-i edeb,
Karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.
Açılsaydı, mübârek sînesi,
Feyz saçardı, ilim hazînesi.
Aşka olunca, mahall-i teşrîf,
Başka olur mu, o sadr-ı şerîf?
Mübârek sînesi, geniş idi,
İlm-i ledün, ona inmiş idi.
Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebîr,
Sanırdı görenler, bedr-i münîr.
Ateş-i aşk-ı zât-ı ezelî,
Odlara yakmışdı, O güzeli.
Bilir elbet bunu, pîr-ü civân,
Yassı kürekliydi, Fahr-i cihân.
Sırtı ortası hem, etli idi,
Kerem sâhibi, devletli idi.
Gümüş teninde, letâfet vardı,
İrice mühr-i nübüvvet vardı.
Sırtında idi, mühr-i nübüvvet.
Sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi bize, edenler târif,
Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf.
Rengi, sarıya yakın, karaydı,
Güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfına çevirmiş, sanki hatlar,
Birbirine bitişik, kılcağızlar.
Anlatanlar, O âlî nesebi,
Dedi, iri kemikliydi Nebî.
Her kemik iri, merdâne idi,
Sûreti, sîreti şâhâneydi.
Mübârek âzasının her biri,
Uygun yaratılmışdı hem, kavî.
Çok hoş idi, her uzvu ânın
Âyetleri gibi, Kur'ânın.
Elleri ayası, O sultânın,
Ayakları altı, dahi ânın,
Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb,
Tâze gül gibi latîf ve mahbûb.
Çok mevzun idi, der ehl-i nazar,
O kerâmetli, mübârek eller.
Selâm verseydi, birine eğer,
Tebessüm ederdi hep, Peygamber.
Bir iki gün, geçseydi aradan,
Hattâ uzasaydı da, bir aydan.
Belli olurdu, hoş kokusundan,
O kimse, adamlar arasından.
Billûr gibiydi, ten-i bî-mûyu,
Nice medh edeyim, ol pehlûyu.
Dostu seyretmek için, o şerîf,
Göz olmuşdu, bütün cism-i latîf.
Kemâl üzereydi, nâzik teni,
Hallâk göstermişdi, hikmetini.
Yokdu, göğsünde,karnında aslâ,
Hiçbir kıl, sanki gümüş levhâ.
Göğsü ortasından aşağı yalnız,
Bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız.
Bu siyah hat, bu mübârek bedende,
Hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde.
Bütün ömründe kalmışdı, kezâ,
Gençlikde gibi, mübârek âzâ.
İlerledikçe, sinn-i Nebevî,
Tâzelenirdi hep, gonca gibi.
Hem dahi, kâinâtın sultânı,
Zanneyleme ki, ola pek yağlı,
Ne zaîf, ne de pek etli idi,
Mu'tedil, hem pek kuvvetli idi.
Lahmı, şahmı, dediler ehl-i derûn,
Birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn.
Etmiş, ol beden sarâyın üstâd,
Adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd.
Îtidâl üzere idi, pâk teni,
Nûra gark olmuşdu, bütün bedeni.
Orta boylu idi, o Sidre-mekân,
Ortalık, O'nun ile buldu nizâm.
Seyreden mu'cize-i kâmetini,
Dedi hep, medh edip hazretini.
Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,
Boyu, hem hûyu, hem yüzü güzel.
Orta boylu iken, Nebî,
Uzun kimseyle yürüseydi.
Ne kadar, uzun olsa idi, o er,
Yine yüksek görünürdü, peygamber.
Uzun boylu olandan o cevher,
Yüksek idi, el ayası kadar.
Bir yola gitseydi, izzetle,
Hızlı yürür idi, gâyetle.
Deriz, vasf-ı şerîfinde yine,
Yürürken, eğilirdi önüne.
Yâni, bir yokuşdan iner gibi,
Dâim önüne, az eğilirdi.
Şanlı, şerefli idi, O Celîl,
İftihâr eylerdi, rûh-ı Halîl.
Bir zâtı ki, murâd ede Hudâ,
Her âzâsı, olur elbet a'lâ.
Yolda giderken, eğer bir kimse,
Ansızın, Resûlullah'ı görse,
Korku düşerdi, kalbine ânın,
Yüksekliğinden, Resûlullah'ın.
Hem de biri, Nebî ile, müdâm,
Sohbet ederek, söylese kelâm,
Sözlerindeki lezzet ile, ol,
Kul olurdu, kabul etse Resûl.
Etmişdi O'nu, Hallâk-ı ezel,
Hüsn-i ahlâkla, bî-misl-ü bedel.
Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine,
Yaratıldık hep, senin hürmetine.
Hâsılı, ey Şâh-ı iklîm-i vefâ,
Sana cânım da fedâ, her şey fedâ!
Doğu Anadolu, Kuzey Irak, Lübnan, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ın fethiyle Osmanlı Hânedanına Halifelik makâmını ve mübârek emânetleri kazandıran Sultan Selim Han, sekiz buçuk yılda devleti iki kat büyüttü.
SultanSelim Han devrin meşhur âlimlerinden, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ile ilmî sohbet edip, ona hürmet gösterirdi. Sofiyye-i âliyyenin büyük âlimi Muhyiddîn-i Arabî’nin Şam’daki kabr-i şerîfini tespit ettirip yanına câmi, türbe, imâret yaptırdı. Seferlerinde evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin türbesini ziyâret ederdi. Ehl-i sünnete çok hizmet edip, İslâm âlemi için büyük tehlike olan Sâfevîli Şah İsmail’in ideolojisinin yayılmasını önleyerek İran’da mahsur bıraktı. Çok heybetli olup, azâmetinden çevresindekiler titrediği hâlde, âlimlere, halkına karşı tevâzu sâhibiydi. Devamlı; “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.” buyururdu. Çok mütevâzi olup, sâde giyinirdi. Muhteşem Osmanlı Devletinin en son din olan, İslâm âleminin lideri olmasına rağmen Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklandığından debdebe ve şaşaadan uzak hayat sürerdi. Bir defâsında oğlu Şehzâde Süleyman çok süslü bir elbiseyle huzûruna girince; “Süleyman annen ne giysin! ” diyerek sitem etmişti. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilip, edebiyat, târih ve coğrafyaya da meraklıydı. Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Farsça Dîvân’ı Almanya’da yayınlanmıştır.
Dar olan, şekl ve suret kabına ma'na nasıl sığar
Dilenci kulubesinde sultanın ne işi var...
Her müslimanın önce i'tikadını düzeltmesi, yani ehl-i sünnet vel-cemaat alimlerinin 'rahmetullahi teala aleyhim ecma'in' bildirdikleri gibi inanması lazımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o alimlere, Allahü teala bol bol mükafat versin! Cehennemin ebedi azabından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir.
(İmam-ı rabbani 'rahmetullahi aleyh' Mektubat Tercemesi, 266. mektup)
Allahü teala bu kitabı okuyan, anlayan ve uygulayanlardan eylesin.