'Komünistliğin memleketimizde değil, henüz Rusya'da bile tatbik kabiliyeti hakkında açık kanaatler hasıl olamadığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber içerden ve dışardan çeşitli maksatlarla bu akımın memleketimizi içine girmekte olduğu ve buna karşı akla uygun tedbir alınmadığı takdirde milletin pek çok muhtaç olduğu birlik ve sükununu bozan durumların ortaya çıkması da imkan dairesinde görülmüştü....' (31 Ekim 1920, SD, IV, s. 360-361, Ali Fuat Cebesoy'a yazdığı mektuptan)
'Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük tehlikesidir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.' (Faruk Şükrü Yersel, Eskişehir Gazetesi, 1926)
Osmanlı çöküp de imparatorluktan geriye çok küçük bir toprak parçası kaldığında, Osmanlı artığı egemen sınıfın siyasi temsilcileri içinde yeni bir devlet fikrini işleyen ve işgale karşı mücadeleyi esas alan kesim, yani Kemalistler yüzünü tümüyle Batı’ya dönmüştü. Tam da bu dönemde, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte Batı artık tümüyle gericileşmiş, ilerici dinamiklerini tüketmişti. Kemalistler, işte Batının bu noktaya gelmiş olan düşünme tarzını ve toplumsal, siyasi biçimlenişini örnek almaktaydı. Yeni devletin sınırları daha baştan Misak-ı Milli ile belirlenmişti. Güçlü ulusal bağımsızlıkçı örgütlenmelerin olduğu Balkan ve Arap coğrafyası gözden çıkarılmıştı. Doğrudan emperyalist devletlerin el koyduğu ve güçlü ulusal hareketlerin bulunduğu bu coğrafyaları yeniden ele geçirmek hayaldi. Bunun yerine, gayrı müslimlerle birlikte yaşanan Anadolu toprakları, Trakya’nın mümkün olduğunca çok parçası, o dönem hala resmi olarak Kürdistan olarak tanımlanan İran işgali altındakiler hariç tüm Kürt toprakları, müslüman Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin Osmanlı yönetimindeki toprakları... Bu coğrafya’da dinsel ideoloji ve Osmanlıcılık üzerine kurulu olan devlet tasfiye edilecek, yerine Batı’daki gibi ulus temelli bir devlet kurulması hedeflenecekti. Bu ulusal devlet Türk ulusunu esas alacaktı. Dizginsiz şovenist saldırganlık, Türk uluslaşmasının doğal gelişme seyrinden çıkarılarak sakatlanması, başta Kürtler olmak üzere tüm diğer ulusal toplulukların varlığının ölümcül bir saldırıya uğraması tam da bu noktada başlıyordu. Osmanlı egemenliği altında Türk halk toplulukları içinde ulus fikrinden ve örgütlenmesinden çok ümmet fikri egemendi. Türkler içinde bir ulusal varlık oluşturma pratiği henüz çok zayıftı. Bu durum Kürtler içinde de zayıftı. Kürt coğrafyasının Osmanlıyla ilişkisi bağımlı ülke ve ardından sömürge konumuydu. Hilafetten ötürü Osmanlıya bağlılık söz konusu olsa da, ezilme durumu nedeniyle son iki yüzyıldır ayaklanmalarda birbirini izlemişti. Ancak modern bir uluslaşma sürecinin ilk adımları yeni yeni belirmekteydi. Diğer müslüman topluluklar içinde bu ya yoktu, ya da henüz çok zayıf düzeydeydi. Türkçe konuşan bir beylik olmasına karşın, diğer Türk topluluklarıyla yıldızı hiçbir zaman barışmayan ve Anadolu’nun geniş Türk toplulukları tarafından sevilmeyen Osmanlı artığı olan Kemalist elit ulus temelli bir yeni devlete karar verdikten sonra doğal olarak Osmanlı kimliğinin zayıf ancak asli unsuru olarak gördüğü Türklüğü öne çıkardı. Ulusa dayanan devlet bir Türk devleti olacaktı. Bilindiği gibi, uluslaşma süreçleri esas olarak nesnel temellere dayanır. Toprak birliği, dil birliği, ekonomik birlik... gibi. Ancak uluslaşma aynı zamanda pek çok politik ve toplumsal mücadele ile kurulan, adım adım ilerleyen bir süreçtir. Burjuva uluslaşması ulusa atfedilen pek çok özelliği, tarihsel arkadan ayıklayarak ortaya çıkarır, bu yoldan bir ulusal özellikler, ulusal kültür bütünü oluşturur. Misak-ı Milli içinde Türklere dayanan bir ulus devlet kurulacaktı, ya diğerleri; Kürtler, Araplar, Çerkezler, vd.. Misak-ı Milli içinde etnik olarak Türkleri esas alan bir ulus devletin kaçınılmaz olarak diğer ulusları ve ulusal toplulukları ikincilleştireceği açıktır. Diğer ulusların varlığını tanımak ancak onların ulusal demokratik haklarını tanımamak ise kaçınılmaz biçimde bu halkların sert ulusal mücadelelere girişmesi demekti. Cumhuriyeti kuran Kemalist elit bunu Osmanlı deneyiminden çok açık biçimde görmüştü. Osmanlı milliyetçi bir pratiğe sahip olmamasına karşın, tüm uluslar kendi ulusal varlıklarını bağımsız, özgür biçimde ifade etmek için büyük mücadeleler geliştirmişlerdi.
Kemalistlerin ne toprak kaybına, ne de misak-ı milli dedikleri toprak parçası içindeki ulusların demokratik birliğine tahammülleri vardı. Onlar Osmanlı Devleti’nden kalan ne varsa ulus düzleminde yeniden kurmayı, toparlamayı hedefliyorlardı. Osmanlı’da Türklük öndeydi ve Türklüğü esas alacaklardı. Bu noktada, diğer uluslara ve ulusal topluluklara dönük olarak, o güne değin eşi benzeri görülmemiş, hatta günümüzde bile bir eşi olmayan bir inkâr ve asimilasyon politikası dayattılar. Dayatılan açıktı; Misak-ı Milli içinde yer alan Türkler dışındaki tüm ulus ve ulusal toplulukların varlığını inkâr ettiler. Bu ulusların insanlarının kendi ulusal varlıklarını inkâr etmelerini dayattılar. Bu uluslar yoktu, hiç varolmamışlardı, hepsi Türktü... Daha düne kadar ayrı bir ulusal topluluk, ayrı bir ülke olarak Osmanlı içinde varlıkları tanınmış olan halklar bir anda buharlaştırıldı. Meclise Kürdistan, Lazistan adına milletvekili bile seçilirken bir anda, bu ülkelerden söz etmek suç sayıldı. Cumhuriyeti kuran burjuvazinin hesabı açıktı; Kürtler ve Araplar dışında kalan müslüman ulusal toplulukların (Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar, Pomaklar vb.) asimile edilmesi nispeten kolaydı. Bu kesimlerde ulusal bilinç (Çerkezler dışında) oldukça zayıftı. Bir kısmı göçmendi ya da hemen sınırdaş olan ülkelerle ortak ulusal kimliğe (Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar) sahiptiler. Ancak müslüman oluşları nedeniyle Osmanlı’ya ve ardından da TC’ye daha güçlü bir bağlılık duygusu taşıyorlardı. Kısmen gönüllü, kısmen zor yoluyla bunların Türk uluslaşması içinde eritilmesi mümkündü. Müslüman olmayan ve varlıkları Lozan Anlaşmasıyla açıkça tanınan Rum ve Ermeni ulusal toplulukları ise zaten zorunlu göçertme ve büyük kıyımlar yoluyla küçük topluluklara dönüştürülmüştü. Yahudiler ise zaten sessizdi. Bu toplulukların kısa vadede tehlike oluşturması mümkün değildi. Kısa sürede ikincilleştirilerek ve çeşitli baskılar yoluyla varlıklarının yok edilmesi mümkündü. Bu noktada ana problem Kürtlerin, kısmen de Arapların durumundaydı. Kürtler o güne değin Kürdistan denilen yukarı Mezopotamya’nın kadim halkıydı. Yani bilinen tarihten bu yana o topraklarda yaşamakta, ayrı bir dile, toprak ve ekonomik yaşantı birliğine, ortak kültüre sahip, yaşadıkları topraklarda çoğunluğu oluşturan ve büyük bir nüfusu olan bir ulustu. Modern uluslaşma süreci henüz emekleme aşamasında olmasına karşın, bu bilinç oluşmuştu ve çeşitli ayaklanmalarla kendisini ortaya koymuştu. Cumhuriyetin efendileri Kürtler karşısında izlenecek yolu net olarak belirlemişlerdi; zorla asimilasyon... Zaten zayıf olan Kürt uluslaşmasını, ulusal varlığını daha uyanmadan ve büyümeden zorla Türkleştirme... Uzun vade de Kürt varlığını silme... Kuşkusuz, yok sayma hayali bir tutumla olmuyordu. Yok sayma, inkâr politikası ciddi bir varsayma ve ezme ile birlikte yürüyordu. Kürtler ve diğer halklar devlet yok dediği için bir anda yok olmuyordu. Bu büyüklükteki bir halkı bir anda asimile etmek mümkün değildi. TC’nin elinde Kürtleri içine sokup Türk olarak çıkaracakları bir boyacı küpü yoktu. Bu nedenle Kürt halkı (ve de diğerleri) kaçınılmaz olarak varlığını sürdürecekti. Ancak sürekli zorun eşlik ettiği bir ezme haliyle, sürekli ikincilleştirilerek, sürekli sakatlanarak...
KAPİTALİZM KOMÜNİZMDEN İYİDİR! ! !
'Komünistliğin memleketimizde değil, henüz Rusya'da bile tatbik kabiliyeti hakkında açık kanaatler hasıl olamadığı anlaşılmaktadır. Bununla beraber içerden ve dışardan çeşitli maksatlarla bu akımın memleketimizi içine girmekte olduğu ve buna karşı akla uygun tedbir alınmadığı takdirde milletin pek çok muhtaç olduğu birlik ve sükununu bozan durumların ortaya çıkması da imkan dairesinde görülmüştü....' (31 Ekim 1920, SD, IV, s. 360-361, Ali Fuat Cebesoy'a yazdığı mektuptan)
'Komünizm, Türk Dünyası'nın en büyük tehlikesidir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.' (Faruk Şükrü Yersel, Eskişehir Gazetesi, 1926)
O KADAR! ! ! ! ! ! !
Anarşizm bir hayalden başka bir şey değildir! ! ! ! İnsanoğlu hep güdecek,güdülecektir! ! ! ! ! ! ! ! !
Osmanlı çöküp de imparatorluktan geriye çok küçük bir toprak parçası kaldığında, Osmanlı artığı egemen sınıfın siyasi temsilcileri içinde yeni bir devlet fikrini işleyen ve işgale karşı mücadeleyi esas alan kesim, yani Kemalistler yüzünü tümüyle Batı’ya dönmüştü. Tam da bu dönemde, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte Batı artık tümüyle gericileşmiş, ilerici dinamiklerini tüketmişti. Kemalistler, işte Batının bu noktaya gelmiş olan düşünme tarzını ve toplumsal, siyasi biçimlenişini örnek almaktaydı. Yeni devletin sınırları daha baştan Misak-ı Milli ile belirlenmişti. Güçlü ulusal bağımsızlıkçı örgütlenmelerin olduğu Balkan ve Arap coğrafyası gözden çıkarılmıştı. Doğrudan emperyalist devletlerin el koyduğu ve güçlü ulusal hareketlerin bulunduğu bu coğrafyaları yeniden ele geçirmek hayaldi. Bunun yerine, gayrı müslimlerle birlikte yaşanan Anadolu toprakları, Trakya’nın mümkün olduğunca çok parçası, o dönem hala resmi olarak Kürdistan olarak tanımlanan İran işgali altındakiler hariç tüm Kürt toprakları, müslüman Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin Osmanlı yönetimindeki toprakları... Bu coğrafya’da dinsel ideoloji ve Osmanlıcılık üzerine kurulu olan devlet tasfiye edilecek, yerine Batı’daki gibi ulus temelli bir devlet kurulması hedeflenecekti. Bu ulusal devlet Türk ulusunu esas alacaktı.
Dizginsiz şovenist saldırganlık, Türk uluslaşmasının doğal gelişme seyrinden çıkarılarak sakatlanması, başta Kürtler olmak üzere tüm diğer ulusal toplulukların varlığının ölümcül bir saldırıya uğraması tam da bu noktada başlıyordu.
Osmanlı egemenliği altında Türk halk toplulukları içinde ulus fikrinden ve örgütlenmesinden çok ümmet fikri egemendi. Türkler içinde bir ulusal varlık oluşturma pratiği henüz çok zayıftı. Bu durum Kürtler içinde de zayıftı. Kürt coğrafyasının Osmanlıyla ilişkisi bağımlı ülke ve ardından sömürge konumuydu. Hilafetten ötürü Osmanlıya bağlılık söz konusu olsa da, ezilme durumu nedeniyle son iki yüzyıldır ayaklanmalarda birbirini izlemişti. Ancak modern bir uluslaşma sürecinin ilk adımları yeni yeni belirmekteydi. Diğer müslüman topluluklar içinde bu ya yoktu, ya da henüz çok zayıf düzeydeydi.
Türkçe konuşan bir beylik olmasına karşın, diğer Türk topluluklarıyla yıldızı hiçbir zaman barışmayan ve Anadolu’nun geniş Türk toplulukları tarafından sevilmeyen Osmanlı artığı olan Kemalist elit ulus temelli bir yeni devlete karar verdikten sonra doğal olarak Osmanlı kimliğinin zayıf ancak asli unsuru olarak gördüğü Türklüğü öne çıkardı. Ulusa dayanan devlet bir Türk devleti olacaktı.
Bilindiği gibi, uluslaşma süreçleri esas olarak nesnel temellere dayanır. Toprak birliği, dil birliği, ekonomik birlik... gibi. Ancak uluslaşma aynı zamanda pek çok politik ve toplumsal mücadele ile kurulan, adım adım ilerleyen bir süreçtir. Burjuva uluslaşması ulusa atfedilen pek çok özelliği, tarihsel arkadan ayıklayarak ortaya çıkarır, bu yoldan bir ulusal özellikler, ulusal kültür bütünü oluşturur.
Misak-ı Milli içinde Türklere dayanan bir ulus devlet kurulacaktı, ya diğerleri; Kürtler, Araplar, Çerkezler, vd..
Misak-ı Milli içinde etnik olarak Türkleri esas alan bir ulus devletin kaçınılmaz olarak diğer ulusları ve ulusal toplulukları ikincilleştireceği açıktır. Diğer ulusların varlığını tanımak ancak onların ulusal demokratik haklarını tanımamak ise kaçınılmaz biçimde bu halkların sert ulusal mücadelelere girişmesi demekti. Cumhuriyeti kuran Kemalist elit bunu Osmanlı deneyiminden çok açık biçimde görmüştü. Osmanlı milliyetçi bir pratiğe sahip olmamasına karşın, tüm uluslar kendi ulusal varlıklarını bağımsız, özgür biçimde ifade etmek için büyük mücadeleler geliştirmişlerdi.
Kemalistlerin ne toprak kaybına, ne de misak-ı milli dedikleri toprak parçası içindeki ulusların demokratik birliğine tahammülleri vardı. Onlar Osmanlı Devleti’nden kalan ne varsa ulus düzleminde yeniden kurmayı, toparlamayı hedefliyorlardı. Osmanlı’da Türklük öndeydi ve Türklüğü esas alacaklardı.
Bu noktada, diğer uluslara ve ulusal topluluklara dönük olarak, o güne değin eşi benzeri görülmemiş, hatta günümüzde bile bir eşi olmayan bir inkâr ve asimilasyon politikası dayattılar. Dayatılan açıktı; Misak-ı Milli içinde yer alan Türkler dışındaki tüm ulus ve ulusal toplulukların varlığını inkâr ettiler. Bu ulusların insanlarının kendi ulusal varlıklarını inkâr etmelerini dayattılar. Bu uluslar yoktu, hiç varolmamışlardı, hepsi Türktü... Daha düne kadar ayrı bir ulusal topluluk, ayrı bir ülke olarak Osmanlı içinde varlıkları tanınmış olan halklar bir anda buharlaştırıldı. Meclise Kürdistan, Lazistan adına milletvekili bile seçilirken bir anda, bu ülkelerden söz etmek suç sayıldı.
Cumhuriyeti kuran burjuvazinin hesabı açıktı; Kürtler ve Araplar dışında kalan müslüman ulusal toplulukların (Çerkezler, Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar, Pomaklar vb.) asimile edilmesi nispeten kolaydı. Bu kesimlerde ulusal bilinç (Çerkezler dışında) oldukça zayıftı. Bir kısmı göçmendi ya da hemen sınırdaş olan ülkelerle ortak ulusal kimliğe (Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar) sahiptiler. Ancak müslüman oluşları nedeniyle Osmanlı’ya ve ardından da TC’ye daha güçlü bir bağlılık duygusu taşıyorlardı. Kısmen gönüllü, kısmen zor yoluyla bunların Türk uluslaşması içinde eritilmesi mümkündü.
Müslüman olmayan ve varlıkları Lozan Anlaşmasıyla açıkça tanınan Rum ve Ermeni ulusal toplulukları ise zaten zorunlu göçertme ve büyük kıyımlar yoluyla küçük topluluklara dönüştürülmüştü. Yahudiler ise zaten sessizdi. Bu toplulukların kısa vadede tehlike oluşturması mümkün değildi. Kısa sürede ikincilleştirilerek ve çeşitli baskılar yoluyla varlıklarının yok edilmesi mümkündü.
Bu noktada ana problem Kürtlerin, kısmen de Arapların durumundaydı. Kürtler o güne değin Kürdistan denilen yukarı Mezopotamya’nın kadim halkıydı. Yani bilinen tarihten bu yana o topraklarda yaşamakta, ayrı bir dile, toprak ve ekonomik yaşantı birliğine, ortak kültüre sahip, yaşadıkları topraklarda çoğunluğu oluşturan ve büyük bir nüfusu olan bir ulustu. Modern uluslaşma süreci henüz emekleme aşamasında olmasına karşın, bu bilinç oluşmuştu ve çeşitli ayaklanmalarla kendisini ortaya koymuştu. Cumhuriyetin efendileri Kürtler karşısında izlenecek yolu net olarak belirlemişlerdi; zorla asimilasyon... Zaten zayıf olan Kürt uluslaşmasını, ulusal varlığını daha uyanmadan ve büyümeden zorla Türkleştirme... Uzun vade de Kürt varlığını silme...
Kuşkusuz, yok sayma hayali bir tutumla olmuyordu. Yok sayma, inkâr politikası ciddi bir varsayma ve ezme ile birlikte yürüyordu. Kürtler ve diğer halklar devlet yok dediği için bir anda yok olmuyordu. Bu büyüklükteki bir halkı bir anda asimile etmek mümkün değildi. TC’nin elinde Kürtleri içine sokup Türk olarak çıkaracakları bir boyacı küpü yoktu. Bu nedenle Kürt halkı (ve de diğerleri) kaçınılmaz olarak varlığını sürdürecekti. Ancak sürekli zorun eşlik ettiği bir ezme haliyle, sürekli ikincilleştirilerek, sürekli sakatlanarak...