Onlar Dini Yıkmaya Çalıştıkça Allah-u Teâlâ Dünyayı Yıkacak:
Bu dini yikmaya çalişanlar; ön safta gibi görünen sapitici imamlar, münafiklar ve kâfirlerdir.
Insanlar günâ gün dini yikmaya çaliştikça, Allah-u Teâlâ da günâ gün dünyayi yikacak.
Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildi.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizin bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle buyurmuşlar:
“Ey insanlar! Sizden önce helak olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen alimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Bir topluluğun başına felâketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. “ (İsrâ: 16)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’am: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’am: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)
Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif’te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan, geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif’te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı. Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif’lerde gizlidir.
Şu kadar var ki, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de “Şifâu’l-Alîl” adlı eserinde şöyle buyurmuştu:
“O’nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ’ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı’ vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü’l-Has’; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini’dir.” (5b yaprağı)
Hâtemü'l-Evliyâ'nın, Halkın Fesada Düştüğü Bir Devirde Türk'e Gönderilmesi:
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı 'Hatmü'l-Evliyâ' adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra 'Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932) , yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı 'Büdüvv-ü Şe'n' adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; 'halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş' ve 'kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş' bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından 'emrolunmuş bir kimse'nin, 'hiç kimse farkına varmadan' böyle bir ortamda 'yardımcılarıyla birlikte' yeryüzüne geldiği haber verilmişti.
Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; 'Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş! ' diyerek, onun 'hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar'ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar'a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; 'Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım? ' diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret'e: 'Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk'e geleceği haber' verildi.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' diyor ve ardından 'Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.' buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât 'Türk'e geleceği' sırada, henüz 'kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş'tü.
Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: 'Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya! ' diyen bir kimseye; 'Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum! ' demiş ve yine kendisine heyecanla: 'Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü? ' diyen başka bir kişiye ise: 'Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm.' cevabını vermişti.
Bunları söylerken, birdenbire 'emrolunan kişi'nin 'kırklar'a işaret ederek; 'Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada 'ayakta tutma'ya hapsedin! ' emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; 'O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk'le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı.' diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret'e; 'Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim! ' dedi ve ardından kendisine: 'Sen onların tümünün zuhuruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun! ' şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, 'Risâle-i Büdüvv-i Şe'n', İsmâil Sâib, nr.: 1571, vr. 215b-216a-217a)
Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır ve bir keramettir.
Hazret arzettiğimiz beyanlarında; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' buyuruyor.
Bunun mânâsı;
Osmanlı devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu. Hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velilerle destekledi. Fakat âhirzaman geldi, fesat devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesat hâline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı.
Böyle bir zamanda, bu necip milletin necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtemü'l-velî'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor, onları desteklemek için bir lütuf veriyor.
Daha evvel de arzetmiştik ki; bu birinci basamaktır. Hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteğidir.
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutar, direk yıkılınca çadır da yıkılır.
Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdi'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murad edilen noktaya kadar yürüyecek, vazifesini ifâ edecek. Sonra onun elindeki iradeyi de çekecek. Deccal'e salâhiyet vermeyi murad edince, onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi, Hazret-i Mehdi uzağa açılacak, o ise istilâya başlayacak. Ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun maiyetini kurtarmak ve İslâm'ı galebe çaldırmak için Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. Deccal ve yahudiler o şekilde temizlenecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak. Bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamana kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek. Üzerlerine tank gibi yürüyecek, fakat Allah-u Teâlâ onları da bir gecede helâk edecek ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.
Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği yapmışlardır.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?
İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?
Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerifler’inde:
“Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.
Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.
•
Uhud savaşının son safhaları idi. Yetmiş kadar şehid verilmiş, bir çok mücahid ağır yaralar almış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise takatsiz kalmıştı. Uhud dağındaki kayalığa çıkıp orada dinlenmek istiyordu. Fakat çok yorgun ve bitkin bir halde olduğu için yürümeye takati yoktu.
Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- hemen yere çöktü, sırtına alarak kayalığa kadar çıkardı.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce sevindiler, etrafında toplanınca üzüntüleri dinmişti.
Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.
Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı? ” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı? ” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş! ” dedi. Sevindiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun! ” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok! ” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz? ” buyurdu. “Ne diyelim? ” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.
Bizim mevlamız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.
Sizinle bizim aramızda Hakk ile bâtıl berzahı var. Biz Hakk’a uyarız ve Hakk’ı tarif ederiz. Hazret-i Allah ve Resulullah ile övünürüz. Siz ise; bâtıla uyarsınız. Hazretiniz olan papazı tarif etmeye, halka sevdirmeye, bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışırsınız. Hazret-i Allah’ın düşmanını taltif eder, karşısında eğilir büzülürsünüz. Aynaya bakarsanız kendinizi görürsünüz. Zira bu fotoğraflar içinizi dışarıya aksettiriyor. Siz hâlâ müslümanmış gibi görünmeye mi çalışıyorsunuz? Bu perde altında müslümanları soyup yolmuyor musunuz? Bilmeyenler sizin hâlâ müslüman yetiştirdiğinizi zannediyor. Oysa sizin kendi kurduğunuz dininiz için çalıştığınızı çok az kişi biliyor. Siz küfre hizmet etmiyor musunuz? Dininizi kurmuşsunuz, narcı yetiştirmiyor musunuz? Körpe dimağları zehirlemek ve küfre sokabilmek için yurtlar açıp, pansiyonlar kurmadınız mı? Bu vesile ile bir taraftan küfre kaydırıyor, diğer taraftan da bu çalışmaları büyük bir hizmet gibi göstererek, halkın paralarını rahat rahat yemiyor musunuz?
f.gülen Allah,ın ayetlerini hiçe sayan,bazı ayetleri degiştiren[örnek.nahl suresi ayet 43] de ehli zikre sorun bilmiyorsanız kısmının yerine tevrat ve incil alimine sorun ibaresini koyandır.Delil.HAK DİNİ KURAN DİLİ kitabının 5.nci cildi.zaman gazetesinin verdigi kitap.
“Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye çalışıyor? ”
Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır” der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa, küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!
Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan ediyor!
Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!
Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:
“O size kitap’ta şunu indirdi:
Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların, aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi, onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir olduğunu kabul etmeyişleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! ” (Ahzab: 48)
Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:
“Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme! ’ biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır.”
Ben yazilarimi hakikat sitesinden alirim beyanlar ayet ve hadistir zerre kadar imani olan ibret almaldir kimseye de dusmanligim yoktur karabuklu sen de dahil lutfen iftirayi birakalim ic ve dis dusmanlarmizi bilelim vatansiz iman imansiz vatan muhafaza edilmez www.hakikat.com da tum bu dusmanlarin ic yuzu ayet ve hadislerin isigi altinda beyan edilmistir
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edecekler.” (Nur: 24)
Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?
Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah’ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Suçlular simalarından tanınırlar, alın saçlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Ahirette insanlar yeniden dirildiği zaman, Cenâb-ı Hakk aynı sureti verecek ki, insanlar birbirlerini tanıyabilecekler. Sen âzânı başkasına verdiğinde o âzâ sende olmayacağına göre nasıl tanınacak?
Diğer Âyet-i kerime’de ise:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” buyurmaktadır. (Yâsin: 65)
Binaenaleyh mahşer gününde Hazret-i Allah ağızı mühürleyip âzâları kişinin lehine veya aleyhine konuşturduğu zaman, nakledilen o organ kimde konuşacak? İlk sahibinde mi konuşacak, nakli yapılan kimsede mi konuşacak? Böyle bir nakil yapıldığında o organ kimin hakkında şahitlik edecek? Her âzânın sahibinde olması gerekir. Bunun için aslâ vasiyet câiz değildir.
“Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kadar kalmış gibi olurlar. Kendi aralarında birbirlerini tanırlar.” (Yunus: 45)
Kim ki bunca Âyet-i kerime’leri görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
Allah-u Teâlâ Secde sûresi 22. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız! ”
Unutmayın ki Allah-u Teâlâ sizden öç alacağını bu Âyet-i kerime ile açık olarak beyan buyuruyor.
Niçin? Bu kadar Âyet-i kerime’ler yüzünüze karşı okunup izah edildiği halde, gözü yumuk bakıyorsunuz, kılınız bile kıpırdamıyor. Artık kendi imanınızı kendiniz düşünün.
Halbuki bir tek Âyet-i kerime’ye bütün insanlar, cinler, melekler dahi karşı çıksalar, hepsi kâfir olurlar.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek “Yâ Resulellah! Muhkem bir kal’aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin? ” demiş. (Câbir ‘Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal’a vardı.’ diyor.)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine’li Ensar’a ayırmıştı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine’ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine’de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.
Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona “Rabbin sana ne yaptı? ” diye sordu. O da “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- “Neden seni ellerini sarmış görüyorum? ” deyince:
“Bana ‘Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi.
Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattığında:
“Allah’ım! Onun ellerini de affeyle! ” diye duâ etti. (Müslim: 116)
Bunca Hadis-i şerif’leri görüp organ nakli ve vasiyetinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü bu bir intihardır, intihar ise hem katliamdır, h
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Böyle Buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin.” (Nisâ: 29) Bu bir emr-i ilâhî’dir.
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara: 195) Bu da bir emr-i ilâhî’dir.
“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.” (Nisâ: 93) Bu ilâhî bir hükümdür.
KİM BU ÂYET-İ KERİME’LERİ GÖRÜP CÂİZ OLDUĞUNU SÖYLERSE KÜFRE KAYAR.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207)
•
“Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ: ‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)
İlahi Hüküm:
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
Bu mesuliyet organlarının alınmasını vasiyet edenlere âittir.
İkinci mesuliyet ise vasiyet etmediği halde, vârisin de haberi olmadığı halde, öldü diye organlarını alan doktorlara ve bu fetvâyı verenlere âittir.
Bu husustaki Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.”(Nisa: 93)
İşte bunlar bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler. Hem bu fetvayı veren, hem de bu katli yapan aynı mesuliyetin içine girer. Bu bir katldir, bunlar katildir.
İşte Âyet-i kerime! İtirazınız varsa Âyet-i kerime ile cevap verin! Bu böyledir!
Onlar Dini Yıkmaya Çalıştıkça
Allah-u Teâlâ Dünyayı Yıkacak:
Bu dini yikmaya çalişanlar; ön safta gibi görünen sapitici imamlar, münafiklar ve kâfirlerdir.
Insanlar günâ gün dini yikmaya çaliştikça, Allah-u Teâlâ da günâ gün dünyayi yikacak.
Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildi.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime’sinde:
“Rabbin kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizin bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle buyurmuşlar:
“Ey insanlar! Sizden önce helak olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen alimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Bir topluluğun başına felâketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. “ (İsrâ: 16)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’am: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’am: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)
Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif’te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan, geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif’te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı. Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif’lerde gizlidir.
Şu kadar var ki, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de “Şifâu’l-Alîl” adlı eserinde şöyle buyurmuştu:
“O’nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ’ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı’ vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü’l-Has’; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini’dir.” (5b yaprağı)
Hâtemü'l-Evliyâ'nın,
Halkın Fesada Düştüğü Bir Devirde Türk'e Gönderilmesi:
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı 'Hatmü'l-Evliyâ' adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra 'Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932) , yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı 'Büdüvv-ü Şe'n' adlı risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
Hazret sanki âhir zamanın fitne, sıkıntı ve buhranla dolu karanlık günlerinde yaşayan insanların, isyanları nedeniyle belâya maruz kaldıkları bir âna nazar edercesine, mânâ âleminde; 'halkın hepsini susmuş, korkudan dehşete düşmüş' ve 'kimileri kimini tanımaz ve korkudan garipleşmiş' bir hâlde müşâhade etmiş; kendisine Allah tarafından 'emrolunmuş bir kimse'nin, 'hiç kimse farkına varmadan' böyle bir ortamda 'yardımcılarıyla birlikte' yeryüzüne geldiği haber verilmişti.
Bu kişi diğer veliler üzerinde söz ve tasarruf sahibi bir zât olmalıydı ki, tanımadığı bir kimse kendisine; 'Şu acâipliği görüyor musun? Emrolunan kişi kendileriyle konuşmak için tüm dünya ehlinden kırk kişiyi istemiş! ' diyerek, onun 'hepsi dünya ehlinden olan bu kırklar'ı mânevî bir toplantıya çağırdığını bildirmişti. Toplantı emri yalnız kırklar'a gelmiş, ancak bu zâtı, yanındaki bazı velîlerle birlikte Hazret de merâk edip görmeyi istemişti. Öyle ki; 'Emrolunan kişiyi ben hangi şeyle tanıyacak ve (onunla) ne zaman tanışacağım? ' diyerek, bu arzusunu açıkça da dile getirmekteydi. Bunun üzerine Hazret'e: 'Kırkların henüz tamamı mevcud değilken; emrolunan kişinin bunların üzerine, Türk'e geleceği haber' verildi.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' diyor ve ardından 'Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.' buyurarak, halkın içine düştükleri fesaddan bu ordu sayesinde kurtulduklarına işaret ediyordu. Çünkü bu zât 'Türk'e geleceği' sırada, henüz 'kırklar tamamına ermeden bu halk fesâda düşmüş'tü.
Hazret nihayet kırklarla birlikte bu toplantıya katılacağını haber aldı ve kendisini tutamayıp ağlamaya başladı. O an kendisine: 'Niye ağlıyorsun? Biz onunla konuşup sırlaşacağız ya! ' diyen bir kimseye; 'Ben başka bir yere konulacağım diye ağlamıyorum. Kalbimin merhametinden ötürü ağlıyorum. Bana insan topluluklarının içine konulacak olan kırklar daha bu devirde seyrettirildi ya, işte bunun için ağlıyorum! ' demiş ve yine kendisine heyecanla: 'Emrolunan kişiyi gördün mü? Emrolunan kişiyi gördün mü? ' diyen başka bir kişiye ise: 'Hayır! Lâkin kubbe kapısının sonuna kadar vardım, iki ayağımla sıçrayarak emrolunan kişinin kapısını çaldım. Emrolunan kişiyi bu kubbeden elini çıkarır gibi gördüm.' cevabını vermişti.
Bunları söylerken, birdenbire 'emrolunan kişi'nin 'kırklar'a işaret ederek; 'Bu kırkları şu hazîreye götürün, onları burada 'ayakta tutma'ya hapsedin! ' emrini verdiğini işitti. Hazret, o kişiyi görme lütfuna eriştiği bu andan sözederken; 'O bu dünya ehlinden daha farklı ve seçkindi. Ben emrolunan kişinin küçük ordusuyla ve Türk'le yürüyordum, bana hiç kimse zarar veremiyordu. O ben de dâhil olmak üzere, büyüklerin hepsini bu toplantıda biraraya topladı.' diyordu. Bundan sonra o zât, Hazret'e; 'Mescide çık, sana kendimle ilgili sırlar vereceğim! ' dedi ve ardından kendisine: 'Sen onların tümünün zuhuruyla kâim olacak kimseyi görüyorsun! ' şeklinde bir hitap geldi. (Hakîm et-Tirmizî, 'Risâle-i Büdüvv-i Şe'n', İsmâil Sâib, nr.: 1571, vr. 215b-216a-217a)
Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhî bir ilhamdır ve bir keramettir.
Hazret arzettiğimiz beyanlarında; 'Halkın, maiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu.' buyuruyor.
Bunun mânâsı;
Osmanlı devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu. Hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velilerle destekledi. Fakat âhirzaman geldi, fesat devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesat hâline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı.
Böyle bir zamanda, bu necip milletin necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtemü'l-velî'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor, onları desteklemek için bir lütuf veriyor.
Daha evvel de arzetmiştik ki; bu birinci basamaktır. Hem Türk milletine, hem de Türk ordusuna gönderildi. Bu gönderilme Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteğidir.
Binaenaleyh bu destek ahirete çekilinceye kadar devam edecek. İşin nezaketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutar, direk yıkılınca çadır da yıkılır.
Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdi'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murad edilen noktaya kadar yürüyecek, vazifesini ifâ edecek. Sonra onun elindeki iradeyi de çekecek. Deccal'e salâhiyet vermeyi murad edince, onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi, Hazret-i Mehdi uzağa açılacak, o ise istilâya başlayacak. Ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun maiyetini kurtarmak ve İslâm'ı galebe çaldırmak için Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı gönderecek. Deccal ve yahudiler o şekilde temizlenecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak. Bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamana kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek. Üzerlerine tank gibi yürüyecek, fakat Allah-u Teâlâ onları da bir gecede helâk edecek ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.
Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği yapmışlardır.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?
İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?
Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerifler’inde:
“Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.
Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.
•
Uhud savaşının son safhaları idi. Yetmiş kadar şehid verilmiş, bir çok mücahid ağır yaralar almış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise takatsiz kalmıştı. Uhud dağındaki kayalığa çıkıp orada dinlenmek istiyordu. Fakat çok yorgun ve bitkin bir halde olduğu için yürümeye takati yoktu.
Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- hemen yere çöktü, sırtına alarak kayalığa kadar çıkardı.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce sevindiler, etrafında toplanınca üzüntüleri dinmişti.
Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.
Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı? ” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı? ” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş! ” dedi. Sevindiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun! ” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok! ” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz? ” buyurdu. “Ne diyelim? ” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.
Bizim mevlamız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.
Sizinle bizim aramızda Hakk ile bâtıl berzahı var. Biz Hakk’a uyarız ve Hakk’ı tarif ederiz. Hazret-i Allah ve Resulullah ile övünürüz. Siz ise; bâtıla uyarsınız. Hazretiniz olan papazı tarif etmeye, halka sevdirmeye, bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışırsınız. Hazret-i Allah’ın düşmanını taltif eder, karşısında eğilir büzülürsünüz. Aynaya bakarsanız kendinizi görürsünüz. Zira bu fotoğraflar içinizi dışarıya aksettiriyor. Siz hâlâ müslümanmış gibi görünmeye mi çalışıyorsunuz? Bu perde altında müslümanları soyup yolmuyor musunuz? Bilmeyenler sizin hâlâ müslüman yetiştirdiğinizi zannediyor. Oysa sizin kendi kurduğunuz dininiz için çalıştığınızı çok az kişi biliyor. Siz küfre hizmet etmiyor musunuz? Dininizi kurmuşsunuz, narcı yetiştirmiyor musunuz? Körpe dimağları zehirlemek ve küfre sokabilmek için yurtlar açıp, pansiyonlar kurmadınız mı? Bu vesile ile bir taraftan küfre kaydırıyor, diğer taraftan da bu çalışmaları büyük bir hizmet gibi göstererek, halkın paralarını rahat rahat yemiyor musunuz?
f.gülen Allah,ın ayetlerini hiçe sayan,bazı ayetleri degiştiren[örnek.nahl suresi ayet 43] de ehli zikre sorun bilmiyorsanız kısmının yerine tevrat ve incil alimine sorun ibaresini koyandır.Delil.HAK DİNİ KURAN DİLİ kitabının 5.nci cildi.zaman gazetesinin verdigi kitap.
İİman ve Küfür Berzahı:
Merakla sorulan bir soru:
“Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye çalışıyor? ”
Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır” der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa, küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!
Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan ediyor!
Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!
Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:
“O size kitap’ta şunu indirdi:
Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların, aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi, onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir olduğunu kabul etmeyişleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme! ” (Ahzab: 48)
Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:
“Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme! ’ biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır.”
Ben yazilarimi hakikat sitesinden alirim beyanlar ayet ve hadistir zerre kadar imani olan ibret almaldir kimseye de dusmanligim yoktur karabuklu sen de dahil lutfen iftirayi birakalim ic ve dis dusmanlarmizi
bilelim vatansiz iman imansiz vatan muhafaza edilmez
www.hakikat.com da tum bu dusmanlarin ic yuzu ayet ve hadislerin isigi altinda beyan edilmistir
Organların Şahitliği:
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edecekler.” (Nur: 24)
Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?
Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah’ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Suçlular simalarından tanınırlar, alın saçlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Ahirette insanlar yeniden dirildiği zaman, Cenâb-ı Hakk aynı sureti verecek ki, insanlar birbirlerini tanıyabilecekler. Sen âzânı başkasına verdiğinde o âzâ sende olmayacağına göre nasıl tanınacak?
Diğer Âyet-i kerime’de ise:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” buyurmaktadır. (Yâsin: 65)
Binaenaleyh mahşer gününde Hazret-i Allah ağızı mühürleyip âzâları kişinin lehine veya aleyhine konuşturduğu zaman, nakledilen o organ kimde konuşacak? İlk sahibinde mi konuşacak, nakli yapılan kimsede mi konuşacak? Böyle bir nakil yapıldığında o organ kimin hakkında şahitlik edecek? Her âzânın sahibinde olması gerekir. Bunun için aslâ vasiyet câiz değildir.
“Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kadar kalmış gibi olurlar. Kendi aralarında birbirlerini tanırlar.” (Yunus: 45)
Kim ki bunca Âyet-i kerime’leri görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
Allah-u Teâlâ Secde sûresi 22. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız! ”
Unutmayın ki Allah-u Teâlâ sizden öç alacağını bu Âyet-i kerime ile açık olarak beyan buyuruyor.
Niçin? Bu kadar Âyet-i kerime’ler yüzünüze karşı okunup izah edildiği halde, gözü yumuk bakıyorsunuz, kılınız bile kıpırdamıyor. Artık kendi imanınızı kendiniz düşünün.
Halbuki bir tek Âyet-i kerime’ye bütün insanlar, cinler, melekler dahi karşı çıksalar, hepsi kâfir olurlar.
Siz ise kupkuru zanna dayanıyorsunuz.
Hadis-i Şerif’e Dikkat! :
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek “Yâ Resulellah! Muhkem bir kal’aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin? ” demiş. (Câbir ‘Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal’a vardı.’ diyor.)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine’li Ensar’a ayırmıştı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine’ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine’de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.
Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona “Rabbin sana ne yaptı? ” diye sordu. O da “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- “Neden seni ellerini sarmış görüyorum? ” deyince:
“Bana ‘Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi.
Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattığında:
“Allah’ım! Onun ellerini de affeyle! ” diye duâ etti. (Müslim: 116)
Bunca Hadis-i şerif’leri görüp organ nakli ve vasiyetinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü bu bir intihardır, intihar ise hem katliamdır, h
ORGAN NAKLİ VE VASİYETİ CÂİZ MİDİR?
Bu Hususta Mahlûkun Hükmü Yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Böyle Buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin.” (Nisâ: 29)
Bu bir emr-i ilâhî’dir.
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara: 195)
Bu da bir emr-i ilâhî’dir.
“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.” (Nisâ: 93)
Bu ilâhî bir hükümdür.
KİM BU ÂYET-İ KERİME’LERİ GÖRÜP CÂİZ OLDUĞUNU SÖYLERSE KÜFRE KAYAR.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyuruyorlar:
“Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207)
•
“Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ: ‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)
İlahi Hüküm:
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin! ” (Nisa: 29)
Bu bir emr-i ilâhi’dir.
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın! ”(Bakara: 195)
Bu da bir emr-i ilâhi’dir.
Bu mesuliyet organlarının alınmasını vasiyet edenlere âittir.
İkinci mesuliyet ise vasiyet etmediği halde, vârisin de haberi olmadığı halde, öldü diye organlarını alan doktorlara ve bu fetvâyı verenlere âittir.
Bu husustaki Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.”(Nisa: 93)
İşte bunlar bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler. Hem bu fetvayı veren, hem de bu katli yapan aynı mesuliyetin içine girer. Bu bir katldir, bunlar katildir.
İşte Âyet-i kerime! İtirazınız varsa Âyet-i kerime ile cevap verin! Bu böyledir!