Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • amerika12.08.2007 - 10:45

    Amerika Irak harbinde Türkiye’yi harbe sokmak için ne lâzımsa yapıyordu. Onun plânı Türkiye’ye göre idi. Türkiye’den çıkarma yapacak, Türkiye asker yığacak, Türk askeri ile beraber harp yapacak ve bu saha kolaylaşacaktı ona. Yani mânen istilâ edecekti. Amma Allah-u Teâlâ ne murad ettiyse o oluyor. Hasbünallah ve ni’mel vekil.

    Türkiye harbe girmiş olsaydı çok büyük kayıp olurdu. Müslümanların nazarında bugünkü zulümlerin müsebbibi kabul edilirdi.

    Bugün de İran’ı vurmak için hazırlık yapıyor. Ve yine Türkiye’yi kullanmak istiyor.

    Şimdi bir temsil arzedelim.

    Amerika Türkiye’ye diyor ki: ‘Arabacı tekerleğini versene! ’, ‘Ben ne yapayım? ’, ‘Sen sürt! ’

    Hep ister ki Türkiye’yi hem bölsün, hem harbe soksun. “Sen sürt, ben yaşayayım” diyor. Türkiye kuvvet bulmasın parçalansın. Çünkü Türkiye’yi büyük görüyorlar. Türkiye içinden çökük amma, onlar büyük görüyorlar, parçalayalım diyorlar. ‘Yunan yutsun, şu yutsun, bu yutsun kâfir yutsun! ’ diyorlar. Allah’ım korusun, Allah’ım korusun, Allah’ım korusun! O koruyor zaten. İç düşman dış düşman.

    Kâfirden müslümana hiçbir zaman fayda gelmez. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, onların birbirleriyle dost olduklarını beyan buyuruyor.

    “Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)

    İslâm’a ve müslümanlara olan kinleri hiç sönmemiştir. Özellikle Türkler’e karşı ayrı bir garezleri vardır. Zira tarihte Allah-u Teâlâ en derin galebeyi İslâm’a vermiş. Asr-ı saâdet’te ve Osmanlı Devleti zamanında. Geçen ayki dergimizde bu konuyu uzun uzadıya izah etmiştik.

    Hiçbir sınır tanımayan açgözlülüklerini tatmin uğruna giriştikleri ifsat ve sömürgecilik gayretlerinin önündeki en büyük engel daima İslâm milletleri ve bilhassa Türkler olmuştur.

    Nitekim geçen ayki dergimizde “Batı Bizi Neden Sevmez? ” başlığı altında izah edilen 10 maddeyi sıralayan Prof. Neumark’ın son tespiti şuydu:

    “Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa’nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama batı size bu imkânı vermez.”

    1930 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan bu yahudi profesör bunu söylüyor.

    Her ne kadar bu yahudi profesörü böyle diyorsa da;

    Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman bir ıslâh edicisini gönderir ve eski duruma getirir. Bu halka bırakılmaz, Hakk’ın işidir.

    “Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imrân: 26)

    Binaenaleyh hasmımızı tanımamız ve çok uyanık olmamız icabediyor. Zira Amerika olsun, Batı olsun bu İslâm milletini silâh ile yıkamayacağına kani olduktan sonra yaklaşık 300 yıldır Haçlı seferlerinin şeklini değiştirmiş, öncelikle iç bünyemizi ve manevî değerlerimizi bozmak ve yıkmak için sinsice çok büyük bir gayret içerisine girmiştir. Bu veçhesiyle Haçlı seferleri büyük bir kin ve vahşetle devam etmektedir. Her türlü işkence vahşet yöntemini insan bedeni üzerinde pervasızca uygulayan Batı ülkeleri, benzer bir vahşet ve yok etme duygusuyla bizim dini ve manevî değerlerimizi, millî duygularımızı yıkmak, parçalamak için elinden gelen her yolu kullanmaktadır.

    Nitekim hususiyetle şu günlerde bütün dünya ibresini Türkiye’ye göre ayarlamaktadır. Zira Türkiye Amerika’nın yanında hareket ettiği zaman Amerika’ya diş bileyecek kuvveti kendilerinde görmüyorlar. Türkiye Amerikan boyunduruğundan kurtulabilmiş olsa, akıllı bir siyasetle Amerika’dan rahatsız olan birçok ülkenin maddi, manevî desteğini göreceği kesindir.

    Amerika bir plan çeviriyor, ancak ona da kalacak değil!

    Tarih boyunca bir iniş bir çıkış olmuş. Öyle murad etmiş. Bir galebe, bir mağlubiyet, bir galebe bir mağlubiyet... Bu mülkün padişahı bir tane, başka yok. Ve yarın da göçüp gideceğiz. Nereye? Murad ettiği yere. Murad-ı ilâhî ne ise o olur. Mülk O’nun çünkü.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyur ki:

    “Biz o sevinçli ve kederli günleri insanlar arasında (bazen lehe bazen aleyhe) döndürür dururuz. Bu da Allah’ın, ihlâslı ve azimli müminleri ayırt etmesi, içinizden şehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i imrân: 140)

    Binaenaleyh Amerika’ya da kalacak değil.

  • fethullah gülen11.08.2007 - 10:56

    II. VATİKAN KONSİLİ VE
    HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI

    8-10 yıldır memleketimizde hoşgörü ve diyalog toplantıları ll. Vatikan Konsili’nde alınan kararların bulunduğu “Kilisenin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname” çerçevesinde yapılan çalışmaların neticesidir.

    Nitekim 1965’te sona eren Vatikan Konsili ile Papalık, tarihinde ilk defa olarak Müslümanlarla diyalog kurmaktan bahsetmektedir.

    1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istilâ edemeyeceğini anlayan hıristiyanlar misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda kalmışlardır.

    ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.

    1964 yılında II. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossan, Sekretarya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında, yine aynı amaçtan kıl payı sapmadan şunu belirtiyordu:

    “Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”

    1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken, “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinlerarası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.” diyordu.

    ll. Konsil’in yayınladığı metinde ısrarla ve itina ile İslâm kelimesi yerine Müslümanlar tabiri kullanılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, İslâm dinine hiçbir hoşgörü beslemedikleri halde müslümanlara yaklaşarak hıristiyanlığı aşılamak ve yaymak gayesi gütmektedirler.

    Papa II. Jean Paul’ün 1991 yılında ilân ettiği “Redemptoris Missio” (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:

    “Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun evangelizasyon (misyon) dan ayrılmadığı gerçeği gözardı edilmemiştir.” (Jean Paul II. Redemptoris Missio Roma: 1991)

    Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektupta bu amaca hizmet etmekten bahsediyordu: “Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz.”

    Papa II. Jean Paul 2000 yılına girerken yayınladığı mesajda da şöyle diyordu: “Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”

    Hıristiyan olmayan insanlara karşı sıcak, sempatik, daha hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşılmasına dair alınan prensip kararı bu faaliyetin misyonerlik boyutudur.

    Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektubunda; “Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” diyor.

    Hıristiyan olmayanlarla münasebet Sekretaryası’nda görev alan ruhaniler eski uzman misyonerlerden seçilmiştir.

    İslâm’dan uzaklaşmış müslümanları diyalog ve sempati yoluyla kolayca hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.

    Diğer taraftan istiklâl mücadelesi yapan müslümanları dünyaya kötü göstermek ve karalamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

    Hülâsa olarak; hıristiyan alemi müslüman memleketlerin üzerinde oynadıkları oyunlarla bu memleketlerin geri kalması, terakki etmemesi hatta anarşi ve terör ile parçalanması için her yolu denemişler, ülkemizde de dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyen bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yıllar yılı destek vermişlerdir.

    Özellikle Güneydoğu Anadolumuz’da büyük bir misyonerlik faaliyeti yürütmekte, Kürtçe ve Türkçe incil dağıtmaktadırlar.

    Hıristiyanlığı kabul etmeleri için o yörede yaşayan vatandaşlarımıza deprem bölgesinde hayır ve yardım adı altında verdikleri paralar karşılığında hıristiyanlağı yaymaya çalışmaları, incil dağıtmaları bu amaca hizmettir. Hıristiyanlık ve misyonerlik adına müslüman halkımıza büyük maddi imkânlar sunan hıristiyan devletlerinin gizli gayesi belli iken, bu misyonerlerin daha rahat çalışması için zemin hazırlamak, aziz vatanımızı kafire peşkeş çekmek değil de nedir?

    Dünyadaki İslâm memleketlerinde faaliyetlerini vargüçleriyle sürdürmektedirler. Hıristiyan ve yahudilerin manevi ve temsili değer atfettikleri Harran, Tarsus gibi İslâm beldelerine, şimdi de Mardin’e bu papaz ve hahamları çağırmak onların gizli emellerine alet olmanın ta kendisidir.

    Tek kelimeyle siz de küfrü hoş görün diyorlar. Hayır! Biz küfrü hoş görenlerden değiliz.Fethullahin durumu budur gizli misyoner

  • islam11.08.2007 - 10:54

    İslâm Dini:

    İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

    “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)

    İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.

    Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)

    Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.

    Târık bin Şihâb -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sini kastederek “Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık.” demişti.

    Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:

    “Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat’ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi.” (Müslim: 3017)

    Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.



    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:

    “Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)

    Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.

    İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiç biri birbirinden ayrılmaz.

    Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.

    Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)

    Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

    “Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)

    Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.

    “İşitmedikleri halde ‘İşittik! ’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)

    “Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)

    Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.

    Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.

  • ilim11.08.2007 - 01:58

    Sadır İlmi - Satır İlmi:

    Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye “Elif”ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime’leri açıklar. Hadis-i şerif’leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.

    Bir de Allah-u Teâlâ’nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ’nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ’dır.

    Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

    “Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)

    Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.

    Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.

    Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.

    İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.

    Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.

    Sadır ilmi Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna “Marifetullah ilmi” de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.

    Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.

    Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.

    Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.

    Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.

    Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.

    Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.

    Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O’na O’ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki sanatını görmektir.

    Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.

    Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.

    Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk’tan ücret alır.

    Birisi kendini görür Hakk’ı görmez, birisi Hakk’ı görür kendini görmez.



    Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.

    Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken herşeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh’a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, herşeyin O’nun ve O’ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?

    Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah’a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.

    Kabuk da O’nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.

    Aslında var olan Allah’tır. Var’ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.

    Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.

    Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.

    Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

    “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)

    Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.



    Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.

    “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

    Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.

    Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

    Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

    Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir.

    Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

    “Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)

    Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.



    Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.

    Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.

  • yecüc-mecüc11.08.2007 - 01:53

    Aslı ve nesebi belirsiz iki kabile, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne yayılacaklar. Bir müddet etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm’ın duâsı ile mahvolacaklar. Bunlar Çinliler’dir.

    Üçüncü dünyâ harbi bir âfâttır, Allahu âlem bu olacak.

    Yahudiler Arabistan’ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyâyı istilâ etmek için hazırlanıyor. Çinlilerin istilâsı ise bir helâkiyettir.

    Âyet-i kerime’de:

    “Biz o gün onları (Ye’cüc ve Me’cüc’ü) bırakırız, dalgalar hâlinde birbirine girerler.” buyuruluyor. (Kehf: 99)

    Dalga dalga dünyanın üzerine hücum ederler ve memleketleri istilâ ederler.

    Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:

    “Nihayet Ye’cüc Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar.” (Enbiyâ: 96)

    Büyük bir âfât daha olacak. Hep temizlik bunlar. Bu üçüncü dünya harbi ve Çin harbi insanları perişan edecek. İnsan az kalacak.

    Çinliler kendilerini en sona saklıyor, hep o an için saklıyor. Dünyayı yutabilmek için hep hazırlık yapıyor. Büyük silâhlar patlamış, her şey mahvolmuş, insanlar yok olmuş. Dünya düzlenecek, sonra Cenâb-ı Hakk onlara izin ve ruhsat verecek, sel hâlinde dünyaya akın edecekler, selin önünde durulur mu? Bir müddet ifsattan sonra İsa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Mehdi’nin ve yanındakilerin duâsı ile bir gecede helâk olacaklar. Harple değil, duâ ile.



    Hülâsa olarak deriz ki;

    Allah-u Teâlâ İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde kıyametten evvel dünyayı harap edeceğini beyan buyuruyor. Vakit de çok yakın. Nihayet otuz seneye kadar bu işler olup bitti mi, daha sonra Hazret-i Mehdi’nin gönderilişi, Deccal’in zuhuru, İsa Aleyhisselâm’ın inişi, Ye’cüc Me’cüc’ün çıkışı, Çinliler’in dünyayı istilâya kalkması, bu da sürer Allahu âlem yedi-sekiz sene, iş bitti... Bu insanlar gitti. Tek tük insan kalacak, İslâm’dan iki-üç kumandan daha gelecek, daha sonra insanlar yine bozulacaklar, ondan sonra veleddâllin âmin, sonrası da kıyamet...

    “Kıyamet yalnız kötü insanların üzerine kopacaktır.” (Buhârî - Müslim

  • isa11.08.2007 - 01:52

    İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccâlin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada Allah-u Teâlâ onu yeryüzüne indirecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.

    İsa Aleyhisselâm’ın hâlen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele-mücahede edeceğine inanmak farzdır.

    Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.

    Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

    “Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)

    İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Onun belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.

    İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

    “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)

    Allah-u Teâlâ üçüncü şaşkınlıkta İsa Aleyhisselâm’ı indirecek. Mehdi Resul Hazretleri Mescid-i Aksâ’da iken, İsa Aleyhisselâm gelerek onu takviye edecek. Deccal gibi büyük bir fitneyi yok etmekle büyük bir ıslahat yapacak.

    İsa Aleyhisselâm’ın gelmesine daha otuzbeş sene var.

    Hadis-i şerif’lerde ifade edildiğine göre İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm birbirine yakın zamanda çıkacak ve İsa Aleyhisselâm, Hazret-i Mehdi’ye yardımcı olacak. Hatta İsa Aleyhisselâm’ın Hazret-i Mehdi’nin arkasında namaz kılacağı rivayet olunmuştur.

    Asıl vazife yine İsa Aleyhisselâm’ın olacak. Çünkü o üçüncü basamaktır. Deccal’i o öldürecek, Allah-u Teâlâ hakimiyeti ona verecek.

    Üçüncü Dünya harbi, bütün yeryüzünün ateşle dolması, Hazret-i Mehdi’nin zuhuru ve fütuhatı, Deccal’e ruhsat verilmesi, İsa Aleyhisselâm’ın indirilmesi ve Deccal’i imha etmesi, ondan sonra da yahudilerin öldürülmesi, hepsi peşi sıra bu kısa zaman içinde olacak.

    Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa İsa Aleyhisselâm’a tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.

    Hadis-i şerif’lerde belirtildiği üzere İsa Aleyhisselâm zamanında yeryüzünde sükunet, emniyet meydana gelecektir. O kadar ki arslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır.

    İsa Aleyhisselâm vefat ettiği zaman cenaze namazını müslümanlar kılacaktır.



    Günümüzde türeyen sahte isalar ise artistlerin isasıdır. Bunların da aslı belli değil nesli belli değil. Bunlar aslını ne ile ispat ederler? Ya bu sahtelere ne demeli? Evine hâkim değil, nefsine hâkim değil, dünyaya hâkim olmaya çalışan bu sapıklara ne diyelim?

    Hakikat budur, bunlar sahtelerden ibarettir.

    Sayıları çoktur, itibarı yoktur.

  • mehdi11.08.2007 - 01:49

    Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

    “Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizî)

    O kendisini bile bilmiyor. Amma vakti gelince hem kendisini bilecek, hem de halk onu tanıyacak. Bu işler vakte saate bağlıdır.

    O daha kendisinin Mehdi olduğunu bilmezken, zamanı gelince Allah-u Teâlâ onu seçecek, çekecek, vazifelendirecek ve bizzat kendisi destekleyecek.

    Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

    “Mehdi bizden, ehl-i beyt’imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mâce: 4085)

    Hazret-i Mehdi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sülalesinden ve Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in aslındandır. Şu anda Mekke-i mükerreme’de yaşıyor, Medine-i münevvere’de vazifesini ilân edecek.

    Diğer birçok Hadis-i şerif’lerinde hülâsâ olarak; “Cihadı başlattığı zaman kırk yaşlarında olacağı, vasıfları, cennetle müjdelendiği, çıkışından ümitlerin kesildiği bir anda çıkacağı, zuhur şekli, o devirde İslâm’ın yeryüzüne tam mânâsı ile hâkim olacağı, benzeri görülmedik bir refah olacağı, insanlar tarafından çok sevileceği ve İsa Aleyhisselâm ile buluşacakları...” beyan buyurulmaktadır.

    İleriki bölümlerde görüleceği üzere Hicaz bölgesinde de çok büyük kargaşalık olacak.

    Büyük bir şaşkınlık ve boşluk içinde iken, Allah-u Teâlâ müslümanları toparlamak, şaşkınlığı önlemek için Mehdi Hazretleri’ni gönderecek. Çok büyük harplerden ve felâketlerden sonra Hicaz’da vazifeye başlayacak, adaleti ile hükmedecek.

    Allah-u Teâlâ mülkünü ne bu zâlimlerin arzusuna bırakacak, ne de gelecek olan âlim ve âdil olanlara bırakacak.

    Cebrail Aleyhisselâm sağ yanında, Mikâil Aleyhisselâm sol yanında olacak, Allah-u Teâlâ’nın emri üzere fütuhata başlayacak.

    İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Tuhfe-i Aliyye” isimli eserinin “Beklenen Mehdi Hakkında” adlı bölümünde Mehdi Hazretleri’nin Hazret-i Ali -kerremallahu veche- ve Hâtem-i veli’nin rûhâniyeti ile icraat yapacağını beyan buyurmaktadır:

    “Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin sayısı kadardır. Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Üstün olan görüşe göre vezirleri dokuz olup, yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır.

    Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhanîden kastedilen ise rûhaniyyet-i Murtazâ -kerremallahu veche-dir ve rûhâniyyet-i Hatm-i Evliyâ’dır.” (Tuhfe-i Aliyye. s. 229)

    Cihada başladığında etrafında Bedir ashabının sayısı olan üç yüz beş kadar askeri olacak ve ancak ihlas sahiplerini ordusuna alacaktır.

    Allah-u Teâlâ Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in başına dirayetli bir kumandan olarak gönderecek. Bu zât-ı muhterem doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini taşıyacak, onun icraatı gibi yepyeni bir icraat yapacak. Onun izinden yürüyecek, onun gibi din-i mübin’in icaplarını uygulayacak ve din-i İslâm’ı taptaze bir hale getirecek. Garip duruma düşen İslâm’ı gariplikten kurtaracak. İhyâ etmedik sünnet, kaldırmadık bid’at bırakmayacak. Çünkü bunun için gönderilecek.

    Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecek. Ona öyle bir azamet verecek ki, karşısına çıkan her kuvveti devirecek. Allah-u Teâlâ’nın ezelden nasip ettiği kadar mücadele edecek. Yeryüzünün muhtelif yerlerinden gelen taraftarları toplanacaklar, fütuhatı tâ Amerika’ya kadar uzanacak, beldeler onun emrine girecek. Zâlimlerin zulmü olduğu gibi, o da geldiği zaman yeryüzünü adaletle dolduracak.

    Ümmet-i Muhammed’den memnun olmadık hiçbir fert kalmayacaktır. Yer ve gök sakinleri ondan râzı oldukları gibi; havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, ormandaki yırtıcı hayvanlar bile memnunluk duyacaklar. Ömürler uzayacak, emanetler yerine teslim edilecek. Yeryüzü emniyet ve sükun bulacak.

    İyi ve kötü bütün insanlar onun zamanında görülmemiş bir nimete boğulacaklar. Gökten bol bol yağmur yağacak, yerlerde bereket artacak. Bütün ülkeler kapılarını ona açacaklar. Her taraftan, arıların kovanlarına gelip beylerine sığındığı gibi, ona gelip sığınacaklar.

    Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü, imamları var imanları yok.

    İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla da çarpışacak.

    Ve biz şimdiden onu tarif ediyoruz. Nasibi olan bu hakiki imamı görür. Çıktığı zaman tereddütsüz biât edin.

  • bediüzzaman said nursi10.08.2007 - 18:22

    Bediüzzaman Hazretlerinin o devirleri ne güzel bir saâdet devri idi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmek idi. O bir iman âbidesi ve nümunesi idi.

    Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.

    O öyle bir zât-ı âlîdir ki, Allah-u Teâlâ onu zâhirî ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarından idi. Nur saçan kandildi, etrafını nurlandırdı. Daima nur saçtı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine gönülden bağlı idi, istikametten ayrılmadı. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda yürüdü, bununla mücadele etti. Her cefâya katlandı ve fakat bu cefâlar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı. Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı, dinde imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Etrafı da öyle idi. Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler imanlarını vermediler. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.

    Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.

    İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibi idi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Dünyaya aslâ meyil ve iltifat etmedi. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi.

    Allah-u Teâlâ’nın koyduğu iman ile küfür arasındaki berzaha daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi.

    Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nur kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.

    Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor! ” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.

    İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.

    Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.

    1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Bir çok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.

    Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. “O abi, o abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri bir çok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Uyanlara “Nurcu”, ayrılanlara “Narcı” denilmesi bundandır.



    Fethullah Gülen’in önceki halini ve tedrisatını biliyorum. Mütevazi bir hayatı vardı, kanaatkârdı. Dünyaya hiç meyletmez ve ehemmiyet vermezdi. Tedrisat ile meşguldü. Bediüzzaman Hazretlerinin temiz feyiz akışlarını bir kaç hocaefendi ile yürütüyorlardı. Ve fakat Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız zâhirî yolunu takip ediyorlar, o yolda da fidan yetiştiriyorlardı.

    İzmir’de Akyazılı vakfı kuruldu. Bunlar bir kaç arkadaş idiler. Çocukları İslâmî bir terbiye ile, ibadet ve taat ile yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu duruma İzmir’e gittiğimde bizzat şâhit olmuştum. Talebelerin hepsi namaz kılıyordu, bu gençlere teheccüd namazı dahi kıldırıyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi, veli kulu olan Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip ediyorlar, zâhirî yolda yürüyorlardı.

    O zamanlar dâima derdik ki: “Bâtınî yolunu da ele alsalardı, o feyiz ve bereket ile hayat-ı hakikiye nâil olurlardı.” Zira ancak mânevî aşı ile ehil meyve verir. Böyle bir seyyiat zamanında mânevî destek ve feyiz olmadıkça yürümek çok güçtür, âdeta mümkün değildir, bunun için de fidanların aşılanması şarttır.



    İşte bu aşı olmadığı içindir ki:

    “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

    Âyet-i kerime’sindeki emr-i ilâhî’yi yavaş yavaş kenara ittiler, gizli ve âşikâr para toplamaya başladılar, her emr-i ilâhî’yi unuttular. Aynı zamanda o büyük mürşidin izinden de ayrıldılar.

    Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların da kalplerini çevirdi.

    Nam, şöhret, makam ve menfaatın yanında, başta madde geliyordu. Haram girince imanları tamamen gitti. Ve artık Allah-u Teâlâ bütün ulviyattan soydu onları. Bütün iman güzelliklerinden mahrum oldular.
    (bakınız: fethullah gülen, istanbul, dost, hayat, zaman, para, büyü, güzel, dünya, muhammed)
    Hakikat sitesinden alinmistir

  • çile10.08.2007 - 12:29

    Günahlar Yüzünden Gelen Musibetler:

    Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.

    Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

    “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)

    Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.

    “İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)

    Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.

    Geçmişte isyan eden bütün kavimlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin günümüzde hepsi mevcut. Dünya kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.

    Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

    “Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır.” (Zâriyat: 59)

    Takdir edilen zaman gelince, o korkunç ceza, hiç ummadıkları bir anda başlarına geliverir.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

    “Biz öncekileri helâk etmedik mi? ” (Mürselât: 16)

    Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?

    “Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)

    Bu Âyet-i kerime’ler bu ümmetler olup da isyan yolunu tutanlara ilâhî birtehdittir. Eğer bir ıslahat olmazsa, bu gibi felâketlerin geleceği muhakkaktır. Muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu katı bir gerçektir. Bunu böyle bilin.

    Bu isyan bize her âfâtı getirebilir. İsyandan ihsana ve tevbeye dönelim.

    İsyan edip günah işleyen biziz. O ise sonsuz rahmetine, engin merhametine bizleri dâvet ediyor:

    “Rabb’inize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.

    Siz farkında değilken ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabb’inizden size indirilenin en güzeline uyun! ” (Zümer: 54-55)

    O mübarek Kitab-ı kerim’de beyan edilen emir ve yasakları gözetmek hususunda dikkatli olun. Azabın ne zaman geleceği belli olmadığı için, tedbir alıp hazırlık yapınız.

    Rabb’imize döndüğümüz zaman; isyan ve tuğyanlarından ötürü Yunus Aleyhisselâm’ın kavmine azap hak olduğu halde, derin bir pişmanlık duymalarından dolayı üzerlerinden azap kaldırıldığı gibi, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hürmetine bizden de kaldırmaya kâdirdir.



    Her şeyin iç yüzün bilen, gizli taraflarından haberi olan Allah-u Teâlâ’dır. En gizli halleri bilmek O’na mahsustur. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.

    Âyet-i kerime’sinde:

    “Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)

    Sana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemali ile haber olan Zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.

    Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

    “Onların sana getirdiği her misale karşı, mutlaka biz sana daha doğrusunu ve daha açığını getirdik.” (Furkan: 35)

    Seni her yönden tenvir eder hasımlarına karşı en mükemmel cevaplar vermeye muktedir yaparız.

    “Yüzükoyun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.”(Furkan: 34)

    Onlar en ziyade sapıklığa düşmüş ve hidayetten uzak kalmış kimselerdir.

  • Sami Yusuf10.08.2007 - 11:06

    Icindeki guzelligi disina vurmus bir insan yaptigi ilahileri severim